Kitabı oku: «Savoy Cinayeti», sayfa 2
3
Kungsholms Caddesi’ndeki polis merkezinde buna benzer bir ifade kullanıldı.
Einar Rönn, terli kırmızı suratını Gunvald Larsson’un odasının kapısından içeri uzatarak, “Kaçırdılar işte,” dedi.
“Hangisini?” diye sordu Gunvald Larsson dalgın bir hâlde.
Aklı tamamen başka bir yerdeydi, bir gece evvel metroda şiddet dolu üç soygun yaşanmıştı. İki tecavüz. On altı kavga. Burası Stockholm’dü, farklı bir yerdi. Yine de dün gece herhangi bir cinayet vakası olmamıştı. Çok şükür. Kaç hırsızlık ya da soygun yapılmıştı, hiç bilmiyordu. Ya da kaç keş, seks suçlusu, kaçakçı ve alkolik, polis tarafından gözaltına alınmıştı tam bilmek mümkün değildi. Çok sayıda polis memuru, devriye arabalarında ve karakollarda büyük ihtimal masum insanlara yüklenmişti. Sayılamayacak kadar çoktu muhtemelen. Gunvald Larsson kendi işine baktı.
Gunvald Larsson, Gasp ve Darp Masası’nda dedektif komiserdi. Bir doksan beş boyunda, boğa gibi güçlüydü. Gözleri maviydi ve bir polise göre oldukça züppe giyinirdi. Örneğin bu sabah uçuk gri, tiril tiril bir takım elbise giyip aynı renk kravat takmıştı, ayakkabı ve çorapları da takımdı. Değişik biriydi, pek seveni yoktu.
“Haga hava terminaline giden otobüs var ya, biliyorsun,” dedi Rönn.
“Eee, ne olmuş ona? Patlatmışlar mı?”
“Yolculara bakması gereken polisler, oraya zamanında ulaşmamış. Onlar vardığında yolcular çoktan inip ortadan kaybolmuş ve otobüs de çekip gitmiş.”
Gunvald Larsson nihayet düşüncelerini bu olaya vererek mavi gözleriyle Rönn’e çakı gibi baktı ve karşılık verdi, “Ne? Ama bu imkânsız.”
“Maalesef değil,” dedi Rönn. “Vaktinde yetişememişler ki.”
“Kafayı mı yedin?”
“Bu olayın sorumlu amiri ben değilim,” dedi Rönn.
“Ben yapmadım.”
Sakin ve iyi huylu biriydi, Arjeplog’luydu, İsveç’in kuzeyindendi. Stockholm’de uzun süredir yaşıyor olmasına rağmen hâlâ kendi şivesiyle konuşurdu.
Gunvald Larsson, Skacke’nin telefonunu şans eseri açmıştı. Bu otobüsü kontrol ettirmeyi de sıradan bir rutin önlem sanmıştı. Kızgın kızgın somurtarak devam etti, “Kahretsin ya, ben Solna’yı aynı saniye aradım. Oradaki nöbetçi bana Karolinskavägen’de bir devriye olduğunu söyledi. Oradan terminale arabayla en fazla üç dakikada ulaşırsın. En az yirmi dakikaları vardı. Ne olmuş ki?”
“Sanırım oraya giden ekibe yolda başka bir iş çıkmış.”
“Başka bir iş mi?”
“Evet, birisine uyarı vermek zorunda kalmışlar. Bu arada zaman kaybettiklerinden terminale vardıklarında otobüs çoktan gitmiş.”
“Ne uyarısı?”
Rönn gözlüğünü takıp elindeki kâğıda baktı. “Evet.
Otobüsün adı Beata. Genelde Bromma’dan gelir.”
“Beata mı? Hangi dangalak otobüslere de isim vermeye başladı?”
“Eee, benim suçum mu,” dedi Rönn yumuşak bir tonla.
“Devriyedeki dâhilerin de isimleri var mı bari?”
“Büyük olasılıkla. Ama kim olduklarını bilmiyorum.”
“Hemen öğren. Tanrı aşkına ya, otobüslerin bile ismi varsa, sıradan memurların da vardır, değil mi? Hoş, bence sadece numaraları da yeter.”
“Ya da simgeleri.”
“Simgeleri mi?”
“Anlarsın ya, kreşe giden çocuklar gibi. Gemi, araba, kuş, mantar, börtü böcek, köpek falan.”
“Hiç kreşe gitmedim,” dedi Gunvald Larsson surat asarak. “Hemen öğren. Mantıklı bir açıklaması yoksa, Malmö’deki şu Månsson denen adam gülmekten geberecek.”
Rönn odadan çıktı.
“Börtü böcek ya da köpekmiş,” dedi Larsson kendi kendine. “Herkes ayrı bir delirmiş,” diye de eklemekten geri durmadı.
Sonra tekrar metrodaki soygunlara döndü, zarf açıcıyla dişini karıştırdı.
Yaklaşık on dakika sonra Rönn geri döndü, gözlüğünü kırmızı burnunun üstüne koymuştu, kâğıt elindeydi. “Şimdi buldum,” dedi. “Solna polis merkezinden üç numaralı araç. Karl Kristiansson ile Kurt Kvant.”
Gunvald Larsson birden irkildi, zarf açıcıyla neredeyse intihar edecekti. “Tanrım, tahmin etmeliydim zaten. Bu iki geri zekâlı başımın belası. Hem de Skåne’liler. Hemen onları buraya getir. Durumu çözüme kavuşturmak zorundalar.”
Kristiansson ve Kvant’ın yapacakları açıklama gayet uzundu. Anlatacakları karmaşıktı ve hiç de basit değildi. Ayrıca Gunvald Larsson’dan çok çekinirlerdi. Kungsholms’daki polis merkezine gelişlerini yaklaşık iki saat ertelemeyi başardılar. Bu da kötü bir hataydı çünkü Gunvald Larsson arada geçen o zaman zarfında kendi araştırmasını yapmıştı.
Nihayet Gunvald Larsson’un karşısında üniformalı, şapkaları ellerinde dimdik duruyorlardı. İkisi de 1.80 boyunda, sarışın, geniş omuzluydu ve donuk mavi gözlerle Gunvald Larsson’a bön bön baktılar. Polisler arasında yazılı olmayan ama herkesçe bilinen bir kural vardır. Bir polis başka bir polisi eylemlerinden dolayı kınamaz ya da başka bir polisin aleyhine olabilecek bir ifade vermez. Ancak Gunvald Larsson’un sürekli bu kuralı çiğniyor olması aralarında merak konusuydu.
“Günaydın,” dedi Gunvald Larsson dostça bir tavırla.
“Gelebildiniz sonunda, ne hoş.”
“Günaydın,” dedi Kristiansson tereddütle.
“Merhaba,” dedi Kvant diklenir gibi.
Gunvald Larsson ona ters ters baktı, derin bir nefes verip söze başladı, “Haga’daki otobüste kimlik araması yapması gereken memurlar sizdiniz, değil mi?”
“Evet,” dedi Kristiansson.
Derin derin düşündü. Sonra ekledi, “Ama oraya geç vardık.”
“Vaktinde yetişemedik,” diye açıkladı Kvant.
“Orasını anladım,” dedi Gunvald Larsson. “Aynı zamanda telsizden mesajı aldığınızda Karolinskavägen’de park hâlinde olduğunuzu da duydum. Oradan terminale gitmek iki, bilemediniz üç dakika sürer. Arabanız hangi model?”
“Plymouth,” dedi Kristiansson ezilip büzülerek.
“Tatlı su levreği yarım saatte iki kilometre yol yapar,” dedi Gunvald Larsson. “En yavaş balıklardandır. Yine de o mesafeyi sizden çok daha çabuk kat ediyor.”
Durdu. Sonra kükredi, “Neden oraya vaktinde varamadınız?”
“Yolda birisine uyarı vermek zorunda kaldık,” dedi Kvant kaskatı bir hâlde.
“Emin ol, bir levreğe sorsam daha iyi bir açıklama bulurdu,” dedi Gunvald Larsson, pes edip. “Eee, neymiş şu meşhur uyarı bakalım?”
“Şey… bize hakaret edildi,” dedi Kristiansson cılız bir sesle.
“Devlet memuruna görev başında hakaret,” diye altını çizdi Kvant.
“Nasıl oldu peki?”
“Bisikletle yanımızdan geçen bir adam bize hakaretler savurdu.”
Kvant sazı eline almıştı, Kristiansson ise ağzını açmıyor ama gitgide daha da huzursuz görünüyordu.
“Bu da az önce aldığınız görevi yapmanıza mâni oldu?”
Kvant’ın cevabı hazırdı. “Resmî bir bildiriye göre, Emniyet Müdürü’nün kendisi der ki, eğer bir memura görev başında hakaret edilirse, özellikle de üniformalı bir memura hakaret edilirse, o kişiye kesinlikle resmî bir uyarı verilmelidir. Polisler eğlence aracı değildir.”
“Ya öyle mi?” dedi Gunvald Larsson.
İki memur ona aval aval bakıyordu.
Gunvald Larsson omuz silkip devam etti: “Şimdi, size katılıyorum, bahsettiğiniz bu nüfuzlu otorite resmî bildirileriyle meşhurdur ama onun bu kadar silme salak bir laf edeceğini sanmıyorum. Eee, neymiş şu meşhur hakaret peki?”
“‘Domuz!’” dedi Kvant.
“Siz de bunu hak etmediğinizi düşündünüz?”
“Kesinlikle hayır,” dedi Kvant.
Gunvald Larsson, Kristiansson’a merakla baktı, ağırlığını verdiği ayağını değiştiren adam, “Evet, galiba,” dedi.
“Hı hı,” dedi Kvant. “Siv bile olsa derdi ki…”
“Siv?” dedi Gunvald Larsson. “O da mı otobüs ismi?”
“Karım,” dedi Kvant.
Gunvald Larsson parmaklarını birbirinden ayırdı ve kocaman, kıllı elini, avucu açık bir biçimde masaya indirdi. “Aynen şöyle oldu,” dedi. “Siz arabanızı Karolinskavägen’e park etmiş duruyordunuz. Telsiz mesajını aldınız. Adam bisikletle yanınızdan geçti ve size ‘Domuz!’ diye bağırdı. Ona uyarı vermeye mecburdunuz. Bu yüzden terminale vaktinde yetişemediniz.”
“Doğrudur,” dedi Kvant.
“Evet,” dedi Kristiansson.
Gunvald Larsson uzun uzun baktı adamlara. Sonunda alçak bir sesle, “Doğru mu?” dedi.
Kimse cevap vermedi. Kvant korkuya kapılmaya başladı.
Kristiansson bir eliyle gergince tabancasının namlusunu elledi, şapkasıyla alnında biriken teri sildi.
Gunvald Larsson uzun bir süre sessiz kaldı, o sessizliğin ortama iyice oturmasını bekledi. Birdenbire kollarını yukarı kaldırıp ellerini masaya vurunca bütün oda sarsıldı.
“Yalan söylüyorsunuz,” diye haykırdı. “Ağzınızdan çıkan her kelime yalan; bunu da bal gibi biliyorsunuz. Arabaya servis yapan restoranlardan birinde durdunuz. İçinizden biri dışarıda dikilmiş, sosisli sandviç yiyordu. Dediğiniz gibi, bir adam bisikletle yanınızdan geçip size seslendi. Ama seslenen adam değildi, bisikletin arka koltuğunda oturan çocuğuydu. Ve ‘domuz’ diye bağırmadı, ‘Baba, şu küçük domuz…’ dedi. Daha üç yaşındaydı. Ayak parmaklarıyla oynuyordu, anlıyor musunuz?”
Gunvald Larsson aniden sustu.
Kristiansson ve Kvant o an pancar gibi kıpkırmızı kesilmişlerdi.
Sonunda Kristiansson belli belirsiz mırıldandı, “Nereden biliyorsun?”
Gunvald Larsson delici bakışlarını ikisine çevirdi. “Tamam, sosisliyi kim yiyordu?” diye sordu.
“Ben değil,” dedi Kristiansson.
“Göt,” diye bıyık altından fısıldadı Kvant.
“Eh, durun bakalım, şu soruyu ben sizin yerinize cevaplayayım,” dedi Gunvald Larsson doğrularak. “Bisikletli adam, üç yaşındaki bir çocuğun dediği bir laf yüzünden üniformalı iki geri zekâlının onu on beş dakika boyunca yolundan alıkoymasına razı gelmeyecekti tabii. O yüzden burayı arayıp şikâyet etti ve bakın şu işe, son derece de haklıydı. Özellikle de etrafta tanıklar varken.”
Kristiansson sersemlemiş bir hâlde başını salladı.
Kvant son bir savunma teşebbüsünde bulundu: “İnsanın ağzı doluyken yanlış anlamak kolay oluyor…”
Gunvald Larsson sağ elini kaldırıp lafını ağzına tıktı.
Defterini önüne çekti, iç cebinden bir kalem çıkarıp büyük harflerle yazdı, “DEFOLUN!” Sayfayı yırtıp öne doğru ittirdi. Kristiansson kâğıdı aldı, şöyle bir baktı, daha da kızararak Kvant’a uzattı.
“Bir kez daha söylemeye dayanamayacağım,” dedi Gunvald Larsson.
Kristiansson ve Kvant mesajı alıp oradan ayrıldılar.
4
Martin Beck tüm bu olanlardan habersizdi.
Västberga Allé’de yer alan Güney polis merkezindeki odasında çalışıyordu. Sandalyesini arkaya ittirmiş, bacaklarını uzatmış ve ayaklarını, yarı açtığı alt çekmeceye yaslamış hâlde oturuyordu. Yeni yaktığı Florida’sının filtresini ısırdı, ellerini pantolonunun ceplerine sokup gözlerini kısarak camdan dışarıya baktı. Düşünüyordu.
Cinayet Masası amiri olduğu için, güney yakasındaki baltalı cinayeti düşündüğü zannedilebilirdi; bir hafta geçmesine rağmen olay hâlâ çözülememişti. Ya da bir gün önce Riddarfjärden’de sudan çıkarılan, kimliği belirsiz kadın cesedini. Ama durum bu değildi.
O akşamki yemek daveti için ne alsam diye düşünüyordu.
Martin Beck, mayıs sonunda kendine Köpman Caddesi’nde bir artı bir daire bulup evden taşınmıştı. Inga ile on sekiz yıldır evliydiler fakat bir süredir evlilikleri sallantıdaydı ve ocak ayında, kızı Ingrid bir arkadaşıyla aynı eve çıkınca Martin Beck karısıyla, ayrılık meselesini konuşmuştu. İlk başta karısı karşı çıkmıştı fakat sözleşme hazır olduğundan karısı bunu kabul etmek zorunda kalmıştı. On dört yaşındaki oğulları Rolf, karısının göz bebeğiydi ve Martin Beck aslında Inga’nın, oğluyla baş başa kalmaktan memnun olduğu kanısındaydı.
Dairesi sıcacık ve gayet ferahtı, iç karartıcı Bagarmossen banliyösündeki eski evinden birkaç parça eşyasını derleyip toparlayınca ve diğer ihtiyaçlarını da alınca, bir pervasızlığa kapılıp en yakın üç arkadaşını yemeğe çağırmıştı. Mutfak bilgisinin en fazla yumurta haşlamaktan ibaret olduğu göz önüne alınca, bu pervasızlığını şimdi daha iyi anlıyordu. Eve birileri geldiğinde Inga’nın neler hazırladığını anımsamaya çalıştı fakat nasıl hazırlandığını bilmediği ve iç malzemeleri hakkında hiçbir fikri olmadığı, yağlı ve doyurucu yemekler gözünün önüne geldi.
Martin Beck bir sigara daha yakıp karmakarışık bir kafayla Walewska usulü dil balığı ve geyik fileto à la Oscar düşündü. Hadi bir de cœur de filet provençale. Dahası, önceden hiç hazırlık yapmadığı davetini genişletirken hesaba katmadığı bir detay daha aklına takıldı. Evine gelecek olan misafirlerden daha iştahlı üç kişi daha tanımıyordu.
Lennart Kollberg, ki en yakın çalıştığı kişiydi, hem ağzının tadını bilir hem de boğazına düşkündü. Martin Beck yemekhaneye inme cesaretini gösterdiği günlerde bunu güzel güzel gözlemlemişti. Ayrıca, Kollberg’in cüssesi, ne kadar boğazına düşkün olduğunu ele veriyordu zaten. Yaklaşık bir yıl önce karnına aldığı çirkin bir bıçak yarası bile bu huyunu değiştirmemişti. Gun Kollberg, kocası gibi cüsseli değildi ama iştahlıydı. Polis Akademisi’nden mezun olduktan sonra, Ahlak Masası’na katıldığından beri artık bir meslektaşı olan Åsa Torell ise tam bir oburdu.
Bir buçuk yıl evvel kızın, erkek arkadaşının yani Martin Beck’in en genç komiser yardımcısının, otobüste vurulduğu sırada ne kadar küçük, ne kadar zayıf ve ne kadar sıska olduğunu hatırlıyordu. Artık o kötü dönemleri atlatmıştı, iştahı yeniden açılmış, hatta biraz kilo almıştı. Herhâlde metabolizma hızı çok yüksekti.
Martin Beck, Åsa’dan erken gelip yardım etmesini istemeyi aklından geçirdi ama bundan vazgeçti.
Kapının yumruklanması ve açılması neredeyse eş zamanlıydı. Kollberg içeri girdi.
“Oturmuş böyle ne düşünüyorsun?” dedi, fazladan sandalyeye kendini atarak, sandalye de ağırlığından gıcırdadı.
Kimse Kollberg’in, hırsızlık numaraları ve kendini savunma hakkında belki de teşkilattaki herkesten daha çok şey bildiğinden şüphe etmezdi.
Martin Beck ayaklarını çekmeceden indirdi, sandalyesini masaya doğru çekti. Sigarasını dikkatlice söndürdükten sonra cevap verdi.
“Hjorthagen’deki şu baltalı cinayeti,” diye yalan söyledi. “Yeni bir gelişme yok ya?”
“Otopsi raporunu okudun mu? Adam ilk darbeden hemen sonra ölmüş. Kafatası çok inceymiş.”
“Evet, okudum,” dedi Martin Beck.
“Karısıyla konuşabildiğimiz zaman anlarız,” dedi Kollberg. “Kadın hâlâ büyük şokta, hastanede bu sabah öyle dediler. Belki de sopayla vura vura kendisi öldürdü onu, kim bilir?”
Kollberg ayağa kalkıp pencereye yürüdü ve pencereyi açtı.
“Kapatsana,” dedi Martin Beck.
Kollberg pencereyi kapattı.
“Nasıl dayanabiliyorsun?” diye sızlandı. “Burası fırın gibi olmuş.”
“Zehirlenmektense pişmeyi tercih ederim,” dedi Martin Beck felsefi bir edayla.
Güney polis merkezi, Essinge Parkway’e çok yakındı ve trafiğin yoğun olduğu saatlerde, mesela şimdi, tatil sezonunun başlarında, havanın egzozdan ne kadar ağırlaştığı bariz hissedilirdi.
“Ben bilmem, sana bir şey olursa suç sende,” dedi Kollberg ve lambur lumbur kapıya gitti. “Akşama kadar hayatta kalmaya çalış. Saat yedi mi demiştin?”
“Evet, yedi,” dedi Martin Beck.
“Şimdiden acıktım,” dedi Kollberg kışkırtıcı bir tavırla.
“İyi ki geliyorsunuz,” dedi Martin Beck ama kapı çoktan Kollberg’in arkasından kapanmıştı.
Bir saniye sonra, telefon çalmaya başladı, insanlar geldi, imzalar atıldı, tutanaklar okundu, sorular soruldu. Böylelikle Martin Beck akşam menüsüyle ilgili tüm düşüncelerini bir kenara bıraktı.
Saat dörde çeyrek kala emniyetten çıkıp metroyla Hötorgshallen’e gitti. Orada dolaşıp alışveriş yapması o kadar uzun sürdü ki her şeyi hazırlayabilmek için Gamla Stan’daki evine taksiyle gitmek zorunda kaldı.
Saat yediye beş kala sofrayı kurduğunda Martin Beck ortaya koyduklarını inceledi.
Dereotu yatağında fileto ringa, ekşi krema ve frenk soğanı vardı. Küp küp doğranmış soğan, dereotu ve limon dilimlerinin ortasında sazan havyarı. İncecik kıvırcık üstüne dizilmiş somon dilimleri. Dilimlenmiş haşlanmış yumurta. Füme ringa. Macar salamı, Polonya sosisi, Finlandiya sosisi ve Skåne’den ciğer sosisi. Koca bir kâse dolusu göbek salata ve içinde bolca taze karides. Martin Beck en çok bununla gurur duyuyordu, ne de olsa kendisi yapmıştı ve tadı nefisti. Kesme tahtasında altı çeşit peynir vardı. Turp ve zeytin. Pumpernickel ekmeği, Macar köy ekmeği, Fransız ekmeği, sıcak ve kıtır kıtır. Bir kapta köy işi tereyağı. Ocakta taze patates fokurduyor, hafiften bir dereotu kokusu yayıyordu. Buzdolabında dört şişe Piesporter Falkenberg, Carlsberg Hof ve buzlukta bir şişe Løjtens schnapps bekliyordu.
Martin Beck tüm bu emeğinden gayet memnundu. Şimdi tek eksik misafirlerdi.
İlk Åsa Torell geldi. Martin Beck Campari soda hazırladı. Åsa Torell elinde içkisiyle evi gezdi.
Daire bir yatak odası, oturma odası, mutfak, banyo ve holden oluşuyordu. Odalar küçüktü ama bakımı kolay ve rahattı.
“Burayı seviyor musun diye sormama gerek yok,” dedi Åsa Torell.
“Çoğu doğma büyüme Stockholm’lü gibi ben de hep Gamla Stan’da bir dairem olmasını hayal ederdim,” dedi
Martin Beck. “Kendi başıma takılmak da harika.”
Åsa başıyla onayladı. Şimdi pencere pervazına yaslanıyordu, ayaklarını bilekten üst üste atmıştı, içkisini iki eliyle tutuyordu. Küçük ve narindi, iri gözlü, kısa kahverengi saçlı ve yanık tenliydi; sağlıklı, sakin ve dingin görünüyordu. Martin Beck onu böyle gördüğüne sevindi çünkü kızın Åke Stenström’ün ölümünü atlatması uzun sürmüştü.
“Ya sen?” diye sordu Martin Beck. “Sen de yeni taşınmışsın.”
“Sen de bir ara bana gel, sana evi gezdireyim,” dedi Åsa.
Stenström’ün ölümünden sonra, Åsa bir süre Gun ve Lennart Kollberg’le beraber yaşamıştı. Eskiden erkek arkadaşıyla oturduğu daireye geri dönmek istemediğinden Kungsholmsstrand’da tek odalı bir yere çıkmıştı. Aynı zamanda seyahat acentesindeki işinden ayrılıp Polis Akademisi’ne başlamıştı.
Akşam yemeği büyük bir başarıydı. Martin Beck kendisi pek yemese de (zaten çok az yemek yerdi), bütün yiyecekler silinip süpürüldü. Martin Beck kaygılanarak acaba iştahlarını hafife mi aldım diye merak etti fakat misafirler masadan kalktığında tok ve hâllerinden memnun görünüyordu. Kollberg çaktırmadan pantolonunun düğmesini açtı. Åsa ve Gun şarap yerine schnapps ve bira tercih etti. Yemek bittiğinde Løjtens şişesi boşalmıştı.
Martin Beck kahve yanında konyak ikram etti, kadehini kaldırıp, “Şimdi iyice coşalım, ilk kez hepimiz aynı gün izinliyiz,” dedi.
“Benim izin günüm yok,” dedi Gun. “Bodil sabahın beşinde gelip karnımın üstünde zıplıyor ve kahvaltı istiyor.”
Bodil, Kollberg’lerin yaklaşık iki yaşındaki kızlarıydı.
“Bunu düşünme şimdi,” dedi Kollberg. “Yarın sabah akşamdan kalma olsam da olmasam da ben ilgilenirim. İşten de bahsetmeyin. Düzgün bir iş bulabilseydim, geçen seneki olaydan sonra istifamı verirdim.”
“Şimdi bunun sırası değil,” dedi Martin Beck.
“Nasıl düşünmeyeyim?” dedi Kollberg. “Bütün polis teşkilatı yakında dağılacak. Kırsaldan gelen şu zavallı sersemlere baksana, o üniformaları içinde avare avare geziyor, ne yapacaklarını bilmiyorlar. Ya idareye ne demeli!”
Martin Beck, dikkatini dağıtmak için, “Ah, iyi,” dedi ve konyağına uzandı.
Aslında en son yeniden düzenleme sonrasında teşkilatın siyasileştirilip merkezileşmesinden dolayı o bile endişeliydi. Devriye memur kalitesinin her daim düşmesi de cabasıydı. Fakat bu meseleyi masaya yatırmanın ne yeri ne de zamanıydı şimdi.
“Ah, iyi,” diye tekrar etti dalgın bir şekilde ve kadehini kaldırdı.
Kahveden sonra Åsa ve Gun bulaşıkları yıkamak istedi. Martin Beck karşı çıkınca, kendi evleri dışında her yerde bulaşık yıkamayı sevdiklerini söylediler. Martin Beck de onları kendi hâllerine bırakıp viski ve su getirdi.
Telefon çaldı.
Kollberg saate baktı.
“Onu çeyrek geçiyor,” dedi. “Malm değilse kafamı keserim, kesin bize yarın işe geleceksiniz diyecektir. Ben burada yokum.”
Malm, yeni emekliliğe ayrılmış eski müdürleri Ham-mar’dan sonra başa geçen Emniyet Müdürü’ydü. Malm tepeden inme, yani Polis Genel Müdürlüğü’nden gelmişti ve buraya gelişi son derece siyasi görünüyordu. Neyse, durum biraz gizemliydi.
Martin Beck telefonu açtı.
Sonra abartılı bir ifadeyle yüzünü ekşitti.
Malm yerine, arayan Emniyet Genel Müdürü’ydü, dişlerini sıkarak şöyle demişti, “Bir durum var. Yarın sabah ilk iş Malmö’ye gitmeni isteyeceğim.”
Ardından gecikmiş bir şekilde ekledi, “Rahatsız ettiysem, özür dilerim.”
Martin Beck buna bir cevap vermedi fakat şöyle dedi, “Malmö mü? Ne oldu?”
Kendine yeni bir kokteyl hazırlayan Kollberg gözlerini kaldırıp başını iki yana salladı. Martin Beck ona bıkkın bir bakış atıp kadehini işaret etti.
“Viktor Palmgren’i duydun mu?” dedi Emniyet Genel Müdürü. “Şu şirket sahibi mi? Şu üst düzey?”
“Evet.”
“Tabii ki duydum ama bir milyon farklı şirketi olması ve paraya para dememesi haricinde onun hakkında bir bilgim yok. Ah, aynı zamanda, genç ve güzel bir karısı var, bir de manken miydi neydi. Ne olmuş ona?”
“Öldü. Malmö’deki Savoy’da, henüz kimliğini belirleyemediğimiz bir suikastçı tarafından başından vurulduktan sonra bu gece Lund’daki sinir cerrahisi kliniğinde vefat etti. Olay dün gece oldu. Västberga’da gazete almıyor musunuz?”
Martin Beck, Kollberg’in ona uzattığı viski bardağını alıp bir yudum içti.
“Per Månsson görev başında değil mi?” diye devam etti.
“O elbette bu olayı çözmeye yeterli…”
Emniyet Genel Müdürü sabırsızca lafını kesti.
“Tabii ki Månsson görev başında ama ben senin de gidip ona yardım etmeni istiyorum. Ya da hatta vakayı tamamen sen üstlen. En kısa zamanda yola çıkmanı istiyorum.”
Çok sağ ol, diye düşündü Martin Beck. Gece bire çeyrek kala Bromma’dan bir uçak kalkıyordu ama Martin Beck o uçakta olmayı planlamıyordu.
“Yarın sabah erkenden gitmeni istiyorum,” dedi Emniyet Genel Müdürü.
Anlaşılan, uçuş takvimini bilmiyordu.
“Bu son derece karmaşık, hassas bir mesele. Hiç gecikme olmadan çözmek istiyoruz.”
Bir an sessizlik oldu. Martin Beck içkisini yudumlayıp bekledi. Nihayet karşıdaki adam devam etti, “Bu vakayı senin üstlenmeni yukarılardan birileri istedi.”
Martin Beck kaşlarını çattı ve Kollberg’in meraklı bakışıyla karşılaştı. “Palmgren bu kadar önemli miydi?” dedi.
“Öyleymiş işte. Bazı işlerinde çıkarları olanlar varmış.”
Klişeleri geçip baklayı ağzından çıkarsan ya, diye düşündü Martin Beck. Ne çıkarı, ne işi?
Anlaşılan üstü kapalı konuşmak mühimdi.
“Maalesef ne tür işlerle haşır neşir olduğuna dair net bir bilgim yok,” dedi.
“Hepsi hakkında sonunda bilgilendirileceksin,” dedi Emniyet Genel Müdürü. “En önemli şey, en kısa zamanda Malmö’ye gitmen. Malm’la konuştum, seni bu olaya bırakıyor. Bu adamı ele geçirmek için varımızı yoğumuzu ortaya koymalıyız. Basınla konuşurken çok dikkatli ol. Anlayabileceğin üzere, bu konu hakkında çok fazla yazılıp çizilecek. Eee, ne zaman yola çıkarsın?”
“Sabah dokuz ellide bir uçak var galiba,” dedi Martin Beck tereddütle.
“Tamam. Uçakta ol,” dedi Emniyet Genel Müdürü ve telefonu kapattı.