Kitabı oku: «Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap»
Marcel Proust, 10 Temmuz 1871’de Paris’in güney yakasındaki Auteuil’de, tarihe damga vuran Fransa-Prusya Krallığı Savaşları’nın sonlanmasının hemen ardından büyük amcasının evinde dünyaya geldi. Varlıklı ve saygın bir burjuva ailesinin çocuğu olan Proust’un çocukluk yılları Üçüncü Cumhuriyetçilerin göreve geldiği dönemlere denk gelmiştir. Babası Achille Adrien Proust, Avrupa ve Asya’da koleranın nedenlerinin ve yayılmasını araştırmak üzere görevlendirilmiş bir uzman doktordu. Annesi Jeanne Clémence Weil ise, Alsaceli zengin ve soylu bir Yahudi ailesinin kızıydı. Kültürlü ve eğitimli ailesi yazmış olduğu makaleler, kitaplar ve mektuplarla da bilinmektedir. Bütün yaşamını etkileyecek olan, A l’ Ombre de Jeunes Filles en Fleur (Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde) adlı esere de konu olan astım krizlerinin ilkini henüz dokuz yaşındayken yaşamıştır. 1882 yılında Proust, Lycée Condorcet Lisesine kaydoldu, ancak eğitimini hastalığı yüzünden yarıda bırakmak zorunda kaldı. Buna rağmen edebiyat yeteneğiyle ön plana çıkmayı başaran Proust, sınıf arkadaşları sayesinde yüksek burjuva sınıfının salonlarına girebildi, edebiyata damga vuracak olan Kayıp Zamanın İzinde adlı eseri için kayda değer kaynaklar elde edebildi. Sürekli nükseden ve zaman zaman ciddi boyutlara ulaşan hastalığına rağmen Proust 1889 yılında Fransız ordusunda askerlik görevini gerçekleştirdi. Gözlem konusunda farkını ortaya çıkartan Proust romanın üçüncü bölümü olan Guermantes Tarafı’nda da burada yaşadığı deneyimlere yer vermeyi ihmal etmedi. Aynı yıl Fransız roman ve kısa öykü yazarı Guy de Maupassant ile tanıştı ve arkadaşlarıyla birlikte kurduğu dergide makaleler ve edebiyat üzerine eleştiriler yazmaya başladı. 1893 yılına gelindiğinde Swann’ın Bir Aşkı adlı eserinin çalışmalarına başladı.
1894 yılında tüm Fransa’yı etkileyen Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un casusluk ve vatan hainliğiyle suçlanarak yargılandığı ”Dreyfus Davası” patlak verdi ve davanın sonucunda Yüzbaşı Dreyfus’ün tutuklanarak Şeytan Adası’na gönderilmesi ülkeyi âdeta ikiye böldü: Dreyfus taraftarları – aleyhtarları şeklinde. Marcel Proust de Dreyfus taraftarları arasında yerini aldı. Olay üstünden üç yıl geçtikten sonra, 1898 yılında dava yeniden alevlendi. Aynı yıl Émile Zola’nın Fransa devlet başkanına hitaben L’Aurore gazetesinde ‘J’Accuse’ (itham ediyorum) manşetiyle yazdığı mektubuyla olayları tekrardan gündeme getirdi. Dönemin diğer pek çok yazarıyla birlikte Émile Zola’dan desteğini esirgemeyen Marcel Proust, yazmış olduğu eserlerinde de bu davayı ve davanın insanlar üzerinde bıraktığı etkileri kaleme almıştır.
Bir eş cinsel olan Proust, eş cinsellik temasını eserlerinde açıkça ve detaylı bir şekilde konu hâline getiren ilk Avrupalı roman yazarı olmuştur.
1903 yılında ağabeyi Robert evlenip evi terk ettikten sonra aynı yılın kasım ayında babası Achille Adrien Proust vefat etti. Babası sürekli oğlunun bir kariyer edinmesi konusunda baskıcı bir tutum sergilese de Marcel Proust’un sahip olduğu hastalık buna hiçbir zaman izin vermedi. Aradan iki yıl geçti ve Eylül 1905 tarihinde annesi Jeanne Clémence Weil’in vefatı Marcel Proust’u derinden etkiledi. “Yaşamım artık o biricik amacını, biricik tatlılığını ve biricik tesellisini yitirdi, anneciğim ölürken küçük Marcel’i de yanında götürdü.” diyecek derecede annesine düşkün olan Proust büyük bir buhrana kapıldı. Hayatında önemli bir konuma sahip olan annesinin vefatı üzerine sosyal ilişkileri azalan ve kendisini yazmaya adayan Proust 34 yaşına geldiğinde yaşadığı bu travma için tedavi gördü. Daha sonra deneme yazılarıyla en önemli eserinin temellerini atmaya başladı. 1908 yılı Marcel Proust’un kariyeri açısında mihenk taşıydı.
1896 yılında ilk kitabını çıkarmaya hazırlanan Proust, ünlü yazar Anatole France’ın ön sözünü yazdı Les Plaisirs et les Jours (Hazlar ve Günler) adlı kitabını piyasaya sürdü. Kitabı konusunda oldukça umut dolu olan Proust beklenmedik şekilde hüsrana uğradı. Umudunu kaybetmeyen Proust hayallerine ve ideallerine ulaşmasını sağlayacak olan esere 1905 yılında başladı; özellikle aristokrasinin çöküşü ve orta sınıfın yükselişi dönemine denk gelen Üçüncü Cumhuriyetçiler yönetimi altında gerçekleşen büyük toplumsal değişimleri konu alan Kayıp Zamanın İzinde adlı en önemli eserinin temelleri bu tarihte atıldı. Yılın başlarında yazmış olduğu denemeler ve eleştiri makaleleriyle dikkatleri üzerine çekmeye başlayan Proust, yaşadığı üzüntüsünün de etkilediği uykusuz gecelerinde yazmaya başladı. Yaşadığı sağlık sorunları her ne kadar yazmaktan alıkoysa da Proust’un zihni kitap yazmaya devam ediyordu. İçinde bulunduğu buhrandan onu kurtaran John Ruskin’in eserlerini çevirdi. Ruskin’in mimarlık ve sanata bakış açısından öylesine etkilenmişti ki bir yazarın ortaya bir eser çıkartmak için herhangi bir konuya ihtiyacı olmadığını, içinde bulunduğu, kendisinin de başkahramanı olduğu hayatını yazarak da büyük bir yazar olabileceğini onun sayesinde öğrendi. Yalnızca Ruskin’den değil Michel de Montaigne, Gustave Flaubert, George Eliot, Fyodor Dostoyevski ve Leo Tolstoy gibi edebiyatın önemli yazarlarından da ilham almıştı. Yedi ciltlik seriden oluşan Kayıp Zamanın İzinde adlı eserinin ilk cildini 1913 yılında yayınladı. Du côté de chez Swann (Swann’ların Tarafı) adlı ilk eserini götürdüğü yayınevlerinden olumsuz bir karşılık alan Proust, başka bir yayıneviyle anlaşarak masraflarını kendi cebinden karşıladı. Dönemin edebiyat dünyası tarafından pek onay almıyordu Marcel Proust; çünkü sahip olduğu mal varlığı yüzünden züppe gözüyle bakılıyordu.
Bu kitabıyla da istediği başarıyı elde edemeyen Proust’un başına başka bir talihsizlik daha gelmişti: I. Dünya Savaşı. Aradan 6 sene geçtikten sonra yazdığı À l’ombre des jeunes filles en fleurs (Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde) adlı eseri, serinin ikinci kitabıyla 1919 yılında Goncourt Ödülü’nü kazanmış; aldığı bu ödül sayesinde sadece Fransa’da değil tüm dünyada tanınan bir yazar konumuna gelmişti. Cefayla geçen uzun yılların ardından yazarın yıldızının parlayacağı yıl bu yıldı. 1920 yılında serinin üçüncü kitabı olan Le Côté de Guermantes (Guermantes Tarafı) iki cilt hâlinde, 1921 yılında Sodome et Gomorrhe (Sodom ve Gomorra) kitabı da iki cilt hâlinde yayımladı. Buna takriben 1923 yılında A la recherche du tems perdu (Mahpus), 1925 yılında Albertine Disparue (Albertine Kayıp), 1927 yılında Le Temps retrouvé (Yakalanan Zaman) kitabı yayımlandı.
Marcel Proust hayattayken serinin yalnızca dört kitabı yayımlanabildi; geri kalan üç kitap ölümünden sonra yayımlandı. Dokuz yaşından beri boğuştuğu hastalıklar nedeniyle hiçbir zaman babasının istediği gibi bir işte çalışamayan Proust, ömrünün son günlerine kadar yazmaya devam etti. Son üç yılını çoğunlukla yatağında geçiren Proust gündüzleri uyuyor, geceleri de kitabını tamamlamak için uğraşıyordu. 1922 yılında yakalandığı zatürrenin akciğerine sıçramasıyla hayata gözlerini yumdu. Ardından Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı’na defnedildi.
Birinci Bölüm
Şafak vakti kuşların cıvıltıları Françoise’a tatsız geliyordu. Üst kattaki hizmetçilerin ağzından çıkan her kelimeyle yerinde sıçrıyor; sağa sola koşuştururken attıkları her adımdan rahatsız oluyordu, “Acaba ne yapıyorlar?” diye sormaktan da kendini alamıyordu. Her şey farklıydı çünkü taşınmıştık. Pek tabii, eski evimizin tavan arasındaki hizmetçilerin de eksik kalır yanı yoktu fakat en azından onları tanıdığından, gelip gitmeleri onun için sıradan bir hâle dönüşmüştü. Şimdi sessizlik bile onu germeye yetiyordu. Bugüne kadar oturduğumuz bulvar ne kadar gürültülüyse yeni semtimiz de o kadar sakindi, hatta yoldan geçen birinin (arada belli bir mesafe olsa da hafif ama orkestradan çıkan ezgileri anımsatan) şarkısı, sürgündeki Françoise’ın gözlerini yaşlarla dolduruyordu. “Dört bir yandan oldukça saygı duyulduğumuz” evden ayrılmak zorunda kaldığımız zamanki üzüntüsüyle, bir yandan evi bu zamana kadar oturdukları en mükemmel ev olarak ilan ederken bir yandan da Combray tarzına uygun olarak, gözyaşları eşliğinde eşyalarını toplayan Françoise ile alay etmiştim, öte yandan yeniyi benimsemeyi, eskiyi terk etmeyi kolay bulduğum kadar zor bulan ben ise, henüz bizi tanımayan kapıcıdan manevi mutluluk için gerekli olan saygının emarelerini alamadığı bir eve yerleştirilmenin yaşlı hizmetçimizi dağılma noktasına getirdiği izlenimini alınca, kendimi ona yakın hissettim. Ne hissettiğimi anlayabilecek tek kişi oydu; elbette genç uşağın bunu anlaması beklenilemezdi; hiç Combraylilere benzemeyen uşak için toparlanmak, taşınmak, başka bir semtte yaşamak, sanki etrafındaki yeniliklerin verdiği huzuru hissettiren bir tatil gibiydi; sayfiyede olduğunu sanıyordu; şifayı kaptığında sanki cereyanlı bir vagonda oturduğundan üşütmüş de en azından dünyayı gezmiş olmanın hazzına kapılıyordu; her hapşırığında sürekli seyahat eden insanlarla birlikte olduğundan mutluluk duyuyordu. Bu yüzden genç uşağı dert etmeden dosdoğru Françoise’a gittim; taşınma esnasında gözyaşlarıyla alay ettiğim için üzüntümü buz gibi bir soğuklukla karşılayan, paylaştığım üzüntüme de aynı tepkiyi veren Françoise’a. Sinirli bir yapıya sahip insanların söylediği “duyarlılığın” sahip oldukları bencillikten eksik kalır yanı yoktur; kendi içlerindeki sorunlara gittikçe artan bir ilgiyle yaklaşırken söz konusu sorunlar başkalarında olduğunda tahammül edemezler. En ufak keyifsizliğini bile belli etmeden duramayan Françoise, acı çeken kişi ben olduğumda, çektiğim ızdırapları görmekten kaçmak için ya da merhamet duygusunun hissiyatını tatmayayım diye kafasını öteki tarafa çevirirdi. Onunla yeni evimiz hakkında konuşmaya çalıştığımda da karşılaştığım manzara aynıydı. Dahası bir iki gün sonra, taşınırken gözden kaçırdığımız bazı kıyafetleri almak için eski evimize gitmesi gerektiği zaman, düşmek bilmeyen “ateşim” hâlâ yüksekken, az evvel bir öküzü yutmuş boa yılanı misali, gözlerimin sindirmek zorunda kaldığı uzun bir bavulu görünce acılar içinde gerilmiş buldum kendimi; Françoise ise kadınsı tutarsızlığıyla, eski bulvarımızda kelimenin tam anlamıyla boğulacak gibi hissettiğini, mekânın çok havasız olduğunu, bir odadan ötekine geçmenin bir asır sürdüğünü, ömründe bu kadar kötü merdivenlere hiç rastlamadığını, dünyaları hatta üstüne milyonları verseler bile -abartılı bir varsayım- asla burada yaşayamayacağını ve her şeyin (yani mutfak ve odaların) yeni evde çok daha iyi konumlandığını söyleyerek geri döndü. Ki şunu da belirtmenin vakti geldi, yeni evimiz -buraya taşınmamızdaki başlıca etkenin sağlığı pek de iyi olmayan büyükannemizin daha temiz bir havaya ihtiyacı olmasıydı ama bunu kendisinden gizledik- Guermantes Konağı’nın bir dairesiydi.
Bir isim, kalıba soktuğumuz bilinmezliğin imgesini bizlere sunarken aynı zamanda bizim için de gerçekte var olan bir yeri işaret ediyor, bizi bu gerçek yer ile bilinmezliği özdeşleştirmeye öylesine zorluyor ki bir noktada âdeta şehirde somutlaştırmak bir kenara, isminin tınısından bile çıkartamayacağımız bir ruhu aramaya başladığımız bir yaşta, bu isim, alegorik resimlerde olduğu gibi sadece kentlere ve nehirlere bireysellik bahşetmez, fiziksel evreni harika insanlarla, farklılıklarla süslemez; ve dahası, her nehrin bir perisi, her ormanın bir ruhu olduğu gibi tarihe geçmiş her evin, şehrin ve ülkenin de hanımı, perisi vardır. Bazen, isminin ardına saklanan peri, yaşadığı hayal gücümüzdeki gidişatına uygun bir şekle dönüşür; bu yüzden Mme. de Guermantes’ın benim içimde yarattığı atmosfer buydu, yıllardır büyülü bir sokak lambasının ya da boyalı bir pencereden yansıyan ışığın aydınlattığı bir gölgeden başka bir şey değilken, bambaşka hayaller, akmakta olan derenin köpüren serinliğiyle kaplandığında, renkleri solmaya başlamıştı.
Yine de ismin tekabül ettiği gerçek kişiyle temasa geçersek, peri yok olup gider çünkü o zaman isim, kişiyi yansıtmaya başlar ve o kişide periye ait hiçbir şey kalmaz; kendimizi o kişiden uzaklaştırırsak peri yeniden canlanabilir, fakat onun yanında kalmaya devam edersek, kuşkusuz periyle birlikte onun ismi de ölür, tıpkı peri Mélusine’in ortadan kaybolduğu gün soyları tükenen Lusignan ailesi gibi. O zaman, esasında hiçbir zaman tanışmadığımız bir yabancı kadının güzel portresini bulup art arda yaptığımız “restorasyonlar” aracılığıyla sonunda bulabileceğimiz isim, sokakta yanımızdan geçen bir kişiyi tanıyıp tanımadığımıza, selam verip vermeyeceğimize karar vermek için başvurduğumuz basit bir fotoğraflı kimlikten ibaret olur. Ancak geçmiş yıllardan kalma bir hissin, -şarkı söyleyen ya da şarkıyı çalan çeşitli sanatçıların sesini ve tarzını koruyan kayıt cihazları gibi- hafızamızın bu ismi, kulağımızda tıpkı o zamanlardaki gibi kendisine özgü tınısıyla işitmemizi sağladığında, görünüşte isim değişmemiş olsa bile farklı zamanlarda aynı hecelerin bizim için ifade ettiği rüyaları birbirinden ayıran mesafeyi hissederiz. Mazide kalmış bir baharda yankılanan sesin berraklığından, bir an için bile olsa, resim yaparken kullandığımız küçük tüplerden boyayı çıkarır gibi, her zaman hatırlayacağımıza kendimizi inandırdığımız, unutulmaya yüz tutmuş, esrarengiz, taze ve doğru nüansı çıkarabiliriz; işte o zaman, kötü bir ressam gibi bir tuval üstüne yayılan geçmişimizin tamamını, alışılagelmiş ve uyarılmamış hafızamızdaki benzer tonlarla boyayabiliriz. Buna karşılık geçmişi oluşturan anların her biri, özgün bir eseri oluşturmak için artık pek de aşina olmadığımız günlerin renklerini eşsiz bir uyum içinde kullanmaya başlardı; bu hususta, bunca yıldan sonra şans eseri “Guermantes” ismi bir anlığına da olsa bugünkünden çok daha farklı olan ve duyduğum zaman bana Mlle. Percepied’in düğünündeki göz kamaştırıcı genç Düşes’in kabarık fularındaki -öylesine narin, öylesine parlak ve öylesine yeni- leylak rengini ve âdeta üzerinde yeniden hayat bulan, yeni olgunlaşmış Cezayir menekşesi gibi masmavi bir tebessümle ışık saçan gözlerini hatırlatan bu tınıya hâlâ hayret ederim. O günlerde Guermantes ismi de oksijen ya da bir tür gazla doldurulmuş küçük balonlar gibidir; balonu patlatıp içindekini dışarıya çıkardığımda o yılın, o günün Combray’sinin havasını, meydanın köşesinden esen, yağmurun habercisi olan, kâh güneşi sarıp sarmalayan kâh kilisenin kutsal odalarındaki kırmızı yünlü halının üstünde dağılarak parlak bir sardunya kırmızısına büründüren rüzgârın taşıdığı alıç kokusunu ve tabiri caizse, düğün eğlencelerini etkileyici kılan Wagner düzenine özgü neşesini içime çekerim. Fakat başlangıçtaki varlığın kıpırtılarının ve günümüzde sessiz, ölü olan hecelerin içinden oyup çıkarılarak şekil aldığını birdenbire hissettiğimiz bu nadir anların dışında bile, günlük hayatın baş döndürücü telaşında yalnızca en pratik amaçlara hizmet eden isimler, çok hızlı döndürüldüğünde yalnızca gri gözüken rengârenk bir topaç gibi tüm renklerini yitirmiş olsalar bile, derin düşüncelere daldığımız zaman, geçmişe geri dönebilmek için içinde bulunduğumuz daimî hareketi durdurmanın, sakinleştirmenin yollarını ararız; fakat her seferinde aynı ismin, yaşamımız boyunca tamamen birbirinden farklı renklerle yavaş yavaş belirdiğine şahit oluruz.
İlk dadımın bana uyumadan önce söylediği o eski şarkıyı, Gloire à la Marizinse de Guermantes1 -muhtemelen o da benim gibi bu şarkının kimin şerefine yazıldığını bilmiyordu- hatırladığımda ya da bundan birkaç yıl sonra kıdemli Mareşal Guermantes, Champs-Élysées’de beni durdurup: “Ne kadar da güzel bir çocuk!” diyerek şeker kutusundan çıkarttığı bir çikolatayı bana verip bakıcımı pohpohladığında, Guermantes isminin aklımda nasıl canlandığını elbette söyleyemem. Bebeklik yıllarım artık benim parçam değildir, benden ayrılar; tıpkı biz doğmadan öncesinde olanlar gibi onlar hakkında da yalnızca başkalarının anlattıklarından bilgi edinebilirim. Fakat yakın zamanda, bu ismin beni işgal ettiği dönemde, art arda yedi sekiz farklı şekil buluyorum; en eskileri en güzelleriydi; artık savunulamaz bir hâle getirilen, konumunu terk etmeye gerçeklik tarafından zorlanan düşüncelerim, her seferinde daha da uzaklaşıyor, çok geçmeden geri çekilmek zorunda kalıyordu. Ve Mme. de Guermantes ile eş zamanlı olarak evi de değişiyordu, kendisi de bu isimle dünyaya gelmişti, yıldan yıla kulağıma gelen sözcüklerle düşüncelerimin tonları bereketleniyordu; ev, tıpkı bir bulutun ya da bir gölün yüzeyi gibi aynalara dönüşen taşlardan onları yansıtıyordu. Aslında hükümdarların hanımlarıyla beraber vasallarının2 yaşamasına ya da ölmesine karar verdikleri, bir tepeye konuşlanmış turuncu bir ışık şeridinden ibaret olan, herhangi bir kitleye sahip olmayan bu zindanlar -havanın güzel olduğu yaz ayının öğleden sonralarında ailemle birlikte Vivonne boyunca yürüdüğümüz o “Guermantes Tarafı”nın en sonunda- yerini, Düşes’in bana alabalık tutmayı, bölgenin etrafındaki duvarları süsleyen kırmızı ve mor salkımlardan oluşan çiçeklerinin isimlerini öğrettiği dalgalı akarsuları olan bir araziye bırakmıştı; daha sonra, Guermantes’ın soylu ırkına layık, çağlara meydan okurcasına ayakta duran oyulmuş ve yıllanmış bir kule gibi, hikâyelere ve şiirlere konu olan antik mirası Fransa’nın üzerinde yükseliyordu bile; öyle ki Notre-Dame ve Chartres Katedrallerinin yükseldiği yerlerdeki gökyüzünde hâlâ boşluklar vardı, öyle ki Laon Tepesi’nin zirvesinde, Ağrı Dağı’nın zirvesindeki Nuh’un Gemisi misali Tanrı’nın öfkeli olup olmadığını görmek için endişeli bir şekilde pencerelerinden eğilen patrikler3 ve peygamberlerle dolu, toprakta çoğalacak bitki türlerini taşıyan, kulelerden bile kaçan hayvanlarla dolup taşan, çatıda sakince otlayan öküzlerin yüksekten Champagne Ovaları’nı seyrettiği katedralin nefi henüz dengelenmemişti; öyle ki günün sonunda Beauvais’den ayrılan gezgin onu takip edip yolundan dönse de gökyüzünün altın rengi yüzeyinde, katedralin siyah ve iki yana açılmış kanatlarını hâlâ seyredemedi. Bu “Guermantes”, bir romanın sahnesi misali, hayalimde canlandırmakta zorluk çektiğim ve bu yüzden keşfetmek için can attığım, birdenbire hanedanlık detaylarıyla can bulacak olan gerçek toprakların ve yolların arasına yerleşmiş, tren garına birkaç mil uzaklıktaki hayalî bir manzaraydı; çevresindeki yerlerin isimlerini sanki Parnassus’un ya da Helicon’un eteğindeki yerlermiş gibi hatırlıyordum, açıklanamayan bir olgunun ortaya çıkması için gereken fiziksel koşulların -topoğrafya biliminde- sağlanması kadar değerliydiler benim gözümde. Combray Kilisesi’nin pencerelerinin alt kısımlarındaki armaların parıltısını gördüm yeniden; armadaki dört bir parça, yüzyıllar boyunca bu şanlı hanenin, evlilik ya da fetih yoluyla Almanya’nın, İtalya’nın ve Fransa’nın dört bir yanından elde ettiği hükümdarlıkları temsil ediyordu; Kuzeydeki geniş araziler, Güneydeki güçlü şehirler Guermantes’ta bir araya gelmiş, maddi niteliklerini yitirerek, yeşil zindanlarını ya da gümüşi kalelerini alegorik olarak Guermantes’ın gök mavisine boyamışlardı. Guermantes’ın meşhur duvar halılarını duymuştum, Orta Çağ’a ait, mavi, epeyce kalın halıların, efsanevi bir insanın üzerinde dolaşan bir bulut gibi, Childebert’in sık sık avlanmaya gittiği eski ormanın dibindeki alanda asılı bir hâlde görüyordum; ve bana öyle geliyordu ki, toprakların bu narin, gizemli geçmişini, çağların ötesine geçen bu manzarayı seyahat edermişçesine izlemek için, Paris’te Mme. de Guermantes ile temasa geçmem yeterli olurdu, âdeta gölün hanımı ve yerin en önemli prensesi olan Mme. de Guermantes’ın yüzü ve sözleri, orman korularının ve ırmak kıyılarının büyüsüne, arşivlere kayıtlı eski geleneklerle aynı dünyevi özelliklere sahip olmak zorundaydı. Ama sonra Saint-Loup ile tanıştım; bana kalenin, on yedinci yüzyılda ailesinin egemenliği altına girdiğinden beri Guermantes adıyla anıldığını söyledi. O zamana kadar bu muhitte ikamet etmişler ancak unvanlarını buralardan almamışlar. Guermantes köyü adını etrafına inşa edildiği kaleden almıştı, kalenin görünüşünü bozmamak için caddelerin çizgisini takip eden, evlerin yüksekliğini sınırlayan bağlayıcı kurallar hâlâ yürürlükteydi. Duvar halılarına gelince, onlar Boucher’nin eseriydi, on dokuzuncu yüzyılda sanata meraklı bir Guermantes tarafından satın alınıp bordo ve pelüşle döşenmiş iğrenç misafir odasının duvarına kendi yaptığı av resimleriyle birlikte astı. Saint-Loup bu ilhamıyla Guermantes adına kaleye yabancı unsurları sokmuştu, böylelikle hecelerin tınlamasından, taş ve sıva işlerini yapmam neredeyse imkânsız hâle gelmişti. Ve bu ismin ardındaki, göle de yansıyan kale silinmiş, Mme. de Guermantes’ı yerleşim yeri olarak çevreleyen, Paris’teki evi, Guermantes Konağı olmuştu, ismi gibi berraktı; çünkü şeffaflığını kesintiye uğratan, hiçbir maddi ve donuk unsur yoktu. Kilise kelimesi yalnızca tapınağı değil, aynı zamanda cemaatin meclisini de ifade ettiğinden, Guermantes Konağı da Düşes’in hayatını paylaştığı herkesi içeriyordu, ancak hiç görmediği bu yakınları, benim için sadece ünlü ve şiirsel isimlerdi; sadece isimden ibaret olan kişilerle tanışıyorlar ve Düşes’in etrafında giderek genişleyen oldukça göz alıcı geniş bir hale şeklinde etrafını sararak, sahip olduğu gizemini yüceltip koruyorlardı.
Verdiği davetlerde, misafirleri bedensiz, bıyıksız, ayakkabısız, sıradan, hatta insani ve mantıklı şekilde özgün sözlerle konuşurken hayal edemediğimden bu isimler girdabı, Dresden porseleninden yapılmış, Madame de Guermantes heykelciğinin etrafındaki hayaletlere verilen ziyafet ya da hortlaklar balosundan daha az maddenin sergilendiği sarayın camdan yapılma vitrini şeffaflığını koruyordu. Daha sonra, Saint-Loup bana, bahçıvanı, kuzeninin papazı ve daha pek çok konu hakkında çeşitli anekdotlar anlattıktan sonra, Guermantes Konağı -bir zamanlar Louvre’un olduğu gibi- Paris’in tam göbeğinde, tuhaf bir şekilde hâlâ varlığını sürdüren kadim bir hak sayesinde miras yoluyla kazandıkları, hâlâ üzerinde feodal ayrıcalıklara sahip olduğu bir kale hâline gelmişti. Fakat bu son ev, Mme. de Villeparisis’nin yan tarafında bulunan, Mme. de Guermantes’ın oturduğu konağın bir kanadındaki daireyle bitişik olan yere taşınmamızla ortadan kaybolmuştu. Günümüzde belki de hâlâ rast gelebileceğimiz eski konaklardandı; buradaki haysiyet divanında -bunlar ya yükselen demokrasi dalgasıyla ortaya çıkan alüvyal birikintilerdi ya da farklı ticarethanelerin derebeyin etrafında toplandığı zamanlara ait ilkel zaman mirasıydı- katedralin payandaları arasına kuş yuvası misali yerleşen terzi, ayakkabı tamircisi gibi küçük dükkânlar ve atölyeler vardı; en sonda, konağın ana binasında oturan “Kontes”, kapıcının kulübesindeki bahçeden kopartılmış gibi duran birkaç Latin çiçeğiyle süslenmiş şapkasıyla gösteriş yapa yapa iki atın çektiği eski arabasıyla (arabacının yanında oturan ve mahalledeki her bir aristokrat malikânesine kartvizitini bırakmak için ikide bir aşağı atlayan uşağıyla birlikte) yola çıktığında, kapıcının çocuklarına gülücükler saçar ve o sırada oradan geçmekte olan saygıdeğer kiracı dostlarına küçük tebessümler eşliğinde el sallayarak selamlar verir, aşağılayıcı nezaketi ve eşitlikçi kibiriyle her zaman aynı görünürdü.
Şu anda yaşadığımız evde, avlunun sonundaki soylu hanımefendi, hâlâ gençliğinin baharında olan zeki bir düşesti. Hatta Mme. de Guermantes’tı o, Françoise sayesinde, kısa süre içinde konakla ilgili her şeyi öğrenmiştim. Çünkü (Françoise’ın sürekli “aşağıdakiler” ya da “alttakiler” diye bahsettiği) Guermantes’lar, sabahın ilk ışıklarında başlayan daimî bir endişesiydi, annesinin saçlarını tararken, avluya attığı yasak, dayanılmaz, kaçamak bakışların ardından şöyle derdi: “Şuna bak, iki rahibe geldi; kesin alttakilere geldiler.” ya da “Ah! Mutfak penceresindeki şu güzel sülünlere bakın! Nereden geldiklerini sormaya gerek yok, anlaşılan Dük silahını alıp ava gitmiş!”, gece çöküp yatmak için hazırlanırken kulağına gelen birkaç notayı duyunca hemen: “Alttakilere misafir gelmiş, eğleniyorlardır muhakkak.” çıkarımında bulunurdu; bunun üzerine aklar düşmüş saçlarının çevrelediği simetrik hatlara sahip simasında, gençlik yıllarından kalma, neşeli ama bir o kadar da usturuplu tebessümüyle bir an için bile olsa mekândaki her şeyi güzelleştirirdi; karışık ama özel bir düzen içinde gerçekleştirilen folk dansı misali.
Fakat Guermantes’ların hayatında, Françoise’ın en çok ilgisini çeken, onu en çok tatmin eden ve aynı zamanda canını en çok sıkan, arabanın iki tarafının açılıp Düşes’in arabasına binmesiydi. Bu olay genellikle hizmetçilerimizin öğle yemeği dediği, hiç kimsenin rahat edemeyeceği, merasim eşliğinde yapılan dinî kutlama yemeğinden sonra gerçekleşirdi; bu sırada hizmetçiler o kadar dokunulmazdı ki babam onları çağırmak için zili çalamaz, üstelik beş kere çalsa bile hiçbirinin aldırış etmeyeceğini, bu nedenle böyle bir saygısızlıkla uğraşmanın tamamen bir zaman kaybı olacağını ve sonunda kendisinin zararlı çıkacağını bilirdi. Çünkü (yaşlandığında bile değerlerinden taviz vermeyen) Françoise, günün geri kalanında, dertlerinin ve memnuniyetsizliğinin derin sebeplerini içeren -hiçbir şekilde okunaklı olmayan- uzun hikâyesini dış dünyaya sergilediği, anlaşılması zor küçük, kırmızı, antik çivi yazısına benzeyen suratını göstermekten kendini alıkoymazdı. Bu sorunları “en ufak” detayına kadar anlatırdı fakat bunu sözlerini yakalamamız için yapmazdı. Bu yaptığını -kendi tabiriyle bunun, bizim için çileden çıkartıcı, “utanç verici” ve “can sıkıcı” olduğunu düşünürdü- “kutsal günün sade ayini” olarak adlandırırdı.
Ayinin son ritüelleri tamamlandıktan sonra ilk çağlardaki kiliselerdeki gibi hem papazlık yapan hem de dini bütün olmayı sağlayan Françoise, kadehini son bir kez daha doldurdu, boynunu saran peçeteyi çözdü, kahve ve şaraptan ıslanmış dudaklarını sildikten sonra katladı, halkanın içine geçirdi, kasvet dolu gözleriyle: “Biraz daha üzüm almaz mısınız hanımefendi? Çok güzeller.” diyen genç garsona dönüp teşekkür etti ve “bu sefil mutfaktaki” havanın nefes alamayacak kadar sıcak olduğu konusunda serzenişte bulunarak doğruca pencereyi açmaya yöneldi. Pencerenin kolunu çevirip temiz havayı ciğerlerine çekerken avlunun alt tarafına umursamaz ama bir o kadar da ustalıkla bir bakış attı, Düşes’in henüz başlamaya hazır olmadığını sinsice anlamıştı, bekleyen arabanın içinde küçümseyici, heyecan dolu gözlerle kara kara düşünüyordu ve dünyevi şeylere gösterdiği bir anlık dikkatini havanın tatlılığına, güneşin sıcaklığına ardından da gökyüzüne yöneltti; oradan da çatının köşesine, benim odamın bacasının üzerinde, Combray’deki mutfağından cıvıltılarını duyduğu güvercinleri anımsatan güvercinlerin her ilkbaharda gelip yuva yaptığı yere baktı.
“Ah! Combray, Combray!” diye haykırdı Françoise. Bu yakarışını âdeta şarkı söyler bir tonda yaptı, Arles’e özgü duruluğa sahip yüz hatlarıyla kökeninin Güneylere dayandığını ve ağıt yakarcasına söylendiği toprakların aslında sonradan benimsediği bir topraktan başka bir şey olmadığı konusunda onu seyredenleri düşündürebilirdi. Gerçi öyle olsaydı, pek de doğru olmayabilirdi, çünkü ülkesinde güney bulunmayan hiçbir bölge yoktur; aslına bakarsanız, Güneylilere özgü kısa ve uzun ifadelerdeki hoşluğu Savoylıların ve Bretonluların konuşmasında çok sık karşılaşırız. “Ah, Combray! Kim bilir seni bir daha ne zaman göreceğim, zavallı memleketim! Kim bilir bir daha ne zaman o güzelim alıçların arasından, canım zambakların altından, çekirgelerin ve sanki birisi konuşuyormuşçasına Vivonne’un çıkardığı fısıltılar eşliğinde dolaşacağım. Bunun yerine küçük beyimizin, o iğrenç koridor boyunca yarım saatte bir bitmek bilmeyen koşuşturmasına sebep olan lanet zilini dinlemek zorunda kalıyorum. O zaman bile, yeterince hızlı gelmediğim için küplere biniyor; zile basmadan önce onu duymam gerekiyor sanırım; bir de üstüne, bir dakika geç kalırsan sağa sola ateş püskürüyor. Ah zavallı Combray! Kim bilir, belki de seninle ölünce buluşacağız, bir taş parçası gibi beni mezarın içine attıklarında. Fakat o zaman da o güzelim bembeyaz alıçlarının kokusunu içime çekemeyeceğim. Bana kalırsa ölüm uykusunda bile, hayatım boyunca bana cehennemi yaşatan bu üç kez zile basma sesini duyacağım.”
Françoise’ın kendi kendine konuşması alttaki yelek tamircisinin seslenişiyle son buldu; bu yelekçi, uzun zaman önce Mme. de Villeparisis’yi ziyarete gittiği zaman büyükannemi çok memnun etmişti, hatta Françoise’ın duygularının da ondan eksik kalır yanı yoktu. Penceremizin açıldığını duyduğunda, başını yukarı kaldırdı, iyi günler dilemek için komşusunun dikkatini çekmeye çalışıyordu. Françoise’ın genç kızlığındaki cilvesi, mutfaktaki fırının sıcaklığının, öfkesinin ve yılların da vermiş olduğu donuklaşmış tuhaf bir yüze sahip M. Jupien’ı yumuşatıyordu; yelek tamircisini büyüleyici bir çekingenlik, tevazu ve samimiyetle karışık zarif bir şekilde selamladı fakat asla sesli bir karşılık vermezdi çünkü avluya baksaydı annesinin buyruklarına karşı çıkmış olacaktı bu yüzden asla kafasını dışarı uzatıp pencereden konuşmaya cesaret edemezdi, kaldı ki bu bile (ona göre) hanımının aşağılamalarını dinlemeye yeterliydi. Duran arabayı işaret ederek: “Ne kadar güzel atlar!” dese de aslında mırıldandığı şey: “Ne kadar da külüstür şey!” fakat ne olursa olsun cevap vermek zorunda olduğunu bildiğinden, bağırmak zorunda kalmadan sesini duyurmak için elini ağzına götürerek:
“İsterseniz birisini alabilirsiniz hatta daha fazlasını, fakat siz bu tarz şeylerden hoşlanmazsınız sanırım.”
Ve Françoise takriben: “Bildiğiniz üzere herkesin zevki farklıdır; bu evde sadelikten yanayız.” anlamına gelen mütevazı ve bir o kadar da kaçamak ve mutluluk dolu hareketinin ardından annesinin gelme ihtimaline karşı pencereyi kapattı. Guermantes’lılardan daha fazla ata sahip olan ‘sizler’ derken söylediği aslında ‘bizdik’ fakat Jupien ‘siz’ demekte haklıydı çünkü tüm gün boyunca durmadan öksürdüğü ve evdeki herkesin hastalık kapacak diye korktuğu zamanlarda, sinir bozucu kıkırdaması eşliğinde asla olmamış şekilde davranması gibi tamamen kişisel birkaç haz dışında, Françoise, bütünüyle bir hayvana bağlı olan, onun yakaladığı, yediği, sindirdiği ve sonunda kolayca hazmedilebilecek bir kalıntı sunduğu gıdalarla yaşamını sürdüren bitkiler gibi bizimle bir arada yaşıyordu; varlığını sürdürmesi için zaruri mutluluğunu oluşturan kısımları eski geleneklere uygun olarak, yemek bittikten sonra pencerenin kenarında alınan temiz havanın serbestçe yerine getirilme hakkını, alışveriş yapmak için dışarı çıktığında sokakta belli bir miktar aylaklık yapmak ve tatil günü olan pazar günleri de yeğenini ziyaret etme hakkını da ekleyerek-faziletimizle, servetimizle, yaşam tarzımızla hazırlama görevini üstlenmesi gerekenler bizlerdik. Bu nedenle Françoise’ın, babamın saygınlığının henüz olmadığı bir eve taşınmamızın ilk günlerinde ortaya çıkan buhranın bir kurbanı olması anlaşılabilir bir durumdu; “can sıkıntısı” diye adlandırdığı bu illet, köylerine ya da sevdiceklerine hasret kalan askerlerin intihar etmeye karar vermeden önce söyledikleri son sözdeki ya da Corneille’in kaleme aldığı eserlerdeki “can sıkıntısı” tabirine eş değer bir sıkıntıydı. Françoise’ın sıkıntısını kısa sürede tedavi eden kişi Jupien’dan başkası değildi, çünkü araba almaya karar vermişçesine belirgin ancak bir o kadar da saf hazzı hissetmesini sağlamıştı. “Şu Julienler çok iyi.” (Françoise için zaten aşina olduğu isimlerle yeni öğrendiği isimleri benzetmek çocuk oyuncağıydı.) “Çok değerli insanlar; öyle oldukları yüzlerinden okunuyor zaten.” Jupien aslında, arabamızın olmama sebebinin istemediğimizden kaynaklandığı anlayabiliyor, insanlara anlatabiliyordu. Françoise’ın bu yeni arkadaşı, devlet dairelerinden birinde görev yaptığından evde çok az duruyordu. İlk zamanlarda büyükannemin kızı zannettiği “afacan” küçük kızıyla birlikte yelek tamiri yapan adam, yardımcısının (henüz daha ufak bir kız çocuğu olmasına rağmen büyükannemin Mme. de Villeparisis’yi ziyarete gittiği gün yırtılan eteğini büyük bir ustalıkla diken) kadın giyime yönelip modistra4 olmasının ardından bu mesleği icra etmeye olan ilgisini kaybetmişti. Bir terzinin yanında çırak olarak başlayan, ufak sökükleri tamir eden, kurdeleleri sabitleyen, düğmeleri diken, kıyafetlere pile yapan, kanca ve ilmiklerle kuşakları bağlayan afacan kız çok geçmeden kalfalığa ardından ustalığa kadar yükselmiş, sosyetik hanımlardan da birkaçını müşteri olarak bağladıktan sonra işine evden devam ediyor, diğer bir tabirle bizim avluda çalışıyordu; genellikle atölyedeki bir iki genç kız da yanında çırak olarak ona eşlik ediyordu. O zamandan sonra da Jupien’ın varlığının bir önemi kalmamıştı. Hiç şüphesiz, küçük kız (artık büyümüştü) hâlâ sık sık yelek kesmek zorundaydı. Fakat arkadaşlarının yardımı olduğu sürece kimseye ihtiyacı yoktu. Bu yüzden amcası Jupien bir iş arayışına girmişti. İlk başlarda öğlen yemeklerinde eve gidecek vakit bulabilirken, sonrasında yardımcısının yerini alan adam ancak akşam yemeklerine yetişir olmuştu. Neyse ki “düzenli bir kuruluşa” tayini bizim gelişimizden birkaç hafta sonra gerçekleşti de Françoise’ın sorunlarının en zorlu aşaması olan ilk günleri lüzumsuz ızdırap çekmeden atlatmasına yardımcı olacak kadar uzun süresi vardı. Geçiş döneminde tabiri caizse Françoise için bir yara bandı görevi gören Jupien’ın önemini küçümsemeksizin, şunu itiraf etmeliyim ki ilk başlarda ondan pek hazzetmiyordum. Dolgun yanaklarının ve parlak teninin yarattığı etki yakın mesafede tamamen kayboluyor, kasvetli, hülyalı ve merhamet dolu bakışlarının ardındaki gözleri insana, ciddi şekilde hasta olduğunu ya da acısı taze olan büyük bir kayıp yaşadığını düşündürmeye sevk ediyordu. Ağzını açtığı andan itibaren (bu arada konuşması mükemmeldi) hiç de öyle olmadığını, hatta alaycı ve donuk birisi olduğunu belli ediyordu. Bakışlarıyla sözleri arasındaki bu uyumsuzluktan ortaya çıkan sahtelik nahoştu; herkesin abiye giydiği bir davete sabahlığıyla gelen veya asil bir şahsiyetle konuşmak zorunda kalan köylünün nasıl hitap etmesi gerektiğini bilmediğinden, içinde bulunduğu bu zor durumdan sıyrılmak için sözlerini neredeyse hiçe indiren biri gibi o da bu durumdan rahatsızdı. Jupien’ın cümleleri ise aksine (kıyaslamalar bir kenara) büyüleyiciydi. Muhtemelen sahip olduğu gözlerinin, yüzünü sular altında bırakmasına karşılık olarak (onu tanıdıktan sonra bunu fark etmiyordu insan), nadir görülen ve tanıdığım kişiler arasında en kendiliğinden edebî bir zekâya sahip olduğunu fark ettim; muhtemelen eğitimsizdi ve küçük yaşlarda okuduğu birkaç kitabın yardımıyla sözcüklerini ustaca kullanabiliyor, benimseyebiliyordu. Tanıdığım en yetenekli insanlar erken yaşta ölmüşlerdi. Bu yüzden Jupien’ın de ömrünün yakın bir zamanda biteceğini düşünüyordum. Şefkatliydi, merhametliydi, başkalarına karşı oldukça hassas ve cömertti de. Fakat Françoise’ın hayatındaki rolü, kısa sürede vazgeçilmez olmaktan çıkmıştı. Françoise yerine başkalarını koymayı öğrenmişti.