Kitabı oku: «Kadife Yapraklar», sayfa 2
Lisana Dair
–2-
Dünü bugüne, bugünü de yarına haber veren, anlatan “lisan”ın sonuncu devre, yani Hamit ve Ekrem devrine gelinceye kadar cansız ve hareketsizliği, evza’ ve etvarımızı bihak gösteremediğini geçen makalemde arz ettimdi. Şimdi de bugünkü lisanın ne derece şeffaf ve metin, ne kadar müessir ve ahenktar olduğunu ve kimler tarafından bu mertebeye yükseldiğini söyleyeceğim.
Abdulhak Hamit ve üstat Ekrem’in, bu iki lâyemut simayı şiir ve edebin mekteb-i irfanından yetişenler, mesela: Fikret›ler, Halit Ziya›lar, Cenap Şahabettin›ler bina-yı teceddüdün esaslarını, temellerini vaz’ edilmiş buldular.
Bütün cehtleri itmam ettiler. O yolu tuttular. İlerlediler. Fikirleri itmam eyleyen kitle-i kelimenin hüsnünü, ahengini, ruhunu buldular, mana kuvvetini, mana sihrini gösterdiler. İşte lisanımız için bi-payan bir meziyet. Ma’mafih bununla kanaat etmediler. Mesela Halit Ziya’nın “Mai ve Siyah”ında ne diyor:
“bilseniz şiirin nasıl bir lisana muhtaç olduğunu bilseniz, öyle bir lisana ki, neye teşbih edeyim, bilmem. Bir ruh-ı beliğ kadar mütekellim olsun. Bütün kederlerimize, neşvelerimize, düşüncelerimiz, o kalbin bin türlü inceliklerine, fikrin bin çeşit derinliklerine, heyecanlara, tehevvürlere, tercüman olsun. Bir lisan ki, bizimle beraber grubun ahzan ve elvanına dalsın, düşünsün. Bir lisan ki, ruhumuzla beraber bir matemin işk-riz ye’si olsun. Bir lisan ki, heyecan-ı asabımıza refakat ederek çırpınsın.
Hani ya bir kemanın telinde zapt olunamaz, anlaşılamaz bir kaide altına alınamaz nağmeler olur ki ruhu titretir…
Hani ya bir sabah zamanı incilâ-yı fecirden evvel afaka hafif bir imtizac-i elvan ile dağılmış sisler olur ki, üzerlerinde tersim olunamaz, tayin edilemez renkler uçar, nazarlara buseler serper…
Hani ya bazı gözler olur ki, ufk-ı bî-intihâ-yı siyaha açılmış kadar ölçülemez, ka’ir-i na-tab um’kuna vukuf kabil olamaz, derinlikleri vardır ki, hissiyatı masseder.
İşte bir lisan istiyoruz ki, onda o nağmeler, o renkler, o derinlikler olsun fırtınalarla gürlesin, dalgalarla yuvarlansın, rüzgârlarla savrulsun sonra müteverrim bir kızın kenar-ı firaşına düşsün, ağlasın, bir çocuğun mehd-naz perverine eğilsin, gülsün, bir gencin nur-nigâh-ı şebanına düşsün, parlasın. Bir lisan… oh.. Saçma söylüyorum, zannedeceksiniz, bir lisan ki sanki serapa bir insan olsun…”
İşte edebiyatı yed-i teshirine almış büyük bir sanatkâr Halit Ziya›nın lisan hakkında hissettiği ihtiyaç, heyecan-ı bedii ile elyâf-ı ruhu tehziz edip okşayacak, efkârı tenvir, ahlak ve hissiyatı tehzip ve terbiye edecek bir lisandır diyebiliriz.
Fransızca öğrenilmesi aleyhine olduğum sanılmasın. Bilakis ben Fransızca öğrenmek iştiyakına daima müteellimim. Fakat lisanıma, lisanî mader-zademe vakıf olduktan sonra, onu az çok öğrendikten sonra Fransızcaya çalışır ve yaparım. Çalışmanın elinden ne kaçar…
Lisanımızın ne derece şaşaalı, latif, nükteli, müessir olduğunu yazdım. İtilayı lisana hizmetlerinden dolayı ilelebet kendilerini takdis edeceğimiz unutulmaz simaları çizdim. Ecnebi bir lisandan evvel kendi lisanımızı öğrenmekliğimiz ( ?) lüzumunu haber verdim.
Bu gibi sözlere başkaları gibi ben de susabilirdim. Fakat gönlüm buna kail olmadı. Elimden gelmedi. Kendisini böyle ikaz etmesini düşündüm. Ma’mafih, bu hareketim, (onun) hayrı için idi. Eğer kaşlarının çatılacağını bileydim, bunları yazar mıydım ya.
(Fethi Safvet: Maarif dergisi: Lisana Dair 2: sayı 5, sayfa 37 / 17 Haziran 1329)
11 Kasım 2020
TÜRKMEN EDEBİYATINDA İLK HİKÂYE ÖRNEKLERİ
Türkmen edebiyatında ilk hikâye ne zaman yazılmıştır. Kimin tarafından yazılmıştır ve nerede yayımlanmıştır. Edebiyat tarihimiz açısından bu sorulara cevap vermek şu ana kadar mümkün değildir. Çünkü Irak’ta Türkçe olarak yayımlanan gazete ve dergilerin tüm koleksiyonları şu ana kadar ortaya çıkmamıştır. Her gazete ve dergi hakkında, elde edilen sayılarına göre, bir az bilgimiz olsa da, ancak bu bilgilerin çoğu doyurucu değildir. Yani o gazete ve dergilerin içeriği hakkında kapsamlı, doğru dürüst bilgilere sahip olmamıza yeterince imkân vermemektedir. Bunların arasında Kerkük’te çıkarılan ilk gazetemiz, Havadis gazetesi başta gelir. 1912 yılında yayın hayatına başlayarak yaklaşık 7 yıl kadar devam eden gazetenin, bu gün elimiz altında bulunan sayıları, 50 sayıyı geçmemektedir. 250 sayı kadar yayımlanan bir gazeteden, yalnız 50 sayısını görmek, görüp incelemek, elbette ki o gazetenin içeriği hakkında, tam veya kapsamlı olarak bir bilgi edinmek açısından yeterli sayılamaz22.
Rahmetli hocamız Ata Terzibaşı Havadis gazetesinde “ara sıra hikâye ve tek tük roman” yayımladığını söylemektedir23. Ancak bunlardan, özellikle hikâyelerden, birkaç tanesine işaret etmektedir. Daha sonra – özel incelemelerimizle, gazetede Musullu bir yazar ve gazeteci olarak bilinen Hayrettin Farukî, “Kadın Kalbi” romanını tefrika etmiş olduğunu öğrendik. Oysa bu incelemelerden önce bu romanın el-yazma bir nüshasını ele geçirmiş, özetiyle, tahliliyle, metniyle birlikte edebiyat dünyasına kazandırmıştık24.
1913 yılında yayın hayatına başlayan ilk edebiyat dergimiz “Maarif” dergisinden25 sonra çıkarılan “Kevkeb-î Maarif” dergisinin26 de tüm sayıları tam olarak günümüze kadar ele geçirilmemiştir. Hatta sonradan yayımlanan Necme, Kerkük, İleri, Afak gazetelerinin de az denmeyecek kadar kimi sayıları kayba uğradığı için, hikâyeciliğimize katkıları hakkında çok önemli bilgilere sahip değiliz.
Bu konuda elimizde bulunan ufak tüfek bilgileri rahmetli hocamız Ata Terzibaşı’nın “Kerkük Şairleri” ile “Kerkük Matbuat Tarihi” kitaplarından öğreniyoruz. Hocamız yer yer bu gazetelerimizde hikâyeler yayımlandığını, örnek vermeden bildiriyor. Bağdat’ta çıkarılan “Yeni Irak” gazetesinin de 80 sayısından elimize geçen sayıları 24 sayıyı geçmemektedir. Bu gazete, diğerlerine göre hikâye yayınlamaya daha fazla özen göstermiştir27.
Bu bakımdan Türkmen edebiyatında ilkleri tespit etmek konusunda her hangi bir araştırıcı, dikkatli olarak davranmazsa, büyük hatalara düşebilir.
Yakın bir tarihe kadar Türkmen edebiyatında ilk yazılan hikâyenin Mekki Lebip’e ait olduğu söylenmekteydi28. Bu hikâye Maarif dergisinin 24 Ağustos 1329 (6 Eylül 1913) tarihli 8. sayısında Gözlük29 adı altında yayımlanmıştır. Oysa aynı derginin 11 Nisan 1329 (24 Nisan 1913) tarihli birinci sayısında bu hikâyeden, teknik bakımından daha üstün olarak nitelenebilen Dişçi adında bir hikâye vardır. Edebiyat tarihçilerimizin gözlerinden kaçmıştır. Neden kaçmış olduğunu, neden bu hikâyeye işaret etmemiş olduklarını bilemiyoruz. Hikâye, Türkmen edebiyatında fazlaca tanınmayan Ali Kemal Kâhyaoğlu tarafından kaleme alınmıştır. Ali Kemal Kâhyaoğlu yaklaşık bütün yazılarında, adına bitişik olarak Kerbela’da yaşadığını göstermiştir. Bu ufak bilginin dışında kendisi hakkında günümüze kadar her hangi bir bilgiye sahip değiliz. Fakat Kerkük’te çıkan bütün gazete ve dergilerde katkısına ve imzasına rastlamaktayız30.
Dişçi hikâyesi basın organlarımızda yayımlanan ilk Türkmen hikâyesi ise, kitap halinde yayımlanan ilk hikâye “Mübarezeyi Aşk veya Marmara Denizinde Bir Mezar”” adındadır31. Bu hikâye subay edebiyatçımız Kerküklü Mahmut Nedim tarafından yazılarak, Bağdat’ta biri Adap öbürü Vilayet matbaasında olmak üzere 1909 yılında iki kez basılmıştır. Kitap bizim tarafımızdan incelenerek özeti, tahlili ve metniyle birlikte 2009 yılında Kerkük Vakfı yayınları arasında tekrardan edebiyat dünyasına sunulmuştur. Mahmut Nedim’in bu kitabı aynı zamanda Irak genelinde de kaleme alınmış olan ilk hikâye sayılır. Çünkü Irak’ta Arapça olarak yayımlanan ilk hikâyenin tarihi 1921 dayanır. Mahmut Ahmet el-Seyit tarafından “Fi Sebil Ez-Zevaç (Evlenme Yolunda)” başlığı ile yazılmıştır32.
Oysa edebiyatımızda ilk roman, az önce sözünü ettiğimiz “Kadın Kalbi” romanıdır. 1915 yılında yazılmıştır.
Bunlar genel olarak ilk hikâye ve romanımızdır. Fakat ileride yeni bilgiler ortaya çıkmazsa, tarihi açıdan basın organlarımızda ilk yayımlanan hikâye Dişçi hikâyesi sayılır. Bu hikâye İstanbul’da, Sultan Ahmet’te 17 Ramazan 1330 yazılmıştır ve “ramazan tuhaflıklarından, küçük hikâye” diye bir not ile yayınlanmıştır. Neceme, Kerkük, İleri, Afak gazetelerinde de yer yer hikâyeler yayımlanmıştır. Bunların bir kısmını, araştırıcıların çalışmalarını kolaylaştırmak için aşağıya alıyor ve estetik değerlerini olanlara bırakıyoruz.
DİŞÇİ
Ali Kemal Kâhyaoğlu
Maarif Dergisi Sayı 1
Tarih: 11 Nisan 1329 (24 Nisan 1913)
Bir ramazan akşamı saat bire doğru Ahmet Efendi kalemden çıkmış, bir elinde simit, diğer elinde bir mendil olduğu halde Divan yolundan hanesine gidiyordu. Yolda gider ikin bir berberin kendisini çağırdığını işitip, berberin dükkânının kapısına kadar gider. Berber bunu görünce:
– Vay bey efendi, siz sözünüzde böyle mi sebat edersiniz…
Ahmet Efendi neye uğradığını bilmeyip:
– Yahu ne demek istiyorsun, anlayamadım.
Berber:
– Tabii anlamazsın. Çünkü işinize gelmez.
Ahmet Efendi:
– Rica ederim ne istiyorsunuz. Çabuk şöyle. Zira evim Aksay’da bana topu yolda attırırsın
Berber:
– Hakkımı istiyorum:
– Ne hakkı istiyorsunuz. Ben senden bir şey almadım ve sizi tanımıyorum.
– Sen değil misin geçen akşam elin yüzün sarılı olduğu halde bana gelip yalvararak dişini çıkartın. Bir mecidiye pazarlık etmiştik, on kuruş verip, geri kalan yarım mecidiyeyi yarın veririm sen değil miydim?
Bu esnada bir az kalabalık olur. Birkaç dakika sonra bir polis gelir. Ahmet Efendi:
– Yahu birader yanlışın var. Söylediğin zat ben değilim.
– A … bir de inkar ediyorsun. Polise:
– Polis efendi bu adam geçen akşam dükkânıma gelip dişini çektirdi. Bir mecidiyeye pazarlık etmiştik. Üzerinde on kuruş çıktı. O parayı verdikten sonra yalvararak, yarın akşam geri kalan on kuruşu vereceğim dedi. Ben de pekâlâ dedim. Bu bırakıp gitti. Aradan üç gün geçtiği halde gelip paramı veremedi.
Polis Ahmet Efendiye:
– Berberin söyledikleri doğru mu?.... Ahmet Efendi:
– Efendim yanlış var. Ben bu sene mi geldim. Hiç diş çektirdiğimi bilmiyorum. Yoksa rüya mı görüyor… Berber:
– Bilakis sen rüya görüyorsun.
Ahmet Efendi polise:
– Polis efendi dişlerimi muayene edebilirsiniz…
Berber:
– Belki bu üç gün zarfında bir ekerti diş taktırmıştır.
Seyirciler bu macerayı dinler iken, cami’nden bir zat çıkıp Ahmet Efendini dişini muayene eder.
– Hiçbir diş noksan değildir…
Berber:
– Sen dişçilikten ne anlarsın. Otuz senelik sanatımla beni yalancı mı çıkarmak istiyorsunuz. Size söylüyorum, ekerti diş takmıştır… Seyirci:
– Sen otuz senelik bir cahil dişçi isen, ben de Fransa Darülfünun’undan neşet etmiş bir dişçiyim.
Berber:
– Senin dişçi olduğun neden malum?
Seyirci, cebinden bir kart çıkarıp:
– Buyurunuz hazık dişçi efendi hazretleri, şimdi anladınız mı benim de bir dişçi olduğumu?
– Evet anladım. Fakat ben bu adamın dişini çektim, pekâlâ biliyorum… Ahmet Efendi
– Efendi bir yanlışın var.
Polis berbere:
– Anlaşıldı, sen bu akşam sapınmışsın… Ahmet Efendiye:
– Birader mahalli ikametiniz?
– Aksaray
Polis berbere:
– Bu adamı bi-gayri-hakkin yolundan alıkoyduğun için on kuruş ver de arabaya bindirelim. Rahatça evine gitsin. Gözünü dört aç, böyle yanlışlık yapma… Berber:
– Ne iyi muamele, alacaklı olduğum halde borçlu çıktım.
– Kabahat sende. Haydı çabuk ol, topa beş on dakika var.
Polis yoldan geçen bir arabayı durdurup Ahmet Efendiye…
– Buyurunuz bey birader bininiz… Ahmet Efendi:
– Lakin efendim…
Polis:
– Canım sizin nenize lazım… Berbere dönerek, daha parayı hazırlamadın mı?
Berber zorla on kuruş verir. Ahmet Efendi evine giderken yolda top atılır. Vay berberdeki hiddet vay…”
(İstanbul Sultan Ahmet)
GÖZLÜK
Mekki Lebib
Maarif Dergisi: Sayı 8
24 Ağustos 1329 (6 Eylül 1913)
Köylünün biri bazı kimselerin okuyup yazdıkları zaman gözlerine gözlük taktıklarına dikkat ederek, her şey bununla okunur zannıyla kendisi de bir gözlük tedarik etmek arzusuna dişer.
Bir gün şehre gelir, doğruca bir gözlükçü dükkânına giderek, bir gözlük ister. Gözlükçü buna gözlüklerin birkaç türlüsünü çıkarır. Köylü bunlardan birini gözüne takarak, tecrübe için bir kitaba bakar ve okumaya çalışır. Fakat muvaffak olamaz.
Gözlükçüye:
– Bunlar iyi değil, der
Sırasıyla diğerlerini tecrübe eder. Fakat her taktığı gözlük için ayni sözü söyler. Nihayet gözlükçünün sabri tükenir ve köylüye der ki:
– Siz okuma biliyorsunuz.
Köylü cevaben:
– Eğer okuma bilmiş olsa idim, sizin gözlüklerinize ihtiyacım olur muydu?
BİR LEVHAYI İSTİĞRAK AVÂR
Hayrettin Farukî
Havadis Gazetesi: Sayı 94
17 Mart 1330 – 30 Mart 1914
Bir Cuma günüydü. Ben ve iki refikim bir haftalık meşguliyetin ber-taap33 aludunu34 tahfif maksadıyla tenezzühe35 çıktıktı. İnsan ahval-i ruhiyyesinde pek vazıh bir inşirah ibda› eden kır âleminin kalbimize ibda› ettiği te›sirat altında hâlâ munis bir lerzeyi36 tarap37 hissediyor gibiyim. Bulunduğumuz mevki nehre abanmış bir şahikanın sebzpuş38 tepesiydi. İlkbaharın nefehât-i ruh-navâzanesini39 ihsas eden hafif bir rüzgâr mevki’in yüksekliğinden natiç bir çalaki40 ile vücudumuzu okşuyordu. Güneş eş’a-î sühniyesini arza isale etmekte olduğundan hayvanlarımızın vücudundan müteşekkil hailin saldığı gölgeye sığınmak gibi bir hal-i garibe düşmüştük. Zir41 payımızda bulunan şahika bila-ufuk meriyenin tevsiine hadım olmaktan ziyade yed-i kudretin türs-kâinata42 nakşedildiği beda’yi cemileyi bir kat daha mehabetle bize gösteriyordu. Nehrin dirsek gibi kıvrılmış, birbirine nazir olan nişangâhımızdan, semin bir hattı münkesire nazar-endaz oluyorduk43.
Dicle’nin barak suları, mevsim hasbiyle bulanmış ise de, şahane bir mevkibi debdebe44 amizi tanzir eden45 cereyanı sükût aludunu muhafaza etmekteydi. Karşısında epeyi uzak bir mevkide, yüksek bir tepenin ser ihtişamında kârgir46 bir köşk, yeşil, ipekli bir bir kadifeye tutturulmuş, parlak bir inci gibi parlıyordu. Ötede mandalar47 nehrin cereyanına kapılarak ve yalnız başlarını göstererek mandıraya48 davet müsaraat gösteriyorlar49. Oturduğumuz şahikanın dâmen iffeti gibi serilmiş olan geniş tarla diğer arkadaşlarına göre daha feyyaz bir surette gözleri kamaştıracak yeşil bir renk ile navazırlarımızı tartıp ediyordu50.
Küçük refikim sinniyle gayr-î münasip51 bir tavr-ı istiğrak-kârı52 ile birdenbire sordu:
– Bu tarla neye benziyor. Bilirseniz benzetiniz. Ben bu suale muntazır değilim.
Bila teemmül:
– Bilmem cevabını vermişim.
Diğer refikim söze atıldı:
– Bu tarlanın manzarası bana öyle tesir irat ediyor ki, teşbih edersem müşebbeh bihini53 bulamayacak ve menzilesini tenzil edeceğim. Bu sizin tarladan bir az ötede solgun duran bir saha, hicran-zede bir pakizenin rakibesini gördüğü esnada iktisap edeceği renk-i isfirarı54 andırır bir surette diğer mezraaya55 bakıyor gibiydi.
Bir az daha ileri de bir iskelet gibi duran ılgın ağaçları, rüzgârın hafif sadmeleriyle sallanıp duruyordu. Güneş garp cihetine doğru mahsus bir süratle sukuta başladığı zaman artık menazır-î bedi’adan ayrılmak felaketinin hululünü hissettik.
O gece ruhumda, asabimde o kadar müthiş bir gerginlik var idi ki, iki saat ağlamaktan uyuyamadım. O gözyaşları bir latif bahar gününün nihayet gök gürültüleriyle perişan olan akşamından çemenleri kamçılayan katarat-î azizeye pek müşabih idi. Fakat oh ne kadar latif ve nevaz56 idi. Tarif edemeyeceğim…
BELKİ GELİR
Yazan: M. Refik
Necme Gazetesi 11.3.1920 Tarihli Sayı
Her günkü miattan tam bir saat kadar vakit geçtiği halde, henüz vürud etmemesi, kendisinde pek büyük meraklar uyandırarak dehşetli bir hummanın zehirli nöbetlerinde çırpınan hastalar gibi artık ne ateşli dakikalar geçiriyordu.
Sahnede nazarına çarpan bütün temaşagerân onu bir saniye bile meşgul edememekten, bâ-husus her halde gelmek ihtimaliyle mutmain olan kalbini bir az daha mütehammil etmek ümidini idame etmeye yardım edecek azıcık gafleti istihsal için oradaki her çeşit tarz telebbüslerle mütelevvin tavır ve hareketlere bakmak suretiyle kendi kendini aldatmaya muvaffak olamamaktan mütevellit bir yeis ile azim endişelerin tahti tazyikında bükülmüş, aciz ve melül düşünüyordu.
Şimdi her anı, bir leyl-i visalin aks-i zuhurâtı kadar acı, her dakikası bir matem gecesi kadar karanlık ve uzun geçen delikanlı, Hüsn u füsunun menazır-ı meşairanesiyle her tarafından aşk u garam taşan sahnenin bütün mahmuriyet velveledarına bigâne, kıskanç hülyaların muhavvif tesiratıyla mağmum, yalnız ve yalnız onu intizar ediyordu.
Eyvah ki bir az sonra aldığı bir kara haber, hastalık haberi, o zaman kendisini ne kadar bi-tab bırakmıştı. An be an tezayüt eden şedit bir iştiyak, hususuyla a’mâk-ı esrarı arasında gizlediği nazenin hayaller onu, o anda her şeye isyan ettirecekti. Evvelleri pek süfli ve hararetli geçen hayatını oldukça değişen bu, sanki beş günlük için olan perde-i saadet böyle aldatıcı bir gösterişi müteakip nagehanî olarak kapanacağını hiç de hatıra getirmediği o saatten, evet! Bu yaşa gelinceye kadar hep hararetle karalanan kitap hayatına parlak bir sahifey-i nevin ilavesiyle kendisini mesrur eden o mesut saatten itibaren hayatını artık daima bahtiyar geçirmek için ne güzel programlar tanzim eylemişti.
O, tal’ından me’yus olduğu için yalnız aks-i halinden korkuyor, kuvvet ve zulmünü her günkü feryatlarımızla kabul ve tasdik ettiğimiz hayatın elinde sefil ve miskin bir oyuncaktan başka birşey olmadığımızı bildiğimiz halde, onu, kendi emellerimize, kendi ihtiyarımıza tabi etmek mücahedesiyle didişmek abes olduğunu derk ve takdir ettiği için mağlup oluyordu.
Fakat birdenbire böyle pek aslı olmayacağı ihtimal de varid-îhatır olabilecek bir haberden, bu derece inkisar-ı hayal karşısında bulunmak doğru olmadığını, muhakkak olsa bile hastalık… her halde ergeç geçici birşey bulunduğunu ileri sürmeye başladı. Hatta o anda sanki manevi bir ses ona: “İnanma hasta değil!” diyordu. Zaten hakikat da bundan ibaretti. İşte pek basit bir muhakeme ile öldüğünü zannettiği ümitler, yeniden canlanmaya başlayarak katî bir kanaatle hasta olmadığına hükmetmiş ve yine “Belki Gelir”! diye intizara koyulmuştu!..57
GELMEZ VE GELMEYECEK
Yazan: R. A
Necme Gazetesi 1920-2-13 Tarihli Sayı Belki Gelir Hikâyesinin Yazarı M. Refik’e İthaf Edilmiştir58
Her günkü miattan tam bir saat kadar vakit geçtiği halde, henüz vürud etmemesi, kendisinde pek büyük meraklar uyandırarak dehşetli bir hummanın zehirli nöbetlerinde çırpınan hastalar gibi artık ne ateşli dakikalar geçiriyordu.
Sahnede nazarına çarpan bütün temaşagerân onu bir saniye bile meşgul edememekten, bâ-husus her halde gelmek ihtimaliyle mutmain olan kalbini bir az daha mütehammil etmek ümidini idame etmeye yardım edecek azıcık gafleti istihsal için oradaki her çeşit tarz telebbüslerle mütelevvin tavır ve hareketlere bakmak suretiyle kendi kendini aldatmaya muvaffak olamamaktan mütevellit bir yeis ile azim endişelerin tahti tazyikında bükülmüş, aciz ve melül düşünüyordu.
Şimdi her anı, bir leyl-i visalin aks-i zuhurâtı kadar acı, her dakikası bir matem gecesi kadar karanlık ve uzun geçen delikanlı, Hüsn u füsunun menazır-ı meşairanesiyle her tarafından aşk u garam taşan sahnenin bütün mahmuriyet velveledarına bigâne, kıskanç hülyaların muhavvif tesiratıyla mağmum, yalnız ve yalnız onu intizar ediyordu.
ESKİ YAVUKLU
Yazan: Tevfik Celal Orhan
İleri Gazetesi: 4 Mayıs 1935 Tarihli Sayı 59
Turgut yirmi, yirmi beş yaşlarında yakışıklı, dinç bir delikanlıydı. Annesinden, babasından pek erken ayrıldığı için çiçesi Aydın hanımın evinde bulunuyordu. Bunun bin beş yüz kadar lirası bulunduğunu da eklersek, evlenmek çağına yaklaşan genç kız, anneleri için kaçırılmayacak bir fırsat gibi sayılır.
Hâlbuki Turgut, kendisine uygun bir karıyı daha seçememişti. Bir akşam çiçesi ile karşı karşıya çay masası üstünde dereden tepeden derme sözlerle, ellerindeki bardakları üflerken, aralarında kısa bir muhavere geçmişti:
– Turgut oğlum, ne zaman evleneceksin?
– Kendime uygun bir kadını bulduğum zaman
– Komşumuz Nazife hanımın biricik kızı Suzan nasıl? Serveti de var, güzelliği de.
– Hakkınız var çiçe, hem varlı hem de güzel. Biraz kaba.
– Ya Şehla hanımın Süheyla’sı?
– Çok güzel
– O halde onu.
– Hayır.
– Neden
– Validesi hasta ve sinirli de ondan. Madem sen benim saadetimi görmek istiyorsunuz, her nesneden önce şuna onay vermelisiniz ki, benim için seçeceğiniz kız iyi yürekli bir babadan düşmüş, güzel gözlü, güzel özlü, güzel yüzlü olsun. İşte bu kadar
– Pekiyi başkasını ararım.
– Öyle ya, fakat acele etmeyiniz. Rica ederim. Daha vaktimiz çok.
İki ay sonra Turgut çiçesinden şu yazıyı alır: “Oğlum, akşam bir az daha erken eve dönünüz. Her nesne istediğinize göre… Çiçen Aydın”
Doğruydu. Bu yüce yaradılışlı kadının övdüçlediği (?)60 nesne doğruydu. Onun seçtiği kız Toroslular ailesinden ki, pek yüreklikleriyle tanınmışlardı. Hele kızları Nuran Hanım, o kadar şuh ve şakrak, ince ruhlu idi ki, bakışlarından bir türlü doyulmazdı. Mıknatıslı ela gözleri, kara dalgalı saçları, yumuşak ılık teni, tatlı sözleriyle o, sanki başka bir istekle yaratılmış özenişle. İşte Turgut’un düşüncelerinde yaşayan bir kadın…
Akşam eve geldi. Çiçesi tarafından Toroslular’a takdim edildi. Buluştular, oturdular. Turgut dilinin olanca gücünü harcayarak Nuran hanımın gönlünde açık bir iz, temiz bir sevgi izi bırakabilmişti. O, bir genç kıza kendini sevdirmek, onun sevgisi uğrunda bütün kurumlarını (?) birdenbire anlamak ve örgüde (?) düzgülerini düzmek yolunu bilirdi. Hatta bir yıl evvel komşularına gelen bir dansözün kızı ile nasıl eğlendiğini ve onu nasıl oyaladığını daha unutmamıştı. Turgut bu husus için pek ehliyetliydi.
Nuran’ın babasına gelince, bu da pek alicenab idi. Bir kaç seneden beri Hayvanat Koruma birliğinde aza idi. Başlıca istediği biricik kızı ağırlayacak bir adama vermekti. Onun için kızına dilekçi çıkan Turgut’un huylarını günlerce, haftalarca araştırıp anladıktan sonra kendilerine pek uygun olduğunu takdir etmiş ve evlenmede hiç bir engel görmemişti. Nişanlandılar. Fakat bu iki güzel yavuklunun az bir zaman için ayrılmaları gerekti. Çünkü bahar gelmiş her taraf yeşillenmiş, bu yüzden Toroslular, o çevrelerdeki köşklerine, Turgut da İstanbul’un gürültüsüz bir köşesinde oturan büyükannesini öğdüçlemek (?) için gideceklerdi. Yüreklerinin duygularını daha bütünüyle birbirine anlatmadan bu iki nişanlı için ayrılmak ne kadar açıydı, Allah’ım. Artık ayrılıyorlar. Nuran, Turgut’un elini sıkıyor:
– Her gün için bir yazınızı isterim. Diyordu.
Bunlar yalnız mektuplaşmak ile kalmadılar. Aralarında ilk önce ufak armağanlar gelip gitmeye başladı, sonra armağanlar büyüdü sıkılaştı derken bir armağan yarışıdır koptu. Acaba hangisi daha iyisini seçecek. Nitekim biri işlemeli bir terlik gönerirken, ötekisi değerli bir broş gönderiyor. Hatta bir gün Turgut ormanda avlanırken (?) ve vurduğu bir kaç kekliği taahhütlü olarak Toroslular’ın adresine postalar ve cevabını beklemeye koyulur. Turgut’un beklediği cevap pek ağır geldi. Topu topuna beş kelime: “Efendi! Bağımız çözüldü… Nuran Toros”
Turgut, beyninden vurulmuş gibi döndü: “Ne! Bağlarımız çözüldü! Bu ne demek? Sebep ne? Ben bunlara ne yaptım? Yoksa Nuran için daha zengin birisini mi buldular? Yok, yok, buna ihtimal yok. Ben Nuran’ı bilirim. Mutlaka başka bir sebep var, fakat ne?”
Turgut gizli kalan sebepleri anlayabilmek için Toroslulr’a bir yazı yazdı. Cevap yerine o güne dek gönderdiği armağanları geri aldı. Broş, yüzük, keklikler…
Heyhat, bu gözlerinin önündeki nesneler yıkılan ümidinin enkazı idi. Nuran’ın eli bunlara sürünmüştü. Turgut bunlarda bir koku, Nuran’ın kokusunu arıyordu. Eyvah, Turgut, bütün bu uğursuzlukları son armağanı olan kekliklerden biliyordu. Onun için ayaklarından yakalayarak pencereden dışarı fırlatmak istiyordu. Bu maksatla kalktı, ilk yakaladığı kekliği çekti. Fırlatmak için kollarını salladı. Kekliğin kanadı arasından bir kâğıt parçası düştü. Kâğıdı alıp okudu. Kâğıtta şöyle yazılmıştı: “Gözüm babam beni size mektup yazmaktan menetti. Bununla sizi, olup bitenden haberdar edebilmek için annemin müsadesiyle şu mektubu yazmaya mecbur kaldım. Sizi alicenab ve pek mürüvvetli bir genç sanıyordum. Ne kadar aldandığımı en son armağanınız olan kekliklerin soğuk lâşeleri anlattılar. Meğer siz canavar yaradılışlı, melek görünüşlü imişsiniz. Siz, bu biçarelere kıyarken vicdanınızda hiç sızı duymadınız mı? Hiç mi hiç kalbiniz, elleriniz titremedi mi? Efendi bu kaya yürekliğinizden ötürü bana koca olamayacağınızı beyan eylerim… Eski yavuklunuz: Nuran Toroslu”61.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.