Kitabı oku: «Bizim Nesibe», sayfa 2
Karı homurdanarak kalktı, gidip yüzünü yıkadı. Tevfik Bey arkasından söylendi:
“Ulan!” dedi. “Amma da namuslu şeyler be!”
Sonra kapıları açık görüp sokağa baktı. Bir sürü adam, kapıda, ta karşı kaldırıma kadar ayakta yığılmış, içeri bakıyorlar.
“Kim açtı bu kapıları? Sadri, gel kapa şunları. Nerede Kel Hüseyin? Bekçi nerede?”
Bekçi hastalanmış, Kel Hüseyin de bahçede kusup yatıyormuş…
“Patlasın kerata, yarın ben ona sorarım. Bak şuradan birini bul, kimdir orada uyuyan?”
Bir adam alçak bir sandalyeye oturmuş, merdivenin parmaklığına da dayanmış, ağzı açık uyuyor. Yavaşça da horluyordu.
Karıları getiren herifmiş. Tevfik Bey:
“Uyandırın şunu, uyumasın orada.” dedi.
Mahalle delikanlılarından biri herife yaklaşıp:
“Kalk, karıları kaçırdılar.” dedi.
Herif uyku sersemi, gözlerini ovuşturup kalktı, ne dediklerini de anlamadı. Tevfik Bey Sadri’ye:
“Sadri.” dedi. “Sen şu rakıların başında dur!”
“Beni dinlemezler ki Tevfik Bey.”
“Nasıl adamsınız be! Bir rakının sahibi olamıyorsunuz! Kim gelirse bana haber ver.”
Tevfik Bey, yemeğe bakmaya gitti.
Yukarı katta sarhoşluk kargaşalığı artmıştı. Uşşak faslının bitiminde birkaç kişi ayağa kalkıp:
“Güveyi isteriz.” dediler.
Sağlığına içeceklermiş. Güveyi, içeri odada bulup getirdiler. Orada olanlardan biri birkaç söz söylemek istiyormuş. O, söze başlayacağı sırada arkadan biri:
“E, şerefinize!..” dedi.
Hepsi “Şerefinize!” dediler. Rakılar içildi, söz söylemek isteyen adam da dolu kadehini masanın üstüne bırakıp yerine oturdu, yüksek sesle:
“Herzevekiller10 arasında kaldık.” dedi.
Kimsenin işitmediğini görünce yanında oturan adama:
“Anladın mı Kadri Efendi?” dedi. “Herzevekiller içinde kaldık. İki lakırdı söylemeyi bilmezsin, hiç olmazsa sus!”
Kadri Efendi birkaç kadeh içmiş, uykusu da gelmişti. O adamın söylediklerini de anlamadı.
“Ben susuyorum, bir söz söylediğim de yok…” dedi.
Beriki büsbütün sıkıldı. Fesini bir öne bir arkaya götürüp başına yerleştirdikten sonra döndü, arkasındakilere baktı. Biri ötekine içirmek istemiş, o adam da içmek istememiş, o da rakıyı üstüne dökmüş. Kavga başlangıcı var. Bir başkası arkadaşına laf atmaya çalışıyor, dinleyen hemen sızacak gibi görünüyor.
Nutuk söylemek isteyen efendi bunlara söz anlatamayacağını görüp kalktı, yürüdü. Masanın ayağına dayanmış uda çarparak, ötekinin, berikinin ayağına basarak odadan çıktı. Merdiven başında Tevfik Bey’le karşılaştı.
“Rıza Bey, nereye birader?”
“Evime gidiyorum! Bir sürü herzevekil dolmuşlar, bırakmıyorlar ki insan iki çift lakırtı etsin. Güveye birkaç söz söyleyecek oldum, herzevekilin biri karıştı. Ben de evime gidiyorum.”
Tevfik Bey, bu adamın dargınlıkla gitmesini istemedi.
“Canım, Rıza Bey, sen düğün hâlini bilmez misin? Artık bu akşam ne olsa olur. Ben güveyi çağırırım, burada şerefine içer, söyleriz!”
O sırada yanından geçen sofracı karıya da:
“Siz yavaş yavaş sofrayı hazırlayın.” diye emir verdi.
Gene Rıza Bey’e dönerek:
“Bak, bu kadeh temiz.” dedi.
Ellerine birer kadeh rakı alıp saz olmayan odaya girdiler. Bu odada da hiç kimse kimseyi dinleyecek hâlde değildi. Tevfik Bey gürültüyü bastıracak dik bir sesle:”
“Güveyi nerede güveyi.” dedi. “Onun şerefine içmeye geldik. Rıza Bey de hitabesini yapacak!”
Güveyi şaşırmış, yorgun, ömründe bu kadar uykusuz kalmamış, sararmış suratla bir köşeden çıkarılıp masa başına getirildi. Eline de bir kadeh rakı verildi. Rıza Bey de öksürüp söze başladı.
“Huzzar-ı kiram11 ve muhterem Damat Bey. Bu gece, bu muhteşem ve mübeccel12 gece… Bütün hazır olan zevat-ı kiramın13 öyle muhterem bir gecesidir ki… Bunun alkışlarla takdis olunmasına şayandır! Çünkü bu gece, bizim mübeccel ve muhterem refikimiz Sıtkı Bey’in izdivaç ettiği bir gecedir.
Sesini perde perde yükselterek:
“Evet biz fahrederiz14 zira bu gece bizim mübeccel bir gecemizdir başımızı yukarı kaldırırız ve deriz ki bu gece bizim bir ihtifal gecemizdir. Çünkü böyle muhterem ve mübeccel bir simanın karşısında bulunmakla, böyle muazzez ve mübeccel huzurda korkmayarak konuşabiliriz. Otuz üç senelik devr-i menhus-ı istibdadın15 korkunç, karanlık ve kanlı bulutları üzerimizden kalkmıştır; onu horlatmayız ve horlatmayacağız. Evet bu irade ve azim ölmez ve ölmeyecektir.
Herkes dinliyordu ama alkış yok. Birisi bir el vursa, nutku işitmeyen odalardan bile Rıza Bey alkışlanacaktı. Söze yeniden başlayarak:
“İhvan-ı kiram,16 bu mübeccel arkadaşımızın sayesinde bu gecemizi idrak etmiş bulunuyoruz. Çünkü o Allah yolundadır. Evet Allahımız da bize böyle buyurmuş, Peygamberimiz de ‘ve zevvecnâ’ emretmiştir. Yani, zevce alınız. Zevce alan milletler ölmezler ve ölmeyeceklerdir. İşte bizim mübeccel, muazzez refikimiz Sıtkı Bey izdivaç ediyor. Yani evleniyor ve evlenecektir. Bu sebeple tebrik ederek diyorum ki ‘Yaşasın bizim mübeccel ve muhterem refikimiz!’ ”
“Yaşasın!” diye bir gürültü koptu. Rıza Bey, masayı dolaşarak güveyi öpmek istedi. Sıtkı Bey teşekkür için ne diyeceğini bilemiyordu. Rıza Bey’in elini öpmek istedi. Kadehlerdeki rakılar döküldü, karmakarışık bir şeyler oldu. Kim, kimi öptü belli olmadı!..
Rıza Bey’in keyfi yerine geldi. Biraz din, biraz politika, sonunda işi tebriğe bağladı. Duruşu, herkesin yüzüne bakışı: “Nasıl, iyi söyledim mi?” demek istiyor gibi idi.
Düşmez mi bir fırsat ki bu adamcık bir hitabe daha söylesin!
Dışarıda sarhoşun biri, içeride nutuk söylendiğini duymuş, onun da damarları kabarmış, kadeh elinde gözleri eğrilmiş, fesi çarpılmış, soluğu artmış, sallanarak odadan içeri girdi. Bakındı, hiç kimsenin ona aldırdığı yok. Biraz durduktan sonra:
“Sıtkı.” dedi. “Ama ses çıkmadı. İkincisinde:
“Sıtkı!” diye bağırdı. “Gel buraya!”
Sıtkı’nın yüzüne uzun uzun baktıktan sonra:
“Yoksa beni adam yerine saymıyor musun?”
“Estağfurullah, o nasıl söz İrfan Bey!”
“Yok, koltuğa gelmem,17 anladın mı? Ben bu zıkkımı bak şu kadar piçken gene içerdim. Şimdi de içerim. İçerim ama ne bok karıştırdığımı da bilirim. Anlatabildik mi?”
Uzun bir süre sustuktan sonra:
“Benim ona da minnetim yok.”
“Yok, sana zahmet oluyorsa otur yerine…”
“Yok İrfan Bey, ne diyorsun? Bu sözleri nereden çıkarıyorsun!”
“Ben akşamdan beri sesimi çıkarıyor muyum?”
“Çıkarmıyorsun!”
“Hah, çıkarmıyorum.”
Parmağını kaldırıp ayrı ayrı herkesi gösterdikten sonra hiçbir şey söylemedi. Sonra da söylemiş gibi Sıtkı’nın yüzüne baktı.
İçeride saz başlamıştı. Sofada sofraları kuruyorlar. Bu yandaki odalarda oturanlardan biri, sazın hep o odada çalmasına içerledi:
“Ne demek yani!.. Saz hep o odada mı çalacak?” dedi.
Bu efendiye Azapkapılı Yahya derler. Kırk yaşlarında kadar bir adamdır. Eskiden yorgancı çırağı imiş, sonradan askere yazılmış, çavuşluk, başçavuşluk derken tabur kâtibi olmuş. Bugün, topçu dairesi evrak memurudur.
Bu gece biraz çokça içmişti. Yavaşça yerinden kalktı; içerideki odaya gitti, kapının önünde durdu, terbiyelice bir de selam verdi.
Odada bulunanlardan birkaç kişi bunu gördüler, çağrılmış da geç kalmış bir adam sandılar.
Yahya dedi ki:
“Bey biraderler, af buyurursunuz, bizim o kadar aklımız ermez. Bir kusurumuz olursa affedersiniz! Yani biz de ekmek yiyoruz, saman yemiyoruz! Saz akşamdan beri size çalıyor!”
Bu sözleri odadakilerden çoğu işitmedi. İşitenler de aldırmadılar. Yalnız kapı karşısında oturan bir genç bey, başını çevirip Yahya’ya:
“Ağzını topla.” dedi. “Burada çalgıcı yok, burada herkes ihvan!”
Yahya da başını çevirdi, bu adama baktı.
“Affedersiniz.” dedi. “Bir de temenna etti.”18
Biraz durduktan sonra:
“Biz de ihvan da onun için… Gene bir kusur ettik ise affedersiniz.”
İşin uzayacağı anlaşıldı. Ortalığa bir durgunluk gelir gibi oldu. Yahya’nın ne çamur olduğunu bilenlerden biri, Tevfik Bey’e haber vermeye gitti. Tevfik Bey yetişti. Yahya’yı dışarı çekip:
“Ulan.” dedi. “Bunlar bizim misafirimiz, sen ne halt ediyorsun!”
“Misafir değil, ne bok olursa olsun, ben bu gece o pezevenge sözümün hesabını verdirmezsem, bana da Yahya demesinler.”
“Aman Yahya, canım Yahya, anan yahşi, baban yahşi…”
Tevfik Bey:
“Gördün mü işin antikasını?” dedi. “Düğünü bir rezaletle bitireceğiz.”
Ara sıra Yahya kalkıp içerideki odaya gitmek istiyor, bırakmıyorlardı.
Yahya’yı sarhoş etmekten başka yolunu bulamadılar.
“Evet Yahya Bey hakkın var, hadi içelim.” dediler.
Akşamdan çokça içtiği için, yerinden kalkamayacak kadar turşulaşması çok sürmedi. Bir duvar dibine uzattılar.
Yemek başlamazsa cıvıklık artacağı bilindiği için, Tevfik Bey aşağı indi.
“Yemek!” dedi.
“Hazırdır.” dediler.
Yukarı çıktı, ilkin saz çalan, okuyan beyleri yemeğe çağırdı.
Yemek yenileceğini duyanlardan birkaçı, bu kadar erken yemek çıkarılmasına kızdılar.
“Bu bizi kovmaktır.” dediler.
Tevfik Bey bunları önledi:
“Beyler.” dedi. “Arkadaşlardan yemek isteyenler var, yemek veriyoruz. İçmek isteyenlere de afiyet olsun, sabaha kadar içsinler!”
Sofra başında oturanlar, güveyin sağlığına birer kadeh kebaplık içmek istediler, güveyi aradılar. O küçük odada İrfan Bey’in nutkunu dinliyordu.
“Ben… Ben… Dünyaaada… Ben… Sen…”
Anlaşılmaz sözler. Sofra başındakiler bekliyorlar.
“Canım İrfan Bey, bir dakika izin ver, gitsin gene gelsin!”
“Olmaz…”
Neyse bir aralık güveyi aşırdılar. Sofradakiler de kebaplıklarını içtiler.
Yemek yiyenler yediler, yemeyenler içtiler, sızan sızdı. Giden gitti. Gidemeyenleri komşularda hazırlanan yataklara aşırdılar. Sabaha karşı ev boşaldı.
Kadınlar geldiler, kolları sıvadılar. Bu ev bugün temizlenecek de öbür gün koltuk19 olacak.
Tam kırk yıl sonra, Ankara’da Kızılay önünde yaşlıca iki efendi hem yürüyor hem de konuşuyorlardı. Biri ötekine diyor ki:
“Hatırlar mısın Sıtkı’nın düğünü olmuştu?.. Ne kadar eğlenmiştik. Biz o günlerin kadrini bilememişiz. Sabahleyin gözümü açtım, hiç tanımadığım bir ev. Düşün bakalım neredesin! Ev sahibi, Tevfik Bey diyorlar bir efendi. Şimdi o insan adamlar da kalmadı. Mahalleden imiş, bize ekşili bir çorba da pişirtmiş. Benim gibi iki kişi daha varmış. Onlar da içeri odada yatıyorlarmış.”
İSTANBUL’DA BİR BAYRAM GÜNÜNÜN HİKÂYESİ 20
Bayramın ikinci günü, gelen gidenimiz bastırmadan eniştemi evde bırakıp biz de biraz komşularımıza, İstanbul’da bildiklerimizin eskilerine, hatırlılarına uğrayalım diye, yeğenim Hatice ile çıktık. Birkaç komşuya da uğradık. Bunlar arasında eski tanıdıklarımızdan, köşk komşularımızdan, mahallemizin sevilir ihtiyarlarından Atiye Hanımefendi’ye de gittik. Yaşlı bir hanımdır. Bu son yıllarda da üstünüze sağlık, biraz keyifsizlendi; yerinden güçlükle kalkabiliyor, sağ elini de kullanamıyor.
Köşkün kapısından girince sağdaki büyükçe odaya “Buyurun!” dediler, girdik. Odada tanıdık, tanımadık beş altı kişi daha var. Selamlaştık, bayramlaştık, oturduk.
Oda geniş olduğu için, biz girince bizden önce gelmiş olan misafirlerden kalkan olmadı. Misafirlerin hepsi de erkek. Yaşlı başlı, efendiden adamlar. Biraz hoşbeşten, beylik sözlerden sonra Atiye Hanım, biz odaya girmeden başlamış olduğu söze döndü. Politikadan konuşuyor, bugünlerin modası olan “hürriyet” lakırtısı ediyorlarmış.
Yaşça bizlerden epeyce büyük olmasına bakmayarak Atiye Hanım’la akran gibi konuşur, ara sıra da takılırım. Bu, hürriyet sözünü de işitince:
“Aman hanımefendi.” dedim. “Siz de mi hürriyet istiyorsunuz? Bu o kadar işe yarar bir şey mi?”
Yüzüme baktı:
“A, elbet isterim beyefendi.” dedi. “Ne kiracıyı çıkarabiliyorum ne kirayı arttırabiliyorum. Ben istemeyeyim de hürriyeti kimler istesin!”
“Ha, anladım ama hanımefendi…” dedim. “Bu hürriyetten kiracılar da faydalanırlar.”
Hanımefendi, sözümü pek kavrayamadı.
“Kiracıların faydalanması da ne oluyormuş?” dedi. “Şaka ediyorsunuz…”
“Hiç şaka etmiyorum.” dedim. “Sizin faydalanacağınız hürriyetten onlar faydalanmazlar mı?”
Bayan Atiye, benim söylediklerimle kendi düşündüklerini kaynaştıramadı.
“Canım.” dedi. “Öyle de maskara hürriyet olur mu?”
Orada oturanların yüzlerine baktı. Hemen hepsi de kiracılardan olan bu misafirler, Atiye Hanım’a nasıl yardım edebileceklerini kestiremediler. Biraz susulduktan sonra misafirlerden, uzun boylu, kuru gövdeli, kalın sesli, kara bağa21 gözlüklü bir adam:
“Yok, esasta beyefendinin, buyurdukları doğrudur.” dedi. “Yalnız bir zümre için hürriyet istemek kimsenin hatırından geçmez.”
Hanımefendi sıkıldı:
“Eee?” dedi. “Ne olacak, biz şimdi hakkımızı istemeyecek miyiz? Demin böyle konuşmuyorduk ama…”
Kendisinin yargıçlarımızdan, adının da Asaf Bey olduğunu sonradan öğrendiğim o adam, hem hanımefendiyi üzüntüden kurtarmak hem de sözü derleyip toplamak için:
“Yok, hanımefendi.” dedi. “Sözümüz gene söz. Yalnız demin bir kiracı lakırtısı etmedik. Onu siz, şimdi beyefendi geldikten sonra söylediniz…”
“E, söyledimse ne olmuş, ben kiracıların eşyalarını kapının önünde görmedikten sonra hürriyetten bana ne! Bak ben küçük evi kırk liraya veriyorum. Bugün boşaltsın, iki yüz lira hazır. Bin lira da hava parası. Bir yıllık da peşin! Bize de yazıktır.”
Ben söze karıştım.
“Valla hanımefendi…” dedim. “Ben o kadar iyisini bilmem ama bu istediğiniz hürriyet bu işlere yaramaz sanırım.”
Asaf Bey hürriyeti, biraz da benim anlayabileceğim gibi açıklamak, belki de hanımefendinin işine nasıl yarayacağını anlatmak için:
“Efendim.” dedi. “Hürriyet; hep bildiğimiz gibi, demokrasinin geniş ölçüde gelişmesi, bugünkü yolsuzlukların da bir kanuna bağlanması demek olduğuna göre, demokrasi olunca herkesin hakkını hukukunu tanıması da tabiidir. Hanımefendi de bunu buyuruyorlar sanırım.”
Ben anladıklarımı, Asaf Bey’den bir kere daha sormak isterdim ama Hanımefendi tezce davrandı:
“Ben sizin söylediklerinizi anlamadım ama…” dedi. “O kiracılar o evde oturdukça hürriyet ağzı ile kuş tutsa bence beş para etmez.”
Bu sözler orada oturanlardan emekli Deniz Subayı Hasan Bey’i sinirlendirmiş olsa gerektir ki sesi, elleri titreyerek:
“Biz hürriyeti istiyorsak milleti kurtarmak için istiyoruz. Kendimiz için değil. Herkes istediğini mebus seçecek. Öyle, filan yerden buyrulmuş, partiden istenilmiş yok. Kimseden sormayacaksın. Gözün kesiyorsa adını yazar sandığa atarsın! İşte bu! Millet hakkını istiyor. O günler geçti. Bizim kimseden korkumuz yoktur. İsterlerse assınlar!” dedi.
Çok ateşli söylenmiş olan bu sözleri Atiye Hanım beğenmedi. Gene “Kiracıları çıkarsınlar.” diyecekti. Hasan Bey onun sözünü karşıladı:
“Yok hanımefendi.” dedi. “Affedersiniz ama ben sizin buyurduklarınızda şahsi menfaat görüyorum. Benim evim, ötekinin dükkânı, şimdiden başlarsak… Evi olmayanlar sokakta mı kalsınlar?”
Hanımefendi:
“Onlar sokakta kalmasınlar, biz mi kalalım?” diye sordu. “Siz, bak kaç yıldır dul kadının evinde oturuyorsunuz. O da Allah’ın kulu. Bir yerden on para bir geliri var mı? Bir damlacık, hasta kızını işe yolluyor da onun aldığı beş-on para ile yarı aç, yarı tok geçiniyorlar. Hiç onları düşünüyor musunuz?”
Hasan Bey biraz bozuldu. Tanıdık, tanımadık adamların yanında bu sözlerin söylendiğini istemezdi.
“Onlarda yok da bizde var mı?” dedi. “Bugün bayramdır, şu benim kılığıma bir baksanıza! Küçük kızın ayağına bir ayakkabı alamadım.”
Atiye Hanım gülümsedi.
“İlahi Hasan Bey!” dedi. “Ablaları alıvereydiler. Naylon çantaları çifter çifter. Artık size de mi acıyalım!..”
Hasan Bey:
“Ama ev sahibinin kızının giydiklerini söylemiyorsunuz.” dedi.
Hanımefendi kaşlarını çatıp:
“A, hangi giydikleri ayol?” dedi. “Anasının eskilerini bozup dikiniyor, o mu? Şurada Zekiye düzeltip dikmeseydi…”
Hasan Bey:
“Benim gözüm yok.” dedi. “Siz söylediniz de ben de söyledim.”
Atiye Hanım:
“Yalan mı söyledim?” dedi. “Ablaları isteseler kıza bir ayakkabı alamazlar mı? Gelsinler ben kendilerine söyleyeyim. Hem siz erkeksiniz, kendinizi o dul kadınla bir mi tutuyorsunuz?”
Hasan Bey:
“Erkek olduk da ne oldu hanımefendi?” dedi. “Ben tekaüt olurken ‘Daha yaşlı değilim, eh, elbette bize de bir iş bulunur.’ diyordum. Bizim gibi emeklileri işe koyuyorlardı. Mebus bile yaptılar. Tanıdıklara başvurdum. Partiye kadar da yazdım. Hiçbir şey çıkmadı. Yapsalardı elbet bu da böyle olmazdı. Kabahat benim mi?”
Asaf Bey söze karıştı:
“Eh bu da böyle gitmez ya.” dedi. “Bir gün olur hak yerini bulur.
Hasan Bey:
“Bizim de beklediğimiz o ya.” dedi. “Çoluk çocuğu avutup duruyoruz. Oradan da boş çıkarsak bilmem artık!”
Asaf Bey:
“Çıkmazsın, çıkmazsın.” diye Hasan Bey’e güvenlik verdi.
Dövüşmeye hazırlanmış aslanlar gibi kükreyerek söze başlayan Hasan Bey’in dervişler gibi boynunu büküp sözünü bitirmesi bana hoş göründü.
Odada oturan beylerin, bu politika alanında söyleyecek çok sözleri, dökecek çok dertleri olduğunu şimdi anlıyorum. Hasan Bey’den sonra, karşı koltukta oturan Musa Bey adında biri söze karıştı:
“Çıkmaz demeyin Asaf Bey.” dedi. “Çıktı bile. Biz bu işe nasıl başladık? ‘Millet hakkını istiyor.’ demedik mi? Alabildik mi? Korktular. Bir postta iki aslan olmaz. Ya onlar ya biz. Bu iş böyle tutulur. Hiçbir şey yapacakları yok. Boş yere kendimizi avutmayalım!”
Asaf Bey sinirlendi.
“Ne yapacaklardı?” dedi. “İhtilal mi çıkaracaklardı?”
“Çıkaracaklardı ya! Yalvarmakla kimse yerinden kalkmaz. Kolundan tutar atarsın, kafasını da ezersin bir daha canlanamaz.”
Asaf Bey:
“Yok.” dedi. “Musa Bey, o devirler geçti. Biz kanunun hâkim olduğu bir devirde yaşıyoruz. Sizin buyurduğunuz totaliter bir zihniyet ifadesidir.”
Musa Bey gücendi:
“Teşekkür ederim.” dedi. “Şimdi de totaliter olduk. Koca mitingin ortasında: ‘Yaşasın demokrasi, kahrolsun kara kuvvet!’ diye bağıran kimdi? İktidarla anlaşınca ağızlar döndü, değil mi? Biz de totaliter olduk. Zarar yok. Günü gelince görüşürüz. Biz millet yolundan dönmedik.”
Asaf Bey onun sözünü kesip:
“Bay Musa.” dedi. “Siz benim sözümü yanlış anladınız, boş yere sinirlendiniz. Ben size totaliter demedim. Sizin sözlerinize karşı söyledim.”
Musa Bey, biraz yumuşar gibi oldu:
“Asaf Bey, biz oyuna geldik.” dedi. “Bak, kime istersen sor; siz burada yoktunuz, bu hat boyundaki ocakların hepsini ben açtım. Millete söz verdik. ‘Yapacağız, edeceğiz.’ dedik. Ne oldu? Bizimkileri mum gibi erittiler. Şimdi bir daha o fırsatı bul da halkı ayaklandır. Ama baştan ben bu işi biliyordum. Hasan Bey’e de söyledim. İşte yüzü. İstasyonda konuşmadık mı? ‘Bunların hepsi ittihatçı düşkünleridir, bizi oyuna getirirler.’ demedim mi? Ben malımı bilirim. Dediğim gibi de oldu. Bu habis ruh bu memleketten kalkmadıkça bu millete rahat yoktur.”
Atiye Hanım bu sözü beğendi.
“Bu doğru.” dedi. “İttihatçılar çıktılar, nur içinde yatsın, paşa babam söyledi. ‘Bunlar…’ dedi. ‘Bu milleti batırırlar görürsünüz.’ Bugün gibi kulağımdadır. Dediği de çıktı. Bu hürriyet sözünü de ilkin onlar çıkardılar. Arkasından başımıza gelmedik kötülük kalmadı. Şimdi de gene hürriyet demeye başladık. Başımız sıkılınca hepimiz söylüyoruz. Hemen Allah saklasın! Biz kiracıları evden çıkaralım derken onlar bizi atmasınlar diye korkuyorum doğrusu.
Musa Bey:
“Atarlar.” dedi. “Hiç bunlara inan olmaz. Bu milletin aklı varsa ilkin bu döküntüleri temizlemeli.”
Bekledim, Asaf Bey: “Kim ittihat düşkünü?” desin yahut başka bir yerden söz açılsın yahut da şimdiye kadar söze karışmayanlardan biri yepyeni bir konu ortaya atsın. Olmadı. Hiç kimse sesini çıkarmadı. Bu adamlardan hoşlandım. Dedikodu da tatlı. Ben ortaya yeni bir laf atıp ortalığı konuşturabilir, faydalı şeyler de öğrenebilirdim ama bizim kız sıkıldı. Gidecek yerlerimiz de var. İzin istedik.
Biz ayağa kalkınca Asaf Bey de ayaklandı. Atiye Hanımefendi’nin elini öpüp çıktık. Asaf Bey de bizimle birlikte istasyon yolunu tuttu.
Birkaç adım yürüdükten sonra ben Asaf Bey’den sordum:
“Kuzum beyefendi.” dedim. “Bu Musa Bey dediğiniz bey kimdir?”
“Efendim.” dedi. “Bu, İbriktar Emin Bey’in kaynıdır. Daha doğrusu kaynı idi. İttihatçılar bunu Sinop’a sürdüler. Bir değeri yoktu ama sürüldü. Oradan geldikten sonra bir aralık Mısır’a gitti. Orada da bir ablası varmış. Sonra döndü, Emin Bey rahmetlinin hanımı ile oturdu. O öldükten sonra, bir aralık dalyan tuttu. Belli başlı bir işi yoktur. Atiye Hanimefendi’den para mı alır nedir, gelir gider.”
“Oldukça ateşli bir politikacı.” dedim.
“Ha evet.” dedi. “Efendim bu, partiye girmişti. Çalıştığı da doğrudur. Geçende ne olmuş, bunu partiden çıkarmışlar. Ateş püskürüyordu. Şimdi başka partiye girecekmiş. Belki de girmiştir.”
“Evet, ağzına bakılırsa öyle.” dedim.
Bu Musa Bey’in ustura ile kazıtılmış, iri yuvarlak bir kafası var. Ufacık kır bıyıklarının uçları kıvrılmış. Boyu pek kısa değil. Yaşı belki yetmiş olmalı ama görseniz elli yaşında sanırsınız.
Biraz daha yürüdükten sonra gene Asaf Bey:
“Bu adamlarda hiç mefkûre yoktur.” dedi. “O Hasan Bey’i de gördünüz ya yarın parti işbaşına gelince bunu mebus yaparsa ne âla, yapmadığı gün partide aramayın. Mebusluğun hastasıdır. Doğrusu parti için de güç!”
Asaf Bey’le konuşarak, anlaşarak istasyona vardık. O trene gitti, biz de tünelden karşıya geçip tanıdıklardan birinin daha kapısını çaldık.
Gene o gün öğleden sonra yeğenim evde kaldı, ben yalnızca bizim Bay Dürrü Eksilmez’e uğradım. Bayram dolayısıyla Dürrü’nün evinde de birkaç arkadaşla karşılaştım. Söz döndü dolaştı, gene politika dedikodularına geldi. Ben de hanımefendinin yanlarında geçen sözleri anlattım. Daha lakırtımı bitirmeden Feyzi Gülcü adında bir arkadaşımız:
“İşte bakınız.” dedi. “Her yerde bu sözler. ‘Demokrasiyi bizim halkımız anlamaz.’ diyenler görsünler. Şimdi asıl kök mesele halka kendi mebusunu seçtirmektir. İşte bu kadar!”
Çok yıllar liselerde fizik okutmuş bir başka arkadaşımız da sordu:
“Bu buyurduklarınız olursa işler düzelecek mi?” dedi.
Gülcü arkadaşımız:
“Yok.” dedi. “işlerin düzelmesi bakımından değil, millî hâkimiyetin tecellisi bakımından… Amerika’da olduğu gibi!”
Biri sorsun “Şu Amerika’da nasıldır, millî hâkimiyet nasıl tecelli eder? Biz de öğrenelim.” diye bekledim; kimse sormadı. Ben bir sırasını getirip sorayım dedim, Fehmi Bey adında biri söz karıştırdı:
“Evet.” dedi. “Milletin istediği de bu değil mi? Birleşmek, anlaşmak, bir el ile çalışmak, bu ayrılığı ortadan kaldırmak! Toprak birliği, hakikat birliği, vatan birliği. Hakikat iki olmaz. İyilik olmalı, rahatlık olmalı, bu yolsuzluklar ortadan kalkmalı. Benim fikrim budur. Doğru değil mi?”
Bu Fehmi Bey lakırdısını bana bakıp söylüyordu. Ben de:
“Evet doğrudur, haklısınız.” dedim.
Feyzi Bey belki bir de açıklama yapardı ama hukuk doçentlerinden olduğunu anladığım kısaca boylu, irice kafalı, koca ağızlı, çok iyi yüzlü bir adam Gülcü’ye bakarak:
“Bu…” dedi. “Şimdi Fransa’da da günün en canlı meselesidir. Asıl ortada İngiltere varsa da biz onu bırakalım. Biz onların yaptıklarını yapamayız. Bilmiyoruz da!”
Fizik hocası, doçentin sözünü kesti:
“Onu Fransızlar da bilmiyorlar.” dedi.
“Evet bilmiyorlar da denilebilir. Gene bizim bildiğimiz Fransa’yı örnek alırsak…”
Fizikçi gene sözü kesti:
“Biz de onlar gibi, sırtüstü yatarız!” dedi.
“Yok, niçin… Evet bugün bir buhran var. Bir…”
Fizikçi:
“Ben onların buhransız günlerini görmedim ki. Beş yıl Fransa’da kaldım, beş yıl buhran geçirdiler.”
“Evet, İngiltere gibi değildirler. Söyledim. Onu kendileri de yazıyorlar. Ben Profesör Alenne’in bir kitabını okudum. Bunu bir anayasa meselesi olarak alıyor.”
Fizikçi:
“Sen Profesör Alenne’in kendisini tanısan kitabını okumazdın.” dedi.
“Niçin? Fena mıdır?”
“Benim sınıf arkadaşımdır. Sadullahın biridir.”
“Ama yazdıklarını ben çok esaslı buldum.”
“Hüsnüniyet sahibisin…”
Gülcü söze karışıp doçente:
“Bir kere ben sizin söylediklerinizi anlamıyorum.” dedi. “Neden İngiltere’de oluyor da burada olmuyor? Demin beyefendinin anlattıklarını dinlediniz. Bu yalnız orada değil her yerde. Bunu bir demokrasi gelişmesi saymıyor musunuz?”
“Yok, esas bakımından bir mesele ise de…”
Anladım söz uzayacak; benim de trenim kaçacak, arkadaşların bu faydalı konuşmalarını çok dinleyemedim. İzin aldım, doğru Haydarpaşa’ya. Biraz daha geç kalsaymışım yataklıyı kaçırıyormuşum. Ancak inanınız ki doyamadım. Adamın günleri boş, durumu da elverişli olmalı da, benim gibi rastgele değil, bir tertip ile bu arkadaşları dinlemeli. Burada konuşmalar o kadar faydalı olmuyor. Orası ne de olsa büyükşehir!
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.