Kitabı oku: «Zabit ve Kumandan – Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl»
HASAN ÂLİ YÜCEL’İN KİTAP HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ
Bazı kitaplar vardır zamanında dikkati çekmemiş, büyük bir okuyucu topluluğu bulamamış fakat yazıldığı günlerin önemli olaylarını bugünlere aktarmış ve bu olayların çağdaşları üzerindeki etkilerini tarihe yansıtmıştır. Öte yandan tarihe yön verecek büyük adamlara ilham kaynağı olması nedeniyle, o kişide oluşmuş fakat dışa vurulmamış duygu ve düşüncelerin açığa çıkmasına vesile olmuştur. İşte rahmetli Nuri Conker'in Zabit ve Kumandan adlı az sayfa tutan yapıca küçük, anlamca büyük kitabı, bu bahtiyarlığa ermiş eserlerden biridir.
Atatürk’ün Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl adlı kitabını okuyacak olan herkes, bu kitabın yazılmasına vesile olan Zabit ve Kumandan’ı okumadan geçemez.
Kitabın tanıtılmasına geçmeden önce Nuri Conker hakkında bilgi vermek yerinde olur.
Mehmet Nuri Conker 13 Ekim 1881’de Selanik’te doğdu. Babası Hoca Osman Efendi, annesi Zehra Hanım’dır.
Selanik Askerî Rüştiyesinden sonra Manastır Askerî İdadisini bitirdi. 1902 yılında İstanbul Harbiye Mektebini (harp okulu) bitirerek 21 yaşında piyade teğmeni olarak kılıç taktı. Harp Akademisinde üç yıl okudu, 1905’te mümtaz yüzbaşı olarak okulu bitirdi. 1909 yılında Hareket Ordusu’na gönüllü olarak katıldı. Tabur komutanlığı görevine atanarak Selanik’ten İstanbul’a geldi. Sonra İstanbul’da Mahmut Şevket Paşa’nın yaverliğini (emir subaylığı) yaptı. 1910 yılında Arnavutluk Harekâtı’na katıldı. Aynı yıl kurmay subaylık sınavını üç yüz kişi arasında birincilikle kazanarak kurmay subay oldu. Selanik’te yeni kurulan Küçük Zabit Mektebine (Astsubay Sınıf Okulu) komutan olarak atandı. 1911’de başlayan Trablusgarp Savaşı’na da gönüllü olarak katıldı ve Umum Bingazi Kuvvetleri Erkânıharbiyesine (Bingazi Genel Kuvvetleri Kurmay Başkanlığına) reis oldu. 1912’de binbaşılığa yükseltildi. Aynı yıl başlayan Balkan Savaşı’nda Çanakkale Boğazı Mürettep Kuvvetleri1 kurmay subaylığına atandı. Bolayır’da Bulgar kurşunuyla dizinden yaralandı.2
1913’te Alman İmparatoru Kayzer Wilhelm’in Almanya’ya tedavi için çağırdığı on iki yaralı Türk subayından birisi olarak Wiesbaden’e gitti. O yıl, Osmanlı ve Alman İmparatorlukları askerî nişanlarıyla değerlendirildi. 1913 Nisanı’nda Zabit ve Kumandan adlı kitabını yazdı.3 Mustafa Kemal, on üç ay sonra 1914 Mayıs’ında Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl adlı söyleşi ve deneme türündeki ölmez eserini yazdı. Nuri Conker Bey 1914’te İstanbul I. Tümen Kurmay Başkanlığına atandı, sonra Balıkesir’de 24. Alay Komutanlığına atandı. Birinci Dünya Savaşı başlangıcında, bu alayı ile birlikte Çanakkale’ye gönderildi. 1915’te Anafartalar ve Conkbayırı Muharebelerine katıldı. Conkbayırı’nda ikinci kez sağ şakağından ağır bir biçimde yaralandı. Bu yaranın izini ölünceye kadar bir onur nişanı olarak taşıdı. O sırada yarbaylığa yükseltildi ve Conkbayırı’ndaki 8. Tümen Komutanı oldu. 10 Ocak 1916’da Alman hükûmetince Kurmay Yüzbaşı Nuri Bey’e Demir Salip Nişanı (Demir Haç Nişanı) verildi. Aynı yılın başlarında, tümeniyle birlikte Doğu’ya, Muş Cephesi’ne gönderildi. Yine 1916’da Alman hükûmetinin Egi Ruj Nişanı’yla onurlandırıldı. Bundan sonra da Avusturya-Macaristan Devleti’nin Meziyet-i Askeriye Salip Şeref Nişanı (Askerî Üstün Nitelikler Onur Nişanı) verildi. 1917 yılında Kafkas Muharebelerindeki hizmetlerinden dolayı Osmanlı İmparatorluğu’nun Muharebe Gümüş Liyakat Madalyası (Savaş Gümüş Üstün Görev Madalyası) ile onurlandırıldı. Aynı yıl Lahey’e (Hollanda) askerî ataşe olarak gönderildi. Burada 1918’de kurmay albaylığa yükseltildi ve Hollanda Kraliçesi tarafından kendisine “Komandör” rütbesinin Kılıçlı Oranj Nase Nişanı verildi. 1920’de Kurtuluş Savaşı’mızda görev almak için Anadolu’ya geçti, Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğüne atandı. Ankara Vali ve Komutanlığı da vekâleten verildi. Sonra merkezi Pozantı’da olan Adana Vali ve Komutanlığına atandı. 1921 TBMM hükûmetinin siyasal delegesi olarak Berlin’e gönderildi. Orada iki yıl bu görevi üstlendi. 1923’te TBMM II. Dönem Kütahya Milletvekili olarak meclise girdi. 1930’da kurulan Serbest Fırka’nın Kâtib-i Umumisi (genel sekreteri) oldu. 1931 seçimlerinde Gaziantep’ten milletvekili seçildi. 8 Şubat 1935’te M. Kemal Atatürk yakın dost ve arkadaşına Conkbayırı’ndaki üstün başarılarının anısı olarak “Conker” soyadını verdi. Aynı yıl TBMM Reis Vekili oldu. 11 Ocak 1937’de Ankara’da İsmet İnönü Caddesi 65 numaralı evde4 vefat etti. Atatürk’ün arzu ve emirleriyle Ankara Şehitliği’ne gömüldü. Atatürk, çok sevdiği bu arkadaşının cenaze törenine üzüntüsü nedeniyle katılamadığından çelenk göndermişti. Millet, Atatürk’ün acısına yürekten katılmış ve kendisine yüzlerce taziyet telgrafı çekmiştir.
Nuri Conker, Atatürk’le Selanik’te aynı mahallede büyümüşler; Selanik Askerî Rüştiyesinde, Manastır Askerî İdadisinde İstanbul’da Harbiye Mektebinde, Harp Akademisinde, Selanik’te III. Ordu’da, Hareket Ordusu’nda, Arnavutluk Harekâtı’nda; Afrika’da Trablusgarp, Bingazi ve Tobruk Muharebelerinde; Çanakkale’de Anafartalar ve Conkbayırı Muharebelerinde (Conkbayırı’nda Mustafa Kemal’in, göğsündeki saate şarapnel parçası isabet ettiğinde Nuri Bey onun yanındaydı.) Doğu’da Muş Cephesi’nde, Kurtuluş Savaşı’nda daima beraber bulunmuşlar, birlikte savaşmışlar ve arkadaşlıklarını aralıksız sürdürmüşlerdir.
Cumhuriyet Dönemi’nde ve tüm inkılap görüşmeleri ve toplantılarında; Çankaya’da, Yalova’da ve Dolmabahçe’de, bütün yurt gezilerinde her zaman Atatürk’ün beraberinde bulunmuştur. Atatürk, Nuri Conker’in arkadaşlığını daima aramış, kendisini sevmiş ve bu iki dost birbirlerine her zaman bağlı kalmışlardır. Atatürk, sofrasında ona her vakit özel bir dikkatle yer vermiş, eski arkadaşı Nuri Conker’le şakalaşmaktan ve onunla konuşmaktan zevk almıştır. Bunu, Atatürk’ü tanımak ve çevresinde bulunmak bahtiyarlığına ermiş olanlar pek iyi bilirler.
Ayrıca bugün birer tarihî belge değeri kazanmış olan Atatürk’ün mektuplarında Nuri Conker’e yazdığı mektuplarından başka öteki arkadaşlarına yazdığı mektuplarında da adı sık geçer.5
Mustafa Kemal, 4 Ekim 1327’de (1911) Rus vapuruyla Trablusgarp’a giderken Urla’da (İzmir) rahmetli Salih (Bozok) Bey’e yazdığı mektupta iki yakınından söz eder. Birisi annesi, ikincisi arkadaşı Nuri Conker’dir. Mektubunda, onun için şöyle der:6
Salihçiğim,
Başka kâğıdım yok. Nuri’ye ayrıca mektup yazamayacağım. İstersen bu mektubumu aynen gönder veyahut bir bahisle mektup yaz ve o kıymetli kardeşimize de ki: Benim için hatırası kalp ve vicdanımdan bir an çıkmayan bir öz kardeş varsa Nuri’dir. Bu muzlim seferi, bu karanlık yolculuğu onunla yapmak isterdim. Allah nasip ederse saha-i mücade-latta (savaş alanlarında) birleşiriz eğer mukadderse ahirette buluşuruz.
Şimdi ahirette buluşan bu iki yakın arkadaş, o zaman Trablusgarp’ta vatan savunmasında birleşmişlerdi.7 Mustafa Kemal bütün mektuplarında Nuri Conker’e Azizim Nuri, Kardeşim Nuri, başkalarına yazdığı mektuplarda Bizim Nuri ya da Nuri diye hitap etmiştir.
Nuri Conker, elli beş yaş gibi genç denebilecek yaşta öldüğü zaman, Atatürk’ün bu sevgili arkadaşını kaybetmekten duyduğu elemi, o sırada Cenevre’de öğrenim gören Sayın Afet’e (Şimdi Sayın Prof. Dr. Afet İnan) yazdığı 16 Ocak 1937 tarihli mektuptan da açıkça anlıyoruz.
Hatay üzüntüsüne, Conker’in ölümü acısı karıştı; bu acının açtığı yaranın derinliğini tahmin edersin… der.
Doğum yeri ve yılı bile aynı olan bu iki arkadaşın vatan ve millet sevgileri, askerlik sanatına karşı bağlılıkları da aynıdır.
Nuri Conker bu kitabıyla bize, Balkan yenilgisiyle Rumeli’nin nasıl kaybedildiğini ve nasıl derin bir millî acıya kapıldığını fakat bu korkunç olaya ve kayba rağmen tıpkı Mustafa Kemal gibi bu bozgundan dolayı Türk milletinden ve Türk ordusundan umudunu kesmediğini gösterir.
Bu kitap, yarım yüzyılı aşkın bir süre geçmiş olmasından dolayı meslek bilgisi ve özellikle anlatım açısından eskimiştir. Fakat vatan savunması, millete karşı görev duygusu bakımından kıymetini kaybetmemiştir. Çünkü vatan o vatan, millet o millet. Kitap, bugün tarih olmuş o acıklı dönemin ordu yönetimi bakımından bir eleştirisidir. O kadar ki Balkan Harbi’ne giren Osmanlı ordusunun eğitim ve öğretiminin, taarruz ruhu bakımından çok zayıf olduğunu Nuri Conker en sert dille eleştirmekten çekinmemiştir.
Siyasal hiçbir işaret bulunmamakla birlikte kitap, okuyucuya millî-siyasi bir ruh aşılama yönünden çok uyandırıcı ifadesiyle yüksek bir öğretim önemi taşımaktadır. Dili, o döneme göre bile ağdalı olmakla beraber söylemek istediği düşünceleri kesin ve açık bir üslupla yazmaktadır. Balkan bozgununu izleyen günlerde yazılmış olması yazarın kalemine duygusallık vermiş; şanlı tarihimizden alınmış sayfaların o günkü acı durumla karşılaştırılması, ciddi bir askerin gizlemeyi başarmış olduğu hıçkırıkları, satırların arasına sokularak okuyucuya aktarılmıştır. Fakat bu acı duygular onu hiçbir zaman kötümser etmemiştir.
Çanakkale Muharebelerinin kahramanlıklarını sayın ailesine ve biz vatandaşlarına soyadıyla miras bırakmış olan rahmetli Nuri Conker, tıpkı arkadaşı Atatürk gibi milleti zaman zaman eleştirmiş ama her zaman ona inanmış, onun geleceğinden umutlu olmuştur.
Bu kitap okunduktan sonra, Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl daha iyi anlaşılacaktır.
1 Temmuz 1959Hasan Âli Yücel
MAKSADA BAŞLAMADAN ÖNCE
Bu kitap; subayın acemi erleri temel eğitim ve öğretiminden, atış kurallarından, eğitim ve öğretim plan ve programlarının planlanmasından, bölüğün yetiştirilmesinden, taburun açılmasından, alay ve tümen manevralarından, harita okuma ve çalışmalarından, taarruz ve savunma gibi taktik konulardan söz etmeyecektir.
Bu kitap, bir subayın bu saymış olduğum ve buna benzer vazifeleri, savaşta uygulamak ve yapmakla yükümlü olan her derece ve türdeki komuta etmeye yetkili kişilerin, zafere ulaşabilecek ve üstün gelecek biçimde vazife yapabilmeleri için kesinlikle edinilmesi kaçınılmaz nitelik ve ilmî görüşten, askerî karakter ve askerî ananelerden, askerin üstünlüklerinden, yiğitliklerinden söz edecektir.
Bu kitapta, top ve tüfek gürültülerinin gökleri inlettiği, bu gürültülerin kulakları geçici de olsa sağır ettiği, gözleri duman kapladığı bu patlamalardan bir veya birkaçının isabetiyle olduğu yerde kalmak ihtimalinin her an var olduğu; bununla birlikte subayın en çok görmeye, işitmeye, düşünmeye, göstermekle işittirmeye ve düşündürmeye zorunlu olduğu yerde ve anda, subayın moral gücünü beslemeye yardımcı olacak nokta ve nitelikleri araştırması ve değerlendirmesi üstlenilecektir.
Yalnız kendi silahını iyi kullanmak göreviyle savaşa katılacak olan erlerin, direnebilecek ve cesaretle savaşabilecek bir düzeyde yetiştirilmeleri için erlere aşılanacak moral gücünden söz edilecektir. Ancak astlar üzerinde bu gibi sıkıntılı anlarda etkili olabilmek, amirin etkisini sağlayabilmek için daha barış zamanında eğitilmesi ve pekiştirilmesinin yolu yöntemi de bu kitabın konusu olacaktır.
Özetle bu kitap, subay ruh ve yüreğinin, subayda bulunması gerektiği belirtilen üstün subay karakterinin, askerlik sanatı açısından subayın en önemli ve üstün vasıflarının aynası olmaya çalışacaktır.
Bu konuda görülecek ve söylenecek görüş ile düşünceler, savaş kurallarının yorumu demek olan talimname, yönetmelik ve yönergeler doğrultusunda ve savaş alanında geçen olaylardan, deneylerden kaynaklanır. Bundan ötürü yazdıklarım sadece şahsi görüşlerim sayılmamalıdır. Bu görüşüm bana bu araştırmayı yapmaya ve bu kitabı yazmaya cesaret verdi. Kişi hiçbir zaman yanlışlıklardan kendini kurtaramaz, bu da bana güven verdi. Yazdıklarımın yetkili kişilerce eleştirilmesini kendi adıma takdir sayarım. Tanrı’nın yardımı eksik olmasın.
BİRİNCİ BÖLÜM
GİRİŞ
Önümüzde, acılarını gözümüzle gördüğümüz ve kalbimizle duyduğumuz, felaketle sonuçlanmış bir savaş vardır. Öyle bir savaş ki zarar verdiği ülkenin çocuklarından olmak itibarıyla biz askerlerin de payımıza düşen ibret dersi, yeterince uyanık bulunmak ve uyanıklığımızın aradan zaman geçtikçe artması zorunlu olduğu gibi; tarihi eskidikçe meslek adına bundan elde edeceğimiz yararların da artacağı ve kuvvet kazanacağı şüphesizdir. Zira savaşın tecrübelerinden beklenilen gerçek yararların ortaya çıkması; tamamen gerçek belgelerin ve savaş bilgilerinin sağlıklı bir biçimde toplanıp birleştirilmesine, savaşta yaptırma yetkisinde olanların (komutanların) bu fiil ve hareketten, yaşanılan dünyadan çekilmelerine (ölmelerine) bağlıdır ki bu da ancak zamanın geçmesiyle olur. Şu hâlde savaşın tarihi eskidikçe harp tarihinin askerlere fayda sağlama yönünden değerinin artmış olması tabiidir.
Savaş, askerlik sanatının öğrenilmesine yarayan vasıtaların en mükemmeli, en gerçeğidir. Savaşa hazırlanma döneminden ibaret olan ve bundan dolayı askerlerce savaşın ateşsiz olarak devamından başka bir şey gibi sayılmaması gereken barış döneminde, çeşitli rütbelerdeki komuta yetkililerine savaş gücü, beceri ve yeteneğini kazandırmak üzere yapılmakta olan; harita üzerinde taktik meselelerin çözümü, bu maksatla atlı subay gezileri, harp oyunları8 müfreze tatbikatları, kurmay gezileri ve en sonunda büyük manevralar gerçek savaşın yapısına ve oluşumuna yaklaşma amaç ve hedeflerini sırasıyla takip etmekte iseler de bunların hiçbiri, savaşın bilinen kendine has sıkıntılarını, özellikle düşman ve ölüm tehlikeleri taşımadıklarından; savaşanları, savaşı tanımadan savaşa yaklaştırmak açısından, savaşın fiilen yapılması kadar fayda sağlayamazlar. Bunlar ne kadar olsa nitelikçe birer savaş taklidi olmaktan ileri gidemezler.
Sefer Hizmetleri Kanunu – Giriş – Madde 37:
Pek fazla etkili ve önemli olan ve hasma üstünlük sağlanıncaya kadar göz önünde tutulması gereken düşmanın azim ve kuvveti barış dönemi eğitimlerinde var olmayıp tamamı tasarıya dayanır. Bu sebeple savaştaki olaylar ve hareketlerin çoğunlukla barış dönemi eğitimlerinde rastlanılmayan değişik şekil ve durumlar altında geçeceği hiçbir zaman gözden uzak tutulmamalıdır. Savaş, özellikle manevi gücün direnmesini, barış dönemiyle ölçülemeyecek, oranlanamayacak kadar kesin etkiler…
Biz ise şimdi savaş eğitiminin en ciddi ve gerçeği olan bizzat aslını yapmış ve uygulamış bulunuyoruz. Bu savaşta elde edilmiş olan deneyimlere dayanarak yukarıda fayda ve öneminden kısaca söz edilen harp tarihlerini, talimnameleri ve savaş sanatına ait eserleri okuduğumuz zaman daha iyi anlayacak ve yapacağımız manevraları savaş durumlarına daha çok uydurmak ve yaklaştırmak fırsatını elde etmiş olacağız. Zamanımızda fiilî olarak savaşa katılmak hayatı boyunca her askere nasip olmaz. Hele askerlik hizmeti sırasında iki savaşta bulunabilme fırsatı pek az askere nasip olur. Savaşa hiç katılmamış olan askerlerin bu bakımdan faydalanmaları ise çeşitli savaşların tarihlerini okumaya bağlı kalır.
Bir olayı bizzat gören ve yapanla, bunun yapılışını anlatan askerî bir kitaptan okumak arasında var olan dağlar kadar fark, savaşa katılanla, savaşı tarihinden okuyan arasında benzerlik aynı olduğundan, ordumuz subaylarının büyük bir kısmının savaşa katılmış olması dolayısıyla, bunca ateşleri kalbimizi yakmış olan bu son savaşın bize meslek açısından fayda sağlamaktan geri kalmadığı sonucuna varılır.
Hatta Alman ordusunda savaş kabiliyetinin sürdürülmesi, korunması ve yeni bir savaşta savaş tecrübesi bulunan subaylar ve komutanlardan yoksun olmamak için kırk yılı aşan bir zamandan beri savaşmamış olan orduyu savaştırmak, harp sanatını bilen komutanların (erbab-ı harbin) zihinlerini meşgul etmektedir. Zira bundan önceki savaşı (1870) yapmış olanlar yavaş yavaş ordudan çekilerek ordunun tamamen savaşı tanımayan kişilerin elinde kalması ve bundan sonra çıkacak bir savaşı, savaşmamış olanlara yaptırmak sakıncası ortaya çıkmaktadır. Hiç unutmam, Harp Akademisi sınıflarında bir gün, o zamanlar Osmanlı Devleti hizmetinde görev yapmakta olan Ferik (Korgeneral) Von Dtifort ile harp oyunu uygularken arkadaşlardan biri, henüz muharebeyi sona erdirmiş olan bir bölüğü derhâl toplayıp başka tarafa göndermek ve orada başlamış bulunan muharebeye sokmak karar ve emrini vermek isterken Paşa, buna karşı: “Sabahtan beri yaptığı yürüyüş sonunda verdiği muharebeden sonra bu bölük artık o dediğiniz yere gidemez çünkü bu, erlere muharebe edemeyecek ve buna dayanamayacak bir hizmet yüklemek olur. Ben Fransız Savaşı’na (1870) er olarak katıldım ve böyle bir hareketin erler tarafından yapılamayacağını kendi nefsimde denedim.” demişti. Paşa’nın harp tecrübesi hepimizinkinden kuvvetli ve esaslı idi çünkü o, sonradan subaylığa yükselecek olan erlik rütbesiyle savaşmıştı. Bu şart içinde bir savaşa er olarak girmekle subay olarak girmek arasında sıkıntılar, güçlükler, karşılaşılan tehlikeler ve savaşın özellikleri hakkında bilgi sahibi olmak ve kavramak yönünden elbette büyük farklar vardır.
Bir harp dâhisi olan büyük Napolyon’un birbirini izleyen savaşlardaki başarılarına etki yapan sebeplerden birisi de savaşlarını daima kısa aralıklarla birkaç savaşta bulunmuş tecrübeli askerlerle yapmış olmasıdır. Savaş en iyi savaşta öğrenilir. Şimdi her subayın savaş yeteneği ve yatkınlığına göre durumu ve şansı değişmiştir. Balkan Savaşı’ndan askerlik sanatı adına pek kolay fark edemeyeceğimiz ve hissedemeyeceğimiz faydalı tecrübeler edindiğimize şüphe edilmemelidir. Savaş ertesi demek olan şu zamanda ve bundan sonra, erlerimizin eğitim ve öğretiminin, kendi komutanlık sanatımızın ilerlemesi için gösterilecek çalışma ve çabaların daima savaşın gerçek durumuna göre yönlendirilmesi ve idaresi gereği ve önemi buraya kadar anlattıklarımızın özeti olur.
Sefer Hizmetleri Kanunu – Giriş – Madde 1: Askerî birliklerin barış dönemindeki eğitim ve öğretimleri, savaşta kendilerinden istenecek görevler göz önünde bulundurularak yaptırılmalıdır.
Ve yine Madde 26: Barış döneminin eğitim ve öğretimi, savaşta üstlenecekleri görevlerin tümünü kapsamalıdır. Her sınıfın muharebesine ait temel kurallar, çeşitli sınıfların kendi sınıf talimnamelerinde vardır.
Ve yine Madde 36: Tüzük ve talimnamelerde bulunmayan ve savaşta bile uygulanması mümkün olmayan birtakım uydurma eğitim ve hareketler getirerek erlerin eğitim ve öğretimi zorlaştırılmamalıdır. Bu gibi uydurulmuş ve güç hareketler seferberliğin ilk günü ile birlikte, geçerliğini kaybeder.
Ve Piyade Talimnamesi – Son Bölüm – Madde 477: Bir askerî birlik savaşın gerektirdiklerini tamamen yapmaya yeterli olup barış döneminde öğrendiklerinden hiçbirini muharebe alanında uygulamaktan ve kaldırmaktan vazgeçmiyorsa o birliğin eğitim ve öğretimi doğru bir usulde yapılmış olur.
Yukarıda barış dönemi için, savaş döneminin ateşsiz olarak devamından ibaret gibi sayılması gerektiği söylenmişti. Evet, biz kendimizi daima savaş hâlinde bilmeliyiz. Böyle bilirsek savaş çıkınca hazırlık dönemiyle savaş dönemi arasında çok fark görmeyiz, şaşırmayız, kaybetmeyiz. En çok prova edilen oyunlar sahnede en başarılı şekilde verilir. Bu, daha çok öğrenim yılı sonunda yapılan sınavlara benzer. Savaş, barış dönemi çalışmalarının bir imtihanıdır. Öğretim döneminde ne kadar çok yoklama yapılır, ne kadar çok o konuda çalışılırsa sınavda başarılı olma ihtimali o kadar artacağı gibi barışta da savaş sanatının aralıksız, dikkatlice ve özenle öğretilmesinin sürdürülmesi savaş sınavında zafer elde etmek için kesinlikle gerekli ve kaçınılmazdır. Zamanımızda harp silahlarının çoğalması, gelişmesi ve ordu mevcutlarının artmış olmasıyla önemi ve inceliği gittikçe artmakta olan savaş bilgisinin öğrenilmesi ve başarıyla uygulanmasının, aralıksız çalışmaya, çalıştırmaya bağlı bulunduğu şüphesiz ortadadır. Bu çalışma şekliyle, daha çok maddi güç üstünlüğüne giren askerî ve ilmî bilgiler çoğaltılıp pekiştirilebilir. Fakat bunların yeri ve zamanı geldiğinde, tam bir başarıyla uygulanması ve yapılması, bunların yararlı bir sonuca ulaştırılması için yalnız bu teknik bilgilerle donatılmış olmak yetmez. Savaş sanatını öğrenecek ve uygulayacak olan yüce askerlik mesleğini bilenler için öyle nitelik ve faziletler vardır ki bunların da ilmî yeteneğimizle atbaşı beraber geliştirilmesi ve kuvvetlendirilmesi zorunludur. Savaş bilgisinin felsefe bölümüne ilişkin olan bu nitelik ve faziletlerden yoksun bir askerlik bilgisi uzmanı, bunlarla canlandırılmayan askerlik bilgileri erlik ve fedakârlık alanlarında -savaşın karşı koymadaki manevi gücün direnmesini kesin olarak etkilediği (Seferiye – 39) zamanlarda- bu bilgiler derhâl sıfıra düşer ve hiçe dönüşür. Bence askerlik sanatını geçim kaynağı olarak seçenler için, askerliğin teknik ve ilmini öğrenmeden önce, hiç olmazsa bununla birlikte kendilerini üstün nitelik ve askerlik faziletleriyle donatmaları kesin bir ihtiyaçtır.
Ordumuzun son Balkan Savaşı’ndaki ağır yenilgisi acı bir gerçektir. Düş kırıklığına uğranıldı. Komuta heyetinin gücünü ve askerî kabiliyetlerini, birliklerin eğitim ve öğretim durumlarını tanıyanlarca bunun böyle olacağı gerçi biliniyordu.
Tespit edilen bu sonuca karşı, yenilme sebeplerini aramak hepimize borçtur. Gerçekte orduda ilmî yenilikler ve sanat tecrübesi pek azdı. Fakat sanatın çeşitli görevlerine ve ayrıntılarına ait değişik uygulamaların yanında, manevi güç ve yüce askerliğe ait düşünce ve eğilimlerin orduda büyük bir arzu ile hemen hiç dikkate alınmadığını, ordumuzda eğitim ve öğretimin uygulanış tarzı ve takibi hakkında uzun süre tecrübelerimle elde etmiş bulunduğum görüş ve bilgilerime dayanarak iddia edebilirim. Bundan, savaşta bütün işleri, kuru direnme ve kahramanlığın göreceği fikri anlaşılmasın demeyi gereksiz görürüm. Esaslı bir çalışma ve araştırma ürünü olmayan, ciddi bir ilim anlayışına dayanmayan cesaret ve fedakârlığın yalnız başına iş görmesi zamanı çoktan geçmiştir. He’l yestevillezine…9 Kur’an ayetinin açık olan anlamı zaten bunu çözümlemiştir. Fakat biz, seçkin insan nitelikleri ve fedakârlığa yakışır üstün ahlak ile taçlanmayacak olan teknikle ilgili bilgilerin dahi başlı başına istenileni sağlamayacağı iddiasındayız.
Bunun için kitabın konusunu yalnız bu noktanın açıklanmasına ve yorumuna ayırdık. Buna en parlak ve yeni bir örnek olarak İtalya Savaşı’nı gösterebiliriz. İtalya ordusu askerlerinin, gerçi Avusturya ve Fransa sınırlarında da Bingazi ve Trablus’taki gibi savaşacaklarını zan ve kabul etmemeliyiz. İklim ve arazi özelliklerinin, düşmanlarının özel durumlarının kendilerine kazandırdığı üstünlüğü hesaba katmakla beraber, daima kuvvetçe on beş-yirmi kat zayıf ve hele malzeme, savaş araç gereçleri ve mühimmat açısından oransız derecede gerisinde bulunan bir düşmanla çarpışan İtalyanların muharebelerde gösterdikleri ruh hâli, savaş için ilim ve fenden önce geldiğini iddia ettiğim askerliğe ait yüksek faziletlere, pek de sahip bulunmadıkları ortadadır. Oysa bu ordunun ilim ve teknik bakımından muharebeye eksiksiz hazırlanmış ordulardan olduğunu herkes bilmektedir. Onun için, ben ilim ve tekniği daha çok maddi güçten saydım.
İtalyanların Kuzey Afrika sahillerinde yaptıkları dayanıklı istihkâmlara ve ilmî kıyaslamaya göre nitelik ve nicelikçe pek geri olan düşmanları karşısında pek üstün askerî güçleriyle sanat bakımından hiçbir iş görmemiş olmaları da askerliğin manevi faziletlerinin ilim ve fen bilgisinden önce tanıttırılmasında beni haklı gösterecek açık bir delildir. Asıl olan, yüksek fedakârlık ve temiz soylu kahramanlık duygusudur. Bunun da tarihteki en canlı örneği Plevne’dir. Askerlik ve strateji gözüyle bakıldığında yer itibarıyla hiçbir önemi olmayan pekiştirilmemiş ve saldırganların dörtte biri kadar az bir savunma kuvvetine sahip Plevne ordusu karşısında Rus başkomutanının, daha önce küçük gördüğü Romanya ordusuna aman dedirten Plevne gazilerinin ünlü ezici kuvveti, Gazi Osman Paşa’nın seçkin kişiliği ve komutanlıktaki kesin kararlı tutumu ve büyüleyici etkisini bütün orduya yaydığı, ulu Tanrı katında beğenilen azmi, bir orduda Osmanlı sancağını hayattan, candan, rahattan, her türlü itibardan daha aziz ve kutsal tutmasına dayanmıştır. Bu tarihî karşılaştırma ve tecrübeye göre, savaşta zafer ve üstün gelme, askerliği bilmek, üstün niteliklerin anlamını kavramış olmak şartıyla dörtte dört manevi güçle öğrenileceği neticesini çıkarırsak sonucu bire indirmiş oluruz. Askerlik sanatının ayrıntılarını bize öğreten talimnamelerimizin işte bu zaferi sağlayacak olan manevi gücün seçkin nitelikteki maddelerini araştıralım. Talimnamelerin silah kullanma, dönüşler, selamlama bölümleri arasında bulunmayacak olan bu maddelerin hiç okunmadığını veya pek az okunduğunu açıkça söylemek gerekir.
Ne yalan söyleyeyim, biz Piyade Talimnamesi’nin ikinci bölümü olan muharebe kısmını üç yıllık Harp Okulu öğreniminin son aylarında birkaç derste, her öğrenci ikişer üçer madde olmak üzere, bir okuma kitabı gibi okumuştuk. Hemen bütün öğretim ve eğitim süresince yalnız birinci bölümü öğrenmeye ve uygulamaya bağlı kalmıştık.
Oysa bu ilk bölüm, daha çok erin ve belli en küçük tam askerî birliklerin savaşa hazırlanmasına ilişkindi. Subayın subay olarak yetişmesini, subayın asıl görevlerini, savaşın subaydan istediği ruhi, ilmî güç ve niteliklerini temelde ikinci bölüm kapsıyordu. Hele subaya ruhi ve ilmî talimat veren Savaş Hizmetleri Tüzüğü’nün başındaki giriş bölümünü hiç okumamıştık. Bu kitaptan okuduğumuz ilk ders, savaş düzenleri ve askerlerin bölümleri idi. Oysa bu girişin her bölümü başlı başına bir ders olabilecek genişlikte ve önemdeydi.
a. Sonradan kurulmuş birlik.
b. Bir görevin yapılmasında, o görevin ihtiyaç duyduğu sınıf, çap ve kuruluştaki birliklerden alınan kısımların bir araya getirilmesiyle oluşan birlik. (İsmet Gönülal, Müşterek Askerî Terimler Sözlüğü, s. 216, Genelkurmay Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 1979.)