Kitabı oku: «EYLÜL», sayfa 2
Süreyya alaycı bir tavırla, “Evet, sayenizde…” diye söylendi.
Necib dedi ki: “Ne iyi olur vallahi! Küçük bir yalı… Karı koca, istediğiniz gibi bir yalıyı otuz liraya tutarsınız.”
Suad, kalbi birden atarak sordu: “Otuz liraya mı?”
Süreyya, annesinin elini tutmuş, ona sızlanıyor, yalvarıyordu. Annesi, gülerek başını sallıyor, “Mümkün değil, imkânı yok!” diye tekrar ediyordu. Babasının elindekini avucundakini çubuklara verdiğini, hatta parasızlıktan şikâyet ettiğini söylüyor, kendisine gelince, “Ben nereden bulurum?” diyordu.
Süreyya: “Ah sizde ne çıkınlar vardır,” diyor, annesi gülerek, “Otuz lira… Mümkün değil… Sen erkek değil misin, bir karını besleyemiyorsun?” diye eğleniyordu.
O zaman Süreyya öfkeyle, “Evet, hakkın var,” dedi. “Fakat ben maaşımla ancak boğazımızı besleyebilirim. Önceden peşin otuz lira… Bunun için borç mu yapmalı?”
Onlar konuşurlarken Suad, kocasına duyurmamaya çalışarak Necib’e dedi ki: “Bugün gidiyor musunuz?”
Ve Necib tereddüt ederken, burada kalmanın onun için bir fedakârlık olduğunu düşünerek rica eder bir sesle ekledi, “Bugün kalınız.” Sonra bunu da yeterli görmeyerek, “Kalınız, size ihtiyacım var,” dedi.
Bu ses, bu tavır o kadar esrarengiz, o kadar tatlıydı ki Necib, hatta şaşırmış bile görünmeden başını eğdi.
2
Suad onları sıkmadan akşamı etmek için ruhunu feda etti. Hava, Süreyya’yı iyice öfkelendirmek istiyormuş gibi o kadar sıcak, o kadar durgun olmuştu ki hepsi, perdelerin arkasına sinen serince gölgeye baygın baygın sığınmıştı. Fatin ile Beyefendi, İstanbul’a kalemlerine3 gittiklerinden evde iki erkekle üç kadın kalmıştı. Hacer ise bugün öğle yemeğinden önce görünmedi; onun merak edip önem verdiği şeylere karşı böyle birden küsüşleri, sebepsiz ihmal edişleri vardı ve bu sabah sarışın vücutlara özgü hassasiyetle pek sıkıntılı olduğuna hükmederek onlar, Suad’la iki erkek otururlarken Suad, gezme teklifini mümkün görmediğinden nihayet piyanoyu bir kurtuluş çaresi olmak üzere kabul etti. Necib’in müziği pek sevdiğini bildiğinden onu eğlendirebilmek için birçok zamandır ihmal ettiği piyanosuna geçti.
Süreyya uzanmış olduğu minderde, gözleri tavana dikilmiş, kımıldamayarak, “Sıcakta dinlenmiyor,” dedi, sonra gülerek, “Bununla birlikte çal Suad, teşekkür ederim. Etraftaki haşarat uğultusunun yanında piyano gerçekten musiki yerine geçiyor,” diye gülmeye devam etti.
Necib, özellikle pek memnun olarak alçak bir sandalyeyle köşeye, piyanonun yanına gelip oturmuştu. Suad, çoktan beri çalmadığı havaları çalmakta güçlük çekiyor; elinin maharetinin, tembelliğinin cezası olarak kaybolduğundan söz ederek sızlanıyordu.
Evin içinde piyanonun nağmeleri sürekli dalgalandı. Yemek haberi geldiği zaman Süreyya, uzun bir of ile kalkarak koştu, piyanonun kapağını kapattı. “Musikiyle idam!” diye eğlenerek, “Aman kurtulduk ya Rabbim! Sen de mi eziyet meleklerinden oldun Suad?” dedi.
Sofrada yine o konuyu açtılar; Necib, şikâyete başlamadan Hanımefendi gülerek, “İşte yalıya gidiyorsunuz ya!” dedi. Süreyya, acı bir ricayla, “Evet, sayenizde!” derken Hacer, merakla soruyor, Hanımefendi tatlı sesiyle ağır ağır anlatıyor; Süreyya’nın artık burada sıkıldığından kaçacağını, Boğaziçi’nde bir yalı tutup Suad’ı götüreceğini hafif bir tebessümle haber veriyordu. Hacer, önce gerçek zannetti, bütün yüzünü birden kaplayan bir öfke alevinden sonra kendini tutarak, “Oh ne âlâ!” dedi. “Burada yalnız başımıza…”
Hanımefendi gülerek sözünü kesti, “Artık biz de yalıya misafir gideriz; şimdiye kadar onlar bizde misafirdi, şimdiden sonra da biz onlarda… Değil mi Hacer?”
Hacer, soğuk bir tavırla, “O niçinmiş o? Biz de istesek gidemez miyiz?” dedi.
Süreyya, ah çekerek, “Gitsek de hep beraber gitsek…” dedi.
Hacer, yüzüne yayılan sevinç parıltısını gizleyemeyerek, “Ha!” dedi. “Ben de gerçekten gidiyorlar zannettimdi.”
Necib, Hacer’in böyle küçüklüklere pek çok kapılarak onları, böyle basitçe açığa vurduğunu görmekle beraber ona acıyordu. Hacer, güzellikte belki Suad’dan üstündü; fakat Suad’ın bütün diğer şeylerde ona üstünlüğü o kadar göze çarpıyordu ki bunu, Hacer’in de fark etmemesi mümkün değildi. Ahlâkta, ağırbaşlılıkta, uysallıkta ve nezaketteki bu üstünlük Suad’a öyle bir hal veriyordu ki, güzelliği bunlarla zenginleşiyordu. Kocasına olan bağlılığı, sakin, daima güler yüzlü, daima mütevazı halleri bir yükseliş sebebi oluyor; onu yükseltiyordu. Oysaki Hacer’in öyle anları olurdu ki, bir gölge gibi belli belirsiz olan ince kaşları, şeffaf cildi, saçlarının şeklinin güzelliğiyle gerçekten güzel bir kadın olduğu görülüyordu. Necib, bu güzellikte biraz yaramaz, biraz yırtıcı kuş rengi bulurdu. Sonra Suad’ın mutluluğunun yanında kendisinin ziyan edilmiş evlilik hayatı, bu kadına karşı saklamaya nezaket ve tahammülünün yetmediği bir kinle onu incitir dururdu. Necib, eğer Suad’ın huyunun yumuşaklığı ve idaresi olmasa Hacer’le anlaşmanın mümkün olamayacağını; Hacer’in, fırsat bile beklemeyen şu hırçın hücumlarına Suad’ın nasıl bir yumuşaklık ve tahammülle karşılık verdiğini fark ediyordu.
Sofradan kalkıp salona çıktıkları zaman, “Siz çok iyi yapıyorsunuz?” dedi.
Suad, önce anlamamazlıktan geldi; bunların kendisine bir saldırı olmadığını, Hacer’in bazen herkese karşı böyle davrandığını iddia etti. Fakat Süreyya da onlarla birlik olup bütün o tavırların birer açık saldırı olduğunu kabule zorladılar. O zaman onu, bir küçük kardeş gibi sevdiğini, her haline pek çok acıdığını, bunun için öyle küçük şeylerine önem vermemeyi tercih ettiğini söyledi. “Yemin ederim ki…” dedi. “Hacer, sizin zannettiğiniz kadar fena bir kız değildir; eğer iyi idare edilse çok iyi olur, oysaki…”
Süreyya, ağız dolusu duman savurarak, “İşte asıl iş orada ya!” diye haykırdı. “Bu kadar kişinin içinde de bu sabır bir sende var…”
Necib gülerek, “İşte ben de bu sabra hayran oluyorum,” dedi.
Süreyya, Suad’ın elinden tutmuş, Necib’e gösteriyordu, “Benim karım bir melektir Necib.”
Suad, gülümseyerek, “Kızarmak gerekiyor mu?” diye sordu.
Süreyya: “Sen ne yaparsan yap,” dedi. “Ben izninizle dinlenmek ya da dinlenmek niyetiyle gider şuraya yatarım.”
Salona henüz giren Hacer: “Oo, ağabeyim bu yıl öğle uykusuna pek erken başladı,” diye söylendi, sonra dönüp Suad’a: “Bu uykuyla yalıda ne yaparsın? Senin orada yalnızlıktan canın çok sıkılacak gibi anlıyorum,” dedi.
Suad, tebessüm ederek sordu: “Niçin, siz gelmez misiniz?”
Hacer, bir çeşit dans eder gibi Necib’e doğra giderken, “Ben mi?” dedi, biraz tereddütten sonra ekledi, “Canım hele bir kere yalı tutulsun da… Bu ne kadar acele?”
Biraz durdu, sonra söylemek istediği sözü hazmettiğini gösterir derin bir nefes alarak, orada yatan Süreyya’yı görmemiş gibi Necib’e yaklaşıp, “Akşama kadar benimle berabersin,” dedi.
Necib: “Ya şimdi siz, Suad Hanım’ın yalnızlığından söz ediyorsunuz ?” diyecek oldu.
Hacer, uzun bir “Oo!” koyuvererek başladı, “O, şimdi yalnız değil ki! İnsana kuru hayallerden iyi arkadaş mı olur? Kuzum, bu yalı hayali öyle bir hastalıktır ki, insanı gayet vefakâr bir dosttan daha çok meşgul eder.”
Necib, yine, “Hep beraber burada otururuz, değil mi Hacer Hanım?” derken Süreyya, yattığı yerden seslendi, “İsterseniz gezmeye çıkın, kütük ormanlarına veya fasulye korusuna…”
Hacer, Necib’in itiraz eden tavırlarına, Süreyya’nın biraz kuru sesine baktıktan sonra Suad’ın sessiz duruşuna karşı atıldı, “Yalıyı nerede tutuyorsunuz Suad?”
Suad, tebessüm etmeye çalışarak, “Bakalım, daha karar vermedik?” dedi.
“Öyle ise karar vermemek için çok zahmet çekmeyeceksiniz. Ben de önce gerçek zannettimdi. Bizde bu züğürtlük varken… Böyle söylenilir, söylenir. Birçok tatlı hayal kurulur.” Gülerek Süreyya’ya, Necib’e bakıyordu. “Sonra vazgeçilir, değil mi? Zaten bundan kolay şey mi olur? Ağabeyim, malûm ya, önce bir heves, bir heves… Üstüne uyku… O, Paris’e de böyle gidip gelmedi miydi?”
Suad, bu lâfların arasında hep kendi kendine, “Ah akşam olsa!” diyordu. Akşamüstü hepsini kandırıp yola çıkardı; fakat son tren gelip de dadısının çıkmadığını görünce canı pek sıkıldı. O kadar yalvardığı halde babasının belki aldırmayacağını düşünerek kızıyordu. Dadısı ertesi akşam, öbür akşam da gelmedi. Suad, her gün akşama kadar bin sabırsızlık işkenceleriyle bekliyor; bütün gün umduğu halde son saatte ümidini kesip onun gelmeyeceğini, gelse bile boş geleceğini düşünüyor, kederleniyordu. Öbür gün, Necib’i tekrar alıkoymak için çok sıkıldı; fakat niçin alıkoyduğunu da anlamıyordu. Sadece, onun Süreyya’ya ne derece bağlı olduğunu kesinlikle bildiğinden, para geldiği zaman kocasının sevincinde hazır bulunmasını istiyor, bundan başka Necib’in Boğaziçi hakkındaki bilgisinden yararlanabileceğini de düşünüyordu; fakat akşamlara kadar Hacer’in şımarık, hırçın kadınlığının elinden neler çektiğini görerek sıkılıyordu. Bunun için yine “Kalınız!” sözünü, kendini oldukça zorlayarak söyleyebildi; fakat Necib Bey, ciddi davranarak bu alıkoymaların sebebini anlamak için hiçbir imada bulunmamış, sessiz kalarak hep beklemişti.
İkinci akşam yine bir ara yalnız kalınca, “Sizi akşama kadar burada bekletip sıkıyorum; affediniz,” dedi. “Süreyya’ya bir oyun yapacağım, sizin de bulunmanızı istiyorum, fakat olmuyor ki!”
Necib: “Zaten cumartesi inmeye karar vermiştim,” diye ricayı tekrar geri çevirdi. Ne olduğunu anlamamakla beraber bu oyunun yalıya dair olacağına hükmediyordu. Artık, bütün köşkün ağzında bir alay olan bu meseleden söz edildikçe Suad’ın heyecanlı hali, bu kararı destekliyordu; fakat bu konuda hepsi o kadar ileri gidiyordu ki artık gereğinden fazla oluyor, hatta rahatsız ediyordu. Bunu fark eden Necib, Suad’ın cevap vermediğini gördükçe kadının sabrına, tahammülüne şaşırıyordu.
Suad’la beş seneden beri tanışıyorlardı; bu beş sene içinde ona olan saygısı her an çoğalmış, kadınlar arasında böylesine rastlamanın çok güç olduğunu zannetmeye kadar varmıştı. Necib, zaten pek nadir ziyaret ettiği bu aileye Süreyya’nın evliliğinden sonra daha seyrek gelmeye başlamıştı; o zaman henüz okuldan çıkmış, uzun tahsil senelerinin biriktirdiği bir koşuşturma ve ateşle yaşamaya koyulmuştu. Kadınlar hakkında pek uzaktan ve sayfalar arasında inceleme, tecrübe ve düşünmekten çok; hayallerden ortaya çıkmış yüzeysel bir incelemenin verdiği arzuyla önce, pek hülyalı fikirleri vardı. Tecrübe, kendisine acı hayal yaraları açtı ve gençliğe özgü o ateşin yönlendirmesiyle tecrübelerini, uygulamaya pek kolayca geçirerek kadınlara dair sağlam ve itiraz edilemez bir fikir ve felsefe edindi. Artık, hayat kavgalarındaki yaralanma tehlikesine karşı tamamen dayanıklı bir zırhla silahlanmış olduğuna inanarak öylece yaşamaya başladı. Bu sırada ara sıra gördüğü Suad, onun ağırbaşlılığı ve sessizlik içindeki neşesi, ciddiyet ve ağırbaşlılığa engel olmayan çocukluğu ona çok yüzeysel, çok yapmacık gelir, onun da öteki kadınlar gibi olduğunu düşünerek, Süreyya’nın ilk zamanlar gösterdiği memnuniyet ifadelerine içinden, “Çok geçmez görürsün,” diye baş sallardı. Fakat zaman geçip, bu memnuniyetin fazlalaştığını gördükçe merakı arttı; nihayet öyle oldu ki bir gün Süreyya’ya, “Sen birinci ikramiyeyi kazanmışsın, azizim!” dedi ve elini sıkarak, “Fakat birinci ikramiye de lâyık bir ele düştüğüne teşekkür etmelidir; çünkü iltifat etmediğime eminsin ya, inanmanı isterim ki birbirinize lâyıksınız,” diye devam etti.
Şimdi köşkte hepsi: Bey, Fatin, Hacer, hatta bazen bunlara katılan Hanımefendi hep birden eğlenmek için yalı meselesini dillerine dolamışlardı. Süreyya, kâh sert kâh şakayla karşılık veriyor; sadece Fatin’e ağırca ve acı gelen bu şakalarıyla ara sıra hepsini güldürüyordu. Necib, daima tarafsız kaldığı bu konuşmaların kendi üzerindeki tesirini düşünmek isteyerek Suad’ın sessizliğine şaşırıyordu.
Fatin, iki lokma fırsat bulup bir kahkaha salıverirken Beyefendi, sert simasıyla sessizliğini biraz bozarak, “Ben Suad Hanım’ı böyle çocukluklara kulak asmaz zannederdim,” diyor, o zaman Süreyya köpürerek, “Canım ortada bir şey yok, bir yere giden yok,” diye haykırıyor, Hacer: “Sadece gitmek isteyen var,” diye eğleniyor; Hanımefendi gülümseyerek ağır ağır söyleniyordu, “Galiba herkesten habersizce kaçacaklar. Zavallı Suad’ın suçu yok ki, götürmek isteyen Süreyya…”
Ve Fatin, iki lokma arasında tekrar, “Ve karı, kocasına itaate daima mecburdur!” kuralını söylüyordu.
Bu durum, dadının dönüşüne kadar devam etti. O da ancak cumartesi günü öğleyin gelebildi.
“Senin baban kolay kolay bu kadar uğraşmazdı, ama bilmem ki ne yazdın? Üç gündür bunlar için uğraştı durdu…” diye Suad’ın eline bir zarf verdi.
Suad, zarfın kenarını hemen yırttı. Gözlerinin dumanı arasında fark etmiyordu. Bu dolu zarfı açamıyor, eli titriyordu; sonra koştu, balkonda konuşan Necib’le Süreyya’nın arasına atıldı, “Yalıya gidiyoruz!” dedi.
Süreyya bakıyordu, önce inanmadı, “Ne oluyor, niçin?” diye bakan bir gözle Suad’ın gösterdiği paraları aldı; sonra birden, “Bu ne? Bunlar ne? Nereden?” diye sordu.
Suad, eliyle ağzını kapayarak, “Sus!” dedi.
Öbürü, “Kim gönderdi?” diye sorarken, “Babam, babam!” cevabını verdi. Sonra oraya oturup alçak sesle, “Şimdi bu parayla kimseye haber vermeden gidip yalıyı tutmalı, sonra da hepsinin gözünün önünde buradan çıkıp gitmeli…” dedi.
O zaman üç kişi karar verdiler ki yalı tutuluncaya kadar kimsenin bir şeyden haberi olmayacaktı; yalı tutulunca köşkten, sadece Hanımefendi’ye haber verilerek sıvışılacaktı ve herkes, bir sabah kafesi boş, kuşları uçmuş bulup şaşıracaktı.
Şimdi oradaki hayatı, masrafı düşünüyorlar, herhâlde on beş lirayla idare edebileceklerini zannediyorlardı. Süreyya: “Ah bir kere oraya gidelim de aç kalalım,” diyordu, sonra Necib’e dönüp, “Artık bize misafir gelirsin,” diyor; Suad, “Elbette!” diyerek Necib Bey’i üç gündür sadece bunun için, yalı birlikte gidilip tutulsun diye alıkoyduğunu itiraf ediyor ve plânının ne olduğunu anlatıyordu.
Süreyya seviniyor, “Ah Suad, Suad!” diyor ve sabredemeyerek şimdi gidip her şeyi onların yüzüne haykıracağını ve hepsine birden, “Yarın yalı tutuluyor…” diyeceğini söylüyordu.
Suad: “Aman Süreyya, sabret iki gün daha…” diye yalvarıyor; Necib, zaferin tamamlanması için iki gün daha beklemenin iyi olacağını söylüyordu.
Süreyya, çocuk gibi olmuştu, “Hemen taşınırız,” diyordu. “Hemen o gün… Aman burada bir dakika durmayalım! Şu uğursuz yerden kurtulalım. Ah ne zevk Necib, ne zevk! Hepsine birden, ‘Biz yarın gidiyoruz artık; bugün yalı tutuldu,’ demek ne zevk! Billâhi, Fatin’in lokması boğazında kalır. Gözlerinin ne hırsla açıldığını buradan görüyorum. Ah, bir kere o gün gelse o gün, o saat gelse bir kere!”
Hemen karar verildi. Yarın pazar değil miydi? Necib ile Süreyya erkenden gidecekler, küçük şık bir yalı tutacaklardı; otuz liraları vardı. Suad: “Yetişmezse…” diye daralıyor, Necib ise garanti veriyordu, “Ötesi kolay, gerekli olan asıl şey elde…”
Ve birden Necib, kendini hatırlayıp düşündü ki, bu işte pek yabancı olduğu için hiçbir müdahalesi olamazdı; fakat onlar kendisini o kadar içtenlikle, o kadar samimiyetle işe karıştırıyorlardı ki artık, olayların akışına isteği dışında kapılmaktan başka çaresi yoktu.
Akşam sofraya oturup da Fatin, yine iki lokma arasında ağzı, gözleri açık olarak yalıdan bahsettiği ve yan bir bakışla Beyefendi’ye sırıtıp hoşa gitmeye çalıştığı zaman, üç günlük hezimetin acısı çıkmış oldu. Üç arkadaş, zevk içinde birbirleriyle bakıştı; Süreyya, kendini tutamayıp sakin göstermeye çalıştığı sevinçli bir sesle, “Evet, yarın gidip tutacağız,” dedi.
Hacer gülerek, “Hangi han satıldı acaba?” diye eğlendi. Beyefendi, yemeğiyle meşgul olarak, “Mahmutpaşa’da han mı yok? Bir tanesini satmıştır,” diye mırıldandı.
Fatin gülerek yemek arasında boğuluyor gibi, “Vallahi billâhi!” dedi.
Süreyya, her şeyi söyleyecekti; fakat Suad o kadar derin, yalvaran bir bakışla baktı ki karşıdan Necib, Süreyya’nın dayanamayıp susmasına hak verdi.
Yemekten kalktıkları zaman üç dost, Süreyya’nın küçük odasına geçti; balkona çıkmış olan Suad, havaya bakarak, “Hava pek kapanık, Allah vere yağmur yağmasa,” dedi.
Süreyya artık, gülünç bir tavırla, “Ne?” dedi. “Yağmur mu? Taş yağsa vallahi yine gideriz, değil mi Necib?”
Necib, gülerek, “Hay hay!” dedi.
O zaman tekrar konuştular; yarın nereye gidip nasıl yapacaklarını görüştüler; Suad, Emirgân’dan aşağı olmamasını istiyordu. “Beykoz olsa fena mı?” diyordu. Necib, karşı sahili tercih ederek Yeniköy’de veya Yenimahalle’de küçük bir şey bulacaklarını söylüyor, “Oralarda, içerilerdeki evler bile yalı gibidir,” diye destek veriyordu. Suad’ın asıl istediği; sessizlikti.
Dörde kadar konuştular; Süreyya çokça hayal kurarak yaz hayatını bin türlü sözler içinde şimdiden düzenliyor; Suad, bazı ufak görüşlerle buna başka düzenlemeler ekliyordu. Süreyya, bir sandal bulacaktı. Gülerek, “Bir de araba…” dedi. Suad, düşünceli bir şekilde başını sallarken, “Bu uzun olur, değil mi? Asıl o zaman aç kalırız işte,” diye içini çekti. Yalıda sürülecek zevklerin sınırını şimdiden aşıp, keyiflenirken birdenbire, “Fakat bu söylediklerimizi yapmak için bütün yaz yetişmeyecek,” diye gülüşüyorlardı.
Ve Necib, son dakikalarda garip bir hüznün içine gömülerek bu mutlu karı ve kocaya bakıyor, eğer evli olmak bu ise hiç de fena bir şey olmadığını düşünüyordu. Fakat bu evliliğin nasıl özel şartlar, rastlantılarla gerçekleştiğini düşünerek birçok kötü evliliği gözünün önüne getiriyor; kendisinin böyle bir geleceğe kavuşmasının asla mümkün olmadığını, bu kadar uygun bir eşe kavuşamayacağını; her şeyden mahrum ve sefil hayatını, ihtiyarlığa kadar böyle yalnız ve talihsiz bir şekilde sürükleyeceğini düşünüyordu.
Yarın erken kalkılacağından erken yatmak tavsiyesiyle dağıldıkları sırada Necib, hep bu fikirlerin esiriydi; odasına gitmek için balkona geçtiği zaman iri, rüzgârlı damlaların düştüğünü görerek bu serinlikten yararlanmak için orada durdu, alnını bir direğe koydu ve gecenin karşısında bir süre öyle kaldı.
Kendini, hayatını düşünüyordu. Evlenmemek hakkındaki kesin kararı, ara sıra zayıflıyordu; şimdi yine o zayıf zamanından biriydi. Bu karı ve koca arasında şahit olduğu anlaşma ve yakınlık; bu sıcaklık, bu birinin küçük bir isteği için öbürünün canını verecek derecedeki telâşı, bu sakin ve mutlu sevgi, onu harap ediyordu. Bütün başarıları birer hüsran ve azap olan kendi hayatının uzun uzun arzu edilmiş, çalışılmış, kazanılmış zaferlerinde bile böyle güçlü, böyle fedakâr, böyle şefkatli ve sıcak samimiyete ulaşamamıştı. Birçok mutluluğu ya zehirli bir ayrılık ya da kahredici bir kayıtsızlıkla bitmiş; hiçbiri en mutlu zamanında bile şu mutluluğun sessizliğine ve güzelliğine benzeyememişti. Ve bu hayatı tatmadıktan sonra yaşamak ona boş, pek boş geliyordu.
“Niçin?” diyor, sonra ümitsizlik ve bezginliğin bu nakaratını, “Niye iyi!” hitabı takip ediyordu. Onun, zevkin hayhuyuna tutulmuş, maceralara eğilimli olan kişiliği bunlarla anlaştığı için artık ikinci huy olmuş, şimdi kendisinde sakinliğe ve şefkate, gölgeye, yücelik ve şiire susamış bir kişilik uyanmaya başlamıştı. Hayatın en memnun olduğu anında bile, ruhundaki eksiklik hissi bir başka ihtiyaçla dağlanıyor; şimdi zannediyordu ki bu ihtiyaç, ancak böyle sıcak bir sevgiyle, böyle dostane bir vefayla tatmin edilecek…
Ilık bir rüzgârla büyük büyük bulutlar uçuşarak geçtikçe seyrek, ağır damlalar serpiliyor; bunların yapraklara düşmesinden dolayı etrafında ölçüsüz bir ses hışırdıyordu. Necip, ıslandığını fark edip karanlığın içinde odasına giderken durdu, yanı başında şimdi işitiyorum zannettiği, huzurlu bir soluk alışla uyuyan bu karı kocanın mutlu olmasını, büyük bir hürmet ve sevgiyle diledi. “Lâyık olan mutlu olur,” fikri, zihnini bir süre oyaladı. Odasına geçip soyunurken hâlâ bunu düşünüyordu.
“Evet,” dedi. “Lâyık olan mutlu olur veya Goethe’nin dediği gibi, lâyık olan kazanır ve kazanamayan lâyık değildir.”
Sabahleyin Süreyya’nın sesini işitip uyandığı zaman hemen hemen yeni uyumuş gibiydi. Başı, küflü ve ağır bir şekilde kalktı; fakat panjurları açıp da dışarıdan taze, yeşil, parlak bir yaz sabahı bütün neşe ve tazeliğiyle içeri dolduğu zaman derin bir ferahlık hissetti.
Süreyya: “Çabuk, çabuk, treni kaçıracağız,” dedi, sonra balkonun parmaklığından aşağıya sarkıp, “Araba hazır mı Selim, araba?” diye haykırdı.
Necib, beş dakika sonra hazırdı. Onları odalarının önünde buldu. Suad, tavsiyelerini bitiremiyor, tekrar ediyordu, “Aman Süreyya, Allah aşkına…” derken Necib, birden dün geceki düşüncelerine döndü, gülümsedi. Suad, arabaya kadar yanlarında gelmişti.
Süreyya: “Bağın kapısına kadar beraber gel, orada seni bırakırız, dönersin,” dedi.
Suad: “Ya bırakmazsanız,” diye tereddüt etti. Necib, Suad’ın gözlerinde istasyona kadar gitme arzusunu okuduğundan, “İstasyona gelseniz de yine arabayla dönseniz daha iyi olmaz mı?” dedi.
Karı kocanın, ikisinin de bunu istedikleri, hemen gösterdikleri sevinçli kabulden anlaşılıyordu.
Araba hareket etti. Bağın bozuk yolundan bazen devrilecek gibi giderken Necib, şu on dakikalık mesafede bile beraber bulunmak için, hatta açıkça itiraf edemeyecek kadar istekli olan bu iki kalbin şimdi yetişmek telâşıyla birbirlerine bakmadıklarına dikkat ederek, “Beraber olmak yetiyor,” diyor ve tekrar – bulanık ve tortulu, cevap vermek veya tutunmak için düşünceleri daima kırılmaya uğrayarak – tekrar bu hali bile bir mutluluk derecesine çıkaran yakıcı, kavurucu değil; sakinleştirici aşkı, hayır bu aşk olamaz; kalp bağlılığını düşünüyordu.
Tren hareket edeceği zaman, istasyonun arkasındaki arabasından kendilerine bakan Suad’ı aradılar; elleriyle selâmlar göndererek uzaklaşırlarken onun da arabayla yola çıktığını gördüler.
Vagonda iki kişi yalnızdı; Necib, nasıl olup da Süreyya’nın şimdi bu eksikliği, hatta kendisini üzen bu kadın eksikliğini hissetmediğine şaştı. Bu kadar bağlılık üzerine bu ayrılığın, belli bir süre için olsun kalbi, elbette hüzünlendirmesi gerekirdi. Ve bu kadar sadık bir aşkın bile böyle hüzünleri olduğunu düşünerek boynunu büktü.
Süreyya, trenin hızından dolayı başını havaya kaldırmış yarı durgun, susuyordu; sonra, “Bakalım ne yapacağız?” dedi, daha sonra ekledi, “Gerçekten güzel bir şey bulursak Suad, ne kadar sevinecek değil mi?”
Evet, Suad… Şimdi onsuzluktan hüzünlüyken bu düşünce; onu sevindirmek, onun sizi beklediğini, şimdi fikren sizinle beraber olduğunu, her an yanınızda hissettiğini bilmek, hissetmek, yanınızda görmek… Bu, hüzünlü anlara sonsuz bir lezzet veriyor, sevilen için çekilen ezaları bir gam damlasıyla karışık, hoş bir sarhoşluk haline getiriyor, zaman geçtikçe bir acı kadar tatlılaştırıyordu.
Süreyya: “Ah bak, akşam bizi arabayla beklemesini tembih etmeyi unuttuk,” diye üzüldü, sonra hemen, “Ama zannederim, kendisi düşünür ve gelir,” dedi.
Eğer geleceğini zannetmeseydi haksızlık edecekti; çünkü Necib, Suad’ı onun kadar bilemediği halde bile bundan şüphe etmiyordu. Ve birden, kendisinde daima var olan kuruntuyla bu mutluluğun da derinliklerine girip gerçeği görmek merakına düştü; elbette bunların da göründükleri kadar mutlu olmadıklarını, Suad’ın da aslında bu kadar kusursuz olmadığını tekrar etmeye başladı. Kendisinin de bunların karşısındaki hayran tavrını pek gülünç buluyordu. İşin, karşıdan böyle göründüğünü, aslında kim bilir nelerden ibaret olduğunu söylerken niçin hiçbir kusur belirtisinin kendi bakışlarına isabet etmediğini soruyordu. Birden bir tepkiyle, “Bu kadarı da bir başarı değil mi? Bakalım ben bu kadarına erişebilecek miyim?” dedi.
Akşama kadar dolaşıp nihayet işlerini memnun bir şekilde bitirdikten sonra trene geldikleri zaman büyük bir rahatlık hissettiler, önlerinde memnun ve sevinçli birkaç gün vardı. Süreyya, başarılı olduğu zamanlara özgü tavırlarıyla rüyadaymış gibi anlatıyordu: Şimdi Suad’ı bulacaklar, ona anlatacaklar, Süreyya’nın “mücevher kutusu, fildişi yuva” diye tarif ettiği yalıyı o ne kadar sevecek… Sonra evdekileri nasıl şaşırtacaklar… Süreyya, hepsinin taklidini yapıyordu, “Fatin kuduracak, Beyefendi köpük saçacak…”
Necib: “Ya Hacer?” dedi.
“Hacer mi? Görürsün. O da kocasına bir yalı tutturacak…”
Sonra gülerek, “Fakat Fatin… Vallahi onu boşar da öyle bir halt etmez,” dedi.
O, asıl onu görmek istiyordu.
“Ah şu Fatin!” dedi. “Patlayacak patlayacak!” Sonra birden, “Patlasa da Hacer de kurtulsa,” dedi.
Necib, Suad’ın ciddiyet ve dayanıklılığı yanında Süreyya’nın da böyle küçük hislere kapılışına bakıyor; fakat Fatin’i o kısa boynu, daima para görür gibi akı çok gözleri, başını çevirmeden sağa sola bakışıyla kendisi de o kadar iğrenç buluyordu ki ona hak veriyordu.
İstasyonda Suad’ı bulur bulmaz bütün hayalleri alt üst oldu. Süreyya ona müjde verirken o, “Boşuna… Her şey bozuldu,” dedi. Ve merak ettiklerini görerek anlattı, “Ben, dadıma tembih etmeyi unutmuştum. Hepsini Hacer’e söylemiş… Şimdi herkes biliyor.”
Süreyya, “Eyvah!” makamında elini alnına götürerek, “Ne söylüyorsun Suad?” dedi. Sonra mutluluğunun çokluğundan onu da bir başarı haline getirdi. “Bilsinler, ne yapalım, engellemek de ellerinden gelmez ya!”
Suad, öyle düşünmüyordu. “Beyefendi engel olmak isterse…” diyordu. Süreyya, yavrusunu savunmaya hazırlanan bir canavarın heybeti ve öfkesiyle bakarak, “Ne?” dedi. Omuzlarını azametle kaldırıp, “Ben, artık okula gitmiyorum,” diye güldü. Sonra arabaya bindikleri zaman Süreyya, “fildişi yuvasını” tarif ederken her şeyi unuttu. O kadar coşkunlukla anlatıyor, Suad da deminki kederi unutarak öyle şen ve sevinçli görünüyordu ki Necib bile, “Bunda sana ait ne var?” diyerek içinden yükselen zehirli sesi unutarak, olayın akışına kapıldı.
Süreyya övdükçe Suad, Necib’e dönüyor, “Gerçek mi Allah aşkına, gerçek mi?” diye soruyordu.
Evet, hepsi gerçekti. Bu fildişinden yuva Boğaz’ın üstünde, kavakların yanında, Yenimahalle’nin bir köşesinde, tümüyle fildişinden yapılmış kadar temiz, parlak, Pazarbaşı’ndaydı.
Otuz yedi liraya tutmuşlardı. İçi yarı döşeliydi. Süreyya, “Suad, piyano da var,” dedi.
Bunların hepsi Suad için bir neşe kaynağı oluyordu. Süreyya, oranın sessizliğinden, gölgesinden, manzarasından coşkuyla söz ediyor; söyleyeceği şeylerin çokluğundan eksik anlatarak, “Deniz, kapısının önüne kadar geliyor Suad, bilsen…” diye sevincinden taşıyordu.
Sonra Suad, Hacer’in nasıl mosmor kesilip, “karısının parasıyla yazlığa giden” Süreyya’nın, artık gözünden düştüğünü nasıl söylediğini anlattı. Süreyya öfkelenerek, “Niçin? Kocanın parası başka, karının parası başka mı olur?” diyor ve zalimleşerek, “Herkes kendi kocası, her kadın kendisi mi?” diye söyleniyordu. Suad, eliyle ağzını tutarak onu susturmak istedi. Süreyya, haksızlıklara böyle acı karşılık verdiği zaman içi ezilir, onu sevmemekten korkardı.
Necib’e dönerek, “Düşününüz Necib,” dedi. “Biz gidince yalnız kalacak, tamamen yalnız… Zavallı kız, ne yapacağını şaşırıyor, sonra…”
Süreyya, Suad’ın sözlerini kendi fikirleriyle tamamladı.
“Sonra… Sonra da kıskanıyor… Bir şeyi kendi ismiyle niçin çağırmazsınız? Kıskanıyor işte. Ve kıskançlığı onu şirret ve hain yapıyor. Bunda acınacak ne var?”
Köşke geldikleri zaman kapının önünde Hacer’le Fatin’i gördüler. Fatin, iki eli böğründe, pantolonunu çekerek ve gözlüğünün üstünden bakıp yılışarak, “Maşallah efendim, Boğaziçi’nden öyle mi?” dedi.
Yukarıdan, balkondan Hanımefendi’nin: “Allah güle güle oturmak kısmet etsin, nerede tuttunuz bakayım?” diyen sesi geldi. Süreyya, Fatin’e omuz silkip annesine cevap verdi, “Hele yemek yiyelim, uyuyalım da… Rüyayı o zaman görürüz. Ne kadar sabırsızsınız!”
Hacer, öfkesine yenilerek birden atladı, “Ah, ben biliyorum canım. Bana Behice Dadı söyledi, hatta bak, yengem de inkâr edemiyordu; ama şimdi hep bir oldular, el birliğiyle saklayacaklar; fakat ben biliyorum, bugün onlar Boğaziçi’ne gittiler, ev tuttular… Dün, para gelmiş…”
Fatin, kahkahayla gülüyordu. Süreyya, Hacer’e dönüp kızgın bir tavırla, “Pekâlâ küçük hanım, farz edelim ki öyle olmuş. Bunda ne var? Siz de o kadar istiyorsanız, beyiniz de size tutsun,” dedi. O zaman, Fatin’in pantolonunu bir kez daha çekip sessizce içeri kaçtığını görerek hep birden güldüler.
Yalnız kaldıkları zaman Süreyya: “Aman kaçalım, yarından tezi yok kaçalım,” dedi.
Suad: “Dur bakalım, izin alalım bir kere,” dedi.
Süreyya: “Kimden, neden, izin mi? O niçin?” diye söylenirken karısı, “Yok, ben kimseyi darıltmaya razı değilim. Sen o işi bana bırak,” dedi. Ve sessiz, gülümseyerek, gidip Beyefendi ile Hanım’la görüştü.
Dönüşünde, “Sadece Hacer,” dedi. “Onu ne yapacağız?” Ve anlamayarak yüzüne bakan iki erkeğe kederle, “Onu da götürsek,” diye yalvardı.
Süreyya, yerinden fırlayarak haykırdı, “Ne? Fatin’i de mi?”
Buna bir karar vermek için tartıştılar. Bu, geç vakte kadar sürdü. Yatma zamanı gelince Necib: “Artık ben de yarın iniyorum,” dedi ve Suad’a bakarak, “Bana başka hizmet var mı?”
Suad gülüyordu, “İzin mi? Bir şartla,” diyerek kocasının yüzüne baktı. Süreyya da gülerek, “Evet, taşınır taşınmaz postu bizim eve sermek şartıyla…”
Ertesi sabah kalktıkları zaman Süreyya anladı ki gece, köşkün öbür köşesinde kıyametler kopmuştu. Hacer, onlar gibi yalı tutup Boğaziçi’ne gitmek için kocasını zorlamış, o da tabi ki bu teklife kulak asmamış…
Süreyya: “Yüreğine inmiştir,” diye güldü; fakat sonra kızdı. Bunun üzerine atışmışlar, Hacer’e fenalık gelmiş. Bey ve Hanım hep oraya koşmuşlar; Fatin ısrar etmiş, daha fazla zorlanırsa rahat edeceği bir yere gitmekten başka çaresi kalmadığını söylemiş.
Süreyya: “Katırı görüyor musun, katırı!” dedi, sonra babasının barıştırıncaya kadar nasıl uğraştığını söyleyerek, “Fakat çeksin, hak etti,” dedi. “Araya araya bulduğu yakutu şimdi görsün.”
Çünkü o, kızını evlendirirken bir gün öyle söylemişti: “Hanım, aradım aradım, ama öyle bir yakut buldum ki!”Süreyya bunu anlatarak, “Bulduğu yakutu şimdi nargilesinin marpucuna oturtsun da…” dedi.
Suad, darılarak, “Bey, bey!” dedi.
“Peki. Sustum. Sustum, ama haydi kaçalım bakayım; çünkü artık onların yüzünü görmek istemiyorum.”
Suad yalvardı, “Yok, sen bir kere Hacer’e söyle de öyle. İstediği zaman gelsin. Söyleyeceksin değil mi?”
Olumlu cevabı kocasından almadan işe başladı ve Necib, kendilerine veda edip ayrılırken Süreyya, Hacer’le konuşmak için odasına gitti.