Kitabı oku: «Balkondaki Adam», sayfa 3
8
Kollberg, Vanadis Parkı’ndan yeniden geçerken terliyordu. Sebebi ne dik yokuş ne yağmurdan sonraki rutubetli sıcak ne de terlemeye meyilli bünyesiydi. En azından sırf bunlar değildi.
Bu davayla uğraşacak çoğu kişi gibi o da daha soruşturma başlamadan tükenir gibi olmuştu. İşlenen suçun iğrençliğini düşündü ve bunun darbesini yiyen insanları aklından geçirdi. Bunları daha önce de yaşamıştı, hatta çok defa ve sonucun ne kadar feci olacağını biliyordu. Ne kadar da zordu.
Aynı zamanda hızla gangsterleşen toplumu düşündü. En son kertede böyle bir toplumun oluşmasında o dahil herkesin payı vardı. Daha geçen yıl polis teşkilatındaki teknolojik gelişmeyi düşündü; buna rağmen, işlenen suçlar hep bir adım öndeydi. Yeni soruşturma metotlarını, bilgisayarları, bunlar sayesinde suçluların belki de birkaç saat içinde yakalanabileceğini düşünürken bu muhteşem teknolojik imkânların az önce yanından ayrıldığı kadına ne kadar az teselli verebileceğini getirdi aklına. Ya da kendisini ne kadar teselli edebilirdi ki? Taşlarla kırmızı çitin arasındaki çalılıklarda yatan küçük bedenin etrafına toplanmış, ciddi suratlı adamlara ne diyebilirdi bu teknoloji?
Kollberg cesedi sadece birkaç saniye uzaktan görmüştü, mümkünse bir daha da görmek istemiyordu. Bunun imkânsız olduğunun farkındaydı. Mavi etek ve çizgili tişörtlü çocuğun görüntüsü zihnine kazınmıştı ve daima orada kalacaktı, kurtulamadığı diğer imgelerin arasına katılmıştı. Bayıra yuvarlanmış tahta tabanlı sandaletleri ve henüz doğmamış olan kendi çocuğunu düşündü; bu çocuk dokuz yıl sonra nasıl görünecekti; işlenen bu suçun ayyuka çıkartacağı dehşet ve iğrenmeyi, akşam gazetelerinin manşetlerinin nasıl görüneceğini düşündü.
Kasvetli, hisarımsı su kulesinin çevresindeki bütün arazi artık kordonla çevrilmişti. Arkasındaki dik yamaç da Inge-mars Caddesi’ne inen merdivenlere kadar çevriliydi. Kollberg arabaların yanından geçti, kordonun yanında durup boş oyun bahçesine, kum havuzuna ve salıncaklara baktı.
Tüm bunların önceden olduğunu ve kesinlikle bir daha olacağını bilmek altında ezildiği bir yüktü. En son seferden bu yana bilgisayarları, daha fazla adamları ve daha fazla arabaları olmuştu. En son seferden bu yana parklardaki aydınlatmalar geliştirilmiş, çalıların çoğu ortadan kaldırılmıştı. Bir sonraki sefere elbette daha fazla arabaları, bilgisayarları ve daha az görüntü kapatan çalılar olacaktı. Kollberg bu düşünceyle alnını sildiğinde mendili sırılsıklam oldu.
Gazeteciler ve fotoğrafçılar çoktan orada bitmişti ama neyse ki sadece birkaç meraklı oranın yolunu bulmuştu. Gazeteciler ve fotoğrafçılar gayet tuhaf bir biçimde, kısmen polis sayesinde seneler içinde iyileşmişti. Olur olmaz sorular soran meraklılar eksik olmuyordu.
Su kulesinin çevresindeki alanda, bunca insana rağmen, garip bir sessizlik hakimdi. Ta uzaklardan, belki de havuzdan ya da Seveavägen’deki oyun alanından neşeli sesler ve çocuk kahkahaları duyulabiliyordu.
Kollberg kordonun yanında ayakta durdu. Hiçbir şey demedi, kimse de onunla konuşmadı.
Cinayet masasının alarma geçirildiğinden haberi vardı. Sıkı bir araştırma yürütülecekti, teknik bölümden elemanlar olay yerini inceliyordu, ağır suç ekibi çağrılmıştı, gelecek ihbarlar için bir merkez ofis kurulmuştu, özel bir arama ekibi kapı kapı dolaşacaktı, adli hekim hazırda bekliyordu, telsizli ekip arabaları tetikte olacaktı ve hiçbir kaynak esirgenmeyecekti, Kollberg’in kendi kaynakları bile.
Kollberg şu an durup derin düşüncelere dalmıştı. Mevsim yazdı. İnsanlar yüzüyordu. Turistler ellerinde haritalarla ortalıkta dolaşıyordu ve taşlarla kırmızı çitin arasındaki çalılık alanda ölü bir çocuk yatıyordu. Korkunçtu. Daha beteri de olabilirdi.
İşte bir araba daha, belki de dokuzuncu ya da onuncu, Stefan Kilisesi’nin yokuşundan homurtuyla inip durdu. Kollberg başını bile çevirmeden Gunvald Larsson’un arabadan inişini ve ona doğru gelişini gördü.
“Nasıl gidiyor?”
“Bilmem.”
“Yağmur. Bütün gece yağdı durdu. Muhtemelen…”
Gunvald Larsson duraksadı. Bir an sonra devam etti:
“Eğer ayak izi alıyorlarsa büyük ihtimal bana ait. Dün akşam buradaydım. Saat ondan hemen sonra.”
“Ya.”
“Şu gaspçı. Yaşlı bir kadına saldırmış. Buraya yirmi metre uzakta.”
“Evet, duydum.”
“Kadın meyve ve şekerleme büfesini kapatmış, evine dönüyormuş. O günün tüm kazancı çantasındaymış.”
“Ya?”
“Son kuruşuna kadar. İnsanlar delirmiş,” dedi Gunvald Larsson.
Yine durdu. Taşları, çalıları ve kırmızı çiti başıyla işaret edip, “O zaman orada yatıyormuş demek ki,” dedi.
“Tahminen.”
“Biz buraya vardığımızda yağmur başlamıştı. Dokuzuncu bölgeden sivil devriye ekibi gasptan kırk beş dakika önce buradaymış. Onlar da hiçbir şey görmemiş. O zaman da burada yatıyor olmalı.”
“Onlar gaspçıyı arıyordu,” dedi Kollberg.
“Evet. Adam buraya geldiğinde onlar Lill-Jans Korusu’ndaymış. Bu dokuzuncu oluyor.”
“Yaşlı kadın ne durumda?”
“Ambulanslık. Hemen hastaneye kaldırıldı. Şoka uğramış halde, çene kemiği çatlamış, dört dişi düşmüş, burnu kırılmış. Adama dair tek gördüğü yüzünün üstüne bağladığı kırmızı bir bandana. Buradan bir şey çıkmaz.”
Gunvald Larsson tekrar durup devam etti:
“Köpek arabasını alsaydım…”
“Ne?”
“Senin şu harika dostun Beck, geçen hafta buradayken köpek arabası göndermemi söylemişti. Belki bir köpek olsaydı…” Yine taşlara doğru başını oynattı, sanki kastettiği anlamı kelimelere döküp telaffuz edemiyordu.
Kollberg, Gunvald Larsson’dan şahsen hoşlanmazdı fakat bu kez, onunla aynı hisleri paylaşıyordu.
“Olabilir,” dedi Kollberg.
Gunvald Larsson tereddütle “Tecavüz var mı?” diye sordu.
“Olabilir.”
“O halde arada bir bağlantı olduğunu düşünmüyorum.”
“Hayır, bence de yok.”
Rönn kordonun içinden yanlarına gelince Larsson hemen sordu:
“Tecavüz var mı?”
“Evet,” dedi Rönn. “Öyle görünüyor. Çok büyük olasılıkla.”
“O zaman arada bir bağlantı yok.”
“Neyle?”
“Gaspçıyla.”
“Nasıl gidiyor?” diye sordu Kollberg.
“Kötü,” dedi Rönn. “Yağmur her şeyi silip süpürmüş. Kız iliklerine kadar ıslak.”
“Tanrım, midem bulanıyor,” dedi Larsson. “İki manyak aynı zamanlarda aynı yerde kol geziyor, biri diğerinden beter.” Topuğunun üstünde dönüp arabaya yürüdü. En son söylenirken duydukları şu oldu:
“Tanrım, ne iğrenç bir iş. Aklı olan polis olur mu zaten…”
Rönn bir süre onu izledi. Sonra Kollberg’e dönüp konuştu:
“Bir saniye gelebilir misiniz, efendim?”
Kollberg derin bir iç çekti, bacaklarını kordonun üstünden diğer tarafa attı.
* * *
Martin Beck, cumartesi öğleden sonrasına kadar Stockholm’e dönmedi. Ahlberg onu istasyonda uğurladı.
Martin Beck, Hallsberg’de tren değiştirdi, istasyondaki kitapçıdan bir akşam gazetesi aldı. Katlayıp yağmurluğunun cebine koydu ve Göteborg ekspresindeki koltuğuna yerleşene kadar da dokunmadı.
Manşetlere şöyle bir bakınca irkildi. Kâbus başlamıştı.
Martin Beck diğerlerinden sadece birkaç saat sonra bu kâbusa bulaşmış olacaktı. Sadece o kadarcık gerideydi.
9
Bazı anlar ve durumlar vardır ki insan her ne pahasına olursa olsun kaçınmak ister fakat erteleyemez. Polisler herhalde böyle durumlarla sıradan insanlara nazaran daha sık karşılaşır ve hiç şüphesiz, bazı polisler böyle durumlara, diğerlerine göre daha fazla maruz kalır.
Bu durumlardan biri de, sekiz yaşındaki kızının bir seks manyağı tarafından boğulduğunu öğrenen Karin Larsson’un, olayın üstünden yirmi dört saat bile geçmeden sorguya çekilmesiydi. İğne ve haplara rağmen hâlâ şoku atlatamamıştı ve duyguları uyuştuğundan üstünde hâlâ bir gün önce hayatında hiç tanımadığı, büyük ihtimalle bir daha da görmeyeceği iri cüsseli bir polisin kapısını çaldığı sırada giydiği aynı ev elbisesi ve terlik olan yalnız bir kadındı. Sorgunun başlamasından hemen önce böyleydi.
Cinayet masasından bir başkomiser bu sorgunun ertelenemeyeceğini, asla kaçınılamayacağını iyi bilir çünkü ellerinde bundan başka tek bir ipucu dahi yoktur. Otopsi raporu henüz hazır değildir ama bu raporun içeriği aşağı yukarı biliniyordur.
Yirmi dört saat önce, Martin Beck bir kayığın başında oturmuş, Ahlberg’le aynı sabah attıkları ağları çekiyordu. Şimdiyse Kungsholm Caddesi’ndeki soruşturma merkezinde bir odada ayakta dikiliyor, bir dirseğini dosya dolabına koymuş, oturamayacak kadar midesi kalkmış vaziyetteydi.
Bu sorgulamanın, ahlak masasında görevli dedektif komiser olan bir kadın polis tarafından yürütülmesi uygun bulunmuştu. Kadın kırk beş yaşlarındaydı, adı Sylvia Granberg’di. Bazı açılardan bu seçim aslında çok iyiydi. Kahverengi ev elbiseli kadının tam karşısında oturan kadın, az önce başlattığı kayıt cihazı kadar kayıtsız biriydi.
Kırk dakika sonra cihazı kapattığında görünüşte hiçbir değişiklik yaşamamış, bir kere bile kekelememişti. Martin Beck teybi bir süre sonra, Kollberg ve iki kişiyle daha yeniden çalıştırırken bunu tekrar fark etmişti.
GRANBERG: Sizin için çok zor olduğunun farkındayım, Bayan Carlsson, ama maalesef cevaplamanızı istediğimiz bazı sorular var.
TANIK: Evet.
G: Adınız Karin Elisabet Carlsson mu?
T: Evet.
G: Doğum tarihiniz?
T: Yedi… bin dokuz yüz otu…
G: Cevap verirken başınızı mikrofona doğru tutabilir misiniz?
T: 7 Nisan 1937.
G: Medeni durumunuz?
T: Ne… ben…
G: Yani bekar mısınız, evli misiniz, boşanmış mısınız diye soruyorum?
T: Boşanmış.
G: Ne zaman?
T: Altı yıldır. Neredeyse yedi.
G: Eski kocanızın adı ne?
T: Sigvard Erik Bertil Carlsson.
G: Nerede yaşıyor?
T: Malmö’de… Yani oraya kayıtlı… Sanırım.
G: Sanır mısınız? Bilmiyor musunuz?
MARTIN BECK: Adam denizci. Yerini henüz tespit edemedik.
G: Kızının bakımına destek olması gerekmiyor mu?
MB: Evet, tabii ki ama yıllar içinde bunu yerine getirmişe benzemiyor.
T: O… Eva’yı hiçbir zaman umursamadı.
G: Kızınızın adı Eva Carlsson muydu? Başka ön adı yoktu, değil mi?
T: Hayır.
G: 5 Şubat 1959 doğumlu?
T: Evet.
G: Cuma akşamı neler olduğunu bize mümkün olduğunca net anlatabilir misiniz?
T: Ne olduğunu… hiçbir şey olmadı. Eva… dışarı çıktı.
G: Saat kaçta?
T: Yediyi biraz geçe. Televizyon izliyordu, yemeğimizi yemiştik.
G: Saat kaçta?
T: Altıda. Hep saat altıda yerdik, yani ben eve dönünce. Bir abajur fabrikasında çalışıyorum… eve dönerken Eva’yı akşamüstü yuvasından alıyorum. Okul çıkışı oraya kendisi gidiyor… sonra dönüşte alışverişimizi yapıyoruz…
G: Akşam yemeğinde ne yemişti?
T: Köfte… biraz su alabilir miyim lütfen?
G: Elbette. Buyurun.
T: Teşekkürler. Köfte ve patates püresi. Üstüne de dondurma yedik.
G: Ne içti?
T: Süt.
G: Sonra ne yaptınız?
T: Biraz televizyon izledik… çocuk programı.
G: Saat yedide ya da yediyi birkaç dakika geçe evden dışarı mı çıktı?
T: Evet, o sırada yağmur durmuştu. Televizyonda haberler başladı. Haberleri izlemeyi pek sevmez.
G: Dışarı yalnız mı çıktı?
T: Evet. Siz… Hava henüz aydınlıktı ve okul tatili başlamıştı. Ona dışarı çıkıp sekize kadar oynayabileceğini söyledim. Sizce… benim dikkatsizliğim yüzünden mi oldu?
G: Kesinlikle hayır. Asla öyle değil. Sonra onu bir daha görmediniz?
T: Hayır… şeye kadar… hayır, ben…
G: Kimliğini belirleyene kadar? Bundan bahsetmemize gerek yok. Ne zaman endişelenmeye başladınız?
T: Bilmiyorum. Başından beri endişeleniyordum. O evde olmadığı zaman hep endişelenirim. Görüyorsunuz ya, o çok…
G: Peki ama ne zaman onu aramaya başladınız?
T: Saat sekiz buçuğu geçiyordu. Bazen geciktiği olur. Bir arkadaşıyla geç saate kadar dışarıda kalır, saatin kaç olduğunu unutur. Anlarsınız ya, çocuklar işte…
G: Evet. Anladım. Ne zaman aramaya başladınız?
T: Dokuza çeyrek kala gibi. Aynı yaşlarda iki oyun arkadaşı olduğunu biliyorum, onlara giderdi. Onlardan birinin annesini aradım ama cevap veren olmadı.
MB: Aile şehir dışındaymış. Hafta sonu için yazlık evlerine gitmişler.
T: Ben bilmiyordum. Eva’nın bildiğini de sanmıyorum.
G: Ondan sonra ne yaptınız?
T: Diğer kızın anne babasının telefonu yok. O yüzden onların evine gittim.
G: Saat kaçta?
T: Oraya gidişim saat dokuzu geçiyor olmalıydı çünkü sokak kapısı kilitliydi ve içeri girmem zaman aldı. Ayakta bekleyip birisi gelene kadar durmak zorunda kaldım. Eva saat yediyi biraz geçe oradaymış ama diğer kızın sokağa çıkmasına izin verilmemiş. Babası küçük kızların o saatte dışarıda olması için çok geç demiş. (Durdu.)
T: Yüce Tanrım, keşke ben de… Ama daha güpegündüzdü, her taraf insan kaynıyordu. Keşke ben de…
G: Kızınız oradan hemen mi ayrılmış?
T: Evet, çocuk parkına gideceğini söylemiş.
G: Hangi çocuk parkına gitmiştir sizce?
T: Sveavägen’deki Vanadis Parkı’na. Hep oraya giderdi.
G: Su kulesinin oradaki, yukarıdaki çocuk parkını kastetmiş olamaz mı?
T: Sanmam. Oraya hiç gitmezdi. Hele yalnız hiç.
G: Başka oyun arkadaşlarıyla karşılaşmış olabilir mi sizce?
T: Benim bildiklerimle değil. Hep o ikisiyle oynardı.
G: Eh, onu diğer evde de bulamayınca o zaman ne yaptınız?
T: Ben… Sveavägen’deki çocuk parkına gittim. Boştu.
G: Ya sonra?
T: Ne yapacağımı bilemedim. Eve gidip bekledim. Pencerede durup onu bekledim.
G: Polisi ne zaman aradınız?
T: Geç saatlerde. Saat onu beş ya da on geçe, bir polis arabasının parkın yanında durduğunu gördüm, sonra bir ambulans geldi. O sırada yağmur başlamıştı. Paltomu giydiğim gibi oraya koştum. Ben… orada dikilen polis memuruyla konuştum ama polis bana, yaralı bir yaşlı kadına yardım etmeye geldiklerini söyledi.
G: Ondan sonra gene eve mi döndünüz?
T: Evet. Evde ışık yandığını gördüm. Çok sevindim çünkü eve döndüğünü düşündüm. Meğer ben ışığı söndürmeyi unutmuşum.
G: Saat kaçta polisi aradınız?
T: Saat on buçukta artık daha fazla dayanamadım. Bir arkadaşımı, işyerinden tanıdığım bir kadını aradım. Hökarängen’de oturuyor. Bana hemen polisi ara dedi.
G: Elimizdeki bilgilere göre, polisi saat on bire on kala aramışsınız.
T: Evet. Ondan sonra da karakola gittim. Surbrunns’da-kine. Bana çok kibar ve iyi davrandılar. Eva’nın eşkâlini istediler… Nasıl göründüğünü ve üstündeki kıyafeti sordular. Yanımda bir fotoğrafını getirmiştim, nasıl olduğunu gördüler böylelikle. Çok kibardılar. Her şeyi yazıp not eden polis, birçok çocuğun kaybolduğunu ya da bir arkadaşlarının evinde geç saate kadar kaldıklarını ama bir iki saat sonra sapasağlam ortaya çıktıklarını anlattı. Ve…
G: Evet sonra?
T: Ve dedi ki, eğer başına bir şey gelmiş olsaydı o saate kadar öğrenmiş olurlarmış.
G: Eve tekrar saat kaçta döndünüz?
T: Saat on ikiyi geçiyordu. Yatmayıp bekledim… bütün gece. Telefon bekledim. Polisin aramasını bekledim. Telefon numaram onlarda vardı ama arayan kimse olmadı. Ben onları bir kere daha aradım. Ama telefonu açan polis, numaramı kaydettiklerini ve hemen arayacaklarını eğer… (Durdu.)
T: Ama kimse aramadı. Hiç kimse. Sabah da. Derken sivil giyimli bir polis geldi ve… ve dedi ki… şey dedi…
G: Buradan sonrasına gerek görmüyorum.
T: Ah, anladım. Hayır.
MB: Kızınız daha önce bir iki defa tacizciler tarafından rahatsız edilmişti, değil mi?
T: Evet, geçen güz. İki kere. Eva kim olduğunu bildiğini sanıyordu. Evinde telefon olmayan arkadaşı Eivor ile aynı binada oturan biri.
MB: Haga Caddesi’nde yaşayan mı?
T: Evet, polise ihbar etmiştim. Buradaydık, bu binadaydık ve Eva bir kadına hepsini anlatmıştı. Ona bakması için bir sürü resim de vermişlerdi, koca bir albüm.
G: Onun kaydı elimizde. Belgeleri dosyadan çıkardık.
MB: Biliyorum. Fakat benim sormak istediğim, bu adamın daha sonra Eva’yı taciz edip etmediği. Onu polise ihbar ettikten sonra?
T: Hayır… bildiğim kadarıyla hayır. Eva bir şey demedi… Ve bana muhakkak anlatır…
G: Evet, hepsi bu kadar Bayan Carlsson.
T: Ah. Anladım.
MB: Sorduğum için kusura bakmayın ama şimdi nereye gidiyorsunuz?
T: Bilmiyorum. Eve değil…
G: Ben sizinle aşağı geleyim, orada konuşabiliriz. Bir çözüm düşünelim.
T: Teşekkür ederim. Çok naziksiniz.
Kollberg teybi kapattı, kasvetle Martin Beck’e bakıp konuştu:
“Geçen sonbahar onu taciz eden piç…”
“Evet?”
“Rönn’ün alt katta baktığı adam. Dün öğlen saatinde hemen gidip onu getirdik.”
“Ee?”
“Şu ana dek bilgisayar teknolojisi açısından küçük bir zafer. Sadece sırıtıp ben yapmadım diyor.”
“Bu da kanıtlıyor ki…?”
“Hiçbir şey, tabii ki. Tanığı da yok. Haga Caddesi’ndeki tek odalı evinde uyuduğunu ifade ediyor. Pek hatırlayamıyorum diyor.”
“Hatırlayamamış mı?”
“Tam bir alkolik,” dedi Kollberg. “Her neyse, saat altı civarında bardan kovulana kadar Röda Berget restoranında oturup içtiğini biliyoruz. Hakkında pek hayırlı bir veri değil.”
“En son sefer ne yapmış?”
“Teşhircilik. Sıradan bir teşhirci zaten, anladığım kadarıyla. Kızla yapılan görüşmenin bandı burada. Bir başka teknolojik zafer.”
Kapı açıldı, Rönn içeri girdi.
“Eee?” diye sordu Kollberg.
“Şimdilik hiç. Biraz ayılmasını beklemek zorundayız. Adam bitik.”
“Sen de öyle,” dedi Kollberg.
Haklıydı; Rönn’ün beti benzi tamamen atmıştı, gözleri şişti ve kırmızıydı.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Martin Beck.
“Ne düşüneceğimi bilmiyorum,” diye cevap verdi Rönn. “Hastalanıyorum sanki.”
“Sonra hastalanırsın,” dedi Kollberg. “Şimdi olmaz. Hadi şu bandı dinleyelim.”
Martin Beck başıyla onayladı. Kayıt cihazının makarası tekrar dönmeye başladı. Hoş bir kadın sesi şöyle diyordu:
“5 Şubat 1959 doğumlu öğrenci Eva Carlsson’un sorgusu. Sorgu memuru, Dedektif Komiser Sonja Hansson.”
Martin Beck de Kollberg de kaşlarını çatıp ilk birkaç cümleyi kaçırdılar. İsmi ve sesi çok yakından tanıyorlardı. Sonja Hansson, iki buçuk yıl önce bir polis tuzağında yem olarak kullandıkları sırada ölümüne sebep olmaktan kıl payı kurtuldukları kızdı.
“Teşkilattan ayrılmaması bir mucize,” dedi Kollberg.
“Evet,” diye onayladı Martin Beck.
“Susun, duyamıyorum,” dedi Rönn.
O dönemde bu olaya karışmamıştı.
“…ondan sonra bu adam size yaklaştı?”
“Evet. Eivor ve ben otobüs durağında duruyorduk.”
“Ne yaptı?”
“Kötü kokuyordu, komik bir yürüyüşü vardı ve dedi ki… söylediği şey çok komikti.”
“Ne olduğunu hatırlıyor musun?”
“Evet, şey dedi, ‘Selam, kızlar, size beş kron versem bana otuz bir çeker misiniz?’”
“Senden ne istediğini anladın mı, Eva?”
“Hayır, çok komikti. Çekmek ne demek biliyorum çünkü bazen okulda yanımda oturan kız kolumu çeker. Ama bu adam neden kolunu çekiştirmemizi istedi, anlamadım? Hem oturmuyordu, yazı yazmıyordu ve neyse…”
“Ondan sonra ne yaptı? Bunu dedikten sonra?”
“Birkaç defa dedi. Sonra yürüyüp gitti ve biz de arkasından gizlice takip ettik.”
“Takip mi ettiniz?”
“Evet, gölgesi gibi. Hani televizyonda filmlerde olduğu gibi.”
“Korkmadınız mı yani?”
“Hıh, ne olabilir ki.”
“Ah, canım Eva, böyle adamlara karşı dikkatli olmalısın.”
“Hıh, o tehlikeli değildi.”
“Hangi tarafa gittiğini gördünüz mü?”
“Evet, Eivor’un oturduğu binaya girdi ve ondan iki kat yukarı çıktı ve anahtarını çıkarıp daireye girdi.”
“Ondan sonra ikiniz de evinize mi döndünüz?”
“Yok, hayır. Gizlice yaklaşıp kapıya baktık. Üstünde adı yazıyordu işte.”
“Evet, anladım. Adı neydi?”
“Eriksson, galiba. Mektup deliğinden de içeriyi dinledik. İnleme seslerini duyabiliyorduk.”
“Bundan annene hiç bahsettin mi?”
“Yok, bir şey yoktu ki. Ama çok komikti.”
“Peki annene dün olandan bahsettin mi?”
“İnekleri mi, evet.”
“Yine aynı adam mıydı?”
“Eveeet.”
“Emin misin?”
“Yani.”
“Sence bu adam kaç yaşında olabilir?”
“Ah, en az yirmi.”
“Sence ben kaç yaşındayım.”
“Ah, yaklaşık kırk. Ya da elli.”
“Sence bu adam benden yaşlı mı genç mi?”
“Ah, çok daha yaşlı. Senden çok çok daha yaşlı. Sen kaç yaşındasın?”
“Yirmi sekiz. Peki bana dün ne olduğunu anlatır mısın?”
“Şey, Eivor ve ben kapının girişinde seksek oynuyorduk, bu adam gelip orada durdu ve dedi ki, ‘Hadi benimle gelin kızlar, evde ineklerimden nasıl süt sağıyorum gösteririm size.’”
“Anladım. Ondan sonra ne yaptı?”
“Hıh, odasında inek olamazdı ki. Gerçek inek yani.”
“Siz ne dediniz, Eivor ve sen?”
“Ah, biz hiçbir şey demedik ama sonrasında Eivor utandığını söyledi çünkü saçındaki kurdele bozulmuş ve bu yüzden de böyle hiç kimsenin evine gitmezmiş.”
“Adam bunun üstüne eve mi gitti?”
“Hayır, dedi ki, ‘İyi o zaman, ben de burada süt sağarım.’ Sonra pantolonunun fermuarını açtı ve…”
“Evet?”
“Yani Eivor’un kurdelesi çözülmeseydi bizi mi öldürecekti? Ne kadar heyecanlı…”
“Hayır, öyle düşünmüyorum. Adam pantolonunu mu açtı dedin?”
“Evet ve erkeklerin çişini yaptığı şeyi çıkardı…” O net, çocuksu ses cümlenin tam ortasında kesildi çünkü Kollberg elini uzatıp teybi kapatmıştı. Martin Beck ona baktı. Başını sol eline yasladı ve parmak boğumlarıyla burnunu ovaladı.
“Bu işin komik tarafı…” diye başladı Rönn.
“Sen ne geveliyorsun,” diye çıkıştı Kollberg.
“Eh, şimdi itiraf ediyor. Önceki sefer, yapmadım diye yeminler ediyordu, kızlar da kimliğini tespit edemedi, o yüzden bir yere varamadık. Ama şimdi itiraf ediyor. İki seferde de sarhoştum, yoksa yapmazdım diyor.”
“Ah, demek şimdi itiraf ediyor,” dedi Kollberg.
“Evet.”
Martin Beck soru sorarcasına Kollberg’e bakış attı. Ardından Rönn’e dönüp, “Dün gece doğru dürüst uyuyamadın, değil mi?” dedi.
“Hayır.”
“O zaman eve gidip uyu.”
“Bu adamı salalım mı?”
“Hayır,” dedi Kollberg. “Salmak yok.”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.