Kitabı oku: «Teröristler», sayfa 3
“Çakı mıydı yoksa hançer mi?”
“Hayır, küçük bir mutfak bıçağına benziyordu. Evlerde kullanılan cinsten.”
“Rebecka veznedara ne demiş?”
“Hiçbir şey. En azından hemen değil. Sonra gülmüş ve ‘Borç almanın bu kadar kolay olduğunu bilmiyordum,’ demiş. Sonra da, ‘Bir makbuz filan bırakmam lazım herhâlde,’ demiş.”
“Paralar yere saçılmış, değil mi?” dedi Borazan. “Bu nasıl oldu?”
“Eh, Kvastmo orada dikilmiş, kızı sıkı sıkı tutuyordu, biz de destek kuvvetin gelmesini bekliyorduk. Sonra veznedar eksik var mı diye paraları saymaya başladı ve Kenneth, ‘Dur, bu yasa dışı,’ diye bağırmaya başladı.”
“Sonra ne oldu?”
“Sonra da, ‘Karl, kimsenin dokunmasına izin verme,’ dedi. Ben kucağımda çocuğu tutuyordum, bu yüzden torbanın sapından tekini tutabildim, yanlışlıkla torbayı yere boca ettim. Çoğu küçük paraydı, her yere uçuştular. Sonra başka bir devriye arabası geldi. Çocuğu onlara verdik, tutukluyu da Kungsholm’daki emniyete götürdük. Arabayı ben kullandım, Kenneth de arka koltukta kızın yanına oturdu.”
“Arka koltukta bir sıkıntı yaşandı mı?”
“Evet, biraz. Önce kız ağlayıp bebeği ne yaptığımızı sordu. Sonra Kvastmo ona kelepçe takmaya çalışınca daha çok bağırıp ağladı.”
“Sen bir şey dedin mi?”
“Evet, kelepçeye gerek olmadığını söyledim. Kvastmo zaten cüsse olarak onun iki katıydı ve kız direnmiyordu.”
“Arabada başka bir şey dedin mi?”
Kristiansson birkaç dakika sessiz durdu. Borazan da suspus bekledi.
Kristiansson üniforma pantolonuna baktı, suçluluk duyuyordu. Sonra konuşmaya başladı; “Dedim ki, ‘Ona vurma, Kenneth.’”
Gerisi çok basitti. Borazan ayağa kalkıp Kristiansson’a gitti. “Kenneth Kvastmo genellikle gözaltına aldığı insanlara vurur mu?”
“Daha önce oldu.”
“Kvastmo’nun omuz askısını ve kopuk düğmesini gördün mü?”
“Evet. Bahsetti. Karısı hiçbir şeyi tamir edemiyormuş.”
“Bu ne zaman oldu?”
“Bir gün önce.”
“Tanık savcınındır,” dedi Borazan kibarca.
Buldozer, Kristiansson ile göz göze geldiğinde uzun süre gözlerini ayırmadı. Aptal polisler yüzünden kaç tane dava rezil olmuştu? Ve kaç davayı böyle kurtarmıştı?
“Sorum yok,” dedi Buldozer hafifçe. Sonra laf arasında ekler gibi, “İddia makamı, polis memuruna saldırı suçlamasını geri alıyor,” dedi.
Arkasından şöyle oldu; Braxén ara talep etti, ilk purosunu yaktı ve tuvalete gitti. Burada oldukça uzun bir süre kaldı. Bir süre sonra geri dönüp ayakta Rhea Nielsen ile konuştu.
“Ne tür kadınlarla takılıyorsun böyle?” diye sordu Buldozer Olsson, Martin Beck’e. “Önce mahkemede duruşmanın ortasında bana kahkahalarla gülüyor, şimdi de orada dikilmiş, Borazan ile sohbet ediyor. Herkes Borazan’ın ağız kokusunun bir orangutanı bile yirmi metre öteden bayıltabileceğini bilir.”
“İyi kadınlarla takılıyorum,” diye cevap verdi Martin Beck. “Daha doğrusu, bir tane esaslı, iyi bir kadınla.”
“Ah, demek tekrar evlendin? Ben de. Hayatım düzene giriyor böyle.”
Rhea yanlarına geldi. “Rhea,” dedi Martin Beck, “tanıştırayım, başsavcı Bay Olsson.”
“Görüyorum.”
“Herkes ona Buldozer der.” Olsson’a döndü. “Bence senin dava kötü gidiyor.”
“Evet, yarısı çöktü,” dedi Buldozer. “Ama kalanını kurtarırım. Bir şişe viskisine iddiaya var mısın?”
Tam o anda başlamak için duyuru yapıldığında Buldozer Olsson salona koştu.
Savunma makamı ikinci tanığı olan elli yaşlarında, yanık tenli Hedy-Marie Wirén adındaki kadını çağırdı.
Borazan kâğıtlarını düzenledi, sonunda doğru belgeyi bulduğunda şöyle dedi; “Rebecka okulda pek başarılı değildi. On altı yaşında, not ortalaması liseye girişe yetmeyecek kadar düşük olduğu için okulu bıraktı. Ama bütün derslerde mi başarısızdı?”
“Benim dersimde iyiydi,” dedi tanık. “Hatta en iyi öğrencilerimden biriydi. Orijinal bir sürü fikri vardı, özellikle sebze ve doğal besinler konusunda. Şu anki beslenme şeklimizin yanlış olduğunun farkındaydı, süpermarketlerde satılan yiyeceklerin çoğunun öyle ya da böyle zehir içerdiğini biliyordu. Rebecka çok genç yaşta sağlıklı bir yaşam biçiminin önemini kavramıştı. Kendi sebzelerini yetiştiriyordu ve doğanın sunduklarını toplamaya her zaman hazırdı. O yüzden belinde hep bir bahçe bıçağı taşırdı. Ben Rebecka ile çok sohbet etmişimdir.”
“Biyodinamik turplar hakkında mı?” diye esnedi Borazan.
“Birçok şey hakkında. Ama şunu söylemek isterim ki Rebecka sağlam bir çocuktur. Akademik eğitimi olmayabilir ama bu onun kendi seçimiydi. Beynini gereksiz şeylerle doldurmak istemiyordu. Onun ilgisini çeken tek şey doğayı bu tahribattan kurtarmaktı. Toplumu bu kadar anlaşılmaz ve toplum liderlerini suçlu ya da akılsız bulmak dışında siyasetle ilgisi yoktu.”
“Başka sorum yok,” dedi Borazan. Bu noktada sıkılmış gibiydi, artık eve gitmek haricinde bir ilgisi kalmamıştı.
“Şu bıçak konusuna gelirsek,” dedi Buldozer, birden yerinden fırlayarak. Hâkimin önündeki masaya yürüyüp bıçağı aldı.
“Sıradan bir bahçıvan bıçağı,” dedi Hedy-Marie Wirén. “Her zaman taşıdığı bıçak. Herkesin görebileceği üzere sap kısmı eskimiş ve alet çok kullanılmış.”
“Ama tehlikeli sayılabilir,” dedi Buldozer.
“Kesinlikle katılmıyorum. O bıçakla bir serçeyi bile öldürmeye kalkışmazdım. Rebecka’nın şiddete karşı tamamen negatif bir tutumu vardır. İnsanların neden şiddet gösterdiğini anlamaz ve tokat atmak bile aklının ucundan geçmez.”
“Yine de, ben bunun tehlikeli bir silah olduğunda ısrarcıyım,” dedi Buldozer, bahçıvan bıçağını şöyle bir savurarak.
Ancak kendi de tam olarak buna inanmış değildi ve tanığa gülümsemesine rağmen, kadının sıradaki yorumunu o meşhur mizah anlayışıyla kabullenebilmek için tüm iyi niyetini toplamak zorunda kaldı.
“O hâlde ya kötü bir insansınız ya da aptalsınız, ısrarcı olmanız bunu gösteriyor,” dedi tanık. “Sigara içiyor musunuz? Ya da içki?”
“Başka sorum yok,” dedi Buldozer.
“Sorgulama kısmı artık bitti,” dedi hâkim. “Kimlik soruşturması ve son savunmaya geçmeden önce sorusu olan var mı?”
Topallayarak ve dudaklarını birbirine çarpıtarak kürsüye yaklaştı Braxén.
“Kimlik soruşturmaları nadiren rutin yazılardan öteye geçebiliyor, sırf yazara elli kronluk ya da her ne kadarsa, yevmiyesini kazandırmak için yapılan bir şey. O yüzden ben, Rebecka Lind’e birkaç soru sormak istiyorum, umarım bana katılan sorumluluk sahibi başka insanlar da vardır.”
İlk kez sanığa döndü. “İsveç Kralı’nın adı nedir?”
Buldozer bile şaşırmıştı.
“Bilmiyorum,” dedi Rebecka Lind. “Bilmek zorunda mıyım?”
“Hayır,” dedi Borazan. “Değilsin. Başbakan’ın adını biliyor musun?”
“Hayır. O kim ki?”
“Hükümetin başı ve ülkenin en ileri gelen politikacısı.”
“O zaman kötü bir adamdır,” dedi Rebecka Lind. “Skåne’deki Barsebåck’ta bir nükleer santral kurduğunu biliyorum, Kopenhag merkezinden yirmi beş kilometre ötede. Çevreye verilen hasarın suçlusu hükümet diyorlar.”
“Rebecka,” dedi Buldozer Olsson daha dostça bir tavırla, “Başbakan’ın adını bile bilmezken nükleer santral gibi şeyleri nereden biliyorsun?”
“Arkadaşlarım böyle konularda konuşur ama kimse siyasetle ilgilenmez.”
Borazan herkesin bunu düşünmesine vakit tanıdı. Sonra şöyle dedi; “Banka müdürüyle görüşmeye gitmeden önce, maalesef adını şimdilik, hatta herhâlde sonsuza dek unuttum, daha önce bir bankanın içine girmiş miydin hiç?”
“Hayır, hiç.”
“Neden?”
“Neden gireyim? Bankalar zenginler içindir. Ben ve arkadaşlarım asla öyle yerlere gitmeyiz.”
“Yine de sen gittin işte,” dedi Borazan. “Neden?”
“Çünkü paraya ihtiyacım vardı. Bir arkadaşım bankadan borç para alabileceğimi söyledi. Sonra o iğrenç banka müdürü, halka ait bankalar var, oralardan borç alabilirsin deyince belki oraya sorarım diye düşündüm.”
“Böylece PK Bank’a gittin, ciddi ciddi onlardan borç para alabileceğini sanıyordun yani?”
“Evet, ama o kadar kolay olmasına çok şaşırdım. Ne kadar paraya ihtiyacım olduğunu söylemeye bile vakit bulamadım.”
Şimdi savunma makamının amacını anlayan Buldozer, aceleyle araya girdi. “Rebecka,” dedi, ağzı kulaklarına vararak, “benim anlayamadığım birkaç nokta var. Bugünkü kitle iletişim araçlarıyla beraber, bir insan topluma dair en basit gerçekleri bile öğrenmekten nasıl kaçınabilir?”
“Senin toplumun, benim toplumum değil,” dedi Rebecka Lind.
“Yanılıyorsun, Rebecka,” dedi Buldozer. “Bu ülkede hep birlikte yaşıyoruz ve iyi ya da kötü hakkında karşılıklı sorumluluk taşıyoruz. Fakat ben bir insanın radyoda ve televizyonda söylenenleri işitmekten nasıl uzak durabildiğini, gazetelerde yazanları nasıl tamamen kaçırdığını öğrenmek istiyorum.”
“Radyom ya da televizyonum yok, gazetede sadece astroloji bölümünü okurum.”
“Ama dokuz yıl okula gittin, değil mi?”
“Orada da bize bir sürü saçmalık öğretmeye çalıştılar. Dinlemedim.”
“Ama para,” dedi Buldozer, “para herkesin ilgi duyduğu bir şeydir.”
“Benim değil.”
“Peki geçinecek parayı nereden buldun?”
“Devlet yardımı. Zaten çok paraya ihtiyacım yoktu. Şimdiye kadar.”
Hâkim arkasından kimlik soruşturmasını okudu, Braxén’in tahmin ettiği kadar eksik değildi ama.
Rebecka Lind, 3 Ocak 1956 yılında doğmuş, alt orta sınıf bir ailede büyümüştü. Babası küçük bir inşaat firmasında ofis yöneticisiymiş. Evlerinde koşullar iyiymiş ancak Rebecka çok erken yaşta anne babasına karşı gelmeye başlamış ve bu isyanı on altı yaşındayken iyice artmış. Okulla hiç alakası yokmuş ve on birinci sınıftan sonra okulu terk etmiş. Öğretmenleri onun bilgi seviyesinin oldukça düşük olduğunu belirtmişler. Zekâsı yeterli olmasına rağmen, tavırları garip ve gerçeklerden kopukmuş. İş bulamamış ve bulmaya da çalışmamış. On altı yaşındayken evdeki hayatı iyice zorlaştığı için ailesinin yanından taşınmış. Sorguya alan kişi sorduğunda, babası bunun herkes için en hayırlısı olduğu cevabını vermiş çünkü anne babasının, onları bu kadar hayal kırıklığına uğratmayan başka çocukları da varmış.
Rebecka ilk önce köyde bir kulübede yaşamış, burası bir arkadaşınınmış ama uzun bir süreliğine ona verilmiş. Stockholm’un güneyinde tek oda daireye taşındığı zaman bile Rebecka burada kalabilmiş. 1973 yılının başında Jim Cosgrave adlı bir Amerikan asker kaçağı ile tanışıp onun yanına taşınmış. Rebecka çok geçmeden hamile kalmış, kendi seçimiymiş bu ve Ocak 1974’te kızı Camilla’yı doğurmuş. Cosgrave işe girmek istemiş fakat uzun saçlı olduğu ve yabancı olduğu için iş bulamamış. İsveç’te geçirdiği yıllar boyunca yapabildiği tek iş, Fin feribotlarından birinde bir yaz iki haftalığına bulaşıkçılıkmış. Üstelik Amerika’ya geri dönmek istiyormuş. İş tecrübesi varmış ve memleketine geri döndüğü zaman kendisi ve ailesi için düzenli bir hayat kurmakta zorlanmayacağını düşünüyormuş.
Şubat ayının başında Cosgrave, Amerika Birleşik Devletleri Konsolosluğuyla iletişime geçip bazı garantiler sağlanırsa, ülkesine dönmeye gönüllü olduğunu beyan etmiş. Konsolosluk onu bir an önce ülkesine götürmek istemiş ve alacağı cezanın formaliteden ibaret olduğunu söylemişler.
Cosgrave, 12 Şubat günü uçakla Amerika’ya dönmüş. Rebecka da, erkek arkadaşının anne babası para yardımı yapacaklarına söz verince, mart ayında onun peşinden gitmeyi planlıyormuş fakat aylar geçmiş, Cosgrave’den hiç ses çıkmamış. Rebecka sosyal hizmetler binasına gitmiş ama Cosgrave yabancı olduğu için yapacakları bir şey olmadığını söylemişler. O zaman Rebecka tek başına Amerika’ya gitmeye ve neler olduğunu anlamaya karar vermiş. Para bulmak içinse bankadan medet ummuş, sonucu ortada.
Kimlik soruşturması genel hatlarıyla olumluydu. Rebecka’nın harika bir anne olduğunu, hiçbir zaman kötü eylemlerde bulunmadığını ya da suça meyilli davranışlar sergilemediğini gösteriyordu. Oldukça dürüsttü fakat dünya hakkında gerçek dışı bir tutuma sahipti ve ciddi saflık emareleri gösteriyordu. Cosgrave de kısa bir değerlendirmeden geçti. Arkadaşlarına göre, sorumluluklarından kaçmaya çalışmayan, bir yaşam gayesi olan bir delikanlıymış ve Amerika Birleşik Devletleri’nde kendisi ve ailesi için bir istikbal olduğuna inanıyormuş.
Buldozer Olsson şimdi kendi değerlendirmesini yapmak için ayağa kalktı.
Rhea gözlerini kısarak onu gözlemledi. Umutsuz kılığı bir yana, öz güveni yüksek ve yaptığı işe dört elle sarılan bir adamdı. Borazan’ın savunma hattını görmüştü ve bunların etkisi altına girmeye hiç niyeti yoktu. Onun yerine kendini basitçe ve kısaca ifade etti, ilk argümanına sadık kaldı. Göğsünü şişirdi, daha doğrusu göbeğini. Temizlenmemiş kahverengi ayakkabılarına baktı ve yumuşak bir sesle söze başladı.
“Değerlendirmemi, kanıtlanmış gerçekleri yinelemekle sınırlandırmak isterim. Rebecka Lind, PK Bank’a gitti, bıçaklıydı ve ganimetlerini doldurmayı planladığı omuz askılı çantası vardı. Benzer türdeki banka soygunları hakkında uzun deneyimlerimden sonra -hatta bu yıl yüzlercesi yaşandı- Rebecka’nın belli bir kalıba uygun davrandığına inanıyorum, gerçi tecrübesizliği onun hemen yakalanmasına neden olmuş. Şahsen sanık için üzülüyorum, hem çok genç, hem de böylesi ciddi bir suçu işleyebileceğine inanmış. Aynı zamanda yasalara olan saygım, beni koşulsuz hapis cezası talep etmeye mecbur tutuyor. Bu mahkemede sunulan deliller tartışmaya açık değildir. Hiçbir tartışmayla ortadan kaldırılamaz.”
Buldozer kravatını yokladı, sonra şu sonuca bağladı: “Davamı bu şekilde mahkemenin onayına sunuyorum.”
“Savunma makamı son savunmaya hazır mıdır?” diye sordu hâkim.
Borazan bir nebze bile hazır değildi. Belgelerini düzenlemeden bir araya getirip derledi, yanmamış purosuna şöyle bir baktı, sonra cebine koydu. Mahkeme salonunda etrafına baktı, herkesi tek tek süzdü, sanki onları daha önce hiç görmemişti. Sonra ayağa kalktı ve hâkimin önünde topallayarak volta attı.
Sonunda şöyle dedi; “Zaten belirttiğim üzere, sanık kürsüsüne ya da sandalyesine mi demeliyim, oturtulmuş bu genç kız masumdur ve onu savunmak adına yapılacak bir konuşma tamamen gereksizdir. Yine de birkaç söz söylemeliyim.”
Herkes Borazan’ın ‘birkaç söz’le neyi kastettiğini anlamak için gergince ona döndü.
Borazan ceketinin düğmesini açtı, rahatlayıp geğirdi, tüm midesini dışarı çıkarmıştı. “İddia makamının da belirttiği üzere, bu ülkede birçok banka soygunu yaşanıyor. Kamuoyunda yaygın bir şekilde duyuluyor, aynı zamanda polis de engel olmak için oldukça ciddi bir şekilde çalışıyor ve tüm bunlar hem savcıyı meşhur etti, hem de genel bir histeriye yol açtı.”
Borazan durup bir an gözlerini yere dikerek, muhtemelen konsantre olmaya çalışarak bekledikten sonra kaldığı yerden devam etti.
“Toplum Rebecka Lind’e ne yardım ediyordu ne de Rebecka bu toplumdan hazzediyordu. Ne okul, ne kendi anne babası, ne de ondan büyük jenerasyon ona destek olmuştu. Hâlihazırdaki hükümet sistemiyle ilgilenme zahmetine girmediği için kimse onu suçlayamaz. Birçok gencin aksine, iş bulmaya çalıştığı hâlde ona iş yok deniyor. Şu anda yeni jenerasyona neden iş olmadığının sebeplerini sıralamaya girişmek içimden gelse de bunu yapmayacağım.
“Her hâlükârda, kendini sonunda zor bir durumda bulunca bankadan medet umuyor. Bankaların nasıl işlediği hakkında hiçbir fikri yok ve yanlış bir biçimde PK Bank’ın daha az kapitalist olduğu ya da sahiden sahibinin halk olduğu sonucuna varıyor.
“Bankadaki veznedar Rebecka’yı görür görmez, kızın hemen banka soymaya geldiği çıkarımına varıyor, kısmen böyle bir insanın bankada ne aradığını kavrayamadığından, kısmen de son günlerde banka çalışanlarına yüklenen sayısız talimatın altında ezilmiş olduğundan böyle hareket ediyor. Hemen alarm düğmesine basıyor ve parayı kızın tezgâha koyduğu çantaya doldurmaya başlıyor. Sonra ne oluyor? Eh, başsavcının meşhur polislerinden biri yerine, çünkü onların böyle ufak tefek davalara ayıracak vakti yok, devriye arabasında gezen iki üniformalı polis geliyor. İçlerinden biri, kendi kelimeleriyle, kızın üstüne panter gibi atlarken, diğeri bütün paraları yere saçmayı beceriyor. Bu katkısının yanı sıra veznedarı da sorguya çekiyor. Bu sorgulamadan çıkan sonuç da şu oluyor: Rebecka banka personelini tehdit etmemiş ve para talep etmemiş. Bütün olay bir yanlış anlaşılmadan ibaretmiş. Bu kız safça davranmış ama bildiğiniz üzere, bu bir suç değildir.”
Borazan topallayarak kendi masasına yürüdü, belgelerini inceledi ve sırtı hâkimle jüriye dönükken şöyle dedi, “Rebecka Lind’in serbest bırakılmasını, hakkında iddia edilen suçlamanın geri çekilmesini ve suçlamanın geçersiz kabulünü talep ediyorum. Başka bir suçlama yapılması mümkün değildir çünkü en ufak bir sağduyusu olan herkes, bu genç kızın suçlu olmadığını ve başka bir hüküm verilemeyeceğini görebilir.”
* * *
Mahkemenin karara varması kısa sürdü. Yarım saatten kısa süre içinde sonuç bildirildi.
Rebecka Lind özgürdü ve hemen serbest bırakıldı. Öte yandan, suçlamalar geçersiz sayılmadı, yani savcı temyize gidebilirdi. Jüri üyelerinden beşi serbest bırakılmasını, ikisi bırakılmamasını oylamıştı. Hâkim suçlanması gerektiğini önermişti.
Mahkeme salonundan ayrılırlarken Buldozer Olsson, Martin Beck ve Rhea’nın yanına geldi. “Gördünüz ya? Biraz elinizi çabuk tutsaydınız o viskiyi kazanacaktınız.”
“Temyize gidecek misin?”
“Hayır. Sence bütün gün Yargıtay’da oturup Borazan’la tartışmaktan başka yapacak işim yok mu? Böyle bir dava için hem de?” Aceleyle uzaklaştı.
Borazan da yanlarına geldi, topallaması iyice kötüleşmişti. “Geldiğin için teşekkürler,” dedi. “Çoğu kişi bunu yapmazdı.”
“Ne yapmaya çalıştığını anlamıştım,” dedi Martin Beck.
“Sorun bu zaten,” dedi Braxén. “Birçok kişi ne yapmaya çalıştığını anlar ama kimse gelip destek vermez.”
Borazan düşünceli düşünceli Rhea’ya bakarken purosunun tepesini kopardı.
“Ara verildiği esnada Bayan… Bayan… şeyle ilginç ve çok faydalı bir konuşma yaptım.”
“Adı Nielsen,” dedi Martin Beck. “Rhea Nielsen.”
“Teşekkürler,” dedi Borazan sıcak bir şekilde. “Bazen sırf şu isim olayı yüzünden mi bir sürü dava kaybediyorum diye merak etmiyor değilim. Neyse, Bayan Nilsson hukuk okumalıymış. On dakika içinde koca davayı analiz etti ve savcının aylarca uğraşsa beceremeyeceği hızda özet geçti.”
“Mmm,” dedi Martin Beck. “Buldozer temyize gitmek isterse, üst mahkemede kaybetme ihtimali daha düşük.”
“Eh,” dedi Borazan, “rakibinin ruhsal durumunu da göz önüne almak zorundasın. Ama Buldozer daha başta kaybetmişse, temyize gitmez.”
“Neden?” diye sordu Rhea.
“Hiçbir şeye vakti olmayan, çok meşgul bir adam olduğu imajını kaybeder. Zaten bütün savcılar Buldozer’in genelde olduğu kadar başarılı olsa, ülke nüfusunun yarısı kendini hapiste bulurdu.”
Rhea suratını buruşturdu.
“Tekrar teşekkürler,” dedi Borazan ve topallayarak uzaklaştı.
Martin Beck düşüncelere dalarak adamın gidişini izledikten sonra Rhea’ya döndü. “Nereye gitmek istersin?”
“Eve.”
“Seninki mi, benimki mi?”
“Seninki. Uzun zaman oldu.”
Uzun zamanla kastettiği tamı tamına dört gündü.
4
Martin Beck, Eski Şehir’deki Köpman Caddesi’nde oturuyordu. Burası, Stockholm’ün merkezine çok yakındı. Bina bakımlıydı, hatta asansörü bile vardı ve Saltjöbaden ya da Djursholm’da villaları, koca koca bahçeleri ve havuzları olan züppeler hariç, herkes burayı bir apartman dairesi olarak ideal bulurdu. Martin Beck burayı bulduğu için çok şanslıydı ve en ilginci de rüşvet ya da hileyle tutmamış olmasıydı, yani bugünlerde polisin önüne serilen ayrıcalıklardan faydalanmamıştı. Bu şans, karşılığında ona on sekiz yıllık mutsuz bir evliliği bitirme gücü de vermişti.
Sonra yine şansı yaver gitmemişti. Bir buçuk yıl sonra, manyak bir adam tarafından bir çatının tepesinde göğsünden vurulmuştu, tam hastaneden çıktığında ortada kalmıştı, çalışmaktan sıkılmıştı ve meslek hayatının kalanını bir döner sandalyede, duvarları meşhur ressamların tablolarıyla, yerleri ise halıfleksle kaplı bir odada oturup geçirme düşüncesinden ürküyordu.
Ancak artık bu risk asgariye inmişti. Polis teşkilatının üst düzey yetkilileri, onun tam manasıyla deli olmasa da, birlikte çalışılması zor biri olduğuna kanaat getirmişti. Martin Beck, Milli Emniyet Müdürlüğü’nde Cinayet Büro Şefi olmuştu ve bu eski ama etkili organizasyon yıkılana kadar da orada kalacaktı.
İronik bir biçimde, bu etkili çalışmaları Ekip’in eleştirilmesine sebep oluyordu. Kimileri Ekip’in müthiş başarı oranını, diğerlerine nazaran daha az sayıdaki dosyalarla ilgilenen personelin fazla iyi olmasına bağlıyordu.
Ayrıca üst kademelerde Martin Beck’ten şahsen hoşlanmayan insanlar vardı. Hatta onlardan biri, Martin Beck’in ülkenin en iyi polislerinden biri olan Lennart Kollberg’i teşkilattan dalavereyle istifaya zorladığını ve onun Askeri Müze’de yarı zamanlı tabanca tasnif uzmanı olarak işe girmesine sebep olduğunu, zavallı karısının da aileyi geçindirmek zorunda kaldığını herkese duyurmuştu.
Martin Beck nadiren sinirlenirdi ama bu zırvalığı duyunca bahsi geçen kişiye gidip çenesine bir tane indirmek istemişti. Gerçek şuydu ki, Kollberg’in istifa etmesinden herkes kazançlı çıkmıştı. Kollberg hem tatsız bir işten kurtulmuştu, hem de ailesiyle daha çok vakit geçirebiliyordu, karısı ve çocukları onu görmeyi bin kat yeğlerdi. Kazançlı çıkan bir başka kişiyse Kollberg’in yerine geçen ve böylece, hayattaki en büyük hayaline, yani emniyet müdürü olmaya giden yolda daha fazla kredi toplayacak olan Benny Skacke’ydi. Ayrıca bir de Milli Emniyet Müdürlüğü’nden bazı insanların da işine gelmişti bu. Bunlar Kollberg’in iyi bir polis olmasına rağmen ‘baş belası’ olmasını ve ‘başlarına zorluk çıkarmasını’ asla hazmedemeyenlerdi. Aslında Kollberg’i özleyen tek kişi vardı, o da Martin Beck’in kendisiydi.
İki yıl önce Martin Beck hastaneden çıktığında daha kişisel sorunlarla karşı karşıya kalmıştı. Kendini daha önce hiç hissetmediği kadar yalnız ve hayattan kopmuş hissediyordu. Meşgul olsun diye terapi niyetine eline verilen dosya, dedektiflik hikâyelerinden fırlamış gibiydi. Kilitli bir odayla ilgiliydi ve soruşturma kafaları bulandırmış, sonuç tatmin edici olamamıştı. Martin Beck sıklıkla o kilitli odada oturanın, o sıkıcı ceset değil de kendisi olduğunu hissetmişti.
Katili bulmuştu, gerçi Buldozer Olsson devamında açılan davada, bu sanığı bir banka soygunuyla bağlantılı bir cinayetten suçlamayı tercih etmişti. Aslında adam o cinayette tamamen masumdu. Braxén’in sabah bahsettiği dosya da buydu. O günden beri Martin Beck’e Buldozer ile ilişki kurmak biraz zor geliyordu, çünkü tüm olay kasti biçimde manipüle edilmişti fakat aralarındaki ilişki o kadar fena değildi. Martin Beck bundan dolayı kin tutmuyordu ve Buldozer’le konuşmayı seviyordu, gerçi bugün erken saatlerde yaptığı gibi savcının çanına ot tıkamak da hoşuna gitmişti.
Yaşadığı şansızlık sonucu yine şans yüzüne gülmüştü. Karşısına Rhea Nielsen çıkmıştı. Martin Beck onunla tanıştığında kadından etkilendiğini ilk on dakikada fark etmişti ve kadın da ona olan ilgisini saklamaya çalışmamıştı. Belki de Martin Beck için en başından en anlamlı olan, hem ne demek istediğini anlayan biriyle iletişim kurmak, hem de niyeti gayet net olan, onu yanlış anlamayan ve zorluk çıkarmayan biriyle birlikte olmaktı.
İlişkileri böyle başlamıştı. Sık sık buluşmaya başlamışlardı ama sadece Rhea’nın evinde. Rhea Nielsen, Tule Caddesi’nde bir apartmanın sahibiydi, son bir yıldır ağırlıklı olarak orayı bir çeşit komün gibi yönetiyordu.
Rhea Nielsen, Köpman Caddesi’ndeki eve gelene kadar haftalar geçmişti. O akşam yemek pişirmişti çünkü iyi yemek, onun en büyük ilgi alanıydı. Yine aynı akşam başka ilgileri olduğunu açık etmişti ve ilgileri aşağı yukarı benzerdi.
Güzel bir akşam geçirmişlerdi. Martin Beck için belki de gelmiş geçmiş en güzel akşamdı.
Sabah birlikte kahvaltı etmişlerdi, Martin Beck onun giyinmesini izlerken sofrayı hazırlamıştı. Onu daha önce defalarca çıplak görmüştü fakat gözünün bu konuda asla doymayacağını hissetmişti. Rhea Nielsen güçlü ve iri yapılıydı. Biraz tıknaz denebilirdi ama son derece uyum içinde bir vücudu vardı. Yüz hatlarının orantısız olduğu söylenebilirdi ama bu ona özel bir hava katıyordu. Martin Beck’in en çok sevdiğiyse birbirinden alakasız beş şeydi; kararlı bakan mavi gözleri, düz yuvarlak göğüsleri, açık-kahve iri meme uçları, bacak arasındaki açık renk tüyler ve ayakları.
Rhea çatlak sesle kahkaha attı. “Sen izlemene bak,” dedi. “Bazen izlenilmek de hoşuma gidiyor.” Külotunu giydi.
Sonrasında çay, kızarmış ekmek ve marmelattan oluşan kahvaltılarını ettiler. Rhea düşünceli görünüyordu, Martin Beck sebebini biliyordu.
Birkaç dakika sonra Rhea Nielsen, “Bu şahane gece için teşekkürler,” diyerek ayrıldı.
“Asıl ben teşekkür ederim.”
“Sonra ararım,” dedi Rhea. “Çok zaman geçti dersen, o zaman sen ararsın.” Gene düşünceli ve sıkıntılı göründü, sonra kırmızı sabolarını giyip hızlı hızlı, “Hoşça kal. Tekrar teşekkürler,” dedi.
Martin Beck o gün boştu. Rhea çıktıktan sonra duş aldı, bornozunu giyip yatağa uzandı. Hâlâ canı sıkkındı. Ayağa kalkıp aynada kendine baktı. Kırk dokuz yaşında göstermiyordu, doğruydu ama aynı zamanda bu yaşta olduğu da gerçekti. Görebildiği kadarıyla, yüz hatları yıllardır değişmemişti. İnce ve uzundu, hafif sarı tenli ve geniş çeneli bir adamdı. Saçları kırlaşmamıştı. Şakaklarında seyrelme yoktu.
Yoksa bunların hepsi bir illüzyon muydu? Sırf Martin Beck böyle olmak istiyor diye?
Tekrar yatağa döndü, sırtüstü uzanıp ellerini ensesinde bağladı.
Hayatının en güzel saatlerini yaşamıştı. Aynı zamanda çözümü olmayan bir problem yaratmıştı. Rhea ile yatmak muhteşemdi. Ama gerçekte nasıl biriydi? Martin Beck bunu kelimelere dökmek istediğinden emin değildi ama belki de dökmeliydi. Tule Caddesi’ndeki evde birisi bir defasında onun için ne demişti? Yarı kız, yarı kabadayı?
Aptalcaydı ama bir şekilde uyuyordu.
Dün gece nasıldı?
Martin Beck’in hayatındaki en iyi geceydi. Cinsel anlamda yani. Ama o alanda fazla tecrübesi yoktu zaten.
Rhea nasıldı? Martin Beck cevap vermek zorundaydı. Esas soruya gelmeden önce.
Rhea bunu eğlenceli bulmuştu. Bazen kahkahalarla gülmüştü. Bazen de Martin Beck onun ağladığını düşünmüştü.
Şimdiye kadar iyiydi ancak Martin Beck başka bir noktaya takıldı.
Bu iş yürümezdi.
Bu ilişkide karşıt birçok nokta vardı.
Ben ondan on üç yaş büyüğüm. İkimiz de boşanmış insanlarız.
Çocuklarımız var, hoş benimkiler büyüdü, Rolf on dokuz, Ingrid de yirmi üçe yakın ama onunkiler hâlâ küçük sayılır.
Ben altmış yaşında emekli olmaya hazırlanırken Rhea daha kırk yedi olacak.
Bu ilişki yürümez.
* * *
Martin Beck onu aramadı. Günler geçti. O gecenin üstünden bir haftayı aşkın zaman geçerken sabahın yedi buçuğunda telefonu zır zır çaldı.
“Selam,” dedi Rhea.
“Selam. Geçen hafta için teşekkürler.”
“Ben de teşekkür ederim. Meşgul müsün?”
“Hayır.”
“Tanrım, polis dediğin meşgul olmalı,” dedi Rhea. “Çalışmaya ne zaman vakit ayırıyorsunuz?”
“Benim taraf şu anda sakin bir dönemde. Ama şehre inersen orası ayrı.”
“Teşekkürler, sokakların hâlinden haberim var.”
Kısa bir an durdu, çatlak sesle öksürdü, sonra şöyle dedi, “Konuşma zamanı geldi sanırım?”
“Sanırım.”
“Tamam. Ne zaman istersen çıkıp gelirim. Senin evinde olması en iyisi.”
“Belki sonrasında çıkıp bir şeyler yeriz,” dedi Martin Beck.
“Evet,” dedi Rhea tereddütle, “yiyebiliriz. Bu günlerde sabolarla restorana gidiliyor mu?”
“Tabii.”
“Yedide oradayım öyleyse.”
Kısa ve öz olmasına rağmen, ikisi için de önemli bir konuşmaydı bu. Düşünceleri hep aşağı yukarı aynı olurdu ve bu kez de farklı olmayacaktı. Büyük ihtimalle, oldukça öneme sahip bu meselede ikisi de benzer sonuca varmıştı.
Rhea saat tam yedide geldi. Kırmızı sabolarını ayağından fırlatıp parmak ucunda kalkarak onu öptü.
“Neden aramadın?” diye sordu.
Martin Beck cevap vermedi.
“Çünkü sonunda bir karara vardın,” dedi. “Ve bu kararın pek hoşuna gitmedi?”
“Hemen hemen.”
“Hemen hemen mi?”
“Tamı tamına,” dedi Martin Beck.
“Yani aynı eve taşınamayız, evlenemeyiz ya da başka çocuk ya da aptalca başka bir şey yapamayız. İşte o zaman her şey fazla karmaşık, fazla bulanık hâle gelir ve böyle iyi bir ilişkinin cehennemin dibini boylaması kaçınılmaz olur. İlişkiye yazık olur.”
“Evet,” dedi Martin Beck. “Muhtemelen haklısın. Karşı çıkmayı çok istesem de.”
Rhea o garip, yoğun, berrak mavi gözleriyle doğrudan gözlerinin içine bakıp şöyle dedi; “Karşı çıkmayı çok istiyor musun?”
“Evet, ama etmeyeceğim.”
Rhea kontrolünü kaybetmiş gibiydi. Pencere kenarına yürüdü, perdeyi çekip Martin Beck’in anlayamadığı, boğuk bir sesle hızlı hızlı bir şeyler söyledi. Birkaç saniye sonra, yine başını bile çevirmeden konuştu; “Seni sevdiğimi söyledim. Seni seviyorum ve muhtemelen daha uzun süre de seveceğim.”
Martin Beck şaşkındı. Sonra kadının yanına gidip kollarıyla ona sarıldı. Az sonra Rhea yüzünü göğsünden kaldırıp, “Demek istediğim, ben bu ilişkiye sahip çıkıyorum ve ikimiz de sahip çıktığımız sürece devam etmek istiyorum. Sana uyar mı?” dedi.
“Evet,” dedi Martin Beck. “Şimdi yemeğe çıkalım mı?”
Dışarıda yemeğe nadiren çıkmalarına rağmen, baş garsonun, Rhea’nın tahta sabolarına garipseyerek baktığı pahalı bir restorana gittiler. Sonrasında eve yürüyüp aynı yatağa uzandılar, ikisi de bunu yapmayı planlamamıştı.
O günden bu yana neredeyse iki yıl geçmişti ve Rhea Nielsen, sayısız defa Köpman Caddesi’ne gelmişti. Doğal olarak evde izini bırakmıştı, özellikle mutfakta, burası tanınmaz hâldeydi. Ayrıca yatağın üstüne Mao posterini de asmıştı. Martin Beck asla siyasi konularda görüş belirtmezdi, bu kez de bir şey dememişti. Ancak Rhea şöyle demişti; “Eğer evde röportaj vermen gerekirse, bunu indirmek zorunda kalabilirsin. Eğer asılı bırakmaya korkarsan.”
Martin Beck cevap vermemişti ama bu posterin bazı çevrelerde yaratacağı sorunu düşününce orada bırakmaya karar vermişti.
5 Haziran 1974 günü Martin Beck’in evine gittiklerinde Rhea hemen sandaletlerini çıkarmaya koyuldu.
“Şu kahrolası kayış ayağımı vuruyor,” dedi. “Ama bir iki haftaya düzelir.” Sandaletleri kenara attı. “Oh be,” dedi. “Bugün iyi iş çıkardın. Kaç polis tanıklık etmeyi ve o soruları cevaplamayı kabul ederdi ki?”
Martin Beck sessizliğini sürdürdü.
“Bir kişi bile etmezdi,” dedi Rhea. “Senin sözlerin davanın seyrini değiştirdi. Hemen anladım.” Rhea ayaklarını inceledi. “Sandalet iyi hoş ama deli gibi vuruyor. Böyle daha iyi.”
“İstersen üstündeki her şeyi çıkar,” dedi Martin Beck. Bu kadının ne zaman ne yapacağını bilecek kadar yakından tanıyordu. Ya anında bütün kıyafetlerini fırlatıp atardı ya da tamamen başka bir konuya geçiş yapardı.
Rhea ona şöyle bir baktı. Bazen gözlerinin içi parlıyor, diye düşündü Martin Beck. Rhea bir şey demek için ağzını açtı ama anında sustu. Onun yerine gömleğiyle kotunu çıkardı. Martin Beck ceketinin düğmesini bile açamadan Rhea’nın kıyafetleri yere yığılmış, kendisi de çırılçıplak yatağa uzanmıştı.
“Tanrım, amma yavaş soyunuyorsun,” dedi homurdanarak. Ruh hâli anında değişmişti. Belli de oluyordu çünkü seks boyunca neredeyse tamamen sırtüstü uzanmış, bacaklarını iki yana açıp kaldırmıştı, böylesini seviyordu, ki her zaman ya da genellikle en iyi pozisyon olduğu söylenemezdi.