Kitabı oku: «Gümüş Patenler», sayfa 5
X
OĞLANLARIN AMSTERDAM MACERASI
“Herkes geldi mi?” diye seslendi Peter coşkuyla. Ertesi sabah erken vakitte, paten yolculuğu için hazır ve nazır, kanalın kenarında toplanmıştı her biri. “Bir bakalım, Jacob beni kafile başkanı olarak atadığına göre, yoklamayı benim yapmam lazım gelir. Carl Schummel burada mı?”
“Burada!”
“Jacob Poot!”
“Burada!”
“Benjamin Dobbs!”
“Bu… Burada!”
“Lambert van Mounen!”
“Burada!”
“Çok şükür! Sensiz gidemezdik zaten, İngilizce konuşabilen bir tek sen varsın. Ludwig van Holp!”
“Burada!”
“Voostenwalbert Schimmelpenninck!”
Cevap yoktu.
“Ah! Küçük hınzıra izin çıkmadı anlaşılan. Hadi bakalım, beyler, saat sekiz oldu; hava berrak, buz da taş gibi sağlam, yarım saate Amsterdam’a ayak basarız. Bir, iki, üç, ileri!”
Hakikaten de, yarım saatten az bir vakit geçmesine rağmen sağlam bir duvar işçiliğiyle inşa edilmiş setlerden birini geçmişler ve doksan beş adayla neredeyse iki yüz köprüden oluşan surla çevrili şehre, Hollanda’nın gözde kenti Amsterdam’ın kalbine ayak basmışlardı bile. Hollanda havasını ilk defa soluduğundan beri burayı iki kez ziyaret etmiş olmasına rağmen, merakını uyandıracak birçok güzellik görüyordu Ben; fakat Hollandalı yoldaşları bütün ömürlerini kentin yakınlarında geçirdiklerinden olsa gerek, Ben’in gönlünü çelen onca fevkaladeliğe kayıtsız kalıyorlardı, bu kent onlar için dünyanın en sıradan kentiydi. Her bakışta, şahit oldukları Ben’in ilgisini cezbediyordu; çatal şeklinde bacaları olan, koruma duvarları sokağa bakan yüksek evler; uzun, kol gibi kaldıraçlar yardımıyla evlerin pencerelerine mallarını indirip kaldırmak için kullandıkları bir sistemi, çatılarının altına kuş tüneği gibi astıkları depolarına ekletmiş ticarethaneler; bataklık toprağına derinlemesine gömülmüş ahşap kazıklar üzerinde mağrur bir edayla yükselen amme binaları; dar sokaklar; kenti örümcek ağı gibi kuşatmış kanallar; köprüler; su araçlarının farklı yüksekliklerdeki sular arasında geçişini sağlayan kanal havuzları; alışık olmadığı kıyafetler ve hepsinden de tuhafı kilise önlerine doluşmuş, uzun, şekilsiz bacaları kutsal mabedin duvarlarından çok daha yükseğe erişen bilimum dükkân ve haneler.
Bakışlarını biraz yukarı kaldırsa parıldayan sivri çatılarıyla gökyüzünü delecek gibi duran, öne doğru meyilli, dar ve uzun evleri görür; biraz aşağı indirse Arnavut kaldırımını tuğla yaya yolundan ayıran hiçbir şeyin olmadığı, ne bir yerle kesişen ne de bir yere dönen tuhaf sokağa tanıklık eder; yarı yolda gözlerini dinlendirmek gayesiyle duracak olsa ev sahiplerinin görünmeden sokakta ne olup bittiğini ya da kapıyı çalanın kim olduğunu gözetleyebilecekleri şekilde düzgünce ayarlanmış, neredeyse her pencerenin dışına asılı, şaşkınlık verecek denli küçük spionnen24 aynalarına da tanıklık edebilirdi.
Odun yüklenmiş bir köpek arabası, emektar sırtında çanak çömlek ya da züccaciye mallarıyla doldurulmuş bir çift küfe taşıyan bir eşek, çıplak Arnavut kaldırımlarında süratle ilerleyen, kaymasını kolaylaştırmak maksadıyla bacaklarına eski püskü paçavralarla yağ sürülmüş bir kızak, en nihayetinde de kar beyazı kuyruklarını asaletle sallayan boz donlu Flanders atların çektiği, onca gösterişine rağmen sürekli sarsak bir aile arabası geçiyordu yanından.
Kent tam bir bayram havasına bürünmüştü. Aziz Nicholas onuruna fevkalade süslenmişti her bir dükkân. Kafile başkanı Peter, türlü çeşitli oyuncak ve içerisindeki her şeyin sergilendiği muhteşem vitrinlerin cazibesine kapılmamalarına dair yoldaşlarına defalarca emir vermek zorunda kalmıştı. Hollanda, bilhassa üretim yeteneğiyle ünlü bir diyar. Ufaklıkların zevkine hitap edebilecek, mümkün olan hemen hemen her şeyin minyatürü yapılıyor; herhangi bir Hollandalı gencin iş edinmeye bile lüzum kalmadan kavrayabileceği girift mekanik oyuncaklar ise bizim burada olsa, patent dairemizde göklere çıkarılır. Ben, minyatür balıkçı teknelerinin bazılarının karşısında hınzır bir gülümsemeye engel olamadı. Oldukça ağır ve tıknazdılar, tıpkı Rotterdam’da gördüğü o tuhaf yapı gibi. Minicik trekschuiten ise bir iki karış vardı ve imkân olursa bir ara bunu İngiltere’deki erkek kardeşi için almayı her şeyden çok arzuladı. Yanında harcayacak fazladan parası yoktu, çünkü Hollandalı tutumluluğunun tam bir timsali olarak çocuklar sadece en temel masraflarına yetecek kadar para almayı kararlaştırmış, bu parayı topladıkları keseyi de Peter’a emanet etmişlerdi. Buna binaen, Ben de tüm enerjisini manzarayı izlemeye ve kardeşi küçük Robby’yi aklına getirmemeye sarf ediyordu.
Gezi sırasında, bir anda pek sıkışmasıyla yakınlardaki Bahriye Mektebine plansız, acele bir ziyarette bulunmak zorunda kalmış, bu esnada bahriyeli öğrencilerin tam teşekküllü çift direkli yelkenlilerine ve kamaralarında eşyalarını koydukları sandıklarının üzerinde beşik gibi sallanan ranzalarına imrenerek bakakalmıştı. Varlıklı elmas kesicilerinin ve sefil kılıklı adamların mesken tuttuğu Yahudi Mahallesi’ne göz ucuyla şöyle bir bakmış, ancak akıllıca davranarak oranın yakınına bile adım atmamaya karar vermişti. Ayrıca Amsterdam’ın başlıca dört caddesi Princengracht, Keizersgracht, Heerengracht ve Singel’e de hızlıca bir göz atma imkânına erişebilmişti. Bunlar biçim olarak yarım daire gibiydi ve ilk üçünün ortalama uzunlukları iki milden fazlaydı. Her birinin tam ortasından birer kanal geçiyordu ve bu kanalların her iki yanında da devlet binalarının muhafız alayı gibi sıralandığı düzgün taş döşeli yollar bulunuyordu. Yeniden uyanış mevsimlerini hasretle bekleyen çıplak karaağaç dizileri kanalların etrafını sarmış, dallarının gölgeleri donmuş yüzeyde örümcek ağları çiziyordu. Her şey o kadar pak ve ışıltılıydı ki Ben, Lambert’e dönüp tüm bunların ona put kesilmiş birer zarafet abidesi gibi göründüğünü ifade etmişti.
Neyse ki o vakitler hava pek soğuktu da ne sokakları sel almış ne de tepelerine sağanak inmişti, yoksa genç serüvencilerimiz birçok defa muhakkak sırılsıklam kalacaklardı. Süpürmek, paspaslamak ve ovalamak Hollandalı ev hanımları için bir tutkuydu ve tek bir leke izinin bulunmadığı malikânelerine en ufak bir çamur sıçratmak bile cinayete yeltenmekle kıyaslanabilirdi. Pabuçlarının topuklarını silip cilalamadan evlerinin kapı eşiğinden geçenlere hor görerek muamele edilir, hatta bazı yerlerde konukların eve girmeden evvel ağır pabuçlarını dışarıda çıkarmaları beklenirdi.
Sir William Temple,25 “What passed in Christen dom from 1672 to 1679?”26 hatıratında, Amsterdam’daki bir leydiye konuk giden tumturaklı bir sulh hâkiminin öyküsünü anlatır. İri kıyım, Hollandalı bir kız kapıyı açmış; hanımının evde olduğunu, fakat hâkimin pabuçlarının pek de temiz olmadığını yüzüne tek nefeste pat diye söyleyivermiş. Başka tek kelime etmeden, şaşkınlıkla bakakalmış adamı iki kolundan tutup tek harekette sırtına bindirmiş, iki oda öteye taşımış, merdivenlerin dibinde yere bırakıp yakınlardaki bir çift terliği ayağına geçirivermiş. Ancak o vakit lütfedip de hanımının yukarı katta olduğunu ve yanına çıkabileceğini söylemiş bizim gururlu sulh hâkimine.
Ben, kentin insanla örtülü kanallarının üzerinde yoldaşlarıyla paten kayarken, bir yandan da sağında solunda devamlı gördüğü, gözlerinden uyku akan, ağzında gevşek gevşek pipo tüttüren, ensesine vur ekmeğini al gibisinden bu Hollandalıların, tarih kitaplarında okuduğu yürekli, vatana kendini adamış kahramanlar ile gerçekten de aynı topraktan geldiklerine ve Hollanda’daki bunca gelişmelerin önayakçılarının bu insanların ta kendisi olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu.
Kafilesi yanından süzülerek geçerken Van Mounen’e döndü ve şu kıssayı anlattı: 1696 senesinde bu kentte bir cenaze ayaklanması meydana gelmiş. Erkek, kadın, çoluk çocuk demeden, toptan sokaklara akın etmişler ve sahte cenaze ayinleri düzenlemeye başlamışlar. Amaçları, belediye başkanına ölü gömme konusundaki bazı yeni düzenlemelerin kabul edilemez ve idaresi güç bir mahiyette olduğunu gösterebilmekmiş. İlaveten, kente zarar vermekle o kadar büyük tehditler savurmuşlar ki belediye başkanı bu nahoş düzenlemeleri memnuniyetle geri çekmek durumunda kalmış.
“Şuradaki köşebaşı var ya.” dedi Jacob, devasa binaların olduğu yeri parmağıyla işaret ederek. “Bundan on beş sene önce, oradaki büyük darı ambarları çöküp çamura bulanmış. Ambarlar vaktinde gayet dayanıklı inşa edilmiş, üzerinde durdukları kazıklar da pek kuvvetli çakılmış olmasına karşın yedi bin yüz kilodan fazla darı depolayınca kazıklar dayanamamış.”
Jacob, kıssanın tek seferde anlatamayacağı kadar uzun olmasından dolayı lafının yarısında dinlenmek amacıyla durakladı.
“Yedi bin yüz kilo olduğunu nereden biliyorsun sen?” diye sordu Carl, bıçak gibi keskin bir sesle.“Daha kundağa sarılıydın o vakitler.”
“Babam tüm vakayı biliyor.” diye karşılık verdi Jacob. Güçlükle yerinden kalktı ve sözlerine devam etti. “Ben, resim sever. Gösterelim biz de.”
“Pekâlâ.” dedi kafile başkanı.
“Vaktimiz olsaydı, Benjamin…” dedi Lambert van Mounen İngilizce olarak.“Seni belediyeye, yani Stadhuis’e de götürmek isterdim. Altında o kadar çok kazık var ki! Yerin yetmiş fit derinine gömülmüş neredeyse on dört bin kazık. Fakat orada asıl göstermek istediğim Van Speyk’in27 gemisini patlattığı anı betimleyen bir tablo… Muhteşem bir eser.”
“Van kim?” diye sordu Ben.
“Van Speyk. Hatırlamıyor musun? Belçikalılara karşı ön saflarda savaşırken, alt edileceğini ve gemisinin ele geçirileceğini anlayınca düşmana teslim olmaktansa kendi de içindeyken gemiyi patlatmış.”
“Van Tromp değil miydi o?”
“Hayır. Van Tromp başka bir yürekli askerdi. Pilgrimlerin28 Amerika’ya gitmek üzere gemiye bindikleri Delft Haven’da bir anıtı bile var.”
“Neyse, peki ya Van Tromp? Hollandalı büyük bir amiraldi, değil mi?”
“Evet, otuzu aşkın deniz muharebesine katılmış. Hem İspanyol hem de İngiliz donanmalarını yenilgiye uğratmış, sonra da İngilizleri denizden süpürdüm diye gemi direğine çalı süpürgesi asmış. Hollandalıları yenmek her yiğidin harcı değildir, oğlum!”
“Orada dur hele!” diye sesini yükseltti Ben. “İstediği kadar süpürge assın, en sonunda onu yendik ya. Bak, hatırıma geldi şimdi. Hollanda kıyılarında bir yerde, İngiliz donanmasının muzaffer çıktığı bir çatışmada öldürülmüştü. Yazık olmuş.” diye ekledi inadına. “Değil mi?”
“Neredeyiz biz?” diye lafı başka yöne çevirdi Lambert. “Baksanıza! Herkes bize fark atmış. Jacob hariç tabii. Yazık! Ne kadar şişman öyle! Daha yolu yarılayamadan yığılıp kalacak.”
Ben, elbette Lambert ile eş paten kaymaktan zevk alıyordu; çocuk sağlam bir Hollandalı olmasına rağmen Londra yakınlarında bir yerde eğitim almış ve İngilizceyi de ana dili Felemenkçe kadar akıcı konuşuyordu. Fakat kafile başkanı Van Holp’un çağrısını işittiğinde hiç de kaygı duymadı:
“Patenleri çıkarın! İşte, müzeye geldik!”
Müze açıktı ve o gün için giriş ücreti de yoktu. Karışan kimse olmayınca tam da oğlan çocuklarından bekleneceği gibi ayaklarını sürüyerek içeri girdiklerinde, cilalanmış zeminde yankılanan ayak seslerinden başka çıt duyulmuyordu müzede.
Bu müze, aslen Hollandalı ustaların en şahane eserlerinin sergilendiği bir resim galerisiydi ve bunların yanında yaklaşık iki yüz nadir gravür de bu sanat mabedinin onurlu duvarlarını süslüyordu.
Ben, ilk bakışta fark etti ki resimlerin bazıları menteşelerle duvara tutturulmuş levhalara asılmıştı. Bunlar pencere panjuru gibi öne doğru açılabiliyor, böylece eserin en uygun aydınlıkta sergilenmesine imkân tanıyordu. Gerard Douw’un29 küçük bir grubu resmettiği Evening School30 adlı eserini incelerlerken oldukça işlerine yaramıştı bu tasarım; bir pencereden bakılıyormuş hissi veren resmin tüm enfesliğini layıkıyla incelemelerini sağlamıştı. Peter, The Hermit31 adlı başka bir Douw eserinin güzelliğine işaret ederek 1613 senesinde Leyden’de doğan bu sanatçıyla alakalı ilginç bir kıssayı anlatmaya koyuldu.
“Bir süpürge sapını çizmeye üç gün harcamış!” diye yankılandı Carl’ın sesi şaşkınlık içinde; o sırada, kafile başkanı, Douw’un elinin aşırı yavaşlığından dem vuran birkaç örnek veriyordu.
“Evet, tam üç gün. Ayrıca diyorlar ki bir hanımefendinin portresini çizerken sırf eliyle beş gün uğraşmış. Bu resimdeki her fırça darbesinin ne kadar zahmetle ve titizlikle atıldığını varın siz hayal edin. Bitmemiş eserlerinin üzerini titizlikle, düzgünce örter; resim malzemelerini de o gün için kullanmayı bırakır bırakmaz hava geçirmez kutulara koyarmış. Anlaşılan, atölyesi bile her noktasına kadar derli toplu ve tertemizmiş. Sanatçı, buraya parmak ucunda girer, tuvalin önüne oturur ve işe koyulmadan önce içeri girerken kaldırdığı toz varsa sinsin diye hiç kıpırdamadan beklermiş. Bir yerde okumuştum; büyüteçle bakınca eserlerinde minicik ayrıntılar görülüyormuş. Bu ayrıntılarla o denli meşgul olmuş, gözlerini o denli harap etmiş ki otuz yaşına varmadan önce gözlük takmak mecburiyetinde kalmış. Kırk yaşını devirince artık resim yapamayacak kadar fena olmuş gözleri; derdine derman bir gözlük bile bulamamış. Sonra bir gün, ihtiyar, yoksul bir Alman kadın denesin diye kendi gözlüğünü vermiş. Gözlük ona tam uymuş ve böylece eskisi gibi sanatını layıkıyla icra etmeyi başarmış.”
“Hıh!” diye tepki verdi Ludwig, kızgın kızgın. “Pek cömert bir hareket olmuş! Acaba kadın gözlüğü olmadan ne etti?”
“Ah!” dedi Peter, gülerek. “Neyse ki başka bir gözlüğü daha varmış. Her koşulda, gözlükler onda kalsın diye ısrar etmiş kadın. Adam o kadar minnettar kalmış ki gözlüklerin bir resmini çizip ona vermiş. Kadın bu resmi bir belediye başkanına yıllık maaş karşılığında satmış ve ömrünün kalan günlerini refah içinde geçirmiş.”
“Arkadaşlar!” diye seslendi Lambert, yüksek perdeden bir fısıltıyla. “Gelin de Bear Hunt’a32 bakın.”
Daha on altı yaşına varmadan evvel şahane eserler ortaya koyan, on yedinci yüzyılda yaşamış bir Hollandalı ressam olan Paul Potter’ın33 muhteşem bir eseriydi işaret ettiği. Eserin konusu dikkatlerini çok çektiğinden hayranlıkla incelemeye koyuldu oğlanlar. Rembrandt ile Van der Helst’in şaheserlerinin yanından kayıtsızlıkla geçtiler ve Hollanda ile İngiltere arasında geçen bir deniz muharebesini konu edinmiş, Van der Venne’nin çirkin bir resmi önünde kendilerinden geçtiler. Biri çorba içen, diğeri de yumurta yiyen iki küçük yumurcağın resmedildiği bir tablonun önünde ise büyülenmiş gibi kalakaldılar. Oysaki bu eserin tek marifeti, yumurta yiyen ufaklığın sırf eğlence için yumurtanın sarısını suratına bulaştırmasını göstermesiydi.
Dostlarımızın dikkatini çekme şerefine nail olan sıradaki eser ise Aziz Nicholas Bayramı’nın şahane bir temsili oldu.
“Baksana, Van Mounen.” dedi Ben, Lambert’a. “Bu küçüğün ifadesinden daha güzel bir şey var mı? Sanki sopayı hak ettiğini kendi de biliyor da Aziz Nicholas’ın onu bulamayacağını umut ediyormuş gibi. İşte benim beğendiğim türde bir eser, bir öyküsü var.”
“Hadi, beyler!” diye seslendi kafile başkanı. “Saat on oldu, yola çıkma vakti!”
İtaatkâr bir ordu gibi çağrıya uyup kanala doğru hızla harekete geçtiler.
“Patenlerinizi giyin! Hazır mısınız? Bir, iki… Durun! Poot nerede?”
Hakikaten de Poot neredeydi?
On metre gerilerinde, buzda kare biçiminde bir delik açılmıştı. Peter bunu görür görmez tek kelime etmeden dehşetle o yöne doğru hücum etti.
Elbette diğerleri de onu takip etti.
Peter aşağı baktı. Diğerleri de aşağı baktı, sonra da endişeli bakışlarını birbirlerinin yüzünde gezdirdiler.
“Poot!” diye haykırdı Peter, bakışlarını tekrar deliğe indirerek. Hepsi put kesilmişti. Buzun altında akıp giden kara sularda hiçbir iz yoktu; çarşaf gibi dümdüz, ayna gibi parlıyordu.
Van Mounen gizemli bir ifadeyle Ben’e döndü.
“Sanki daha önce de bir yerde bayılıp kalmıştı, değil mi?”
“Tanrı’m! Evet!” diye cevap verdi Ben, dehşet içinde.
“O zaman belki de müzede bir yerde bayılıp kalmıştır!”
Çocuklar ne yapmaları gerektiğini anlamışlardı. Patenler, hareket ettikçe güneş ışığını yansıtarak yola düşmüştü. Peter kasketini delikten suya daldırıp doldurmayı akıl etmişti ve o hâlde kurtarma görevi için ileri atıldı.
Beklenildiği gibi! Hakikaten de zavallı Jacob’ı kendinden geçmiş bir hâlde buldular; uyuyormuş gibi görünüyordu. Galerinin bir girintisi içine yığılmış, horul horul horluyordu! Bu keşfin ardından müzenin duvarlarını döven yüksek kahkahalar öfkesi tepesinde tüten bir görevlinin hemen yanı başlarında bitmesine sebebiyet verdi.
“Yok daha neler! Bu kadar da olmaz! Uyansana, yağ fıçısı!” diye teklifsiz sarsıntılarla Jacob’ı uyandırmaya gayret ettiler.
Jacob’ın durumunun hiç de ciddi olmadığını anlayınca, talihsiz kasketini boşaltmak için gerisin geri sokağa koştu Peter. Kasketin çoktan buz kesip donmuş tepesinin başına değmesine engel olmak maksadıyla cep mendilini içine tıkıştırmaya çabalarken, diğer çocuklar da hem öfkeli hem dargın görünen Jacob’ı da aralarına almış vaziyette müze merdivenlerinden iniyorlardı.
Yola çıkma emri tekrar verildi. Poot sonunda tamamen uyanmıştı. Etraflarındaki buz biraz zorlu ve kırılmış olsa da her birinin keyfi pek yerindeydi.
“Kanaldan mı, nehirden mi gidelim?” diye sordu Peter.
“Elbette ki nehirden.” dedi Carl. “Çok eğlenceli olacak, orada paten kaymak başka hiçbir yerdekine benzemiyormuş, fakat yolumuzu biraz uzatır.”
Jacob Poot bir anda ilgileniyormuş göründü.
“Ben oyumu kanaldan yana kullanıyorum!” diye atıldı.
“O zaman kanaldan gidiyoruz.” diye karşılık verdi kafile başkanı. “Herkes hemfikirse tabii.”
Onaylayan sesler işitildi, hayal kırıklığına uğramış tonlarına karşın. Böylece kafile başkanı Peter ön sırada yerini aldı.
“Pekâlâ, hadi bakalım, bir saate Haarlem’e varmış oluruz!”
XI
BÜYÜK TUTKULAR İLE KÜÇÜK TUHAFLIKLAR
Küçük bir kafile hâlinde son sürat paten kayarlarken Amsterdam’dan gelen arabaların arkalarından yaklaşan sesini duydular.
“Haydi!” diye sesini yükseltti Ludwig, kafasını geriye çevirip raylara bakarak. “Lokomotifi de geçemeyecek miyiz? Haydi yarışalım!”
Lokomotifin düdüğü sanki bu fikri duymuşçasına coştu, oğlanlar da aynı şekilde heyecanlandılar ve müsabaka başladı.
Bir an için oğlanlar bütün gayretleriyle öne hücum edip başı çekti, çok kısa sürmesine karşın bu bile kayda değer bir başarıydı.
Müsabakanın heyecanı geçince hızlarını tekrar düşürüp seyahatlerinin tadını çıkara çıkara, tatlı bir sohbete dalarak yollarına devam ettiler. Kanal boyunca belli aralıklarda konuşlanmış kontrol noktalarında durup askerler ile iki çift laf etmekten de geri durmuyorlardı. Kış aylarında bu adamlar o bölgede buz yüzeyinin güvenliğinden ve temizliğinden sorumluydular. Her tipiden sonra yüzeyi süpürüp temizliyorlardı, çünkü yumuşak karın buz yüzeyinde oluşturduğu ışıltılı örtü görülmeye değer bir manzara doğursa da patenciler için büyük bir tehlike oluşturuyordu. Ara ara genç dostlarımız asaletlerinden ödün verip çocukluklarına dönerek, kanalda genişletilmiş bir limana demir atmış, üzerlerini tepeden tırnağa buz bağlamış kanal botlarına tırmanmaya yelteniyor, ancak çok geçmeden zaten gözleri üzerlerinde olan askerler tarafından yakalanıp bağıra çağıra aşağı indiriliyorlardı.
Küçük kafilemizin üzerinde süzüle süzüle paten kaydığı kanaldan daha düz bir yer olamazdı; çıplak ve buz tutmuş ince dallarıyla kanal boyuca inci gibi dizilmiş söğüt ağaçlarından daha muhteşem bir görüntü de bulunamazdı. Karşı tarafta, Haarlem Gölü’nü sınırları dâhilinde tutabilmek için inşa edilmiş büyük setin üzerinden geçen at arabası yolu bulundukları diyarın yükseklerine konduruluvermiş gibiydi. Cam yüzeyli kanal, ufukta bir noktada kaybolana dek uzak diyarlara kadar uzanıyordu sanki. Üzeri birçok patenci, kahverengi kanatlı buz botları, bebek arabaları ile şişe mantarı kadar hafif, sürücüsünün elindeki demir çatallı çubuklar yardımıyla buz üzerinde uçarcasına giden küçük tuhaf kızaklar ile ana baba günü gibiydi. Ben, manzaranın büyüsüne kapılmış, dünyadan ve tüm gerçeklikten kopup bir masal dünyasının ortasına düşüvermiş gibiydi.
Ludwig van Holp ise İngiliz çocuğun Hollanda hakkında bu kadar fazla ayrıntıya nasıl sahip olabildiğine şaşıyordu bir süredir. Lambert’in dediğine bakılırsa Hollandalılardan daha çok şey biliyormuş gibi görünüyordu. Bu durum genç Hollandalı dostumuzu pek de memnun etmemişti. Şohn Pull’un asla bilemeyeceğini düşündüğü bir şey aklına gelince gözleri fıldır fıldır, muzaffer bir ifadeyle Lambert’i yanına çekti:
“Laleleri anlatsana ona!”
Ben, “tulpen” kelimesini yakaladı.
“Ah! Evet.” dedi hevesle İngilizce olarak. “Lale Çılgınlığı’ndan bahsediyorsunuz değil mi? Kulağıma bir şeyler çalındı, fakat ayrıntısı hakkında pek az şey biliyorum. Amsterdam’da doruk noktasına ulaşmış, öyle mi?”
Ludwig resmen inledi; Ben’in kullandığı kelimeler anlayamayacağı kadar zordu, fakat ışıldayan yüz ifadesinden yanlış bir sonuç çıkarmak imkânsızdı. Lambert genç hemşehrisinin rahatsızlığının hiç de farkında olmayarak gayet memnun bir sesle ona cevap verdi:
“Evet, özellikle burada ve Haarlem’de; ancak hem Hollanda’yı hem de İngiltere’yi galeyana getirmiş vaziyette.”
“İngiltere’de pek öyle olduğunu sanmıyorum.” dedi Ben.“Fakat çok da emin olamıyorum çünkü o vakitler orada değildim.”
“Ha! Ha! Doğru diyorsun, iki yüz yaşını devirdiysen iş başka tabii. Ne öncesinde ne de o vakitten beri böylesi hiç olmadı. O vakitler, insanlar lale soğanıyla kafayı o kadar bozmuştu ki ağırlığınca altın veriyorlardı uğrunda.”
“Ne, adamın ağırlığınca mı?” diye haykırdı Ben, bakışlarında o denli büyük bir hayret okunuyordu ki Ludwig’in keyfi biraz da olsa yerine geldi.
“Hayır, hayır. Soğanın ağırlığınca yani. 1560 senesi dolaylarında ilk lale buraya Konstantinapol’den gelmiş. O kadar hayranlıkla karşılanmış ki Amsterdam’ın varlıklı kesimi daha fazla alabilmek için Anadolu’ya yollanmış. O vakitten beri çok büyük rağbet görmüş ve senelerce de bu hâl devam etmiş. Tekli kökler bin ila dört bin florin arasında bir fiyata getiriliyormuş, hele ki Semper Augustus diye bir soğan var, işte o elli beş bin ediyormuş.”
“Bizim paramızla dört yüz guineaden34 fazla yani.” diye araya girdi Ben.
“Evet, yanılmadığıma eminim. Daha geçen gün bu konuda Beckman’ın bir çevirisini okudum. Özetle, dehşet bir zamanmış. Cahil denizcilerin, yoksul dikişçi kadınların, baca temizleyicilerinin bile dilinden lale lafı eksik olmuyormuş. En varlıklı tacirler bile bu coşkuya kapılmaktan hiç de gocunmuyorlarmış. Soğanları satın alıp daha görmeden akıl almaz kârlara satanlar varmış. Bir nevi kumara dönüşmüş bu durum. Kimi birkaç günde bundan zengin olmuş, kimi de tüm mal varlığını bu uğurda harcamış. Hazırda parası olmayanlar toprağını, evini barkını, hayvanlarını ve hatta kılığını kıyafetini bile lale için gözden çıkarıyormuş. Sırf bu eğlenceye katılabilmek için varlıklı leydiler mücevherlerini ve daha nice eşyalarını satıp savıyormuş. İnsanların aklında laleden başka bir şey yokmuş. En sonunda meclis bu duruma el atmak durumunda kalmış. Halk kendini nasıl bir ahmaklığa düşürdüğünü fark etmeye başlamış ve lalelerin fiyatını düşürmüş. Eski lale borçları tahsil edilemez olmuş. Alacaklılar mahkeme kapısını aşındırmış ancak mahkeme onlara sırtını dönmüş, ‘Kumarda edinilen borç geçersizdir.’ demiş. Daha neler olmuş bilsen! Bir saatte binlerce varlıklı vurguncu yemek için dilenecek duruma gelmiş. İhtiyar Beckman’ın da dediği gibi, ‘Balon sonunda patlamış.’ ”
“Evet, pek büyük bir balonmuş.” dedi Ben, her kelimeyi büyük bir ilgiyle dinlemişti. “Bu arada, Tulip35 adının türban demek olan Türkçe bir kelimeden geldiğini biliyor muydun?”
“Onu unutmuşum.” diye cevap verdi Lambert. “Fakat ilginç bir düşünce. Sarıklı Türklerin lale tarhında çöküp oturduklarını düşünsene! Ha! Ha! Hakikaten de ilginç bir düşünce!”
O sırada “İşte!” diye kendi kendine mırıldanıyordu Ludwig. “Lambert’e laleler hakkında muhteşem bir şey anlatıyor kesin, biliyordum!”
“Hakikatte de.” diye devam etti Lambert. “Rüzgârda ileri geri ahenkle dans eden, açmış bir lale tarhını görsen gözünde insan resmi canlanabilir. Hiç fark ettin mi?”
“Benim gözümde canlanmaz. Bana öyle geliyor ki, Van Mounen, siz Hollandalılar hâlen daha lale çılgınlığınızı bir kenara bırakmamışsınız, bakın yine gözünüzde büyütüyorsunuz.”
“Muhakkak. Gelmiş geçmiş bu en güzel çiçeğin olmadığı bir bahçe hayal bile edemiyorum. Amsterdam’ın öbür ucundaki yazlık evinde lalenin en güzel türlerinin olduğu muhteşem bir tarhı var amcamın.”
“Amcanın kentte yaşadığını sanıyordum.”
“Öyle zaten, fakat yazlığı, yani bahçe evi birkaç mil ötede. Nehrin kenarında yaptırdığı başka bir evi var. Kente girdiğimizde yanından geçtik. İmkânı olan herkesin Amsterdam’da bir bahçe evi bulunur.”
“Hep orada mı yaşıyorlar?” diye sordu Ben.
“Çok şükür, hayır! Yazın öğleden sonraları birkaç saat oyalanmak için küçük kulübelerine gidiyorlar. Haarlem Gölü’nün güneyinde daha güzelleri var, fakat orayı da kurutup iskâna açacakları için o zevk de yitip gidecek. Evden ayrıldığımızdan beri kızıl çatılı birkaç tanesinin yanından geçtik, sen de fark etmişsindir. Önlerinde göletleri, minik köprüleri ve bahçeleri vardı; kapılarına da vecizeler asılmıştı.”
Ben, onaylarcasına başını salladı.
“Şu an güzelliklerini pek sergileyemiyorlar.” diye devam etti Lambert. “Fakat havalar bir ısınsın, zevkine doyum olmaz. Söğütler yaprağa durmaya başlayınca amcam her öğleden sonra bahçe evine gider. Bahçesinde yeri gelir şekerleme yapar, yeri gelir piposunu tüttürür, yengem de hava ne kadar sıcak olursa olsun, umursamaksızın ayaklarının yanına ayak sobasını kurup örgü örer, kuzenim Rika ile başka kızlar da pencereden göle olta atıp balık tutmaya çalışır ya da göl kenarında sohbete dalarlar, ufaklıklar da hendeklerin üzerindeki küçük köprülerde koşuşturup durur, direklerine asılırlar. Masalarının üzerinde bir demet zambak; kahve höpürdetir, kek atıştırırlar. Hakikaten de yaşamaya değer bir deneyim. Bir husus hariç tabii, aramızda kalsın ama burada doğmuş olmama karşın, bahçe evlerinin büyük çoğunluğunu sarmış o durgun su kokusunu bir türlü sevemedim. Hemen hemen her bahçe evi bir su yolunun üstüne inşa edilmiş. Belki de İngiltere’de uzun yıllar yaşadığımdan bu duruma ayak uyduramıyorum.”
“Belki bana da tuhaf gelir.” dedi Ben. “Buzlar çözülürse anlarız. Kış başında olduğumuzdan soğuk, suyun kokusunu bastırmıştır belki şimdi. Hem neyleyim ben Hollanda’yı, paten kayamayınca?”
“Pootlardan ne kadar da farklısın!” diye hayret etti Lambert, düşüncelere dalmış bir hâlde dinliyordu arkadaşını. “Bir de kuzen olacaksınız. Hiç anlayamıyorum.”
“Kuzeniz zaten ya da kendimizi hep öyle bildik. Fakat öyle yakın bir akrabalığımız yok. Büyük annelerimiz üvey kardeşmiş. Benim tarafım tamamen İngiliz, onun tarafı ise Hollandalı. İhtiyar büyük büyükbabam Poot iki defa evlenmiş, ben de onun İngiliz hanımının soyundan geliyorum. Fakat Jacob’la aramızdaki muhabbet derindir, hatta İngiliz kuzenlerimle daha iyi anlaştığımı söyleyemem. Tanıdığım en dürüst, en iyi yürekli çocuk. Anlatsam tuhaf gelebilir, fakat babam, Jacob’ın babasıyla Rotterdam’a bir iş seyahati nedeniyle geldiğinde tesadüfen tanışmış. Düşmanlıkları üzerine sohbet etmeye başlamışlar, Fransızca olarak tabii, o zamandan beri aynı dilde mektuplaşıyorlar. Tuhaf yer şu dünya. Poot yengemin yaptığı bazı işleri görse kardeşim Jenny’nin gözleri yuvalarından fırlar. Yengem tüm yönleriyle tam bir hanımefendi, fakat annemden çok farklı biri; zira evler, mobilyalar, yaşayış şekilleri de öyle. Anlayacağın her şey çok farklı.”
“Elbette.” diye onayladı Lambert, kendini beğenmiş bir ifadeyle. “Hollanda’dan başka bir yerde bu kadar her yöne yayılmış bir mükemmeliyet bulman çok güç. Geri döndüğünde Jenny’ye anlatacak çok şeyin olacak.”
“Evet, hakikaten de öyle. Her şeyden önce, ‘Temizlik imandan gelir.’ lafını ilke edinmiş Broek. Ömrümde gördüğüm en temiz yer. Pootyengem varlıklı bir hanım olmasına rağmen gününün yarısını temizlik yaparak, bir şeyleri ovalayarak geçiriyor. Evi baştan aşağı cilalanmış gibi görünüyor. Dün anneme yazdığım mektupta, yemek odasının cilalanmış zemininde kendimi ayna da gördüğümden, zemindeki ikizimin beni bir an olsun yalnız bırakmadığından bahsettim.”
“İkizin mi? O ne demek oluyor, anlayamadım?”
“Ah, yansımam yani, silüetim. İkinci Ben Dobbs.”
“Ah, şimdi anladım.” diye kahkahaya boğuldu Van Mounen. “Poot yengenin büyük salonuna çıktın mı hiç?”
Ben güldü. “Sadece bir defa, o da geldiğim gündü. Kız kardeşi Kenau’nun Noel’den sonraki düğününe kadar bir daha o salona ayak basma fırsatı bulamayabilirsin, demişti Jacob. Büyük kutlamaya benim de katılabilmem için babam o zamana kadar kalmama izin verdi. Her cumartesi Poot yengem ile şişman yardımcısı Kate salona çıkıp köşe bucağı silip süpürüp, ovalıyorlar. Akşam karanlığı bastırınca bir dahaki cumartesiye kadar kapıları kilitliyorlar. Zaten hiç kimse ayak basamıyor oraya. Yine de dediği gibi schoonmaken36 ihmal edilmeden yapılmalıymış.”
“Hiç de tuhaf değil. Broek’taki her salon aynı muameleyi görüyor.” dedi Lambert. “Komşusunun bahçesindeki hareketli figürlere ne diyorsun peki?”
“Ah, onlar gayet güzel, kuğular yazın gölette dolaşırken oldukça canlı görünüyordur; fakat kestane ağacının altındaki köşede, o kafasını bir aşağı bir yukarı sallayan mandarin ördeği var ya tam saçmalık. Ancak çocukları güldürmeye yarar. Hele ki o zevksiz bahçe mobilyaları, budanıp boyanmış ağaçlar. Kusura bakma lütfen, Van Mounen, fakat Hollandalı zevkini övmeyi hiçbir zaman deneyimleyemeyeceğim.”
“Kimileri için zaman alıyor elbet.” diye karşılık verdi Lambert, küçümser bir ifadeyle, “Ancak sonunda sen de kabul edeceksin. Ben kendi adıma İngiltere’de takdire şayan çok şey gördüm, Oxford’da eğitim alabilmek için seninle geri dönmeyi umuyorum. Ancak kefeye koyunca Hollanda’nın önde olduğu düşüncesindeyim.”
“Elbette senin düşüncen bu yönde.” diye gönülden onayladı Ben. “Bu şekilde düşünmeseydin zaten iyi bir Hollandalı olmazdın. İnsanın vatanını sevmesinden daha doğal ne olabilir? Bu raddede soğuk bir yer için bu denli sıcak hislerinin olması tuhaf geliyor sadece. Durmaksızın hareket hâlinde olmasaydık, şimdiye çoktan kaskatı kesilmiştik.”
Lambert gülüşünü bastıramadı.
“Sorun senin İngiliz kanında, Benjamin. Ben üşümüyorum. Kanaldaki şunca patenciye baksana, gül gibi kıpkırmızı kesilmelerine rağmen lortlar gibi mutlular. Hey! Kafile başkanı, Van Holp!” diye bağırdı Lambert Felemenkçe. “Şuradaki çiftlik evinde biraz mola verip ayaklarımızı ısıtsak fena mı olur?”
“Kim üşüdü?” diye sordu Peter, arkasına dönerek.
“Benjamin Dobbs.”
“Benjamin Dobbs’ı ısıtmak gerekir o zaman.” diyen Van Holp kafileyi durdurdu.
NOTLAR:
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.