Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kilitli Oda», sayfa 3

Yazı tipi:

7

Martin Beck, telefon görüşmelerine devam etti. Bergs Caddesi’ne çağrılan ilk devriye polisine ulaşmaya çalıştı ama iki memur da anlaşılan mesaide değildi. Birkaç yeri daha arayıp taradıktan sonra, birisinin tatilde, diğerinin de bir duruşmada delil sunmak için izinli olduğu anlaşıldı. Gunvald Larsson toplantılarla meşguldü ve Einar Rönn çağrıldığı bir yere gitmek üzere dışarı çıkmıştı.

Martin Beck, uzun bir süre daha uğraştıktan sonra vakayı Cinayet Masası’na gönderen dedektif komisere ulaşmayı başardı. Bu da 26 Haziran Pazartesi günü olmuştu ve Martin Beck adama bir soru sormak zorundaydı: “Otopsi raporunun çarşamba günü erkenden geldiği doğru mu?”

Adam cevap verirken sesi fark edilir şekilde titredi: “Emin değilim ama ben şahsen o cuma gününe kadar okumadım.”

Martin Beck bir şey demedi. Bir nevi açıklama bekledi. Açıklama geldi:

“Bizim bölgede, polis kuvveti yarıya inmiş vaziyette. En acil meseleleri halletmeden ona el atmam mümkün değildi. Dosya üstüne dosya geliyor. Her gün daha da beter bir hâl alıyor.”

“Yani o tarihten önce hiç kimse otopsi raporuna bakmadı?”

“Evet, bizim buradaki amir baktı. Cuma sabahı da tabancayla kim ilgilendi diye sordu.”

“Ne tabancası?”

“Svärd’ın kendini vurduğu tabanca. Benim tabancadan haberim yoktu ama oraya çağrılan memurlar bulmuştur diye düşündüm.”

“Onların raporu önümde,” dedi Martin Beck. “Eğer dairede ateşli bir silah olsaydı, kesinlikle burada bahsi geçerdi.”

“Bu devriye polisinin nasıl hata yapmış olabileceğini anlamıyorum,” dedi adam hemen savunmaya geçerek. Adamlarını savunmaya hakkı vardı ve sebebini anlamak zor değildi. Son bir yıldır, karakol polislerine karşı eleştiriler almış başını yürümüştü. Halkla ilişkiler her zamankinden kötüydü ve iş yükü ikiye katlanmıştı. Sonuç olarak, polisler kolayca pes ediyordu. Maalesef, bunlar da genellikle en iyiler oluyordu. İsveç’teki muazzam işsizliğe rağmen, yeni adam bulmak imkânsızdı ve işe alım departmanı küçüldükçe küçülüyordu. Teşkilatta kalan polisler de birbirlerine tutunma ihtiyacını yürekten hissediyordu.

“Belki de,” dedi Martin Beck.

“Bu adamlar, tam olarak yapmaları gerekeni yaptılar. Eve girip ölüyü bulduktan sonra üstlerinden birini aradılar.”

“Gustavsson denen adamı mı?”

“Aynen. Cinayet Büro’dan. Cesedi bulmanın dışında, çıkarımlara varma ve gözlemlerini rapor etme işi ona aitti. Ona silahı göstermiş, gereğini yapmışlardır diye düşündüm ben de.”

“Sonra da rapor etme zahmetine bile girmedin?”

“Böyle şeyler oluyor,” dedi polis gevrek gevrek.

“Eh, görünen o ki odada silah yokmuş.”

“Evet. Ama ben bunu bir hafta önce, pazartesi günü, Kristiansson ve Kvastmo ile konuşurken öğrendim. Bunun üstüne de, dosyayı hemen Kungsholms’a gönderdim.”

Kungsholmen polis merkezi ve Cinayet Büro aynı binadaydı. Martin Beck hiç çekinmeden şöyle dedi: “Eh, pek de uzak bir mesafe değil zaten.”

“Biz hata yapmadık,” dedi adam.

“Aslında ben kimin hata yapmış olabileceğinden çok, Svärd’a ne olduğuyla ilgileniyorum,” dedi Martin Beck.

“Eh, eğer bir hata yapılmışsa, en azından yapan Büyükşehir Emniyet Teşkilatı değildir.”

Bu çıkışı, bayağı ima barındırıyordu. Martin Beck, iyisi bu konuşmayı nihayete erdirmek, diye düşündü. “Yardımın için teşekkürler,” dedi. “Hoşça kal.”

Hattaki bir sonraki adam, çok acelesi varmış gibi gözüken Dedektif Komiser Gustavsson’du. “Ha, şu olay,” dedi. “Eh, ben hiç anlamadım. Ama herhâlde öyle şeyler oluyordur.”

“Nasıl şeyler?”

“Açıklanamaz şeyler, hani çözümü bulunamayan muammalar gibi. Dolayısıyla insan anında pes etmesi gerektiğini anlıyor.”

“Buraya gelme nezaketini gösterebilir misin?” dedi Beck.

“Şimdi mi? Västberga’ya mı?”

“Aynen.”

“Maalesef imkânsız.”

“Bence değil.” Martin Beck kol saatine baktı. “Üç buçuk diyelim.”

“Ama bu imkânsız…”

Martin Beck, “Üç buçuk,” dedi ve telefonu kapattı. Sandalyesinden kalkıp elleri arkasından bağlı, odada volta atmaya başladı.

Bu açıktan açığa çekişme, son beş yılda yaşananlar hakkında çok şey anlatıyordu. Polisin bir soruşturmaya öncelikle bir şeyleri ayıklamaya çalışmakla başlaması gittikçe sık yaşanıyordu artık. Bu da esas konuya odaklanmayı zorlaştırıyordu.

Aldor Gustavsson, saat 4.05’te geldi. Bu isim Martin Beck için hiçbir şey ifade etmiyordu fakat adamı görür görmez tanıdı. Yaklaşık otuzlu yaşlarında, sıska bir adamdı, sert, umursamaz bir havası vardı. Martin Beck onu ara sıra Stockholm Cinayet Büro’da, ayrıca daha farklı ortamlarda görmüştü.

“Lütfen otur.”

Gustavsson en güzel sandalyeye oturdu, bacak bacak üstüne atıp bir puro çıkardı. Puroyu yakıp şöyle dedi: “Çılgın bir hikâye, hı? Ne bilmek istiyorsun?”

Martin Beck bir süre tükenmez kalemini parmaklarının arasında yuvarlayarak sessizce oturdu. Sonra şöyle dedi: “Bergs Caddesi’ne saat kaçta gittin?”

“Akşam saatlerinde. On civarı.”

“O sırada nasıl gözüküyordu?”

“Bayağı iğrençti. Kocaman beyaz kurtçuklarla doluydu. Kokudan zaten burnumun direği kırılıyordu. Polislerden biri hole kusmuştu.”

“Memurlar neredeydi?”

“Birisi kapının dışında nöbet tutuyordu. Diğeri arabanın içinde oturuyordu.”

“Tüm bu zaman boyunca kapıda nöbet mi tutmuşlar?”

“Evet, en azından anlattıklarına göre öyle.”

“Peki sen ne yaptın?”

“Hemen içeri girip şöyle bir baktım. Bayağı berbat görünüyordu, dediğim gibi. Fakat Cinayet Masası’na iş çıkabilirdi, hiç belli olmaz.”

“Ama sen başka bir çıkarıma vardın?”

“Tabii. Sonuçta her şey aşikârdı. Kapı içeriden üç dört farklı noktadan kilitlenmişti. O adamlar bile içeri girebilmek için akla karayı seçmişti. Pencere de kilitliydi, jaluziler inikti.”

“Pencere hâlâ kapalı mıydı?”

“Hayır. Polisler içeri girince açmışlar elbette. Yoksa kimse orada gaz maskesi takmadan duramazdı.”

“Orada ne kadar kaldın?”

“Çok fazla değil. Cinayet soruşturması gerektirecek bir durum olmadığına kanaat getirmeye yetecek kadar. Ölüm sebebi ya intihar ya da doğal sebeplerden olmalıydı, dolayısıyla iş artık üniformalılara kalıyordu.”

Martin Beck raporu karıştırdı. “Burada oradan alınan şeylerin listesi yok,” dedi.

“Yok mu? Eh, herhâlde birisi düşünmüştür onu. Öte yandan, zaten bir anlamı yoktu. İhtiyarın pek bir eşyası yoktu. Bir masa, bir sandalye ve bir yatak galiba; bir de açık mutfakta birkaç ıvır zıvır.”

“Ama güzelce etrafa baktın?”

“Tabii tabii. Adamlara onay vermeden önce her şeyi inceledim.”

“Ne için onay?”

“Ne mi? Nasıl yani?”

“Ne yapmaları için onay?”

“Cesedi kaldırmaları için elbette. Yaşlı adamın otopsiye gitmesi gerekiyordu, değil mi? İntihar etmiş olsa bile yine de açılıp bakılmalıydı. Kurallar böyle.”

“Gözlemlerini söyleyebilir misin?”

“Tabii. Basit. Ceset pencereden yaklaşık üç metre ötede yatıyordu.”

“Yaklaşık?”

“Evet, doğrusu yanımda metre yoktu. Ceset iki aylığa benziyordu; bir diğer deyişle kokuşmuştu. Odada iki sandalye, bir masa ve bir yatak vardı.”

“İki sandalye?”

“Evet.”

“Az önce bir dedin.”

“Öyle mi? Evet, iki taneydi tahminimce ve bir de eski gazeteler ve kitaplarla dolu bir raf vardı, mutfakta da iki tencere, bir cezve ve her zamanki eşyalar.”

“Her zamanki?”

“Evet, bir konserve açacağı, çatal bıçak, çöp kutusu falan.”

“Anladım. Yerde herhangi bir şey var mıydı?”

“Hiçbir şey yoktu, ceset haricinde yani. Polis memurlarına sordum, onlar da bir şey bulmamıştı.”

“Dairede başka kimse var mıydı?”

“Hayır. Çocuklara sordum, hayır dediler. Ben ve o ikisinden başka kimse içeri girmemişti. Sonra minibüslü adamlar gelip cesedi plastik bir poşete koyup götürdüler.”

“O zamandan bu yana Svärd’ın ölüm sebebini öğrendik.”

“Aynen. Doğru. Kendini vurmuş. Akıl almıyor sahiden.

Silahı ne yapmış peki?”

“Elle tutulur bir açıklaman yok mu?”

“Yok. Olay tamamıyla saçmalığın daniskası. Çözümsüz bir vaka, dediğim gibi. Sık sık böyle olmaz mı zaten, hı?”

“Diğer polis memurlarının bir fikri var mıydı?”

“Hayır, tek gördükleri adamın ölü ve tüm pencerelerin kapalı olması. Ortada bir tabanca olsaydı, onlar ya da ben bulurduk. Neyse, olsa olsa ancak o ihtiyarın yanında yerde duruyor olurdu.”

“Ölünün kim olduğunu öğrendiniz mi?”

“Tabii ki. Adı Svärd’dı, değil mi? Kapıda bile yazılıydı. Ne tip bir adam olduğu bir bakışta anlaşılıyordu.”

“Ne tipti?”

“Eh, sosyal bir vaka. Yaşlı ayyaş muhtemelen. Kendilerini öldüren tiplerden; yani geberene kadar içmez ya da kalpten filan gitmezlerse.”

“Ekleyeceğin başka ilginç bir şey var mı?”

“Hayır, dediğim gibi, akıllara durgunluk veriyor. Safi esrar. Bahse girerim, sen bile bunu çözemezsin. Her neyse, zaten daha önemli şeyler var.”

“Olabilir.”

“Evet, bence öyle. Artık gidebilir miyim?”

“Henüz değil,” dedi Martin Beck.

“Söyleyecek başka sözüm yok,” dedi Aldor Gustavsson, purosunu küllükte söndürüp.

Martin Beck ayağa kalkıp pencereye yürüdü, sırtı ziyaretçisine dönük hâlde durdu. “Benim söyleyecek birkaç sözüm var,” dedi.

“Ah? Neymiş?”

“Oldukça fazla. Hepsinden önce Adli Tıp, mekânı geçen hafta incelemiş. Hemen hemen bütün izler yok edilmiş olsa da halıda bir büyük ve iki küçük kan lekesi bulmuşlar. Sen hiç kan lekesi gördün mü?”

“Hayır. Özellikle de bakmadım gerçi.”

“Bakmadığın belli. Sen neye baktın peki?”

“Hiçbir şeye. Olay gayet belliydi zaten.”

“Eğer o kan lekelerini gözden kaçırdıysan, başka birçok şeyi de gözden kaçırmış olabilirsin.”

“Her koşulda, orada bir ateşli silah yoktu.”

“Ölünün üstündeki giysilerin nasıl olduğu dikkatini çekti mi?”

“Hayır, pek değil. Sonuçta tamamen çürümüştü. Paçavralar vardır herhâlde. Ayrıca bunun bir anlamı olabileceğini düşünmedim.”

“Senin ilk bakışta fark ettiğin şey, ölen adamın fakir ve yalnız biri olmasıydı. Toplumun ileri gelenlerinden biri demezdin yani.”

“Tabii ki. İnsan benim kadar alkolik ve sosyal yardım vakası görünce…”

“Eee?”

“Eh, işte o zaman kim kimdir, ne nedir anlıyorsun.”

Martin Beck, Gustavsson’un anlayıp anlamadığını merak etti. Dışından şöyle dedi: “Diyelim ki merhum sosyal olarak üst sınıftan biriydi, o zaman belki vazifene daha titizlikle yaklaşırdın, değil mi?”

“Evet, böyle vakalarda ayağını denk almak gerekiyor. Gerçek şu ki zaten bizim işimiz başımızdan aşmış.” Etrafına bakındı. “Sen burada fark etmesen de çok çalışıyoruz. Sen her karşına çıkan ölü ayyaş için Sherlock Holmes’çuluk oynayabilirsin. Başka bir şey var mıydı?”

“Evet, var. Bu vakayı ele alış biçimin korkunç.”

“Ne?” Gustavsson ayağa kalktı. Birdenbire, Martin Beck’in, kariyerine leke sürebilecek, hatta belki de ciddi hasarlar verebilecek konumda olduğu kafasına dank etti. “Bir dakika,” dedi. “Sırf ben o kan lekelerini göremedim ve orada olmayan bir silahı bulamadım diye…”

“İhmal kötülerin içinde en kötüsü değil,” dedi Martin Beck. “İhmal olsa affedilebilir. Şöyle söyleyeyim: Polis doktorunu arayıp hatalı ve peşin hükümlü fikirlere dayanarak talimatlar vermişsin. Dahası iki polisi memurunu vakanın gayet basit bir olay olduğuna inandırmış, odaya şöyle bir girip her şey toplanıp temizlensin demişsin. Kriminolojik soruşturmaya ihtiyaç duyulmadığını ilan ettikten sonra bir tane fotoğraf bile çekmeden cesedi kaldırtıp götürtmüşsün.”

“Aman Tanrım,” dedi. “Yaşlı adam kesinlikle intihar etmişti.”

Martin Beck arkasını dönüp ona baktı.

“Bunlar resmî eleştiriler mi?” dedi Gustavsson telaşa kapılarak.

“Evet, gayet resmî. İyi günler.”

“Bir dakika. Yardım etmek için elimden gelen her şeyi yapacağım…”

Martin Beck başını iki yana salladı ve adam odadan ayrıldı. Endişeli görünüyordu. Fakat kapı tam kapanma fırsatı bulamadan Martin Beck adamın şu sözleri sarf ettiğini duydu: “Seni yaşlı piç…”

Doğal olarak, Aldor Gustavsson hiçbir şekilde komiser olmamalıydı, hatta hiçbir polis biriminde yer almamalıydı. Yeteneksiz, ukala, yapmacığın tekiydi ve işini doğru düzgün yapmıyordu. Üniformalı polislerin en iyileri her zaman Cinayet Büro’ya atanırdı. Muhtemelen hâlâ da öyleydi. Eğer onun gibi adamlar bu notları almış ve ta on yıl önce komiser olmuşlarsa gelecekte kim bilir her şey nasıl olacaktı?

Martin Beck, bugünlük mesaisinin sona erdiğini hissetti. Yarın şu kilitli odaya gidip kendi bakacaktı. Bu gece ne yapsaydı? Bir şeyler yerdi, ne bulursa, sonra okuması gerektiğini bildiği kitapları karıştırırdı. Yatağında tek başına uzanır ve uykuya dalmayı beklerdi. Kapana kısılmış hissederek.

Kendi kilitli odasında.

8

Einar Rönn açık havayı seven bir tipti. Polis olmayı, onu hep hareket hâlinde tuttuğu ve açık havada olması için pek çok fırsat sunduğundan seçmişti. Yıllar geçtikçe ve terfiler birbirini izledikçe mesaisi onu kademeli olarak masa başına bağlamıştı ve temiz havada geçirdiği dakikalar, Stockholm havasına ne kadar temiz denilebilirse, gittikçe nadirleşmişti. Tatillerini, doğup büyüdüğü Lapland’ın vahşi dağlık arazilerinde geçirmesi onun için vazgeçilmez bir ihtiyaç hâline gelmişti. Aslında Stockholm’den nefret ediyordu. Daha kırk beş yaşındaydı, şimdiden emekliliğini düşünüyor ve ne zaman temelli Arjeplog’a taşınabileceğini hesaplıyordu.

Yıllık izni yaklaşıyordu ve Einar Rönn şimdiden gergindi. Bu banka meselesi açıklığa kavuşmazsa iznini feda etmesi istenebilirdi.

Soruşturmayı bir nevi sonuca bağlayabilmek için aktif bir şekilde katkı sağlaması gerekiyordu, kolları sıvamıştı ve bu pazartesi akşamı, Vällingby’deki evine, karısının yanına gitmek yerine bir tanıkla konuşmak üzere Sollentuna’ya arabayla gidiyordu.

Her zamanki gibi tanığı Cinayet Büro’ya çağırabilecekken bizzat uğramaya gönüllü olmakla kalmamış, bu göreve hevesli olduğunu öyle bir göstermişti ki Gunvald Larsson, acaba Unda ile kavga mı ettiler diye meraklanmıştı.

“Tabii canım, etmedik yani,” dedi Rönn, o tuhaf deyişlerinden birini kullanarak.

Rönn’ün uğrayacağı adam otuz iki yaşında bir metal işçisiydi, aslında Gunvald Larsson tarafından Horns Caddesi’ndeki bankanın dışında ne gördüğü hakkında sorguya çekilmişti. Adı Sten Sjögren’di ve Sångarvägen’de yarı müstakil bir evde yalnız yaşıyordu. Adam evin önündeki küçük bahçede, gül çalısını suluyordu ve Rönn arabadan inince sulama kabını kenara koyup demir kapıyı açmak için yaklaştı. Avuçlarını pantolonuna sildikten sonra elini uzatıp tokalaştı, merdivenleri çıktı ve ön kapıyı Rönn için açtı.

Ev küçüktü ve zemin katta; mutfak ve hol haricinde sadece bir oda vardı. Bu odanın kapısı aralıktı. İçerisi oldukça boştu. Adam Rönn’ün bakışlarını yakalayınca, “Karımla yeni boşandık,” diye açıkladı. “Mobilyaların bir kısmını götürdü, bu yüzden şu anda çok sıcak bir yuva ortamı yok. Ama üst kata çıkabiliriz.”

Merdivenlerin tepesinde, açık şöminesi olan, oldukça geniş bir oda vardı, şöminenin önünde birbiriyle uyumsuz tekli koltuklar, alçak beyaz bir sehpanın etrafına dizilmişti. Rönn oturdu ama adam ayakta durdu.

“İçecek bir şey?” dedi. “Kahve ısıtabilirim. Ya da buzdolabında biram var.”

“Teşekkürler, siz ne alırsanız aynısından,” dedi Rönn.

“O zaman birer bira içelim,” dedi adam. Hızla alt kata inerken Rönn mutfaktan takur tukur sesler duydu.

Rönn odada sağa sola baktı. Fazla mobilya yoktu, bir stereo teyp, birkaç kitap. Ateşin yanındaki bir sepette bir tomar gazete. Dagens Nyheter, Vi, komünist gazete Ny Dag ve Metal İşçisi.

Sten Sjörgen bardaklar ve iki kutu birayla geri döndü, hepsini beyaz sehpaya koydu. Adam incecik, bir deri bir kemikti, Rönn’ün ortalama kabul ettiği uzunlukta kızılımsı dağınık saçları vardı. Yüzü çillerle doluydu ve hoş, içten bir gülümsemeye sahipti. Kutuları açıp bardağa koyduktan sonra Rönn’ün karşısına oturdu, kadehini ona doğru kaldırdı ve bir yudum içti.

Rönn biranın tadına bakıp konuşmaya başladı: “Geçen cuma günü Horns Caddesi’nde ne gördüğünüzü dinlemek isterim. Zamana bırakıp iyice hafızanızdan silinmesine izin vermesek iyi olur.” Bayağı iyi dedim, diye düşündü Rönn hâlinden memnun.

Adam başıyla onaylayıp bardağını koydu. “Evet, eğer bir soygun ve cinayet olduğunu bilsem, hatuna ve arabadaki adama daha dikkatli bakardım.”

“Siz şu ana dek elimizdeki en iyi tanıksınız,” dedi Rönn cesaretlendirmek için. “Horns Caddesi’nde yürüyordunuz. Ne yöne doğru gidiyordunuz?”

“Slussen’den geliyor, Ringvägen’e doğru geçiyordum. Bu hatun arkadan aniden gelip bana çarparak koşar adım yanımdan geçti.”

“Onu tarif edebilir misiniz?”

“Çok iyi edemem maalesef. Onu gerçekten sadece arkadan gördüm, bir de tam arabaya binerken yarım saniye yandan. Benden daha kısa boyluydu, herhâlde on beş santim daha kısaydı. Benim boyum 1.78. Yaşını kestirmek zor ama bence yirmi beşten küçük otuz beşten de büyük değildi, otuz yaşında falandı. Üstünde kot pantolon vardı, sıradan mavi bir kot, pantolonunun içine sokulmamış açık mavi bir bluz ya da gömlek. Ayağına ne giydiğine dikkat etmedim ama başında bir şapka vardı, kenarı kalın, kot şapka. Saçları açık renkti, düzdü ve bugünlerde kızların uzattığı kadar uzun değildi. Orta uzunluktaydı denilebilir. Bir de yeşil bir omuz çantası vardı, şu Amerikan askeri çantalarından biri.”

Adam hâki gömleğinin göğüs cebinden bir paket sigara çıkarıp Rönn’e ikram etti, Rönn hayır anlamında başını sallarken, “Bir şey taşıyıp taşımadığını gördünüz mü?” diye sordu.

Adam kalktı, açık şöminenin üstündeki raftan bir kutu kibrit alıp sigarayı yaktı. “Hayır, emin değilim. Ama taşıyordu galiba.”

“Zayıf mıydı, şişman mıydı, yoksa…”

“Orta herhâlde. Ne zayıf, ne şişman. Normal işte.”

“Yüzünü hiç mi görmediniz?”

“Sanırım arabaya binerken çok kısacık bir saniye gördüm. Ama kafasında şapka ve gözünde de kocaman bir güneş gözlüğü vardı.”

“Onu tekrar görseniz tanır mısınız?”

“Yüzünü hayır. Başka giysiler içinde, mesela elbiseyle görsem de tanımam.”

Rönn düşünceli bir şekilde birasını yudumladı. Sonra şöyle dedi: “Kadın olduğundan yüzde yüz emin misiniz?”

Karşısındaki adam şaşırdı. Sonra kaşlarını çatıp tereddütle ekledi: “Evet, en azından ben direkt kadın sandım. Ama şimdi siz böyle sorunca, emin olamıyorum doğrusu. Genel izlenimim kadın olduğu yönündeydi, insan genelde kim erkek, kim hatun, anlar ya, gerçi bugünlerde bunu ayırt etmek de güçleşti. Kadındı diye iddia edemem. Göğüsleri nasıldı, görmeye fırsatım olmadı.”

Sessizleşti ve sigara dumanının arasından Rönn’e dikkatlice baktı. “Hayır, haklısınız,” dedi yavaşça. “Bir kadın olmayabilir; gayet tabii bir erkek de olabilir. Hatta bu daha mantıklı. Kadınların banka soyup insanları vurduğu nerede görülmüş.”

“Yani o zaman bir erkek de olabilirdi diyorsunuz?” diye sordu Rönn.

“Evet, siz öyle deyince şimdi. Hatta, bence kesinlikle erkekti.”

“İyi, peki diğer ikisi? Onları tarif edebilir misiniz? Arabayı da?” Sjögren sigarasından son bir fırt çekti, sonra izmariti şömineye attı, zaten içinde bir sürü sigara izmariti ve kibrit duruyordu.

“Araba Renault 16’ydı, orasından kesin eminim,” dedi.

“Açık gri ya da bej rengiydi, o renge ne dendiğini bilmiyorum ama neredeyse beyazdı. Plakasının hepsini hatırlamıyorum ama ‘A’ ile başlıyordu ve plakanın içinde iki tane 3 rakamı olduğu aklımda kalmış. Belki de üçtü ama en az iki tane 3 vardı ve sanırım yan yanaydılar, diğer rakamların ortasında bir yerde.”

“Sadece A olduğundan emin misiniz?” diye sordu Rönn. “Mesela ‘AA’ ya da ‘AB’ değil miydi?”

“Hayır, sadece ‘A.’ Bunu iyi hatırlıyorum. Görsel hafızam kuvvetlidir.”

“Evet, gerçekten çok kuvvetli,” dedi Rönn. “Bütün tanıkların hafızası sizinki gibi olsa hayat çok daha kolaylaşırdı.”

“Ah evet,” dedi Sjögren. “Ben Bir Kamerayım. Okudunuz mu? Isherwood.”

“Hayır,” dedi Rönn. Filmini izlemişti ama söylemedi. Filmi de Julie Harris’e hayran olduğu için izlemişti. Fakat ne Isherwood’un kim olduğunu ne de filmin bir kitap uyarlaması olduğunu biliyordu.

“Ama filmini izlemişsinizdir?” dedi Sjögren. “İyi kitaplar hep öyle oluyor. İnsanlar filmini izliyor da kitabını okuma zahmetine girmiyor. Bu film bayağı güzeldi, gerçi ismi aptalca. Peki ya Hoşça Kal Berlin?

“Ah,” dedi Rönn, izlediği zaman filmin adının Ben Bir Kamerayım olduğundan emindi. “Evet, kulağa bayağı aptalca geliyor.”

Hava kararıyordu, Sten Sjögren kalkıp Rönn’ün koltuğunun arkasındaki yerden aydınlatmalı ışığı yaktı. Tekrar oturunca Rönn dedi ki: “Eh, devam edelim bence. Arabadaki adamları tarif edecektiniz.”

“Evet, benim gözüme çarptıklarında arabada sadece biri oturuyordu.”

“Ya?”

“Diğeri kaldırımda duruyor, arka kapı aralık bekliyordu. İri bir adamdı, benden bayağı bir uzundu ve güçlü kuvvetliydi. Şişman değildi ama ağır ve babayiğit duruyordu. Benim yaşımdaydı, kabaca otuz ile kırk arasında, gür kıvırcık saçlıydı, neredeyse Harpo Marx gibi ama daha koyu renk, sıçan rengi. Siyah pantolon giymişti, pantolonu çok dar duruyordu, paçaları genişti ve parlak siyah bir gömleği vardı. Gömleğin düğmeleri göğsünün aşağılarına kadar açıktı ve sanırım göğsünde, gümüş bir zincirin ucunda bir şey sallanıyordu. Yüzü güneşte bayağı yanmıştı, daha doğrusu kırmızıydı. Hatun, tabii eğer o bir hatunsa, koşarak gelince içeri atlaması için arka kapıyı açtı, kadın atladı ve sonra da kapıyı kapattı, kendisi öne oturdu ve araba trafiğe karışıp gitti.”

“Hangi yönde?” diye sordu Rönn.

“Sokakta ilerleyip Maria Meydanı’nın yolunu tuttu.”

“Ah,” dedi Rönn. “Anladım. Peki diğer adam?”

“O direksiyonda olduğu için onu pek iyi göremedim. Ama daha gence benziyordu, yirmiden büyük olduğunu sanmıyorum. Zayıf ve solgundu, o kadarını gördüm. Üstünde beyaz bir tişört vardı ve kolları bayağı sıskaydı. Saçları siyahtı, bayağı uzundu ve pis görünüyordu. Yağlı ve dağınıktı. Güneş gözlüğü takmıştı, ve evet şimdi hatırladım, sol bileğinde geniş bir kol saati takıyordu.”

Sjögren elinde bira bardağıyla koltuğa yaslandı.

“Eh, sanırım size hatırladığım her şeyi anlattım,” dedi.

“Yoksa bir şeyler unuttuğumu mu düşünüyorsunuz?”

“Bilmiyorum,” dedi Rönn. “Olur da herhangi bir şey daha hatırlarsanız, umarım beni ararsınız. Önümüzdeki birkaç gün daha evde mi olacaksınız?”

“Evet, maalesef,” dedi Sjögren. “Aslında izindeyim ama bir yere gidecek param yok. O yüzden herhâlde buralarda takılırım.”

Rönn bardağını kafaya dikip ayağa kalktı. “Güzel,” dedi. “Yardımınıza tekrar ihtiyaç duyabiliriz.”

Sjögren de ayağa kalktı ve Rönn’ün peşinden merdivenlerden indi. “Yani bütün bunları en baştan mı yaşayacağım diyorsunuz?” dedi. “Bir kere kaydetseniz, daha rahat olmaz mı?” Ön kapıyı açtı ve Rönn dışarı adım attı.

“Demek istediğim, biz onları yakalayınca bu kişilerin kimliğini teşhis etmede size ihtiyacımız olabilir. Ya da Cinayet Büro’ya gelip birkaç fotoğrafa bakmanızı da isteyebiliriz.” Tokalaştılar ve Rönn devam etti: “Eh, bakalım. Belki de sizi bir daha rahatsız etmeyiz. Bira için teşekkür ederim.”

“Ah, hiç önemli değil. Elimden gelen yardımı seve seve yaparım.”

Rönn arabayla uzaklaşırken Sjögren kapısının eşiğinden dostça el salladı.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
12+
Litres'teki yayın tarihi:
30 haziran 2023
ISBN:
978-625-99187-2-3
Editör:
Telif hakkı:
Ayrıksı Kitap