Kitabı oku: «Yeryüzünün tarihi»
Giriş
Sigmund Freud bir zamanlar, doğadaki yerimize dair algımızı değiştiren üç büyük dönüşüm olduğunu iddia etmişti. Birinci dönüşüm gezegenimizi evrenin merkezinden uzaklaştırarak çok sayıda gezegenin arasında bir gezegene dönüştürmüş, binlerce benzeri olan sıradan bir yıldızın yörüngesine oturtmuştu. İkinci dönüşüm türümüzü, sözümona Tanrı’nın eşsiz ilgisinin ürünleri olmaktan çıkarıp sadece çıplak maymunlara indirgeyerek hayvanlar âleminin içine yerleştirmişti. Üçüncü dönüşüm ise, bilinçsiz fantezilerimizin derinliklerini açığa vurarak kendimizi rasyonel varlıklar olarak görme duyumuzu yok etmişti. Kendimizi algılamamızda yaşanan bu üç önemli değişiklik sonradan, sırasıyla Kopernik, Darwin ve bizzat Freud’la özdeşleşmişti.
Ancak artık hayatta olmayan arkadaşım Stephen Jay Gould’un uzun zaman önce belirttiği gibi, Freud’un listesi, kesinlikle bunların arasında yer almayı hak eden ancak tek bir ünlü insanla özdeşleştirilemeyen dördüncü bir dönüşümden yoksundu. Bu dördüncü –tarihsel açıdan ikinci– büyük dönüşümün çarpıcı bir özelliği, tıpkı Kopernik devriminin uzaysal ölçeği çok büyütmüş olması gibi, yeryüzünün ve dolayısıyla evrenin zaman ölçeğini çok genişletmiş olmasıydı. Eski zamanlarda, Batılı insanların çoğu gezegenimizin, tam olarak MÖ 4004 yılında olmasa bile o civarda bir tarihte, birkaç bin yıl önce başladığına inanıyordu. Bu dönüşümden sonra yeryüzünün zaman çizelgesinin milyar değilse de, en az milyonlarca yıla uzandığını kabul etmek de aynı derecede yaygınlaştı. Jeologlar artık düzenli olarak, akıllara durgunluk veren “derin zamanlar” ile uğraşırken, çalışma arkadaşları astronomlar ve evrenbilimciler resmen akıl almayan boyutlarda kozmik “derin boşluk” (ve zaman) kavramlarıyla çalışıyor.
Bu kadarı artık bilimsel ortamların dışında da gayet iyi biliniyor. Ancak zaman ölçeğinin uzamasının böylesine aşırı derecede vurgulanması, bu büyük dönüşümün, aslında birlikte ele alındığında çok daha önemli olan diğer iki özelliğini engellemişti. Bunlardan birincisi, insanlığın konumundaki radikal değişiklikti. Geleneksel resmin genç gezegeni aynı zamanda tamamen insani bir gezegendi. Kısa bir açılış sahnesi ya da girişten –malzemeleri sahneye yerleştirdikten– sonra, başından sonuna kadar, yani Âdem’den gelecekte yeryüzünün sonunu getirecek bir Kıyamet’e kadar, tam bir insanlık dramıydı. Oysa ilk kez eski jeologlar tarafından keşfedilen “eski gezegen” büyük ölçüde insani değildi; çünkü neredeyse tamamen insanlık öncesine dayanıyordu. Türümüz sahneye çok geç çıkmış gibi görünüyordu. Bu nedenle, yeni keşfedilen bu derin zamanın büyük bir kısmında insan yoktu.
Bir yandan da nispeten kısa insanlık dönemi ile çok daha uzun insanlık-öncesi dönem arasındaki fark, doğayı anlamamıza yardımcı olan bu büyük dönüşümün ikinci ve daha da radikal bir sonucunun göstergesiydi. İnsansızlık döneminin peşinden insanlık döneminin gelmesi kendi başına, gezegenimize esasında tarihi bir nitelik kazandırmaya yeterliydi ve insanlık-öncesi derin zamanın bu kadar uzun olması, kendi başına, insanlık tarihi kadar olaylı ve dramatik bir tarihle dolu olduğunu göstermekteydi. Kısacası, anlaşılan doğanın da kendi tarihi vardı.
Bu nedenle bu kitap, esas olarak derin zamanın keşfini değil, yeryüzünün derin tarihinin ve insanlığımızın bu tarihteki yerinin yeniden canlandırılmasını anlatıyor. Bu dördüncü büyük dönüşümün öyküsü, özellikle genel halk kitlesine hitap eden kitaplarda ve televizyon programlarında ihmal edilmiştir. Bunun iki farklı nedeni vardır: Birincisi bu dönüşümün yalnızca, Darwin’in güya heyecanlı evrim teorisine giriş konumuna indirgenmiş olmasıydı. Yeryüzünün derin tarihinin kabulünün, canlı organizmaların farklılığını ve özellikle kendi türümüzün kökenini tatmin edici bir şekilde açıklayabilmenin kaçınılmaz önkoşulu olduğu doğruydu. Ancak bu kitapta özetlenen öykünün, Darwin’in veya başka herhangi bir evrim teorisinden bağımsız olarak, kendine özgü bir hayatı var; çünkü bu yeryüzündeki her şeyin tarihiyle ilgili: Sadece bitkilerle hayvanların değil, kayaların ve minerallerin; dağların, volkanların ve depremlerin; kıtaların, okyanusların ve atmosferin tarihiyle… Bu nedenle, yeryüzünün kendi tarihinin olduğunu ve güvenilir hatta detaylı bir şekilde yeniden canlandırılmasının mümkün olduğunu kabul etmek, insan düşüncesinde büyük bir değişim anlamına geliyor. Bu, kendi koşullarında ve kendine özgü bir şekilde anlatılmayı hak eden bir öykü.
Bu öykünün ihmal edilmesinin ikinci nedeni dönüşümün, bilimin dine karşı verdiği mücadeledeki zafer dolu yürüyüşte yalnızca bir bölüme indirgenmiş olması. İnsanlar yaygın bir şekilde daha önce bahsedilen ünlü MÖ 4004 tarihinin, Aydınlanma Mantığının ilerlemesine direnen Kilise’nin baskıcı gericiliğini simgelediğine inanıyordu. Ama Bilim ve Din, Kilise ve Akıl gibi etiketler (genellikle tekil olarak ve büyük harflerle) bizi kuşkulandırmalı. Gerçek tarih hiçbir zaman bu kadar soyut ya da düzgün değildir. Aslında Bilim ve Din arasındaki bu uzun ömürlü anlaşmazlık klişesi, iddia edilen olayları yakından inceleyen tarihçiler tarafından uzun zaman önce terk edilmişti. Bu bakış açısı değersiz bir tarih oluştursa da, doğal olarak günümüzdeki ateist tutuculara heyecan verici bir söylem sağlamaya devam ediyor. Oysa ben bu kitapta, yeryüzünün derin tarihinin, önceki kısa tarih algılarıyla bu klişenin izin verdiğinden çok daha ilginç ve önemli açılardan ilişkilendirildiğini göstermeye çalışıyorum. “Genç Yeryüzü” görüşlerinin günümüzdeki dindar tutuculardan bazıları tarafından şaşırtıcı bir şekilde yeniden canlandırılması ve dünyanın belirli kesimlerinde bu tür düşüncelerin daha da şaşırtıcı politik gücü olması, bizi asıl öyküyü aramaktan alıkoymamalı. Kitabın en sonunda kısa bir şekilde günümüz yaratılışçılarından bahsediyorum; ama onların anlatının doruk noktası değil, yalnızca acayip bir yan gösterisi olduğunu açıkça göstereceğini umduğum bir şekilde.
Bilim ve Din arasında yıllardır süregelen ama gözden düşmüş anlaşmazlık klişesinin en azından bu durumda altüst edilmesi gerektiğini savunuyorum. Bu büyük dönüşümün insan düşüncesindeki özünün, doğanın kendine özgü bir tarihinin olduğunun anlaşılmasında yattığını kabullendiğimiz anda, zaman ölçeğinin yalnızca sayısal olarak büyümesi ikincil bir konu haline gelmektedir. Daha önemli olan şey, doğanın bu yeni tarihsellik duyusunun veya tarihsel gerçekliğinin kökenini anlamaktır. Kaynağının, kasıtlı olarak ve bilerek doğa dünyasına aktarılan insanlık tarihini bugünkü bilgilerimizle anlamada yatması sürpriz olmamalı. Doğanın tarihinin izi sürülürken, fizik ya da astronomi değil, insanlık tarihi model oluşturdu. Örneğin imparatorlukların yükselişleri veya çöküşleri, gezegenlerin öngörülebilen hareketlerinin aksine, geri dönüp bakıldığında bile öngörülememişti. İnsanlık tarihinin fazlasıyla umulmadık olaylarla dolu olduğu düşünülüyordu: Her noktada olaylar farklı gelişebilirdi (bu bile, çoğu zaman büyüleyici bir şekilde, geçmişle ilgili karşıt veya “ya… olsaydı?” gibi sorular sorulmasını mümkün kılmaktadır). Bu, kültürden doğaya aktarılan ve bu arada doğa, özellikle de yeryüzü hakkında, aynı derecede tarihsel yeni bir anlayış oluşmasına neden olan tarihsellik duygusuydu. Bu aktarım şaşırtıcı görünüyorsa bunun nedeni muhtemelen, doğabilimlerinin, “İki Kültür” denilen fen bilimleri ve beşeri bilimler arasındaki sözde uçurumun olduğu yerde, insanlık tarihi bilimleriyle kararlı bir şekilde zenginleştirilmeyi kabul etmesiydi. İngilizce konuşan ülkeler dışında yaşayan insanlar aynı zorluğu yaşamamakta; zira onlar, İngilizcedeki gibi bazılarına tekil olarak “Bilim” demek yerine, bu disiplinli bilgilerin tamamına “bilimler” adını verecek kadar sağduyulular.
Söz konusu yüzyıllarda (kabaca on yedinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar) Batı kültürünün yapısı dikkate alındığında doğanın tarihsel olduğuna ilişkin bu yeni görüşün önemli bir kaynağının, hatta muhtemelen tek önemli kaynağının, Yahudi – Hıristiyan kutsal kitaplarında yer alan ilk Yaratılış, Cisimleşme ve sonunda Cennet’e varış gibi dinamik anlatılardaki güçlü tarih algısı olması da şaşırtıcı değil. Kültürel temelleri olan bu metinler yeryüzünün derin tarihinin keşfedilmesini engellemedikleri gibi, kesinlikle kolaylaştırmışlardır. Biyolojiden bir mecazla anlatacak olursak bu anlatılar, insan hareketinin ve inananların iddiasına göre, kutsal başlangıcın bağlamını oluşturan doğal yaşam hakkında benzer tarihsel ifadeleri kolay ve anlaşılır hale getirmek için okuyucularını önceden uyarlamışlardı. Tabii bu iddia, kitaplardaki dini perspektifin geçerliliğinin yanında etkisizdir. Bu dini inançların lehine veya aleyhine kanıt sağlamamaktadır ve benim buna değinme amacım onları savunmak değil tarihsel bir bağlantı kurmaktır. Yeryüzünün derin tarihinin keşfedilmesi önemli mi? Kesinlikle başlı başına büyüleyici ve çok daha yaygın bir şekilde bilinmeyi hak eden bir öykü. Ama iki yüzüncü yılında Darwin’in evrim teorisine haklı olarak gösterilen büyük ilginin yanında ne kadar az dikkat çektiğine bakın. Yeryüzünün derin tarihinin merak uyandırıcı olmasının yanı sıra son derece önemli olduğunu düşünüyorum; çünkü dünyamız hakkında çok kapsamlı etkileri olan ve hiç umulmadık bilgiler ortaya çıkardı. Eski zamanlarda doğa dünyasıyla ilgilenmeyi iş veya meslek edinen insanlar –bugün bilim insanı denilmeye başlayan insanlar– yaygın bir şekilde, yeryüzünün daha fazla incelendiği takdirde daha da öngörülebilir hale geleceğini varsayıyordu. Onlar doğanın, tanım gereğince dün, bugün ve sonsuza dek aynı kaldığı düşünülen “kanunlarını” bulmayı hedefliyorlardı. Doğanın yasaları ne kadar iyi anlaşılırsa, bireyler ve toplumlar, insani hedefleri ve amaçları doğrultusunda doğanın yapısını o kadar iyi bir şekilde kontrol edecek veya değiştirecekti. Bu nedenle fizik ve astronomi gibi bilimler model olarak alınmıştı. Altta yatan doğa kanunları ölçülebildiği ve matematiksel olarak ifade edilebildiği oranda kesinleşecekti, örneğin bir Ay/Güneş tutulmasının zamanı daha kesin bir şekilde tahmin edilecekti.
Oysa bu kitapta anlatılan buluşlar yeryüzünün derin tarihinin –ve dolayısıyla geleceğinin– basit ve öngörülebilir bir şekle indirgenemeyeceğini ortaya koydu. Dünya, belirli başlangıç koşullarında ve değişmeyen doğa yasaları altında, geçmişi ve geleceği tamamen belirlenmiş bir şekilde programlanmamıştı. Tabii, aslında dünyanın doğasındaki bileşenlerinin değişmeyen yasalara göre hareket ettiği varsayılıyordu. Örneğin sahildeki bir kayalığı aşındıran dalgaların gücünün, derin geçmişte, bugünküyle aynı fizik kuralları uyarınca işlediğine inanılıyordu. Ancak bu kıtanın ve bu okyanusun geçmiş tarihi ve olası geleceği bu tür tarihsel olmayan yasalardan çıkarılamadığı gibi, bütün olarak Dünya’nın geçmişinden ve geleceğinden hiç çıkarılamazdı. Bütün bu tarihlerin, gerçekte olanlardan günümüze kalan kanıtlardan yeniden canlandırılması gerekti. Topraklarda yaşayan ve denizaşırı ticaret yapan insanların tarihlerinin de bugünlere gelen belgelerden ve eserlerden canlandırılmasına çalışıldı. Başka bir deyişle, Dünya’nın derin tarihi, “tepeden tırnağa” doğanın kanunlarını uygulayarak değil, “aşağıdan yukarıya” tarihsel kanıtları bir araya getirerek yeniden oluşturulabildi. Dünya’nın derin tarihi anlaşılan, örneğin Ay’ın ve gezegenlerin Güneş’e göre hareketlerinin şaşırtıcı düzeyde doğru tahmin edilebilmesi yerine karmaşık, öngörülmez tesadüflerle dolu insanlık tarihini paylaşmıştı. Bu öngörülemeyen karmaşık konuların –en azından gezegenimizin yakın geleceğinde insanlığımızın rolü hakkında günümüzde yaşanan anlaşmazlıkların– daha fazla vurgulanmasına gerek bulunmamaktadır.
İnsanlık tarihi boyunca jeoloji, doğanın özünde tarihsel olduğu görüşünü geliştiren ilk bilimdi; ama sonuncu veya tek bilim değildi. Tam da jeologlar, örneğin Alplerin uzun ve karmaşık tarihini ortaya çıkarmadan, şu andaki halini anlamanın mümkün olmadığını kabul ederken, biyologlar ve özellikle meslek hayatına jeolog olarak başlayan Darwin, sonradan bitkilerle hayvanların günümüzdeki şekillerinin ve alışkanlıklarının da kendi evrimsel tarihlerini içerdiğini ve o tarihleri dikkate almadan tam olarak anlaşılamayacağını gösterdi. Aynı tür tarihsellik sonunda en büyük çaplı bilim tarafından da benimsendi. Kozmologlar artık rutin bir şekilde, yıldızların ve galaksilerin tarihlerini hatta varsayımsal Büyük Patlama’dan itibaren bütün evrenin tarihini, ilk kez jeologların yeryüzünün derin tarihi için geliştirdiklerine çok benzer yöntemlerle yeniden oluşturmaya çalışmaktadır.
Sonuç olarak bu kitabın, böyle bir kitabın olması gerektiği gibi, sadece kendi tarihsel araştırmalarıma değil, birçok ülkeden birçok tarihçinin, çoğu son yıllarda ve birçok dilde yayımlanmış araştırmalarına dayandığını vurgulamak istiyorum. Bunun vurgulanması gerekiyor çünkü bilim tarihçileri tarafından günümüzde yapılan araştırmalar birkaç saygın istisna dışında çoğu zaman kaygısızca göz ardı edilmekte veya en iyi ihtimalle, popüler bilim kitaplarının yazarları, televizyondaki bilim programları yapımcıları ve en önemlisi, kendi bilimlerinin tarihi hakkında görüş açıklayan bilginler tarafından yeterince kullanılmamaktadır. Anlaşılan hepsi de geçmişle ilgili olarak dönüp dönüp anlatılan efsanelerin, hiç cazip olmayan milliyetçi (ve cinsiyetçi) tatlarına kapılarak şunun veya bunun “babasını” öne çıkaran efsanelerin rahat ortamında kalmayı tercih etmektedir.
Günümüzde mevcut güvenilir tarihi araştırmaların boyutu dikkate alındığında, bu kitabın yazılması, öykünün ana özellikleri olarak gördüğüm şeyleri vurgulayabilmek için ciddi bir detay budaması yapılmasını ve odak noktasının keskinleştirilmesini gerektirdi. Bu kitapta geniş sosyal gruplar veya bütün olarak toplum içinde geçerli olan fikirler yerine özellikle, kendilerine bilgin demeye başlayan insanların iddialarına ve faaliyetlerine yoğunlaştım. Bu insanların keşfettiklerini iddia ettikleri şeylerin daha geniş kültürel etkilerine yalnızca kısaca değindim. Şimdi dünyanın her yerinde yeryüzü bilimcilerinin gezegenimizin derin tarihiyle ilgili çalışmalarının temelini oluşturan ana fikirlerin çoğunun ilk kez başka yerde değil de Avrupa’da geliştirilmiş olması da insanlık tarihi meselesidir. Bu nedenle, öykümün büyük bir bölümü 21. yüzyıl bilimlerinde giderek daha önemli bir rol oynayan ülkelere değil, Avrupa’nın kültürel ortamına odaklanmaktadır. (Eğer öykü büyük ölçüde erkeklerin faaliyetlerini anlatıyorsa bunun nedeni, eski dönemlerin tarihsel gerçeklerini yansıtmasıdır. Son 40-50 yılın daha detaylı bir tarihi, en azından bu bilim türünde, cinsiyetin giderek önemini yitirdiğini gösterecektir.)
Bu kitabın yaygın ve anlaşılır insan zihniyetinde büyük bir devrim yapmanın yanı sıra, modası geçmiş fikirlerin, en azından Aziz George ile Ejderha öyküsündeki geleneksel iyilik ve kötülük sembolleri kadar efsanevi bir hal alan iki canavar yani Bilim ve Din arasındaki ebedi anlaşmazlık efsanesinin bir kenara atılmasını sağlayacağını umuyorum.
1
Tarihi Bilime Dönüştürmek
Kronoloji Bilimi
“Zamanı anlayabiliriz: O, bizden yalnızca beş gün büyük.” 17. yüzyılda yaşamış İngiliz yazar Sör Thomas Browne dünyamızın, türümüzün ve zamanın kendisinin kökeni hakkındaki temel soruyu, neredeyse gelişigüzel bir tavırla bu şekilde özetleyerek yanıtlamıştı. Galileo ve Newton gibi bilim devlerinin yaşadığı bir çağda Batı dünyasındaki insanların çoğu, dindar olsun olmasın insanlığın Dünya ile hemen hemen aynı yaşta olduğuna kesin gözüyle bakıyordu. Ayrıca sadece dünyanın değil, bütün evrenin ya da kozmosun hatta zamanın bile insan hayatından çok da yaşlı olmadığına inanılıyordu.
Tevrat’ın ve İncil’in ilk kitabının giriş bölümünde Âdem’in yaratılış eyleminin altıncı günü, beş gün süren bir hazırlık sonrasında Tanrı, Sebt gününde dinlenerek ilk haftayı tamamlamadan önce oluşturulduğuna ilişkin kısa bir anlatı bulunuyordu. Browne’ın ve o dönemde yaşayanların, bu en eski geçmişle ilgili öyküyü güvenilir bulmaları için baskıcı bir Kilise’ye ihtiyaçları yoktu. (Zaten Reform ve Karşı-Reformla bölünmüş bir Hıristiyanlıkta, böyle bir inancı zorlayacak tam güçlü bir merci bulunmuyordu.) Dünya’nın, insan hayatı için gereken donanımın –Güneş ve Ay, gece ve gündüz, kara ve deniz, bitkiler ve hayvanlar– sahneye konması için gereken kısa bir başlangıç sonrasında, her zaman insan dünyası olması onlara bariz bir sağduyu gibi geliyordu. Sahneyi ileride yaşanacak insanlık dramına hazırlayacak olmanın dışında, insansız bir dünya onlara muhtemelen son derece anlamsız gelirdi. Bu nedenle Genesis’in onlara yeryüzünün kökeni hakkında gerçekleri anlattığından eminlerdi. Onun, yeryüzünün ilk çağlarını kayıt altına almış tek antik tarihçi olan Musa’nın elinden çıktığına inanıyorlardı. O tarihin ilk aşaması henüz ona tanıklık edecek veya hatırlayacak hiçbir insan olmadığı için Musa’ya (veya ondan önce Âdem’e) sadece yaratıcı tarafından aktarılmış olabilirdi. Üstüne üstlük, etraflarında dünyanın tarihinin başka bir şekilde geliştiğini gösterecek hiçbir şey yoktu.
Browne ve o dönemde yaşayan eğitimli veya eğitimsiz insanların çoğu, insanlık tarihinin doğa dünyasının tarihiyle neredeyse aynı uzunlukta olduğundan da emindi. Ancak bu tarihlerin çok kısa ve Dünya’nın çok genç olduğunu değil, aksine ikisinin de en iyi durumda “yetmiş yıl” olan kısa insan ömrüyle karşılaştırıldığında çok uzun olduğunu düşünüyorlardı. Tarih, asıl kutsal yaratılış anı olarak değerlendirilen İsa’nın doğumundan beri geçen “Tanrı’nın Yılları” (Anno Domini – Milattan Sonra) çerçevesinde hesaplanıyordu. Zamanın o noktasından ve yaklaşık otuz yıl sonra, Romalı yetkili Pontius Pilate İsa’nın idam edilmesini emrettiğinden beri, on altı asırlık bir tarih olmuştu. Bu süre her türlü insani standart uyarınca çok uzun bir zamandı. Romalıların ve çok saygı gören Latin edebiyatının incelenmesi “Antik Tarih” adını fazlasıyla hak ediyordu. Ancak “İsa’dan Önceki Yıllar” (MÖ) ölçeği çok daha geriye, antik Yunanlılardan ve aynı derecede hayranlık duyulan edebiyatlarından daha da eskiye, hayatta kalan tek kayıtların İncil’dekiler olduğuna inanılan o pek bilinmeyen ilk çağlara gidiyordu. Birçok tarihçi ilk Yaratılış’ın Cisimleşme’den en az üç kat eski olması gerektiğini düşünüyordu zira Cisimleşme kendi yaşadıkları günlerden eskiydi. Kısacası onlara göre dünyanın tarihi anlaşılamayacak kadar uzundu. Elli altmış yüzyıl, bilinen insanlık tarihinin ve buna bağlı olarak doğa tarihinin, oyunun oynandığı sahnenin tamamını ortaya çıkarmak için fazlasıyla yeterli bir süreydi. Dünya’nın başlangıcı, Yunanlıların ve Romalıların “Antik Tarihini” bile gölgede bırakıyordu.
Bu 17. yüzyıl tarihçilerinden biri, Yaratılış haftasının MÖ 4004 yılının belirli bir gününde başladığını hesapladığında tarih sorgulanabilirdi, nitekim sorgulandı ama tarihte hedeflenen kesinlik sorgulanmamıştı. Bu tarih, İngiltere Kralı I. James’in (İskoçya Kralı VI. James) hamilik ettiği ve büyük hayranlık duyduğu İrlandalı tarihçi James Ussher tarafından yayınlandı. Kral ölümünden kısa bir süre önce Ussher’i, Armagh Başpiskoposluğuna atamış ve İrlanda’da tanınmış Protestan Kilisesi’nin başına getirmişti. Gerçi bilgin geri kalan hayatının büyük bir kısmını İngiltere’de geçirmişti.
Modern çağlarda Ussher ve MÖ 4004 tarihi çok küçümsenerek alay konusu oldu. Ama Ussher modern kalıba uyan dindar ve tutucu biri değildi. Döneminin kültürel yaşamının tanınmış bir entelektüeliydi. Çalışmaları, İngiltere ulusal tarihini açık bir şekilde “İyi Krallar ve Kötü Krallar, İyi Şeyler ve Kötü Şeyler” olarak ayıran, klasik yalan ve muzipliklerle dolu tarih kitabı 1066 And All That’de yapıldığı gibi espri olarak değerlendirilmeyi hak etmiyor. Ussher’ın MÖ 4004 tarihi o dönemde “kötü” bir şey değildi. Aksine, simgelediği şey, birçok açıdan kesinlikle “iyi” bir şeydi. Ussher’ın dünya tarihiyle ilgili görüşü, modern bilimin yeryüzünün derin tarihi hakkındaki betimlemesinden çok uzak görünebilir, öyle ki aralarında, bağdaşmayan alternatifler olma dışında hiçbir bağ olmayabilir (modern tutucuların gözünde, bunlar hem dini hem de dinsizdir.) Ancak aslında Ussher gibi 17. yüzyıl tarihçilerinin yaptığı şey, hiç ara vermeden modern dünyada yerbilimcilerin yaptıklarıyla bağlantılıdır. Bu nedenle Ussher, yeryüzünün derin tarihini günümüzde algılama şeklimizin kökenini anlamamız için iyi bir başlangıç noktasıdır. Ayrıca, Ussher’ın fikirleri kendi yaşadığı dönem bağlamında değerlendirildiği takdirde modern ve yaratıcı “Genç Yeryüzü” fikirleriyle yüzeysel benzerlikleri, kesin bir karşıtlığa dönüştürülmektedir. Ussher’ın aksine yaratılışçılar desteksiz durumdalar, hem de tehlikeli bir şekilde.
17. yüzyılda Ussher, “kronoloji” denilen tarihsel araştırma türüyle uğraşan Avrupa’ya dağılmış çok sayıdaki bilginden yalnızca biriydi. Bu, dini veya seküler mevcut tüm yazılı belgelerden Güneş/Ay tutulmaları, kuyrukluyıldızlar ve “yeni yıldızlar” (süpernova) gibi çarpıcı doğal olaylar dahil, dünya tarihinin detaylı ve doğru bir zaman çizelgesini oluşturma girişimiydi. Diğer kronoloji uzmanları, Ussher’ın zaman çizelgesindeki birçok belirli detayı eleştirmiş veya reddetmişti; ama çoğu, onun kapsamlı hedeflerini paylaşmıştı ve derlemeleri, hepsinin ne yapmaya çalıştığını gayet güzel gösteriyordu.
Ussher Annals of the Old Covenant (Annales Veteris Testamenti, 1650-1654) kitabını uzun ve çok verimli bir bilim hayatının sonuna doğru yayımladı. Kitabı Latince yazarak başka yerlerdeki bilim insanları tarafından da okunabilmesini sağlamıştı. Bugün nasıl İngilizce dünyada eğitimli insanların ortak uluslararası diliyse, o dönemde Avrupa’da Latince öyleydi. Ussher iki kalın ciltten oluşan eserine Annals (Tarihi Olaylar Yıllığı) adını verdi çünkü dünya tarihinde bilinen olayları yıl bazında özetliyordu ya da en azından her olayı, doğru olduğunu düşündüğü yıla kaydetmişti. Bu doğrultuda kitabı MÖ 4004 yılında Yaratılış’la başlıyordu. Ama sonra MÖ/MS çizgisinden geçerek İsa’nın yaşadığı yılları anlatıyor, MS 70 yılında Romalıların Kudüs’teki büyük Yahudi Tapınağı’nı tamamen yok etmesinin hemen ardından yaşananlara kadar geliyordu. Ussher’ın Hıristiyan perspektifinden bakıldığında bu olay kesinlikle Tanrı’yı, özellikle Yahudi halkına bağlayan “Eski Ahit”in sonunu gösteriyordu. Yani Ussher’ın kronolojisi yeryüzünün tarihini Tanrı’nın “Yeni Ahit”inin ilk birkaç yılına kadar getiriyordu. Burada Tanrı’nın prensipte küresel ve birçok etnik gruptan oluşan yeni halkı, Hıristiyan Kilisesi’yle temsil ediliyordu.
Ussher’ın dünya tarihi, döneminin en iyi bilimsel uygulamasını içeriyordu. Kronoloji kesinlikle tarihsel bilim konumunu hak ediyordu. Ussher çalışmasında, bildiği tüm antik kayıtlar üzerinde yaptığı titiz analizi esas almıştı. Bunların çoğu Latince, Yunanca ve İbranice kaynaklardan türetilmişti. Yarım asır önce, hepsinin arasında en büyük ve bilgili kronoloji uzmanı olan Fransız bilgin Joseph Scaliger de Süryanice ve Arapça gibi başka ilgili diller kullanmıştı. Ama Scaliger bile daha uzaktaki –örneğin Çin veya Hindistan’daki– kaynaklar hakkında pek bilgi sahibi değildi. Antik Mısır hiyeroglifleri de henüz çözülmemişti. Buna rağmen, kronoloji uzmanlarının elinde çokkültürlü ve çokdilli yoğun miktarda kanıt vardı. Bu değişik kayıtlardan, örneğin önemli politik değişikliklerin, antik çağdaki kralların hükümdarlıklarının ve unutulmaz astronomik olayların tarihlerini çıkardılar. Sonra bunları, çoğu zaman farklı antik kültürler arasında birbirleriyle eşleştirmeye ve tarihli olayları sürekli bir zincir halinde bağdaştırmaya çalıştılar. (Kronoloji bilimi yok olmamıştır: Modern kronolojik araştırmaların sonuçları müzelerimizde sergilenmektedir. Örneğin Çin veya Mısır’dan gelen eserler MÖ etiketi taşıdığında, bu tarihler farklı kültürlerin tarihleri arasında benzer ilişkiler kurularak türetilmektedir.)
Şekil 1.1 Ussher’ın “MÖ 4004” kitabının ilk baskısı. Annals of the Old Covenant'ın (1650-54) ilk sayfasının bir kısmı; tarihleme sistemi üç kenar sütununda. Solda, “Dünya yılı” [Anno Mundi] 1’den, yani Yaratılış’tan başlıyor. Sağda, “Hıristiyanlık döneminden önceki yıl” [Anno ante aerom Christianam] 4004’ten başlıyor ve kronoloji ilerlerken azalıyor ama “Jülyen Dönemi Yılı” [Anno Periodi Julianae] –gerçek tarihten bağımsız bir tür referans çizelgesi– çoktan 710 yılına gelmiş. Metninin açılış cümlesinde Ussher, Yaratılış’ın başlangıcını ve gerçek zamanın başladığı tarihi 710 Jülyen yılında 23 Ekim’den önceki gecenin başına yerleştirmiş. Yani daha önceki Jülyen yılları “sanal” zaman gibiydi. Kronoloji cahillere göre bir bilim değildi. Ussher’ın Latince başlığı, Yahudilerle yapılan teolojik kutsal “eski anlaşma”dan bahsetmektedir, Yahudi kutsal kitabından veya “Eski Ahit”ten değil. Ayrıca kronolojisi Yeni Ahit’te veya Hıristiyan kutsal metinlerinde bahsedilen dönemi de kapsamaktadır.
Ussher’ın kanıtlarının büyük bir bölümü, diğer kronoloji uzmanlarınınkiler gibi İncil’den değil, antik dönemdeki seküler kayıtlardan geliyordu. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde milattan önceki daha yakın zamana ilişkin belgeler çok daha fazlaydı ve daha geçmişe gittikçe hızla azalarak yok oluyordu. İlk yıllarda kaynaklar son derece yetersizdi ve neredeyse tamamen Genesis’teki, insanlık hayatının ilk nesillerinde “kim kimi peydahladı” hakkındaki az kayıtla sınırlıydı. Buradan Ussher’ın asıl amacının gerçekten de dünyanın detaylı bir tarihini derlemek olduğu, Yaratılış’ın tarihini belirlemek veya genel olarak İncil’in yetkisini desteklemek olmadığı anlaşılıyordu. Ussher İncil’e, kendi açısından en değerli ve güvenilir olsa da yalnızca çok sayıdaki tarihi kaynaklarından biri gibi davranmıştı.