Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Eylül», sayfa 3

Yazı tipi:

3

Bir daha on gün sonra Beyker’in önünde rast geldiler.

Necip, Beyoğlu’na doğru yürürken arkasından birinin kolundan tuttuğunu hissetti, dönünce Süreyya’yı gördü:

“Ooo, nereden böyle?”

Öbürü elinden tutup Beyker’e doğru yürüyerek:

“Ya sen?” dedi. “Kırklara mı karıştın, ne oldun? Bizi yarı yolda yalnız bırakmak…”

Necip özür dilemek için söz bulamıyordu; dükkâna girmişlerdi. Süreyya bir çırağa bir şey sordu, sonra öne düştü. İçeri yürüyorlarken:

“Görüyorsun ya.” dedi. “Masraf masraf… Otuz beş kırk lira derken yalı bize altmış liraya oturuyor.”

İçeride ipekli kumaşlara bakmaya başladı, bir taraftan anlatıyordu:

“Ama gelsen de bir görsen… Ha, sahi, ne vakit geleceksin? Bekleyip duruyoruz… Ah Necip, biz bağda meğer cehennemde imişiz, ne yer, ne yer! Ben ilk baktığımız gün bu kadar güzel bulmadımdı. Sabahları, ya akşamları… Hele öğleden sonraki güzellik… Akşamüstü Suat ile beraber çıkıyoruz; orada bir yol var, tepenin kenarında, Kavak’a kadar gidiyor. Ne manzara, ne manzara! Bir kere Büyükdere’ye gittik… Daha istediğimiz gibi gezemiyoruz ki, iyice yerleşemedik. Ev tamam olsun da uzun seferlere çıkacağız… Sen de gelirsin.” dedi.

Sonra kendi de teşvik olsun diye:

“Mayıs, malum ya, Büyükada’nın tam mevsimidir!” dedi.

Süreyya güldü:

“Mayıs Boğaziçi mevsimidir, azizim, Boğaziçi! Sade mayıs değil, bütün sene… Zannederim ki, oraları kışın bile güzeldir. Bir rüzgârı var, aman Yarabbi, bir rüzgârı var Necip! O temiz rüzgâr başka nerede bulunabilir? Sizin adanıza gelen rüzgâr bütün Boğaz’ın üstünden geçip kirlendikten sonra size gelir. Beni mübalağa ediyor zannediyorsun ama geldiğin vakit göreceksin ki hakkım var. Oraya gittiğimizden beri ne kadar fark ettiğimi ben bilirim. Suat bile bambaşka oldu. Bir neşe geldi, bir hayat geldi… Sabahları demir gibi kalkıyoruz, sonra, sana bir şey söyleyeyim mi? En sevdiğim hâli rahatlığı… Ne Fatin var, ne Hacer var… Yapayalnızız!”

Necip hatırlayarak:

“Sahi, onu ne yaptınız? Kandırabildiniz mi?” diye sordu.

Süreyya hiddetle:

“Bırak şu acuzeyi!” dedi. “Bana inan Necip, acuzelik yalnız ihtiyarlarda değil, asıl gençlerde… Bilmezsin bu kadınlar fena olunca ne kadar fena oluyorlar. Kendisine barışmak için gittim de bana ne cevap verdi bilir misin? İmkânı yok… Bana karımı çekiştirdi; evet bana Suat’ı… Anlıyorsun ya? Dur, şuraya girelim, kurdele alacağım. Malum ya, kadın işleri bitip tükenmez… Fakat şikâyet etmeye gelmiyor, azizim; hain şeyler, pek pahalı ama onlarsız elbise de bir şeye yaramıyor…”

Süreyya böyle gamsız kuşlar gibi gevezelenerek her şeyden hafiflikle bahsederken Necip bütün birer saadet olan bu şeylerden mahrum geçen kendi hayatını düşünüyordu. Tünel’e geldikleri zaman Süreyya:

“Artık bana müsaade.” dedi.

Onu çeyrek geçeye doğru Yeniköy’e giden vapura yetişmek istiyordu. Arkadaşının elini sıkarken:

“Ey ne zaman?” diye sordu. Necip tereddüt ediyordu. Süreyya:

“Karışmam. dedi. “Sonra Suat’ı darıltırsın… Onda bilsen ne hazırlıklar var… Senin için ayrıca bir oda hazırlıyoruz… Görüyorsun ya, gelmek bir vazife oluyor. Ne vakit gelsen evdeyiz. Ben haftada iki gün İstanbul’a inmek istiyorum ama daha karar vermedim… Bir de sandal bulduk, onu da alırsak, gelsin keyif. Sahi sen sandalcılığı sevmezsin… Ooo, düdük öttü, adiyö!”

Koşuyordu. Necip arkasından seslendi:

“Selamları unutma…”

Süreyya:

“Unutmam, unutmam.” diye kayboldu.

Necip dönerek kalabalığa karıştı. “Kim der ki şu adam beş senelik bir kocadır!” diyordu. Bu kendisinin yaşamak ve evlenmek hakkındaki bütün felsefesine muhalif bir hâldi fakat işte vaki idi. Ve hayalen Süreyya’yı görüyor, Suat’ı beklerken görüyor, yine onların şevk ve huzur ile geçecek gecelerinin yanında kendi geçireceği gecenin acılığı şimdiden kalbine çöküyordu. Birden:

“Adam sen de, bunlar hep hülya!” dedi. “Onun yerinde ben olsam ilk haftadan bunalırım… Zaten ben hiçbir şeyden memnun olmamak nasibi ile doğmuş değil miyim?”

4

Necip böyle düşünmesine rağmen o pazar Ada’ya gidecek yerde Boğaz’a gitti.

Vapur, Boğaziçi’ne koşuşan halk ile taşarak köprüden çözülüp Boğaz’ın mavi göğsüne gömüldükçe içi açılıyor, gitgide kendinde bir ferahlık duyuyordu. Etrafına bakarak hepsi de memnun, güler yüzlü görünen yolcuların bahar ile kendilerinden geçerek sürdükleri hayat, ona duyduğu sevinçle çok zevkli bir hayat gibi geliyor, geniş nefes alarak, dalgalanan kır yeşilliklerinin, renk renk çiçeklerin taze kokularıyla içinde bir canlılık, bir ferahlık duyuyordu.

Bütün melal ve sıkıntısı Beyoğlu’nun karanlık sokaklarında kalmıştı. Her yüzde bir neşe vardı. Vapurun üst güvertesini dolduran halk içinde, kadınların hepsi ona bugün, arzulanmaya değer bir güzellikte görünüyordu. Sahil binalarının yan yana ve birbirlerini kovalamalarındaki hazdan yarı sersem, gözlerinin önünde kaynayan şu coşkun hayattan yarı baygındı. İskeleler kendilerine gelen yolcuları boşalttıkça vapur bir kere nefes alıyor, biraz hafifliyordu. Büyükdere son yolcuları alıp vapur âdeta boşaldığı zaman Necip kendini topladı. Şimdi nasıl bir sevinçle, gıllıgışsız temiz kalplilikle, nasıl bir saadetle karşılanacağını düşünerek seviniyor, gülüyor, nihayetsiz bir memnuniyetle telaş ediyordu. Yalıya doğru yaklaştıkça bu telaş heyecan oluyor, Suat’ı, Süreyya’yı şimdiden görerek kalbi çarpıyordu.

Evvela kendisini Suat tanıdı; eliyle işaret ederek içeri seslendi, o zaman pencerede karı koca ikisinin de başları göründü. Süreyya uzun bir “Ooo!” ile selamladı. Kapıyı hizmetçi kız açtı. İçeri girer girmez kendini merdivenden koşarak inen Süreyya’nın karşısında buldu. Bu sevinçli bir karşılayış oldu. Süreyya:

“Ne iyi ettin de geldin.” dedi. Yukarı çıktılar, Suat ile beraber Süreyya da, Necip’e bugün geleceğini umduklarını söylüyordu. Necip merak ederek:

“Neden?” dedi.

Süreyya izah etti:

“ ‘Hava sabahleyin o kadar parlak, o kadar nefis idi ki.’ Suat, ‘Bugün Necip belki gelir.’ dedi… Ah sabahları erkenden buradaki güzelliği, tazeliği tarife söz bulamıyorum. Denizin nezaketini, tazeliğini, yeşilliğini, nihayet şu Boğaziçi sabahının bekâretini görmeli Necip… Fakat bugün Ada’ya gideceğini bildiğimiz için üzülüyorduk. Buna rağmen bilmem niçin, yine umuyorduk.”

Gülerek karısına baktı:

“Hatta Suat hazırlıkta bile bulundu; malum ya, artık o ev kadını oldu.”

Suat kızararak yarı sitemli:

“Fildişini, beyefendiyi misafir kabul edecek bir hâle koymaya uğraşıyorum.” dedi.

O zaman Necip lafa girdi. Gece Beyoğlu’nda ne kadar bunaldığını, bugün Ada’ya gitmek istediği hâlde oraya gidip birtakım renksiz çehreler, lakayıt dostlar, bigâne kalpler göreceğine gelip fildişi yuvalarındaki dostlarının misafiri olmayı tercih ettiğini anlattı.

“Ah görseniz artık.” dedi. “Görseniz artık Beyoğlu ne kadar tahammül edilmeyecek hâle geldi. Sabahları yine biraz serince oluyor, rutubet biraz işe yarıyor fakat sabahları da Beyoğlu’nun o baş ağrıtan satıcı gürültülerinin evlerin içinde nasıl çınladığını bilseniz… Sonra, öğle oldu mu, durmak, oturmak kabil değil. Toz, güneş, ter! İnsan boğuluyor, boğuluyor! Onun için buraları adama bir köy gibi geliyor. Hele bu Yenimahalle… Sahiden fildişinden yuva… Uzak, uzak… Sanki kaçmış, kaybolmuş… Ah buraya gelip dünyayı unuttuğunuza ne iyi ettiniz!”

Süreyya muvaffakiyetinin gülümseyen saadetiyle ilave etti:

“Unutmuş ve unutulmuş, değil mi?”

Sonra Necip’i elinden tutarak:

“Hele şimdi gel de sana kafesimizi gezdirelim, servetimizi gör… Bir kere balkonlu odaya gidelim de bak manzaraya.” dedi.

Bir merdiven çıkarak deniz üzerindeki salona girdiler. Burası evin eni kadar geniş bir oda idi. Panjurları açınca evvela bol bir ışıkla gözleri kamaştı. Suat ilerleyerek balkona çıkan orta kapıyı da açtı, üçü birden balkona geçti. Saçaklarından girmeyen güneş, beyaz, taşkın bir ziya ile burayı, içeriye doğru gittikçe gölgelenen bir parlaklığa boğuyor; denizde, dalgaların oyunlarıyla kıvrımlanarak akseden gölgeler bile bir gümüş beyazlığı ile yıkanıp kendini açığa vurmayan bir sıcaklık içinde güneşten gelen kahkahalar gibi billurlaşıyordu.

Süreyya:

“Asıl buraya bak!” dedi. Karşısında Anadolu’nun Kavaklar’dan başlayıp Beykoz’dan geçerek Paşabahçesi’nden ta Çubuklu’ya, sonra Yeniköy’den başlayıp bütün Tarabya’ya, Büyükdere Koyu’nu takip ile Masarburnu’na kadar gelen kıyılar arasındaki çok büyük, geniş gölü gösterdi. Eliyle işaret ederek:

“Nasıl! Tıpkı bir göl, değil mi?” diye sordu.

Necip:

“Cidden güzel!” dedi.

Balkonun kenarına kadar ilerlemişti. Hafif bir rüzgâr okşamasıyla dalgalanan deniz, güneş altında baygın, dermansız serilmiş, girintili çıkıntılı bir gümüş yayla inceleniyor; kıyıların üstünde gözü alabildiğine sürükleyip ufuklarda yoran tepelerin her biri başka gölgeler, dumanlar altında, havasının ateşten titrediği sezilen eflatun, kurşuni, sarı dağ çizgileri, en nihayet geniş bir denizle ışıklar altında ufka gömüldüğü sanılan adalara benzeyerek, ateş koru üstünde ürpere ürpere, ses vermeyen setler gibi sıralanıyordu.

Süreyya tekrar:

“Nasıl muhteşem değil mi?” diye sordu. “Sonra birden alevlenerek, ‘Ya bu rüzgâr!’ dedi. Sorarım sana, bu rüzgârı başka nerede bulursun Necip? İmkânı var mıdır? Bu temiz, bu saf… Suat’ın dediği gibi köpüre köpüre esen rüzgârı… Şu sevince, şu tazeliğe, şu hayata bak Allah aşkına… Bağ diye gidip o cehennem ocağına tıkılmak yazık değil mi?”

Necip oraya, bir büyük saksının yanına konmuş geniş bir hasır koltuğa oturarak:

“Muhteşem, muhteşem!” diye tekrar etti.

Karı koca memnun, saadetleri gözlerinde gülerek birbirlerine bakıyorlardı.

Suat:

“Daha bu ilk memnuniyetin arkası alınmadı.” dedi. “Her gün başka bir güzellik var.”

Süreyya Suat’a gözleriyle teşekkür ederek baktı:

“Ah, bütün bunların senin sayende olduğunu düşündükçe… Benim sevgili karıcığım!”

Suat elini tutmak için uzanan ellerden kaçıp kırgınlıkla gözlerini süzerek:

“Bak yine söylüyorsun.” dedi, “Şu fena kelimeyi yine ediyorsun.”

Süreyya gülüp, çırpınarak:

“Ne yapayım, unutuyorum… Affet Suat.” dedi. Sonra Necip’e döndü:

“Bir türlü kendimi menedemiyorum. Hâlbuki ‘karıcığım’ sözü bizim hanımefendinin en büyük zıddı…”

Necip bu küçük, içli dışlı aile meclisinde yarı dalgın, derin bir acı ile kendi kendine “Evet, insanın bir karısı olup da onu sade ismiyle çağırmak saadeti…” diye esefleniyordu.

Süreyya nihayet Suat’ın elini tutmuştu. Necip’e dönüp:

“Evet kardeşim.” dedi. “Biz artık Boğaziçi’nin mesut, saadetlerinden çılgın kuşları! Buna rağmen bu saadet ara sıra gagalaşmamızı menetmiyor. Hele ben… Tasavvur et ki artık her şeyime itiraz olunuyor. Hatta hamaratlığıma bile…”

Suat haklı olduğunu ispat için telaş ederek:

“Ooo, özellikle ona.” dedi. “Her gün kaleme gitmeye kalkmaz mı?”

Süreyya latife eder gibi yine hep Necip’e anlatıyordu:

“Ey ne yapalım? Para kazanmak lazım değil mi? İşte pekâlâ görülüyor ki ana baba adama para vermiyor. Hâlbuki her sene insan karısının parasına boyun eğmez ya… Ev tutulmasına ne ise… Fakat karısının ekmeğine…”

Suat, uzaktan gelen kulak kabartmış bir kuş tavrıyla başını eğerek yarı sitemli bir gülümseyişle dinliyordu. Sonra birdenbire kıpkırmızı kesildi, “Devam edersen… Devam edersen…” diye eliyle tehdit ediyordu. Süreyya elini bırakmadığından darılmış da kurtulmak istiyormuş gibi çırpınıyor, siyah gözlerinde hiddet şimşeği çaktırarak kurtulmaya uğraşıyordu.

Süreyya koyuvermeyerek:

“Haklı değil miyim, Necip Bey?” diyordu. “Pekâlâ, ister misin şimdi Necip’i hakem tayin edelim?”

Suat nihayet mağlup olup durdu:

“Pekâlâ, ben onun insafından eminim fakat evvela ben anlatacağım.”

Hafif bir inatçılık oldu. Önce hangisinin anlatması lazım geldiğini kararlaştırdılar. Suat, uzun zaman her gün evde oturmaya alıştırdıktan sonra şimdi İstanbul’a inmeye kalkmasını istemiyor, “Özellikle asıl yeni misafir olduğumuz için çıkıp kırdan, bahardan, buradan istifade edeceğimiz yerde her gün İstanbul’a inilir mi?” diye şikâyet ediyordu.

Süreyya gaddar çocukluk ederek, “Niçin inilmesin?” diyor, gülerek, Suat’ın elini hâlâ bırakmıyordu. Hizmetçi kızın balkon kapısında görünüp işaret etmesi Suat’ı bütün bütün kurtulmak çaresini aramaya mecbur etti. Süreyya, “Olmaz, olmaz, göndermeyiz.” diyordu; “hem misafiri yalnız bırakıp gitmek…”

Necip:

“Mademki ev işi için.” dedi.

Süreyya çıkıştı:

“İşte ben de bundan bıktım… Buraya geldik geleli bu hain evin işi bitmiyor. İşte ben de bundan şikâyet ediyorum. Evde akşama kadar beni oturmaya alıştırıp, akşamları ev kadınlığını bahane ederek ortadan kaybolduktan sonra benim her gün kaleme gitmeye hakkım yok mu?”

Suat:

“İşim var, canım!” diye darıldı. Nihayet darılmakla bir iş göremeyeceğini anlayınca yalvarmaya mecbur oldu:

“Allah aşkına bırak.” dedi. Gözleri rica ile yanıyor, perişan bakıyor, dudakları titreyerek yalvarıyordu.

“Gideyim bakayım, bırak… Allah aşkına bırak…”

Süreyya, çabuk geleceğine yemin etmeyince bırakmadı. Ve iki erkek yalnız kaldıkları zaman Süreyya karşısındaki koltuğa arka üstü yatıp yarı mahzun:

“İşte böyle kardeşim.” dedi. “Sana yemin ederim ki onsuz kalsam ölürüm…”

Sustular. Rüzgârın sade ürperterek geçtiği sakin dalgaların çakıllar arasındaki oyuklardan çıkardığı sesle uyuşturucu bir hışırtı oluyor, bu ses denizin parıltılarından çıkıyor zannedilecek kadar o parıltıların ahengine uyuyordu.

Necip:

“Demek her gün böylesiniz?” dedi.

“Evet fakat sade bu değil, hele kalk da bak; ne letafet ne letafet…”

Necip birden acı bir teessüfle bu gece Beyoğlu’na dönmek mecburiyetinde olduğunu hatırladı ve “Vah vah!” diyerek Süreyya’ya bunu haber verince o, koltuğundan fırladı:

“Ne? İmkânı yok! Vallah billah olmaz. İnsan Boğaziçi’ne gelip böyle hemen dönmeye kalkarsa cinayet işlemiş olur, her cezaya müstahaktır.” dedi.

Necip söz verdiğinden bahsederek affedilmesini rica etti, Süreyya inat ile:

“Koyvermeyiz, imkânı yok… Suat kabil değil razı olmaz.” dedi.

Bu kadarla Necip’i ikna etmiş gibi başka bahse, konuşulan bahse geçti, buradaki hayatlarını anlatmaya başladı.

O asıl, sabahları seviyordu, oturdukları odanın üstünde yatıyorlardı. Evvela güneş, o cehennem güneşi, o siyah dumanlı, insanın belini büken güneş değil, saf ve taze bir güneş gelip odaları aydınlatıyor, “Uyanınız!” diyordu. Sabaha kadar deniz insana mahrem ve şen bir ninni söylüyor, bazen kızarak gürlüyor, köpürüyor fakat çok kere böyle sakin, bir kuzu gibi bezgin ve uslu… Suat her gün bu güneşle beraber uyanıyor, sıçrayıp camları açıyordu. O zaman içeri sabah, hayat, neşe, hele gençlik bütün bunlar, her şey, sade bu güneşle, sade denizin sesleriyle odalarına, kalplerine hücum ediyordu. İnsanı gelip böyle koklayarak ısıtan, denizin körpeliği ile serin bir sıcaklık veren güneşle yıkanıyorlardı… İşte Süreyya buna doyamıyordu.

“Bazen Suat bir şemsiye, ben bir baston alıp çıkıveriyoruz. Burada ağaçlıklar, korular falan yok ama şu arkada Kavak’a giden ince bir çoban yolu var… Oraya gelince Karadeniz görünüyor. İşte o her şeye bedel…”

Eğer Suat’ın bu ev deliliği olmasaydı daha uzaklara gideceklerdi. Fakat o inat ediyor, mutlaka, her yemekte kendi eliyle hazırlanacak bir şey, göz gezdirilecek işler buluyordu. Her neyse, bu güzel sabahtan sonra sofra başında karısını karşısına alıp da sükûn ve samimiyet içinde yemeğini yerken hayatından duyduğu zevke doyum olmuyordu.

Süreyya bunu söyledikten sonra göz kırpıp “Öyle mi zannedersin?” diye öğleyi methetmeye başladı. Öğleden sonra buraya, balkona çıkıyorlar, kamış koltuklara uzanıyorlardı; hararet çoğalmış fakat aşağıda deniz hâlâ serin… Onun seslerinde öyle çığırtkan bir ahenk çağlıyordu ki, insan kendini yeşil suların arasında zannediyordu. Rehavet, bu serinliğin, bu yarı hararetin arasında yavaş yavaş öyle bir dereceye geliyordu ki, yarı uykuda, yarı uyanık süzülüp gidiyorlardı. Bu böyle iki saat devam ediyordu, sonra gezmeye çıkıyorlardı. Akşam gezmesine… Bir arabaya atlayınca Büyükdere’ye doğru…

Sonra gece İstanbul’un en zarif, en süslü, en sakin geceleri… Aydınlığa lüzum hissetmeksizin, semanın denize akseden bütün nurları o kadar şen, o kadar gevşeklik veren ışıklar yağdırıyordu ki, o gölgenin içine gömülmüş, yarı ölmüş kalıyorlardı. O zaman denizin, gökyüzünün, karşıki kırların tasvir olunmaz letafetleri vardı.

Süreyya uzanmış, sade ellerini kullanarak, bazen bahisten bahise geçmek için biraz durarak, kelime kelime anlattıkça Necip sessiz dinliyordu. Nihayet Süreyya:

“İşte hayatımız.” dedi. “Yemin ederim ki, hiç bu kadar mesut olduğumu bilmiyorum.”

O sırada Suat’ın sesini işittiler.

“Şükretmeli, şükretmeli.” diyordu. Süreyya yattığı yerden kımıldamayarak:

“Sen şükredeceğine buraya bak.” dedi ve eliyle Necip’i göstererek, “Akşama gidiyormuş!” dedi.

Suat şaşalamış:

“Kabil değil, latife ediyorsun.” dedi.

Süreyya temin ediyordu; sonra gülerek:

“İşte bir haber ki, Suat’ın bütün tasavvurlarını harap etti. O kim bilir yeni ev kadını sıfatıyla ne hazırlıklarda bulunmuştu.” dedi.

Suat, Necip ile meşgul iken bu söz üzerine kocasına dönüp tehditli bir kaş çatışıyla:

“Susmak ne iyi şeydir!” dedi.

Necip hâlâ teessüfle kalamayacağını tekrar ediyordu. Süreyya gülerek:

“Bu ne ısrar.” dedi. Sonra göz kırparak ilave etti, “İleri gitmeyelim… Kim bilir… Beyoğlu bu…”

Nihayet Suat bugün gidip yarın mutlaka gelmek şartıyla razı olacağını söyledi. Süreyya:

“Öyle ya, bahar bitiyor.” dedi. Kendileri Beykoz Çayırı’na gitmek istedikleri hâlde şimdiye kadar onun gelmesini beklemişlerdi. Necip çarşambadan evvel gelemeyeceğini söylüyor, onlar ısrar ediyordu. Nihayet çarşambaya karar verdiler.

Süreyya hizmetçinin gölgesini görünce:

“Yemek mi?” diye haykırdı. “Koşalım, koşalım… Yemekler darılmasın!”

Suat bu evin bir özrünün yemek için aşağı kata kadar inmek olduğunu söyleyerek iniyordu. Süreyya önden giderken:

“Sen babanı bir daha kandırarak birkaç yüz lira vurabilirsen o zaman istediğimiz gibi bir ev sahibi oluruz.” diyor, buna hep birden gülüyorlardı.

Yemek odasına girdikleri zaman Süreyya hemen yerine oturup havlusunu açarak:

“Aman çabuk, çabuk… Yemekler iltifatımızı bekliyor… Baksanıza, saat bire gelmiş.” dedi.

Suat:

“Her zaman kaçta yiyoruz?” diye sordu.

Süreyya:

“Malum.” dedi, “Yani demek istiyorsunuz ki bir muvakkit saati kadar muntazam yemek yiyoruz. Bunu tekrar ettirmeye lüzum yok. Allah sayinizin mükâfatını versin, yalnız temenni ederim ki, bu merak nihayet bir cinnet hâline gelmesin… Ev kadınlığı cinnet ölçüsü… Doktorlara yeni bir hastalık daha…”

Suat serzenişli bir nazarla:

“Birikiyor!” dedi.

Süreyya hem yemek alıyor, hem daima Necip’e bakarak devam ediyordu:

“Ne! Cinnet mi?”

Suat başını sallayarak:

“Hayır, kabahatler… Haksızlıklar.” dedi.

Necip:

“Omlet enfes.” dedi.

Süreyya gülerek:

“Aşçıya kalsa bize yemek haram olacak… Bereket versin küçük hanıma… O kendini yoruyor ama kocacığına… Ay, kocasına diyecektim… Ay, yine olmadı. Süreyya’ya, Süreyya’ya.” dedi.

Suat, Necip’e bakarak:

“Cennete gitmek için sabırdan başka çare yoktur, değil mi Necip Bey? Rica ederim, siz evlenince böyle huysuz bir koca olmamaya çalışınız, yoksa…”

Süreyya hâlâ alay ederek:

“Yoksa ne olacak?” diye sordu.

Suat tereddütle:

“Yoksa… Yoksa… Karınızı mesut etmemiş olursunuz…”

Süreyya:

“ ‘Ooo dedi, o kadarcık mı?’ Ben de mühim bir şey olur zannediyordum… Necip de benim kadar bilir ki evlilikte hanımlar solda sıfırdır… Asıl akıl ermeyen bir şey varsa bu kadar dikkate rağmen şu etlerin aşçılık başarısıyla böyle simsiyah olmasıdır.”

Suat gülümseyerek:

“Mademki kocaların saadeti lazım, veriniz onu ben yiyeyim… Zavallı kadınlar!”

Necip:

“Bilakis zavallı erkekler Suat Hanım; bir kadının ne olduğunu anlayanlar için asıl zavallı erkeklerdir. Kadın olmayınca bir erkek hayatının ne verimsiz, ne yağmursuz, ne çorak bir siyah çöl olduğunu bilseniz… Bunu çok erkek bilir de sonra unutur… Bir kadının, bir erkeğin hayatına sade varlığı ile nasıl şiir ve körpelik verdiğini, ruhu bertaraf etsek bile yalnız vücut için de nasıl büyük bir koruyucu olduğunu bilseniz… Demin bana burada hayatınızdan bahsediyordunuz. Siz her saati geçirmek için saadetler, eğlenceler buluşunuzu anlatırken ben yirmi dört saatlik hayatımın nasıl bir cehennem saati gibi nihayetsiz, sürüklenmez bir hayat olduğunu düşünüyordum. Sadece söyleyeyim ki, ölecek derecede bunalıyorum.

Ötekiler susuyorlardı.

“Bilmezsiniz Beyoğlu hayatının, hatta eğlenilecek mevsimde bile nasıl bunaltıcı, beyin ezici bir hâli vardır. Evvela bin bir renkli bir hayat görünür, hiç birbirine benzemez sefahati var gibi gelir fakat o kadar tek renk, aman Yarabbi o kadar tek renktir, görülen çehreler o kadar daima aynıdır ki… Mahremiyetsiz, samimiyetsiz, gösterişli bir taklitten, soğuk sarı bir taklitten ibaret bir hayat… Her görüştüğünle müthiş bir rekabet, bir mücadele, bir düşmanlık… Hiçbir el sıkmazsın ki, mümkün olsa seni bir çukura itmeyeceğine emin olasın, hiçbir ses işitmezsin ki, senin arkandan en hain, en haksız bir istihzada, bir zemde bulunmayacağına emin olasın… Riya, istihza, kendini beğenmek, hodkâmlık… Bu aç kurdun elinde bütün çehre morarmış, bütün gözler bulanmış; herkesin muvaffakiyeti öbürlerinin ayaklar altında ezilmesine bağlı imiş gibi bir çekememezlik, bir kin, kimse kimseyi beğenmez, üstünden başından tutunuz da söylediği Fransızcaya kadar her şey alay için bir bahane olur. Zaten hep sahtekârlıktan ibaret olan bu paskal yüzünde göz dudağa, dudak çeneye güler… İğrenç bir şey hasılı…”

Süreyya lokmasını hazırlamakla meşgul:

“Buna rağmen inkâr edemezsin ki kadınları nefistir.” dedi.

“Evet hususiyle kaldırımlardan geçerken uzaktan mağaza bebekleri gibi görünce… Beyoğlu tiyatrosunun seyyar aktrisleri… Hepsi öyledir. Asıl hayatlarını oyuncular gibi unutmuşlardır. Onların ruhlarını arayacağınıza kutup keşfine çıkmış olsanız daha hayırlı olur. Bilir misin nefis kadınlar hangileridir? Temiz ruhlular! Sana cidden söylüyorum Süreyya, saadetinin kıymetini bil…”

Süreyya, yarı kızarmış Suat’a yan bakıyordu. Derin derin bakıştılar.

Sofradan kalktığı zaman Necip kendi kendine “Ah herkes böyle olsa… Herkes mesut olsa…” dedi. Başka bir yerde olsaydı şu temennisini pek gülünç bulurdu fakat bu saadet ve samimiyet içinde bütün meyilleri, alışkanlıkları kayboluyor; hayatını, karanlık, hain, fena hayatını unutuyor; hıncı, bezginliği hissetmeden değişerek başka, iyi bir adam oluyor ve sonra bunu fark ederek şaşırıyordu. “Ah insanlar, şu beşer kalbi… Yüz bin manalı bir muamma… İçinden çıkmak mümkün değil…” diyordu. “Acaba fenalık gibi iyilik de bulaşıcı mıdır?” diye düşünüyordu. Tekrar balkona çıkıp köşelerdeki yeşilliklerin altında uzun sandalyelerden birine otururlarken Süreyya:

“Aman Suat gelmeden bir sigara tellendirelim.” diye kutusunu verdi. Henüz sigaralarını yakmışlardı ki Suat göründü. Balkona çıkmayarak kapıdan:

“Dehşet, dehşet, yine mi duman, yine mi?” diyordu.

O zaman tütünden bahsedildi; sigara, Suat’ın birinci zıddı idi. Süreyya müdafaa etmek istiyordu.

Necip dedi ki:

“Yok Süreyya, herhâlde bu iddia edilecek kadar ehemmiyetli bir şey değil. Bana öyle gelir ki, evli olsam da sigaramdan şikâyet edilse…”

Süreyya tuhaf bir gözle bakarak:

”Galiba yine bir şey yumurtlayacaksın, Necip…”

Necip gülerek bitirdi:

“Elimden sigarayı, cebimden paketi, kendimden de bu uğursuz alışkanlığı sevinerek atardım…”

Süreyya sigarasını zevkle bir daha çekerek ağır ağır dumanlarını savuruyordu:

“Ne güzel fikir… Yalnız bir kusuru var, yapmak kabil değil…”

“Azıcık fedakârlığa katlanılmayınca hiçbir şey yapmak kabil değildir.”

Suat korkarak:

“Yok, ben fedakârlık mertebesine çıkan şeylerden bahsetmiyorum.” dedi.

Ve piyano bahsi oluncaya kadar hep bağdan, bağdakilerden bahsettiler. Bu neşeli bir konuşma oldu. İki sözde bir Fatin ile beyefendi ortaya çıkıyor, Hacer’in sesi işitiliyordu. Sonra Necip, Suat’a piyano çalmasını rica etti.

“Demin Süreyya’nın anlattığı bu hayatın imrendiğim saadetine bir saat sonra nail olayım, benim de ömrümde bir gün bulunsun!” diye iltimas etti.

Suat şikâyet ederek uzun müddet piyanosundan uzak durduğundan hâlâ barışamadığını, notalarının karmakarışık olduğunu söylüyordu. Nihayet piyanoya geçmek icap etti. İki erkek balkonda kalmış, salondan gelen piyanoyu dinliyorlardı. Süreyya rüzgârın bir müddet tereddüt edip durduğu bu sıcak anı, her gün böyle öğle vakti serinlik bitip her şeyin sustuğu, beklediği zamanı ihtar ederek:

“Görüyor musun!” dedi.

Şimdi deniz durgun bir havuz hissini vererek, sıcak güneşin altında kurşun gibi ağır, uzanıp gidiyor, hararet havayi nesimi içinde titrek, değişken fark ediliyordu. Rehavet bir dereceye gelmişti ki, gözleri ağırlaşmış, manzarayı yalnız kirpiklerin arasından süzülen bir bakışla görüyorlardı.

Ve içeriden bazen piyanonun damla damla koşuşan, bazen birbirine karışarak tedricî bir tarraka ile yükselen, sonra birer birer süzülerek ölen sesleri devam ettikçe bu tasavvurun fevkinde bir mestlikle onu işgale başladı.

Bu Traviyata’dan bir parça ile başlamıştı. Fakat Necip sonrasını hatırlayamıyordu, bir andaluz serenadı gibi geliyordu. Sesler, kâh billur gibi şakıyarak, kâh matemli sürüklenerek, kâh şevk ve şetaretle yükselip sonra yeis ve fütur ile dökülerek devam ettikçe bütün kurduğu hülyalar karanlıklara boğuldu. Fark ve hissedememeye, hatırlayamamaya başladı; sanki yaşamıyordu.

Birdenbire saatin sesini işitti, bu ses onu uyandırdı. Süreyya sandalyesinde uzanmış, gözleri kapanmış, dalmıştı; piyano hâlâ ağır ağır, içinden gelen bir dert ile inliyordu. Teşekkür etmek için içeri girdi. Suat onu görünce tebessüm ederek:

“Çaldığım havalara yazık oluyor, değil mi?” dedi. Necip “bilakis” makamında başını salladı. Bitirince Suat tekrar şikâyet etti. Piyanonun önünde en iyi bildiği morsoları bile artık şaşırdığını söylüyordu.

“Hele notalar.” diyordu. “Görseniz ne hâlde… İçinden çıkmak kabil değil… Çocuk kitapları gibi olmuş… Birçoğunu bulamadım, karıştırıla karıştırıla birbirine girmiş… Bilmem bazıları da ötede mi kaldı, konakta mı?”

Necip notalara göz gezdiriyordu; bunların ekserisi meşhur operalardan fantazyalar, potpuriler idi fakat o kadar harap bir hâlde, o kadar eksik idi ki kendi kendine İstanbul’dan gelirken birkaç yeni morso getirmeye karar verdi. O zaman tekrar aklına İstanbul’a gideceği geldi. Saate bakarak:

“Ooo, saat dört buçuk.” dedi. “Acaba vapur kaçta var?”

Ve Suat’ın şikâyetli bir bakışı önünde yarı tereddütlü:

“Temin ederim ki.” diye başladı, kendini burada kalmamaya icbar eden bütün sebepler diye bulduğu şeyleri izah edince kani olmuş görünen Suat:

“Bari sizi Tarabya’ya kadar geçirelim.” dedi.

Sonra yüksek sesle dışarıya seslendi, cevap alamayınca sesini daha yükseltti:

“Bey, bey, uyuyor musun?” dedi.

Şimdi rüzgâr çıkmış, balkonun bir tarafındaki tente çırpınarak patırdıyor, denizin armonili akması, kesilmeyen bir sevinçle şakıyordu. Süreyya uyandığı zaman Suat’ın fikrini pek muvafık bularak:

“Ne âlâ, ne âlâ!” dedi.

Necip’in bu hareketinin bir hainlikten başka bir şey olmadığını iddia ile:

“Şimdi kalk sen daha sabahleyin şikâyet ettiğin o miskin, tozlu hayata gir.” dedi. Sonra Suat’a göz kırparak, daha doğrusu akıl da ermez ya… Yemin edebilirim, bu gece bütün masumiyetinle hemşirende kalmak üzere kaçmıyorsun… O tozlu Beyoğlu’nun örümcekli bir apartmanına… Değil mi?” latifesine dökülüyordu.

Necip Suat’ın yanında sıkılıyor, gözüyle işaretler ederek susturmaya uğraşıyordu.

Suat:

“Karar verildi, değil mi beyler?” dedi.

Beş dakika müsaade talep ederek çekildi. Süreyya elbisesini değiştirmek için iki dakika izin aldı ve karı koca gittikleri zaman yalnız kalan Necip sabahleyin o kadar çekiştirdiği Beyoğlu’nu şimdi ne kadar özlediğini düşünerek kendine şaşıyordu. O zaman da samimi idi, şimdi de samimi olduğunu görüyordu. Kendinin böyle birbirine zıt birçok tavır takınıp hareketlerde bulunması, hepsinde de samimi oluşu onu çözümünü bulamadığı bir muamma gibi meşgul eder, iki katlı değil, yüz katlı bir kadın kalbi gibi birbiri içinde esrarengiz kutu olduğunu zannettirirdi.

Önce Süreyya geldi, “Ben hazırım!” dedi; Suat da hazırlanıp geldiği zaman yol müzakeresine başladılar. O Büyükdere’ye kadar yayan gidip oradan bir arabaya binmeyi teklif ediyordu. Süreyya çarşıdan geçmemek için sandalı tercih ediyordu. İkisinin de fikrinden birer parça kabul edildi; sandal ile Büyükdere’ye gidecekler, oradan arabaya bineceklerdi.

Yolda çayırdan geçerken, Süreyya daha vapura vakit olduğundan bahsederek arabayı biraz Bentler yoluna sürdürdü ve iki tarafı bütün ağaç ve çayır olan bu yoldan giderken onlara uzak bir saadetten bahseder gibi çiftlik hayatından bahsetmeye başladı. Necip:

“Ne olsa öyle hayatlara gelemem; bana hay ve huy, gürültü, sersemleşmek lazımdır.” diyor, Süreyya o hayatı mübalağalarla methederek asude, sakin geçecek bir çiftlik ömrü için bütün bu sahte ihtişamları feda edeceğini temin ediyordu.

Necip, Suat’ın Süreyya’ya nasıl baktığını dikkat edip, “Evet.” dedi, “Seni oraya kadar takip edecek bir yol arkadaşın olduktan sonra…”

O zaman Suat’ın gözleri müşfik bakışlarını kaybetmeksizin Necip’e döndü ve bu bakış o kadar derin, sıcak bir muhabbet ile nemliydi ki Necip ruhu eriyor zannetti. Bir saniye mesut bir helecanla titredi. “Evet, böyle bir bakışla insan dünyanın öbür ucuna gider.” diye düşündü. Çöllere gider, dağlara gider… Onun şimdi terk etmek istemediği hayat, bir çölden başka ne idi? Gölgesiz, susuz, vahasız, hatta serapsız bir çöl…

Evet, hatta serapsız… Fakat bazen en ehemmiyetsiz tebessümler, hatta kendine ait olmayan bakışlar bile ona bir şiir taşkınlığı verir, onu canını feda etmek ihtiyaçlarıyla inletirdi. “Ah tenakuz… İnsan değilim, muadeleyim…” diyordu.

Ayrılırken Suat tekrar ediyor; “Çarşambaya, değil mi Necip Bey?” diye soruyor, Süreyya, “Erken gel de Bentler’e gidelim.” diyordu. Karar verildi; çarşamba günü akşam gelecek, ertesi gün sabahleyin Bentler’e gidilecekti. Necip kalabalık içinde vapura girdiği zaman bir kenara geçip onları görebilmek üzere baktı. Suat elinde küçük kırmızı şemsiyesi, arabanın içinde sade omuzları görünen siyah çarşafıyla, yere inmiş, dayanmış duran Süreyya ince uzun boyuyla o kadar mesut, o kadar güzel görünüyordu ki, onların yanında duyduğu saadet ve kalp rahatından onlardan ayrılınca mahrum olmuş, o saadeti uzaktan görüp ne yabancı kaldığını anlamış gibi melül, ayrıldığına pişman oldu. Onların salladıkları ellere mukabele ederken “Budalalık ettim!” diye esef etti. Onlar küçüle küçüle bir nokta olunca azalarak nihayet yeise çevrilen bu sevinç gibi acı, muzmahil bir kasavet içinde kalıyordu. Bu güzel geceye tercih ettiği Beyoğlu gecesini, buluşacağı kadını düşünerek geceyi miskin, kadını hayvan sayıyor, verdiği sözü unutmanın bir hıyanet olmayacağını düşünüyordu.

“İşte böyle.” diyordu. “Kararsız, isteksiz, boş…”

₺40,56

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-605-121-937-0
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Ses
Ortalama puan 4, 1 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Robin Hud
Народное творчество (Фольклор)
Metin
Ortalama puan 5, 3 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 5, 2 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,6, 5 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 4, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre