Kitabı oku: «Genç Kız Kalbi»
PERVİN’İN HATIRA DEFTERİ
İstinye, 15 Haziran 1327
Bugün bir aydır İstanbul’dayım. Gençliğimin en nurlu senelerini geçirdiğim o muazzez İzmir’de, o genç kızlığımın geliştiği, gençliğin sonsuz emelleri ile çiçeklendiği o latif ve güzel şehirde bir gün gelip hayatına karışacağım diye saadetten çıldırdığım ve İstanbul hakkında kurduğum hayaller, emeller bu bir ay içinde ne zalim bir sukut ile mahvoldu. Daha geleli ancak bir ay olduğu hâlde ne tedavisiz bir emel kırıklığı ile sakat ve harabım…
Şimdiye kadar beni en çok işgal eden şey, babamın memuriyeti yüzünden uzak yaşamaya mecbur olduğumuz İstanbul hayatı idi. Arkadaşlarımla en çok konuştuğum, yalnız kaldıkça en muazzez hayalim, hep ve yalnız, bu idi. Bana göre saadet, zevk, yani gıpta edilecek hayat, ancak İstanbul’da bulunabilir; zarafet, güzellik, şıklık ancak orada çiçeklenip gelişebilirdi. İzmir, olsa olsa, ikinci derecede bir şehir olduğu gibi pek aşağı olan medenilik seviyesi onu belki dördüncü ve hatta beşinci dereceye alçaltıyordu. Fikrimce, yaşanılacak, mesut olunacak şehir ancak İstanbul olmak lazım geliyordu.
Bunun için, bu kış, babamın nihayet yalvarmalarıma dayanamayıp bahar gelince beni İstanbul’a, amcamın yanına misafir göndereceğini ve yazı İstanbul’da geçirmeme müsaade ettiğini öğrenince sevincimden deli olmuştum. Babamla amcamın her ne sebepten ise araları pek sıkı olmadığı için, uzun tereddütlerden sonra nihayet babam nasılsa razı olmuş, benim memnuniyetim için amcama mektup yazıp bu misafirliği haber vermişti. Mektubun cevabının gelmesi, sonra daha birtakım teferruat, yolculuğu mayıs ortasına kadar geciktirmişti. Nihayet, uzun emel senelerinin biriktirdiği acele ve telaş ile neşe ve sevincimden uçarak, İzmir’den vapura binmek nasip oldu.
O gece sabaha kadar hummalı idim. Nihayet sabah olup da vapurumuz Ayastafanos (Yeşilköy) açıklarına geldiği ve İstanbul, bu benim gibi yüksek emelli, oldukça rakik bir genç kız için saadet hissederek yaşayabileceği tek şehir, orada, gözümün önünde bütün güzelliği ile serildiği vakit, yüreğim nasıl çarpıyordu!
Zannediyordum ki orada nefes almak, mesut olmak demektir. Oraya dair bilenleri o kadar dinlemiş, o kadar tafsilat almıştım ki, o artık benim nazarımda bir adi şehir değil, bir hülya cenneti olmuştu. Bütün İstanbul’da yaşamış arkadaşlarımın o kadar övdükleri, İzmir’in Türkler ve bilhassa Türk kadınları için imkânsız olan hayatına bedel, her köşesi bir başka gezgi olan hayatıyla göklere çıkardıkları tarifler hep gözümün önünde idi.
Sağda, bu mayıs sabahının sisleri arasında Adalar, uykulu bir mahmurluk içinde idi. Sonra onların arkasından ince bir sahil uzanarak Fenerbahçe ve Moda, Kadıköy ile İstanbul’a birleşiyor; ben Adalar’a, Fenerbahçe’ye bakarak bütün buralarda yaşanılan hayatın letafetini mübalağa ile tasavvur ediyordum.
Fakat o kadar… Ne yazık ki, o kadarcık… Yani, yalnız uzaktan ve tasavvurda olarak… Çünkü hakikat o kadar bet, o kadar çirkin, o kadar harap edici ki! Evvela o insanın ilk ayak attığı yer, rıhtım İzmir’in Avrupa şehirlerini andıran muhteşem Kordon’una bedel, buranın rıhtımı dar, siyah, boğucu bir yer… Vapurlardan çıkarılan un çuvallarıyla, sair eşya ile yüklü, bir tarafı en adi, hatta en sefil gazinolarla, kahvehanelerle kapalı birkaç arşın eninde bir rıhtımcık, sonra yük arabaları, kira faytonları arasında ezilmeden nasıl gezdiklerine hayret edilecek karmakarışık bir halk, yani, bir Şark şehri…
Bizi karşılamaya gelmiş olan amcazadelerim Nigâr ile kardeşi Abdi, ben, hizmetçim Reftar, dördümüz rıhtımdan yürüdük; dar bir sokağa çıkmıştık. Meğer burası Galata imiş… İstanbul’un en işlek ticaret yeri burası mı idi?
İşte İstanbul’un her hâline, her şeyine karşı bu aynı yıkıcı tesiri duydum; yani her şeyde hayal kıran bir biçimsizlik, bir küçüklük var. Muntazam, parlak, geniş bir yer göreceğim diye beklerken boğucu, sönük, miskin bir şey karşısında bulunmak hüsranı, harap etti beni.
Doğrusu Galata ne ise Beyoğlu, Boğaziçi, hele İstanbul ondan başka bir şey değil… Mesela Beyoğlu, iki tarafa uzayan dar, pis sokaklarla yapılmış tek bir caddeden ibaret ki en geniş yeri on beş metreden fazla değil. Hele o Boğaziçi… Yalı çöküntüleriyle gözü tırmalayan baştan başa harabe… Rumeli sahilinde yeni birkaç binaya mukabil Anadolu sahili harap köyleriyle asırlık uykusunda ezilmiş gibi hareketsiz, hayatsız. Hatta o kadar müşkülpesent görünen amca beyin oturduğu bir köy, bu İstinye… Dört beş yalıdan başka oturulacak bir evi yok. Bütün balıkçı kulübeleri ve baştan başa harabeler…
İşte senelerden beri çekip büyüleyen İstanbul’un dış manzarası… İçine yani hayatına gelince böyle bir şehrin hayatından benim emellerimi, hayallerimin saltanat ve ihtişamını eklemek ne çocukluk! Hakikat şu ki hayatı da kendi gibi uygunsuz ve zarafetsiz, harap, mahmur ve hareketsiz… İstanbul, işte bir aydır içinde yaşıyorum. Her sınıf halkıyla temastayım, her yerini gezdim, gördüm, tetkik ettim; müşkülpesent davranmadım, merak ile aradım, sordum ve kararımı verdim: İstanbul, hayatı ve yaşayış tarzı ile büyük bir milletin payitahtı olacak bir şehir olmaktan o kadar uzak, o kadar, o kadar ki…
Bizim gibi ilk gençliklerinden itibaren ruhlarının bütün galeyan ve iştiyakıyla meftun oldukları güzellik ve zarafet hislerini edebiyatın hayat veren ziyalarıyla beslemiş ve tezyin etmiş yükseklerde uçan mevcutlar, hele benim ol-duğumgibi, senelerce mahrum ve uzak olduğu için geniş hayali ile süslediği bir şeye kavuşunca orası Paris gibi bir güzellik ve zarafet merkezi bile olsa, az çok inkisarıma uğrayacağı muhakkaktır; fakat bu İstanbul ve bahusus İstanbul’un bu hayatı… Aman Yarabbi… İnsanlıktan çıkmış bir behimiyet hayatından farkı yok, hem hiç, hiç…
Şehrin nasılsa tabiat tarafından nail olduğu az çok ziynete bedel hayatında halkının istidatsızlığından hiçbir alımlı renk mevcut değil. Bu halkın eline düştüğü asırlardan beri daha az zengin köşelerin başka milletlerin elinden aldığı güzellikten mahrum kalmış olan bu bedbaht şehirde benim hayalimin ziynetlerine muvafık bir hayat nasıl mevcut olabilir?
İşte bir aydır bu halkın içinde, bu şehrin her tarafını gezmek şartıyla söylüyorum: İstanbul’da hayat yok… Diyebilirim ki oradaki halk yaşamıyor; gaflet ve meskenet içinde uyuşmuş yalnız ot gibi bitiyor… İşin gülünç ciheti eğer İstanbul halkı hayattan ve eğlenceden mahrum olduğunu bilse, şikâyet etse insan tahammül eder; hâlbuki orada herkeste yaşıyoruz ve eğleniyoruz fikri mevcut ki beni ağlatacak kadar güldüren de budur!
İşte mesela amcamın karısı Hediye Hanım’ın “İstanbul’un en kibar, en zarif seyir yeri” olmak üzere tarif ettiği Göksu! Dün burasını da görmek saadetiyle haz duydum! Boğazın en kibar halkına gezme yeri olan, İstanbul’un en şık sandalları, en mutantan kayıklarıyla ziyaret edilen bu bilhassa murdar, yıkılmak üzere, zarafetsiz köprüleriyle dere, iki tarafını işgal eden bostanlar, mısır tarlalarıyla kokuşuk, durgun, sulu, tabii güzelliklerden pek az nasip almış bir yerden başka bir şey değil… Boğazın bu en kibar halkı, eğer burasını tabii güzelliklerine meftun oldukları için ziyaret ediyorlarsa onlara acırım.
Geçen yaz, İzmir’de Femina Sineması’nda Avrupa’nın zevk âlemine dair gördüğüm filmler beni nasıl mahzuz etmişti! O iki sahili temiz rıhtımlarla kaplı derede, o zarif sade hayatlarıyla bir İngiliz yarışı görmüştüm ki bundan taşan neşe ile insan nasıl meftun oluyordu. Hâlbuki bu murdar, kokuşuk Göksu Deresi’ndeki hayattan mahzuz olmak, bu eğlenceden bir zevk duyabilmek için bir ruhun ne kadar adi, ne kadar güzellik ve şiirden nasipsiz olması lazım gelir!
Rast gelen kayıkların, sandalların hepsi, kıyafetsiz, zevk ve rikkatten mahrum olduklarına insanın emin olduğu erkeklerle, kadınlarla dolu… Nadiren, pek nadiren zarif bir sandalda zarif bir iki çift… Fakat yine mesela bunlar da mutlaka bugün pek güzel eğlendiklerini sanacak kadar zevk ve izandan mahrum şeyler… İki taraf çayırlarda o mahut dere renk renk çuval yeldirmelerle karıncalanan bir sürü kadın, çoluk çocuk! Ah o erkeklerin o kadınlara attıkları baygın nazarlar ve o kadınların o beylere karşı aldıkları tavır, naz ve cilve… İnsanın naz ve cilveden, sevişmeden hatta insanlıktan iğreneceği geliyor.
İzmirli bir arkadaşım, kendisine bu hâlleri tasvir ederek yazdığım bir mektubuma verdiği cevapta, “O beğenmediğin yerlerde birçok mesut olan eksik değildir; hatta kim bilir sen bile… Bana o kadar zemmettiğin hâlde şu esnada hoş bir sergüzeştle bahtiyarsındır!” diyor ve beni acı acı güldürüyor…
Sergüzeşt, sergüzeşt ha! Zavallı arkadaşım… Beni ne kadar az tanıyormuş! Elbette, benim gibi gençliği derin bir şiir ve aşk iştiyakı ile meşbu, ruhi güzellik ve zarafete karşı iradesiz olan bir genç kızın hülya ve emeli başka ne olabilir? Hassas, hülyalı, şiir sever her genç kız gibi ben de dünyada en büyük saadetin yalnız sevmek ve sevilmekte olduğuna inanırım. Bence hayatımda en büyük, en mukaddes şey ancak aşktır; fakat hoppalık edip deli gibi rastgele bir adamı sevip de, iki gün sonra ya aldandığını anlayıp yahut bıkıp dönme dolap oynar gibi sefil ve murdar tecrübelerde sürünmek izzetinefsimin tahammül edemeyeceği bir zillettir. Evet ben de sevmek ve sevilmek isterim, fakat isterim ki seveceğim adam aşkıma ve bana layık olsun ve daha isterim o sevdiğim adama hayatımı eseflenmeden, pişman olmadan ölünceye kadar, geri almamak üzere vereyim.
İşte bunun içindir ki beni anlayacak ve bana layık bir kocayı ancak burada, İstanbul’da bulacağımı zannediyordum; çünkü aşkı benim anladığım kadar ciddi telakki eden her kalp gibi bu adam her yerde bulunması o kadar kolay olmayan bir tılsımdır. Ben aşkı özlediği kadar da müşkülpesent ve mağrur bir kızım. Hâlbuki bu muhitte insan ne kadar az müşkülpesent olursa olsun, sevilecek ve hayata bağlanacak bir erkek bulmak o kadar güç, o kadar güç ki… Bir kere benim ayarımda, yani kendi kıymetini takdir eden bütün kızların da lanetle reddedecekleri muhakkak olan o görücü maskaralığını bir tarafa atalım… Bizim bu hayatımızda, benim gibi bir genç kız, kendine layık bir hayat arkadaşını nasıl ve nerede seçebilir? (Göksularda, Fenerbahçelerde mi? Sevmek için en evvel lazım olan şey, ruhların yakınlığıdır; bu ise ne görücülerin, ne kadar inceleyici olurlarsa olsunlar, delaletleriyle ne de karşıdan, sersemlikle belki hoşça bulunan bir erkekle yapılan sevişme ile kabildir. Bunun için uzun konuşmalar, uzun tetkikler lazımdır. Doğrusu hayatım ve kalbim, gençliğim o kadar kıymetli bir hazinedir ki bunu öyle rastgele rüzgârın keyfine sarf edip öldüremem.
Hâlbuki, elbette bu şehirde beni anlayacak ve benim seveceğim, yani benim için dünyaya gelmiş ve benim için yaşayan bir genç vardır. Fakat nerede? Nerede?
18 Haziran
Ah nasıl ve ne kadar nefret ediyorum… Bütün bu hayattan, bu hayatı memnuniyetle kabul eden ve severek yaşayan, bütün usul ve anane adı verdikleri şeylere sersemce bağlı kalmış olan bu adamlardan ne kadar nefret ediyorum.
İşte mesela amcam… Bir kere babama hiç ama hiç benzemiyor. Babacığım ara sıra bahsederdi de ben anlamazdım. Hatta kendisiyle pek seyrek mektuplaşırlardı. Bir gün bunun sebebini sormuştum da bana istemeye istemeye münasebetsiz hâlleri olduğundan bahsetmişti. Bu münasebetsiz hâllerin neler olduğunu buraya geldim geleli iyice öğrendim ve babama tamamıyla hak verdim. Bir kere ne şekilleri ne ahlakları ne de tavırları birbirlerine benziyor. Babam ilk yaştan beri kendisinde mevcut olan terakki istidadı, tahsil hevesi ile çalışmış, âdeta yaşına göre iyice ileri, iyice medeni bir adam olmuş iken kardeşi anasının yüzünden gelişememiş, tembelleşmiş, rüştiye tahsilini ikmal etmeden mektepten çıkıp bir kaleme mahsus tabiriyle çırak buyrulmuş ve yirmi yaşına kadar muska boynunda, En’amı Şerif cebinde, tespih elinde, tek meziyet olarak kalın ve derin bir softa taassubuyla mücehhez olmaya ehemmiyet vermiş ve senelerce gide gele nasılsa kaleminin mümeyyizlik mevkisine yükselmiş, medeniliği sermayeli günlük gazetelerin şöyle yalan yanlış mütalaasıyla hasıl olma malumattan ibaret bir adam…
Evvela şekli: Uzun boylu, kalıplı kıyafetli, meşhur tabir ile kelli felli efendiden bir adam… Beyazı daha çok çember sakalıyla kendisini uzaktan görenler azametli hâlde bir şeye benzetebilirler. Hâlbuki zavallı adam, kafa itibarıyla kof cevizden farkı yoksa da, bu görünüşü de nasılsa tesadüfen gayet mükemmel, gayet kusursuz, her cihetçe mümtaz bir kadın olan ikinci karısının sayesinde kazanmış olduğunu kendini bilenler hep temin ediyor. Bu kadın sayesinde evvela o eski murdar âdetleri terk eder gibi olmuş fakat sonra kadıncık bir gün vefat edince, yine rehbersiz kalarak, ne eski ne yeni tarza dökülememiş, ikisi arasında şaşırmış. Hatta bir gün ancak bu kadın sayesinde biraz kıyafetini yoluna koyabildiği için karşıdan, uzaktan nasılsa evvela bir şeye benzer gibi iken, ev hâlinde, o kadar o eski En’amlı, tespihli küçük beye benziyor ki hayret etmemek kabil değildir.
Mesela, bütün o kalıp kıyafet yalnız sokağa mahsus bir şey olup eve gelince hemen soyunur, dökünür; arkasına bir entari, başına keten bir takke ve hepsinin üstüne bir kürk geçirir. Ben evvela “Bu sıcak havada bu kürkün ne lüzumu var?” diye sormuştum, bana ne cevap verse… “A, bak hele çocuğa… Hiç anlıyor mu? Kızım bu cins kürkler yazın daha serin tutarlar; yazın İstanbul’da bütün kibarlar böyle giyinirler.” Yalnız bu kibar beyefendi aynı zamanda eve gelip soyunduğu vakit ayağından potin çorabını çıkarıpaşağı yukarı yalın ayak, bir terlikle dolaşır. Ben muziplik olsun diye bir gün bunu da sordum, bana cevaben itiraz kabul etmez bir azametle “A, ilahi çocuk, ayak başka, insanın sırtı başka…” dedi. Bu mantıksız cevaba karşı sözü uzatsam eminim ki, “Aman kızım, sakın bunu bir daha kimsenin yanında söyleme, insanı ayıplarlar, sakın, sakın ha…” diye latifeye boğacak, daha yakında isem enfiyeli parmaklarıyla ağzımı, burnumu aşağıdan yukarı sıvazlayacak… Velhasıl, cahil, müteazzim, hodpesent, inatçı ve cebin bir adam ki mensup olduğu içtimai sınıfın bütün mesavisine sahip. Dünyada her şeyi anlayan, her şeyi gören, her şeyi bilen yalnız amca beydir. Onun aldığı şeyler kadar güzel bir şey başka kimse tarafından ne bulunur ne de o kadar ucuz olarak alınabilir.Ara sıra bir şey aldığı vakit bu evde âdeta bir merasim şeklini alır. Evvela hepimize ayrı ayrı gösterilir. Biz bakarken o, bir taraftan bunun güzelliğini, zarafetini metheder, yükseltir ve iki satırda bir “Ne dersiniz intihabıma?” sözünü bir nakarat gibi tekrar eder. Bu esnada karısı ve biz mecbur kalır, bu şeyi beğenmiş görünürüz. O zaman koltukları kabarır, kendisini zorla bir şey zanneder.
Bir de amca beyin alaycılığı vardır. Kendine mahsus tabirler, sedalar ve tavırlarla her şeyle istihza eder. Onun kadar tuhaf, gülünç söz müptelası pek az adam vardır. Her lakırtısı bir tuhaflık olsun diye mahsus uydurulmuş gibidir. Mesela avdet kelimesini söylediği zamanlar mutlak avdet dönüşü der, “mingayrı had” makamında mutlak “mingayrı rutubetin âcizane birlikte” diyeceği yerde “maan birlikte beraber” gibi, lüzumlu lüzumsuz “Hatırı âlinize toz toprak konmasın.” gibi garabetlerle sözlerini tuhaflaştırdığı zannında bulunur.
Akşam oldu da eve geldi mi, âdeti üzere soyunup dökündükten sonra hemen ezanda yemek yenir, erkence yukarı, terasa çıkılır; amca beyefendi bir sandalyeye oturur, diğer bir sandalyeye ayaklarını uzatır, büyük enfiye mendili bir dizine, enfiye kutusu diğer dizine yerleşir; etrafındaki sandalyelere bizi, kızı Nigâr’ı, üçüncü karısı Hediye Hanım’la oğlu yirmi beş yaşlarındaki Abdi’yi toplar ve hiçbir tarafı kımıldamadan put gibi yek ahenk sedasıyla o günkü memuriyet hadisatını metih ve tarife başlar. Bu hadisat o gün kalemdeki icraatına, tevbih ve tekdir ederek yola getirdiği memurlara aittir. Söylenir, söylenir; bu esnada daima kapalı olan iki parmağı arasında bulundurduğu enfiyeyi mütemadiyen çeker, çeker, iki lakırtıda bir çeker ve bittiği vakit kalan taneleri ya yere atar yahut neşesi varsa bizden birine doğru serper yahut daha neşesi varsa, yakamızdan göğsümüze, boynumuza döker; nihayet hep kendini methetmek şartıyla saatlerce öter. Bari bunu yalnız karısına yahut kızına anlatsa… Hayır, o kadar müstebittir ki evde âmir ve hâkim olduğunu her sözüyle, her hareketiyle göstermeye ve ispat etmeye fevkalade ehemmiyet verir. Evde kim varsa, herkes kendini sükût ve itaatle dinleyecektir ve bahusus o söylerken hiç kimse sözünü kesemez. Şayet yanılıp da böyle bir şey yapılsa, hâkim bir vakar ile, “Dur, efendim dur, anlatacağım hepsini sıra ile… Biraz sabret…” der. Son zamanlarda çok müptela olduğunu kendisi de itiraf ettiği enfiyeciğiyle takti ederek kendini methe devam eder.
İyi seçmede olduğu gibi, işleri iyi idare ve iyi çevirmede de tek olduğunu şüphesiz uydurma misallerle ispat için mütemadiyen fıkralar anlatır ve bu esnada karşısındakiler yalnız dikkatle kendisine bakarak dinlemeye mecburdurlar. Şayet birisi başını bir tarafa çevirirse yahut yanındakine yavaşça bir şey soracak olsa, hemen alevlenerek “Efendim lakırtı dinleyiniz şimdi… Burası kahvehane değil… Siz daima kafa kafaya verip birbirinizle çocukça şeyler konuşursunuz. Oturunuz da dinleyiniz. Meclise, efendim, insanlığa dair birtakım sözler öğreniniz. Yarın öbür gün bir kısmetiniz çıkıp da büyük bir konağa gelin gidecek olsanız orada hâl ve mevkiye münasip iki söz söyleyemeyeceksiniz…” diye susturarak yine eski ahengiyle “Ondan sonra efendim…” diye devam eder. Ben nezaketen, Hediye Hanım mecburiyetle ona itaat ediyorsak da Nigâr artık her gün esir olduğu bu tahakküme isyan ederek birkaç gece sandalyeye kolunu dayayıp başını onun üzerine koydu ve âdeta açıkça uyumaya başladı. Bunu fark edince amca bey evvela nezaketle “Nigâr Hanım kızımız… Başını kaldır bakayım, burnun yine öyle önüne doğru uzadı. Şimdi kardeşlerine ben ne söylüyordum? Ben burada lakırtı söylerken uyumanın manası var mı ya?” diye azarladı, fakat Nigâr’ın inadını görünce hiddetle, “Kalk oradan defol git yatağına…” diye onu kovdu; bir iki dakika sükûttan sonra şimdi kendini değilse de evini ve köyünü methetmeye başladı: “Bakınız efendim, bakınız şu manzaranın letafetine, insan bakarken ömrü artıyor. Vakıa efendim buralarda evler biraz pahalıdır. Ama acımadan veriyorum. Bütün etraf kibar… Sessiz sedasız komşular… Ne olsa kibar yatağı…” Nihayet böyle bir iki saat söylenip hararet basacak kadar vakit geçince Türkçeyi pek az bilen Rum hizmetçi karısına yüksek sesle, “Man, ligo nero, ligo zahari… Benim çikolata renkli kâse ile…” diye her akşam içmeyi âdet ettiği adi şekerli suyu kendi tabiri veçhile ve güya Rumca olarak çikolata renkli kâsesiyle yanına getirtir; lakırtı yine aynı ahenk, aynı metihler, aynı kendini beğenmişlik ile devam eder. Sırası geldikçe azametle “insanlığa dair söz” diye yalnız kendini metheden amcama bakıyorum da hayret içinde kalıyorum. Babam eve gelip hep beraber oturduğumuz vakit, bizi nasıl lütuf ve muhabbetle mesut eder ve sonra nasıl bir çocuğun ilk terbiyesi ana baba sözü olduğunu ispat edecek latif, ibretli fıkralar, bahislerle bizi minnettar bırakır! Hâlbuki amcam evde kaldığı günler böyle kendini methetmezse, akşama kadar bağıra bağıra lahana biber turşusu yahut iri, taze yumurta satmakla meşgul olup yalnız nezaketsiz, müstehzi, boş bir azametten başka bir şey bilmiyor… Ne fark, Yarabbim, ne büyük fark!
Bazen gramofon çalınır, her şeyde yalnız kendi arzusunun icra olunmasına ehemmiyet veren amca bey, evde keyif ve irade yalnız onun olduğu için kilitli bir dolaba sakladığı gramofonu yalnız kendisi istediği vakit ortaya çıkararak yalnız kendi beğendiği havaları çalar ve kalın sedasıyla, “Oh, oh!” çekerek coşar, o mahzuz olur. Bilhassa bu son günlerde Kara Kaşlı Pembe kantosuna son derece iptila peyda ettiği için her gece bunu tekrar tekrar dinlemeye mecbur kalıyoruz.
Her şeyde kullandığı “âcizane” kelimesine muhalif olarak son derece kibirli, inatçı, nihayet derece mütehakkim olduğundan yalnız kendi sözünün, kendi keyfinin olmasına ehemmiyet verir. Mesela sabahleyin kendi uyanınca herkesin kapısını tekmeleyerek ve “Ulan kalk be…” diye haykırarak evin bütün halkını zorla uyandırır da sonra kendisi koltukta şöyle kendi tabirince şekerleme yaptığı zaman birisi kazara aksırsa kıyameti kopararak saygısızlıkla itham eder. Onun indinde kendi şahane keyfinden başka hiçbir şeyin ehemmiyeti yoktur. Başkalarının arzusu, hatırı, emeli hiçtir.
İstediği yalnız kendi sözü olsun ve o söylesin başkaları dinlesindir. Başkalarının en ciddi sözlerini bile dinlemez, şakaya boğar, itiraz eder, akıl öğretir. Mesela birisi kendisine alakadar olmadığı bir meseleye dair bir bahis açsa yakasını karıştırarak “Şurada bir adet kehle gezdiği maruzdur…” diye lakırtıyı yarı yolda kesmek için tuhaflık icat eder.
Son derece mantıksız bir adam… Mesela karısını babamdan kaçırırmış da sonra kızını karısının ahbaplarından birinin çapkın oğlundan kaçırmıyor. Bununla beraber gerek karısının, gerek kızının süslerini, tuvaletlerini son derece kıskanır. Bunların biri bir yere gitmek icap etse sokağa çıkarken mutlak beyefendinin nazarı teftişinden geçmeye mecburdur. O diyor ki: “Efendim giyinimli, kuşanımlı… Nezaket, adap dairesine. Hanım hanımcık gidip gezmeli… Nedir o öyle orasını kıvırmak, burasını bükmek, kollarını açmak. Sizin gibi hanımlara yakışacak bir hâl değil bunlar birtakım hele hele kızların yapacağı şeyler…” Onun hanım hanımcık dediği kıyafet ise mutlaka büyük ninelerimizin Orta Çağ kıyafeti olsa gerektir! Çünkü kendisine medeniyet dersi veren ikinci karısı, izdivaçlarından az sonra verem olduğu için, artık bu gayrikabili ıslah bulduğu adamı bir genç kızın her şeyden evvel zamanın usulünü, modasını takibe mecbur olduğunu iknaya vakit bulamamış olacak!
Ben geldiğim vakit Nigâr, tuvaletime, saçlarıma bakarak her şeyini mümkün olduğu kadar bana benzetmek için çalıştı. Mesela, o zamana kadar kendisi, gerek babasının zoru ve ısrarı, gerek kendi ihmali ve tabiatsızlığı sebebiyle modayı takip etmeyerek saçlarını, alelade önünü kabartıp arkasına bir topuz yaparken, beni gördükten sonra ortadan ayırıp geceleri bigudilerle saçlarını kıvırmaya başladı. Fakat sabahları uyanınca bigudileri vaktiyle çıkarıp saçlarını taramadığı için babası bir sabah onu başında bigudilerle görünce, “Ulan kız nedir o hâlin be? Falcı karılar gibi…” diye itiraz etmiş, o akşam sofrada bana da taş atmış olmak üzere Nigâr’a bakarak, “O sabahki hokkabazlıklar ne idi bakayım? O zilli maşaları kafana bu marifet için mi koymuştun? Nedir o öyle yarmışsın kafanı iki taraftan şantöz karılar gibi… Bunların ne lüzumu var efendim? Şöyle hanım hanımcık kaldırın saçlarınızı, örün arkanıza bir saç… Nedir o iğrenç kıvırcıklar? Masum yüzünüze bir kart şekil geliyor…” Ve sonra bana dönerek soğuk bir tebessümle, “Oo, küçük hanım sen de maşallah yine kafanı şehnişinler ile doldurmuşsun…” sözlerini söyledi. Fakat benim tavrımı görünce aksi bir cevaptan sakınır gibi hemen yine Nigâr’a dönerek, “Kız bir daha kafanda o maşaları görmeyeceğim. Eğer yine yapacak olursan saçlarını hemen kökünden kesiveririm, kalırsın dımdızlak…” diye homurdandı.
Bunları görüp Nigâr’a ve amcamın her gün itiraz ve hakaretine uğrayan karısına merhamet etmek o kadar büyük bir hata olur ki tarif edemem. Bunların her biri birbirlerine uygun ve layık birer yaradılış garibesidir. Artık en ufak, en gizli teferruatına kadar yakın olduğum bu aile hayatının İstanbul’un başka birçok ailesinin hayatına az çok benzemesi lazım geldiğini düşünüyorum da İstanbul’da muntazam bir hayatın niçin olmadığını anlar gibi oluyorum.
20 Haziran
Bugün İstanbul’un maruf tabirince “Ne güzel eğlendik!” Çünkü tiyatroya gittik. Amca beyimizin nasılsa fevkalade bir surette müsaadei lütufkâranesi tecelli etti; bizi Bebek bahçesinde oynayan Abdi’ye gönderdi. Ben Abdi’yi ve tuhaflığını küçükten beri işitir, fevkalade metholunduğunu görürdüm. Bebek’te oynayacağını haber alınca, “A, ne iyi; gitsek!” demiş bulundum. Nasılsa amca beyimizin eşref saatine rast geldi, lütfetti… Fakat komedya daha biz burada iken başladı.
Çarşaflarımızı giyip de hazırlandığımız vakit her zamanki gibi amca beyin teftiş nazarından geçmek icap etti. Ben böyle muayeneler içinde büyümediğim için geldim geleli amca beyin zımni, aleni azarlarına, tembihatlarına hiç kulak asmıyor ve alıştığım gibi devam ediyordum. Nigâr, beni görerek bir şeyler yapmak istiyor ve bunun için amca beyin hazmedemeyeceği fazlalıklara cüret ediyordu. Hâlbuki kızcağız, zavallı, elbise cihetinden o kadar fakir ve öksüz ki sokağa çıkacağı zaman arkasına giyecek ne elbise ne de adamakıllı çarşaf bulabiliyor. Bir kere kendi gayet perişan, gayet dağınık ve lakayıt olduğu için arkasına iki defa giydiği bir şeyden hayır beklemek kabahat olur. Amcam da onun bu hâlini bildiği için kendisiyle şimdiye kadar başa çıkamadığını görerek onu olduğu gibi bırakmış. İşte bunun için bugün Nigâr siyah, eski bir çarşaf giymiş, saçlarını yine benim gibi yaparak peçesini de tıpkı benim gibi koymuştu. Amcam bizi görünce evvela bana hitaben, “Aman kızım nedir o hâl bakayım? İndir biraz yüzündeki o peçeyi…” diye homurdandı. Sonra Nigâr’a göz atıp onu da yine benim tertibimde görünce birden köpürdü, “Kız ulan nedir o hâlin be? İndir o suratındaki örtüyü… Nedir o öyle, orta oyununa çıkar gibi…” Sonra Nigâr’ı önünde bir döndürdü, her tarafını uzun uzun muayene etti. Çarşafın eteği ilk biçim kloşlardan olduğu için nasılsa itirazına uğramadı. Bu esnada hanımcık, çuval çarşafçığı içinde izinli mektep talebeleri gibi kaderine razı bekliyordu.
Bunun üzerine müsaade şerefsadır oldu, kapılar açıldı, dışarı çıktık. Nigâr, hanımdan fırsat buldukça hiddetli hiddetli, babasının aleyhinde, “Böyledir işte bu babam… Sanki ben böyle kapalı çıkarsam bir şey yapamazmışım gibi… Hey gidi hey, insan bir kere istemeyegörsün kuzum! İşte bugün inadıma ben de öyle şeyler yapayım ki görsün o…” diye söyleniyordu.
Bana herkes çok müşkülpesentsin diyor. Beğenilecek hiçbir şey görmeyen bir adam başka ne olur bilmem ki… Tiyatro binasının yabaniliğini affetmeye hazırım. Fakat Ya-rabbim, nedir o oynayan oyun? Sonra, nedir o kantolar, Peruz diyorlar dev anası kıyafetli, soğuk bir şakacı, kendisine çirkinlikte, sakillikte rekabet edecek ondan da şişman diğer bir kadınla beraber, bozuk, kalın, kokmuş bir sesle, seslerinden daha müstekreh, daha murdar bir tavırla, berbat, iğrenç, rezil kantolar böğürdüler; sonra kumpanya manasız, asılsız, tertipsiz, dört perdelik bir oyun oynadı. Öyle bir oyun ki yalnız yavanlığı ile, tatsızlığı ile insanın neşesini ihlal ve harap eder… Sonra şarkıcılar da aktörler de bu hanımefendilerin mütemadi, ısrarlı alkışları ile mesut oldular. Perde açılmadan evvel hâllerinden, kıyafetlerinden hissettiğim bu hanımların his, zevk bakımından ne kadar düşük olduklarını görerek hayret ettim. Bebek’teki tiyatroya gelen bu hanımların İstanbul’un yüksek sınıfını teşkil etmeleri lazım gelirdi. Lakin demek ki gazetelerdeki ilanlara nazaran her gün İstanbul’un bir başka köşesinde bir tanesi oynayan bu murdar kumpanyaları bu hanımların alkışları ihya ediyor öyle mi? Ben bu soğukluklarla donmuş dururken herkesin, hele hanımla Nigâr’ın kahkahalarla güldüğünü görerek aramızdaki farkı düşündüm ve kendi kendime derin derin acıdım. Aman Yarabbi! Bütün bu kalabalık içinde çölde, garip ve avare kalmış, yolunu şaşırmış bir seyyah gibiyim. O kadar yalnızım, o kadar kendimi herkesten ayrı, herkesten başka buluyorum ki yavaş yavaş kalbimi bir korku, acı, “Ne yapacağım, nasıl yaşayacağım?” korkusu harap ediyor. İzmir’de iken küçükten beri yaşadığım hayat içinde bütün emel ve saadetimi İstanbul’a bağlayarak geniş bir hayal içinde ümit ile süslü bir ömür sürüyordum. Buraya geldim, bütün bu ümitler, bu emeller hepsi, ayrı ayrı bir rüzgârla kırıldı, döküldü, savruldu… Bitti… Hepsi bitti…
Evet, ne yapacağım, nasıl yaşayacağım? Neyde bir zevk bulacağım? Ben bu hayatı sevmiyorum. Bu insanları hep manasız, hep adi buluyorum! Kimi ve neyi sevebileceğim? Nasıl, nasıl?
Kendi kendime şurada itiraf ediyorum ki bu iddialarımda azamet, bencillik iddiası yok. Çünkü hayatım mahvoluyor. Kendimi zevk ve saadetten mahrum etmeye nasıl razı olurum? Fakat etrafımdaki hayatı, insanları, her şeyi adi, küçük bulursam benim kabahatim var mı? Bir kere geldim geleli fikri benim fikrime uygun bir kimseye rast gelmedim. Beni anlayacak, bana mahrem hisler, samimi anlatmadan zevk verecek hiçbir ruha tesadüf edemedim…
Sonra kendimi, bu hâlimi, çocukça bir iddia ile fikrimin tenevvürüne, onlara faik olduğuma hamletmeye de cesaret edemem. Tahsilim bir Türk kızının az çok tertipsiz, usulsüz tahsilinden başka bir şey değil. Loti’nin iddiası gibi bir kız bu hayatta “Dezanşante” olmak için Kant’ı,Viçe’yi okumak lazım geldiğine benden iyi misal olamaz. Hayır, Kant’ı değil en küçük bir felsefe kitabını bile elime almadım. Fakat bütün vaktimi şiire, edebiyata hasrettim. Demek ki hassas ve derin bir ruh benim gibi uzun seneler böyle edebiyat sayesinde şiir ve hülya ile beslenir de sonra bu kadar adi bir muhite düşerse tabii ve cebri bir surette anlaşmazlık peyda oluyor. Bu anlaşmazlık kadar ruhu tahrip eden başka bir şey olamaz. Dünyada muhitine yabancı olmak kadar tahammülsüz bir felaket yoktur zannederim.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.