Kitabı oku: «Gödeli Mehmet», sayfa 3
Dadı, vaktiyle yine bu evden azatlı kalfanın kapı yoldaşı ve Talât’ın babası olan adamla izdivaç ettiği vakit, bu kalfa, ona pek büyük şefkat göstermiş ve kısa bir zaman süren bu izdivaç hayatında birçok kereler dadının evine gelip gitmiş fakat Besime’nin validesinin vefatından sonra görüşmeye imkân kalmamış ve nihayet bu Çamlıca’da ikamet onları da birbirinden uzaklaştırmış bulunuyordu.
Bir buçuk, nihayet iki saat süren şu misafirlikten, geç kaldık telaş ve endişeleri içinde Talât’ı da beraber alıp çıkıp gittiler. Onlardan sonra, Besime’nin gönlünde bir boşluk, mahzunluk kaldı.
Herkes onu bu evde, bu sükût içinde, yüzüne bakmayan baba ile şu ihtiyar dadı arasında, çok zaman gelip giden ve değişen aşçı kadınlar ortasında bırakmakta ittifak etmişlerdir, zannolabilirdi. Hiç olmazsa uşaklardan bir görüşecek kimse olsa… Ta kaç sene var ki tutulan bahçıvanlar hep bıyıkları kırlaşmış Arnavutlardan, ihtiyar Anadolu köylülerinden ibaret oluyordu.
Kış geldikten sonra da uzaktaki sarı köşkün uşağını ancak iki defa görebilmiş idi. Evvelce bu yalnızlığın ağırlığını, bu sessiz, hadisesiz, değişmez hayatın tazyikini bu derece şiddetle hissetmezdi. Şimdi, böyle yeni şeyler öğrendikçe, yeni kadınlar görüp sevildikçe, okşandıkça, onlardan ayrılmak ruhuna bir ızdırap veriyordu. Bu ızdırap sürüp gitti.
Kalfa, Dilber, Talât arabaya binince ilk lakırtı Besime’den bah-soldu. Kalfa, derhâl pek güzel bulduğunu, pek temiz bulduğunu, pek hanım kadın gördüğünü söylemeye başladı; Talât, pek sessiz bir taze olduğunu ilave etti; Dilber gözlerini, saçlarının uzunluğunu methetti ve ta vapura kadar, sonra köprüyü geçinceye kadar, sonra tramvayda muttasıl, uzun uzadıya hatta söze karışan bir-iki hanıma da tarif ederek bu lakırtıyı konuştular. Oğluna genç kız arayan orta yaşlı bir hanım, evi salık aldı. Eve gidince Besime’nin vasfı tazelendi, uzun bir destan; ne taze, ne körpe, ne sessiz taze… Hanımlarda bir-iki gün dinledikten sonra Besime’yi görmek hevesleri uyandı, zaten evde evlenecek bir genç çocuk olunca bu tariflere fazla alakadar olmak tabiiydi. Büyük hanım merak etti, Hasip Efendi görmek istedi. Zaten, Talât’ı alıp gelince ne kadar da mahzun olmuştur. Gelin hanım da bir parça şımarmıştı, o da arzu beyan etti ve nihayet Talât’ı gönderip Besime’yi ve dadıyı davete karar verdiler.
Bir sabah, Besime henüz kalkmıştı, Talât’ın sesini duydu, sonra dadı odasına gelip söyledi, Talât kapının önünde ve dadının arkasında duruyordu.
Âlâ, ancak Besime ne giyecek? Talât, ilk geldiği vakit anasının eski bir feracesini bozup bir çarşaf yapmışlardı, bu çarşaf henüz yeni duruyordu ancak içine giyecek bir şey yoktu. Uzun bir müzakere yaptılar, nihayet ufak dallı beyaz entariye karar verildi, o zaman efendiden izin almak hatıra geldi. Dadı gitmeyecek, hem dizleri ağrıyor hem de efendiyi yalnız bırakmak münasip değildir, düğün olursa o zaman gelir; zaten Besime de üç-dört geceden fazla kalmamalıdır. Vâkıâ senelerden beri, efendi ile üç-beş kelime konuşmuş lakin onu da hiç yalnız bırakmamıştı. Bu ne acayip bir sadakat numunesi oluyordu. Âdeta dadı ile efendi arasında Besime’nin anasından dolayı unutulmaz bir hatıra, bir kin yatıyor gibi görünürdü. Lakin ne dadı bundan bir kelime söyler ne de efendi kimseye bahsederdi. Efendiden izin almak meselesini Talât deruhte etti ve hemen bahçeye koştu, tekrar geldi, “İzin verdi.” dedi. Talât istedikten sonra, babasının izin vereceğini Besime bilirdi. Hazırlandılar; Talât, arabayı gidip gelme tutmuş, herif beklemez diye acele ediyordu… Bir lokma bir şey bile yemeyerek yola çıkıyorlardı. Dadı, ihtiyaten vapurda bir şey lazım olursa alırsınız diye fazladan birkaç da bozukluk para verdi.
Besime’nin ilk seyahati… Babasının elini öpmeye gitti ve içinde anlaşılmaz bir sevinç ve heyecan vardı; bunun tesiriyle ilk defa bu gülmez çehreyi sevdi, ilk defa ona sokulmak arzusunu hissetti ve yüreğinden taşan bu heyecan ile o zamana kadar babasının elini öperken bu defa entarisinin eteğini öptü. Öteki, bir taş parçası gibi cansız ve manasızdı. Yalnız o da kızına derhâl izin verdi, entarisinin cebinden kırmızı kesesini çıkardı, içinde üç mecidiyeyi aradı:
“Al.” dedi. Bu birinci defa idi. İlk defa evinden çıkıp üç-dört saatlik bir yere gidecek idi. Dadı yüzünden öptü; yeni gelen ihtiyar aşçı kadın, başına örttüğü yazma yemeninin iki ucunu tepesine kaldırıp kapıya kadar geldi. Köşkün çamursuz örülmüş taş duvarı önünde bir eski tek araba duruyor, arabacısı ve beygiri uyukluyordu. Bu arabanın rengi uçmuştu, üstüne gerilmiş muşamba kopmuş, tekrar dikilmiş yamalı paçavralardandı, tekerlekleri doğru duramıyordu. Besime ve Talât, arabacıyı uyandırıp arabaya bindiler; beygir sallandı, yürümeye ve bu harabeyi bozulmuş, oyulmuş, çamurları katılaşıp kazıklanmış yolda sarsıp titreterek sürüklemeye başladı.
Etrafta sümbüli bir ilkbahar havası kokuyordu, ağaçlar çiçeklenmişlerdi. Erenköy tarafları sisli, Haydarpaşa’ya doğru evler ve büyük Karacaahmet Mezarlığı’nda serviler taze ve parlak renklerle görünüyordu. Haydarpaşa’ya iniyorlardı, ara sıra tren düdükleri duyuluyordu.
Besime dalgın, hiçbir şey düşünmüyor, içinde mutat olmayan bir inşirah hissediyor gibi görünüyor, taze çehresi hafifçe solgun, güzel gözleri sanki bir parça büyümüş gibi duruyor ve muttasıl arabacının omuzunun üstünden yola bakıyordu. Talât şen ve güler yüzlü idi, bir şeyler anlatıyordu.
Besime, onun neler söylediğini duyduğu hâlde bilmiyordu; yalnız, ara sıra bir kelime ve o kelimenin cazibesiyle sürüklenmiş birkaç kelime daha yahut bir cümle… Bir aralık Besime sanki uyandı, lakırtıları işitmeye başladı:
“Allah ömür versin beni sever, öteki efendilerim de severler ama beyefendinin hâli başka gönülsüzdür; öyle ya, konuşmasa konuşmaz, hem çok lütfunu gördüm.”
Besime, bir müddet düşündü, Talât acaba kimden bahsediyordu?.. Sonra yavaş yavaş anladı, babasından bahsediyordu, o zaman iyice dinlemeye başladı. Acaba babası Talât’a ne lütfetmiş? Hem bununla oturur konuşur imiş, vâkıâ burası doğru, babası bahçıvanlarından bazılarıyla konuşur bir de bu Talât Hanım’la. Anlaşılan bu Talât Hanım’dan hoşlanıyor, acaba daha başka ne lütuflarda bulunuyordu? Şüphesiz bugün de yeni bir lütfu tekerrür etmiş idi ki Talât onu vesile ederek bu söze başlamış olacak. Besime’de daima şiddetli bir tecessüs hissi bulunurdu lakin bunu asla izhar etmezdi, bu defa da hiçbir şey sormadı ancak sözün alt tarafından anladı ki babası ona gidip orada kaldın diye şikâyet ve sitem etmiş ve babası buna para da verirmiş, Talât itiraf ediyordu, yalnız bir şey söylemiyordu. O da İsmail Efendi’nin sözüdür ki bir gün ona bir lira verdikten sonra sarf etmiş idi:
“Benim para verdiğimi kimseye söyleme, bin türlü mana verirler.” demiş idi. Ne mana verecekler? Kim verecek? Talât, buralarını sormuştu ancak kafasında bir şimşek çakmış bulunuyordu, demek bu ihtiyarın henüz kanı soğumamış, henüz bir taze dul kadın ile arasında birtakım dedikodular düşünüyordu.
Buralarını Besime’ye söylememişti ancak o zamana kadar para alırken sıkılırdı, sonraları bunu âdeta bir hak gibi telakki etmeye başladı; vâkıâ bu lakırtı bir daha tekerrür etmemiş ve nişaneyi ateş ve muhabbet bundan ibaret kalmış ise de Talât güya, “İşte, benden hoşlanıyorsun ya; sana kendimi vermiyor isem de civarında kadınlığın dolaştığını görüyorsun, hissediyorsun ya; ben bu paraları senin mürüvvetin sayesinde değil şu güzel vücudum sayesinde kazanıyorum.” demek ister gibi görünüyordu.
Bir ufak nişane daha görse belki bunda daha ziyade ileri gidecekti, o zamanda pek çok paraya muhtaç bulunmuyordu.
Besime, babasının bu lütufkârlığını manidar buluyor ve bunun ne demek olduğunu biliyor ise de kati hüküm vermiyordu. Buna zaten lüzum da yoktu. Boyaları solmuş, tahtaları çürümüş birkaç evin arasından geçtiler, Ayrılık Çeşmesi’ne doğru saptılar ve çayırın nihayetindeki geçitten iskeleye geldiler. Uzun, tahta iskelenin bir köşesinde kadınların bekleme yeri bir ufak kulübeydi; sıra ile üç-dört hanım deniz tarafındaki pencerenin önünde oturuyorlar ve hiç konuşmuyorlar, iki genç Yahudi matmazeli ayakta konuşuyorlardı. İskelede vapur yoktu, orada oturmaya mecbur oldular. Besime, peçe altında yürümesini şaşırıyor ve sıkılıyor ancak kendini etrafındaki nazarların isabetinden muhafaza ettiği için pek memnun oluyordu hatta bekleme yerinde erkek yoktu ve bütün kadınlar peçelerini kaldırmış bulunuyorlardı, buna rağmen o peçesini açmak istemiyordu.
Talât’a gelince, o tamamen bunun aksiydi; yüzüne dik dik baktıklarını isterdi. Kendini göstermek için çarşafını gayet aşağıdan iliştiriyor, her vakit göğsü açık bir ceket giyiyordu, onun için peçesini indirdiği vakit bile bu peçe çarşafın birleştiği yer arasında beyaz bir leke gibi memelerinin arası yahut biraz daha yukarısı görünürdü. Peçesini kaldırmaya imkân buldukça alnından bir tura görünür, bir demet güzel siyah saç, peçesini indirdikçe kenarından çıkmış avare iki-üç teli bile kâr sayar, bu hâl ona biraz da müptezel bir kadın hâli verirdi.
“Peçeni kaldırsana…”
Besime yavaşça:
“Yok, rahatım.” dedi.
“Kaldır kaldır canım, burada kim var? Erkek yok ya.”
Bu bir erkek kadın meselesi değildi. Besime, odasında yalnız kaldıkça erkekleri düşünürdü ve erkeklerden hiç korkmazdı ve onda anlaşılmaz bir hırsı tehalük,27 genç bir erkeğe sokuldukça vahşi bir zevk ve lezzet canlanırdı; ancak bu bir erkek meselesi değil. Erkek kadın kim olursa olsun, âdeta onun yüzüne bakarlarsa sanki onun düşündüklerini anlayacaklarmış gibi gelirdi, bundan pek ziyade korkar gibi görünüyordu. Karşılarında oturan hanımların dördü de birbirini tanıyorlar ve ara sıra birkaç kelime konuşuyorlardı. Bunların hepsi, artık kadınlıklarının son müellim28 günlerini yaşayan kibar hanımlardı ve fevkalade süslenmişlerdi, hepsi pudralı idiler. Hele bir tanesi uncu çırağı gibi, bembeyaz düğün sürenlerde olduğu gibi dişleri siyah ve gözleri kanlı görünüyordu. Bu hanımların elbet birer kocaları vardır… Kim bilir bu hanımlar bu yaşa gelip böyle çirkin olmadan evvel belki güzelmişler. Acaba hâlâ kocaları onlara öyle bakarlar mı diye düşündü, ya bu Yahudi kızları, bunlar şüphesiz henüz bekârdırlar. Bir genç taze ile bir ihtiyar hanım daha geldiler, galiba ana kız olacaklar, Talât’ın yanına oturdular ve hemen konuşmaya başladılar. Bu esnada dışarıda bir koşuşma, bir kalabalık oldu, bir adam bağırmaya başladı. Besime yavaşça kalktı; hemen kapının önünde uzun bıyıklı, arkasına kürklü bir ceket giymiş bir adam, üstü pejmürde küfeciye benzer bir ihtiyarı dövüyordu, suratına bir yumruk vurdu, ihtiyar ellerini uzatıp müdafaa etmek ister gibi görünüyordu; bir tokat daha, bir yumruk daha, bir tokat daha, herifin başındaki yağlı fesi üzerine sarılmış kirli yemenisi düştü. Herif geri geri gidip kendini kurtarmaya çalışırken şaşkınlıktan yalnız:
“Günahtır, Allah’tan kork.” diye bağırıyordu. O iri bıyıklı, iri adam muttasıl vuruyor, hem bu sefer tekme ile karnına, göğsüne, neresine gelirse vuruyordu.
Nihayet birkaç kişi ricakâr bir vaziyette araya girdiler, ihtiyarı kaldırdılar, ötekinin çehresi sapsarı, burun delikleri kabarmış, gözleri dönmüş:
“Keratayı karakola götürsünler… Deyyus…” diye bağırıyor ve bir polis de kolundan şimdi ağlayan ve başına yemenisini sarmaya uğraşan ihtiyarı çekiyordu.
Bütün kadınlar, fena hâlde korkmuşlardı, Besime hayretle, ayrı ayrı hepsinin yüzüne baktı ve bir müddet ayakta kaldı. Sonra yavaşça oturdu ve ekseriya sakin çehresini takındı. Ancak nedense, kalbinde derin bir helecan hissediyor ve pek ziyade korkuyordu. Sanki şu oturdukları yer memnuymuş ve şimdi adam gelip bunları da dövecekmiş gibi… Talât’a:
“Sahi, bilmiyorsun, bizim burada oturduğumuza darılmasınlar.” diye soracak gibi oluyordu.
Bu adam, Kadıköy iskelesinde memur komiserlerden birisiydi ve şimdi Kadıköy’deki gazinoda tavlada yenilmiş ve dört mecidiye kaybetmiş bulunuyordu. Bu ihtiyar da onun evine su götüren sucuymuş, üç-dört gündür eve uğramamış, bugün de burada tesadüf edince para istemişti; oradaki polisler ihtiyarı çekip götürdüler.
Kadınlar, hep birden korkmuşlardı ve hepsi yanındaki veya karşısındaki ile konuşuyordu. Zaman geçiyor ve vapurun gelmesi uzuyordu. Üç-dört hanım, daha sonra tek tek birkaç kadın geldiler, barakanın içi doldu.
Talât, iki defa bilet yerinin açılıp açılmadığına baktı, tekrar geldi, oturdu. İkinci defa henüz oturmuştu ki vapurun düdüğünün sesi duyuldu; ilkin boğuk, kısık, ıslıklı, sonra gümrah, vakur, ihtiyar bir ses, bir tarafa yatmış, boynunu kaldırmış yorgun bir kaz gibi kanatlarını suya vura vura geldi, iskeleye çarptı. Hâlâ bilet vermiyorlardı. Halk toplanmıştı. Vapur pek kalabalık değilmiş, halk çıktı, bir taraftan da bilet verilmeye başlandı. Bilet verilen deliğin önünde herkes birbirini sıkıştırıyor, bir yere toplanıyor ve kadınlar bu izdihamın içinde muzdarip, rahatsız, seslerini çıkarmayarak kalıyorlardı.
Besime, teessürsüz görünüyordu; hâlbuki dayaktan sonra kalbinde acı ukde çözülmemiş duruyordu, hatta vapurda bile bunu muhafaza etti.
Kadınlar tarafını yelken bezinden bir perde ile ayırmışlardı, vapurun arka tarafında büyük bir dümen dolabı duruyordu.Talât’la ikisi perdeden içeri girdikleri vakit kadınlar oturmuşlardı, ta nihayette birkaç kişilik bir yer buldular. Deniz sakin, her gün uzaktan gördüğü gibi hareketsiz ve berraktı, uzaklara kadar uzanıyordu. Besime, suların üstünde açılıp kapanarak yüzen deniz tabaklarına bakıyordu; bunların kenarlarında gayet hafif bir püskülleri vardı, suyun içinde aheste aheste gidip geliyorlardı, ortalarında dört yuvarlak daire görünüyor ve onlar da sanki yavrularına benziyordu ve muttasıl denize dökülen bir su sesi duyuluyordu. Besime, bunlara dalgın bakıp dururken karşılarına oturan bir genç kadın Talât ile görüşmeye başlamıştı ve ne münasebetle ise bir sergüzeşt hikâye ediyordu. Allah kimsenin başına vermesin kardeş, evlerden uzak, iki kardeşi de ince hastalıktan gitti, ne ise onlar kısmetli imişler, kurtuldular, öteki kurtulamadı, çekti zavallı. Besime, iskele üzerinde gözüne ilişen bir genç hamalla meşgul olmaya başladı.
Bu adam geminin bağlı olduğu babalardan birinin üstünde oturuyor ve başından çıkardığı fesine dikkatli dikkatli bakıyordu. Üstünde temiz bir kemer ve hamal elbisesi vardı, siyah fesi henüz kalıplanmış, üstüne güvez bir yemeni sarılmıştı. Herkes dalgın, birbiriyle konuşuyorlar, sesler tesadüm29 ediyordu, birdenbire bir islim sesi duyuldu ve vapurun tentesi üstüne birkaç iri su damlaları döküldü. Sonra boğuk bir ses, çocuk gibi zannolunuyordu, ancak ötemedi, bir lahza durdu ve bir daha tekrar etti, bu defa vazıh, kalın, ince bir ses çıktı ve çarklar işledi. Bu hâl ile bir parça daha durdular, sonra iskelenin kapılarını kapadılar, halatları çözdüler. Vapur ilkin geri geri, sonra ileri kımıldadı. Sarayburnu’nu tutabilmek için Kız Kulesi’ne doğru çıkarken karşıdan gelen bir-iki yelkenli kayık, bir de vapur, sularla akıyor ve yan yan Marmara’ya doğru gidiyordu; Harem’in, Salacak’ın önünde büyük yük vapurları yatıyordu ve yanlarından geçerken denizin ortasında bir ada gibi duruyorlardı. Kız Kulesi’nden salıverince Sarayburnu’nu güç tutabildiler ve İdareyi Mahsusa30 ile Rus gemileri arasından geçip iskeleye doğru gittiler.
Vapurdan çıkış bir ızdırap idi; ileride şekerci, manav dükkânlarıyla iki taraf donanmış bulunuyordu. Daha sonra köprünün üstü, dar tahtaları oynamış, çokları kırılmış, çivileri çıkmış, arabalar, tahtaların üstünden sekerek, atlayarak geçiyor, birtakım adamlar acele acele koşuyor ve güneş ortalığın serinliğine rağmen yakıyordu. Eminönü’nde sarı bir araba, önünde beygirleriyle bekliyordu, tramvaya kendilerinden evvel üç-dört hanım binmiş bulunuyordu ve yer de ancak o kadar olduğundan Talât’la Besime binip binmemekte tereddüt ettiler lakin nihayet binmek onlara daha ehven göründü. Bir ihtiyar kadın Besime’ye yanında yer verdi ve Besime bunu kabul etti çünkü şaşkın ve yorgundu, ömründe ilk defa tramvaya biniyordu. Bütün kanı yüzüne çıkmış gibi idi, yanakları al al olmuştu, peçe âdeta onu boğuyor gibi idi. Arabada tütün de içiyorlar ve duman onu muazzep31 ediyordu. Bu hâle tahammül edemeyerek yüzünü açmıştı, karşıda oturan kuru esmer yüzlü orta yaşlı bir hanım, Besime’ye dik dik baktıktan sonra kendi yanında Talât’a da bir yer buldu ve derhâl sorgulamaya başladı.
“Bu hanım kız mıdır? Kimin kızıdır? Nerede otururlar?”
Karşıdan bir araba geldi, bunun yanına yanaştı. O zaman bir arabacı peydah oldu; sarı, duran arabanın dizginlerini çözdü, önündeki tekerlekleri bağlayan aleti çevirdi, uyuyan beygirler ızdırap içinde uyanıp sürükleyecekleri arabaya boyunlarını uzatarak ve ilkin bir tanesi ileri, bir tanesi geri giderek kuvvetle asıldılar ve kımıldattılar. Bu sarı araba arkalarında çekilmez bir bela idi, bir adam elinde bir boru, tramvayın önünde koşup yol açıyor ve acı acı borusunu öttürüyor ve iki titrek beygirin sürüklediği bu titrek arabanın korkusuyla halk onun yolundan çekiliyordu. Beygirler iki iskelet idiler, başları önlerine düşmüş; sallayarak, kemikleri şişmiş ayaklarını yere vurarak, hafif hafif koşuyorlardı. Boru muttasıl ötüyor ve ara sıra müthiş bir kamçı beygirlerin sırtına iniyordu.
Sirkeci’de makasta durdular, karşıdan gelecek arabayı beklediler. Sonra Salkımsöğüt’te tekrar durdular, orada arabanın önüne bir çift beygir daha taktılar, arabacı dört hayvanın dizginlerini elinde topladı ve kör bir kılıca benzeyen kamçısı uzandı, bu kamçı tramvayın üstündeki çinkoya uzanıyor ve oradan kalktığı zaman ilerideki beygirlerin arkasında patlıyordu. Sultan Mahmut Türbesi’ne çıkarken bu zavallı hayvanların sarf ettikleri kudret ve kuvvet, gösterdikleri çalışma çabası görülecek bir şeydi…
Türbede araba tekrar iki beygir kaldı. Buradan arabaya bir hanım binmiş idi, Besime onunla meşgul oldu. Bu hanım, kayınvalidesiyle birlikte düğüne gelmiş davetli hanımlara iadeiziyaret için gezdirilen bir yeni gelin idi ve onlar da Talât’ın yanında boşalmış bir yere oturmuşlardı. Kayınvalide hanım mütemadi emirler veriyordu; gelin yirmi yaşından fazla görünüyordu, uzun boylu, iri siyah gözlü, zayıf endamlı, boynu ince, şüphesiz renksiz -çünkü düzgün sürmüştü- âdeta hasta gibi görünüyordu. Çarşafını ta göğsünden iliştirmişti; içeride beyaz tüller ve kurdelelerle süslenmiş, havai mavi bir entari vardı. Kulaklarında gümüş üstüne eski, uzun saçaklı iki küpe sallanıyordu. Bu entari belki de paçalığıdır, şu küpeler de ihtimal ki el öpmelik. İnce bir ipek ile iki küpe ensesinden birbirine bağlanmıştı.
Gelin hanım yorgun ve muzdarip gibi idi, kayınvalide, Talât’la ahbap oldu ve derhâl Besime’yi sordu, aralarında bir münasebet olduğunu anlamış gibi idi. Sonra, sanki gelin yanında değilmiş gibi Talât’a oğlundan, düğünden, istediğine düşemediğinden bahse başladı. Onun kavlince gelin fena taze değilmiş ancak hısım akrabası pek huysuz şeylermiş, hem aynen bu tarifi kullanıyordu ve Besime’yi gösterip:
“Şöyle hanım kızım gibisine düşemedim.” diyordu. Oğlu gümrük kapı memuru imiş, altmış kuruş maaşı varmış ancak şurası burası bin kuruş tutarmış. Gelin sanki bu sözleri hiç işitmiyormuş gibi hasta ve acemi, gözleri sabit, tramvay ağır ağır yürüdükçe gelip geçenlere, dükkânlara, duvarlara, arsalara bakıyordu ve esvabının içinde yabancı gibi idi. Şüphesiz, ona korse giydirmişlerdi, ihtimal kemikli vücudu bir taraftan acıyordu ve bu çarşaf, bu yeni elbise, bir entari, bir kuşakla ev içinde aşağı yukarı koşmaya alışmış bu kadını sıkıyordu. Ara sıra erkekler tarafının perdesi açılıp biletçi geliyor, bu adam şüphesiz, kadınları gayet iyi tanıyor ve hepsine göre yalnız hâllerine ve çehrelerine bakarak edilecek muameleyi tayin ediyordu.
Besime’ye yanında yer veren hanım, ihtiyar, iki kat olmuş, iyi yüzlü bir kadındı, köşesinde oturmuş hiç sesini çıkarmamıştı. Araba Beyazıt’ta durunca yerinden kalktı ve kayınvalide olan kadına hitap ederek dedi ki:
“Baksana hanım, benim üstüme vazife değil ama bu genç tazenin yanında böyle söylemek günahtır, hiç olmazsa bir saygı vardır, bir adamın hısım akrabası ne olsa hısım akrabadır. Yüzüne karşı böyle çekiştirilmez, tazedir, içlenir. Hem daha dur bakalım, dün bir bugün iki, hepimiz çocuk evlendirdik, sırasına göre kavga ettik lakin böyle ham armut gibi ilk günden boğazına tıkılmaz, yarın o da sana yapar; say benim küçük hatırımı, sayayım senin büyük hatırını.” Ayakta bunları söylüyordu, sonra geline bakıp:
“Sana da kızım Allah sabırlar versin, maşallah çok sabırlı taze imişsin, yine sabret yavrum, sabrın sonu selamet!” Ağzının hizasından iliştirdiği çarşafını çekerek ve hiç cevap dinlemeyerek tramvaya binmek isteyen bir gence:
“Yol ver geçeyim hanım kızım, sonra binersin.” diyerek indi gitti.
Kayınvalide fena hâlde bozulmuştu:
“Bunak, ham armut neden olayım! Yalan söylemiyorum ya, olanı söylüyorum, hısım akrabası hiç adam değildirler, işte yüzü.”
Kayınvalide yüzüne vurulan hatasını bastırmak için bütün kudreti hitabetini sarf etmeye başladı, gelin hareketsiz, sanki işitmemiş gibi; yalnız çehresi ziyade hastalaştı, âdeta birisi “Nasılsın hemşire?” dese ağlayacak gibi görünüyordu. Kaynanası, tenhada olsa hemen ona tutunacak zannolunurdu, başka bir yerde olsa:
“Görüyor musun senin yüzünden duyduğum lakırtıları; ne olur ağzını aç da sen de birkaç söz söyle. Dostlar, kimseler oğlunu evlendirmesin, biz de vaktiyle gelin olduk, bizim de kayınvalidemiz vardı…” diyecekti.
Yanılıp da gelin bir şeyler söyleyecek olsa o zaman da:
“Benim yanımda sana söz düşer mi? Dünyada sıra saygı kalmadı ki!”den tutturacaktı. Lakin böyle olmadı, Ayasofya’dan binip gelinin karşısındaki köşeye oturmuş; beyaz çehreli, kırk yaşlarında kadar tahmin olunur, temiz giyinmiş bir hanım söze karıştı ve tramvaydan inen ihtiyarı müdafaa etti:
“O, size fena bir şey söylemedi ki hanım, şu taze yeni gelin, burası tramvay, yanımızda erkekler oturuyor, her daim biletçi gelip gidiyor, söyledikleriniz doğru da olsa günler torbaya girmedi ya, burasını mı buldunuz?”
Kayınvalide hanım âdeta celallendi:
“Hanım, ben sizden nasihat alacak değilim, bak saçım üç renge girdi. Söyledim işte, adamı asmazlar ya, yapmasınlar da ben de söylemeyeyim. Erkekler varsa ne yapayım, yalan bir şey söylemiyorum ya, kızlarını bir gömlekle başımıza attılar, işte yüzü…”
Öteki hanım cevap verdi, münakaşa Aksaray’a kadar uzadı. Besime dinliyordu. Söze Talât karıştı, o da kayınvalideyi müdafaa etti. Çünkü ilkin ona muhatap olan o idi ve dinlediği için tenkitten kendisine de bir hisse ayırıyordu.
Aktarma için indiler. Yolda yalnız kaldıkları vakit, Talât hâlâ kaynanayı muahaze32 eden hanımlardan şikâyet ediyordu, ancak öteki tramvaya gelen bir kadınla orada bahsi tazelediler; yeniden dert anlatanlar, gelinden şikâyet edenler zuhur etti.
Langa’da tramvaydan indiler, Hasip Efendi’nin konağı birkaç adım ötede idi. Besime, dışarıdan ufak ve basık görünen büyük konağın, bir basamak aşağıda kalan, boyası, rengi solmuş kapısı önünde başını kaldırıp pencerelere baktı; kapısının üstünde, tahtadan yapılmış güneş şeklinde bir parmaklık ile kapanmış bir delik görünüyor, onun hizasında ara sıra derz edilmiş, bir parça sokağa meyletmiş bir taş duvarda iki ufak pencere, sonra yukarıda yüzü sıvalı duvarında sık sık pencereler, bir harap cumba, daha yukarıda altı gene sıvalı saçak görünüyordu. Bu sıva tozla örtülmüştü lakin saçağın altına gelen yerleri daha az güneş gördüğünden daha renkli idi ve yeşil boya ile ıstampa edildiği görülüyordu.
Kapıyı açtılar; zemini toprak, tavanı basık geniş bir avluya giriliyordu. Karşıda Malta taşlarıyla döşenmiş geniş bir binek taşı görünüyordu ki bunun bir tarafını ta tavana kadar yüksek, eski bir kafes örtmüştü. Sol tarafta ikinci bir binek taşı, çift bir merdiven ve avluya küçük bir penceresi olan bir asma oda vardı. Besime, ilk nazarda, kapıyı açan otuzluk bir uşağın yılışık suratını gördü, sonra kafesin arkasında birtakım kadınların bulunduğunu hissetti, helecan içinde idi, uşak çekildi, onlar kafese doğru yürüdüler.
Besime, Acıbadem’deki eve gelen kalfayı tanıdı, kalfa bu defa eteğini öptürmeye vakit bırakmadan kollarını açtı:
“Gel yavrum, gel kızım.” diye yanaklarından öptü. Zaten binek taşının üstünde bir sürur, bir sarılma, bir çığlıktır kopuyordu. Onların hepsi Besime’yi tanıyorlar, birtakım genç kızlar Besime’yi, Besime de onları biliyordu ancak gelin olacak Zehra Hanım acaba hangisi, birdenbire büyüğü küçüğü fark olunamıyordu. İnce hasır döşeli, yatık üstüne bastıkça tahtaları kımıldayan merdiveni çıktılar, orada ayakta bir hanım bekliyordu. Bu, şüphesiz, Saffet Hanım’dır. Besime, eteğine vardı, güler yüzlü kırk beş yaşlarında, orta boylu bir hanım, Besime’yi yüzünden öptü, okşadı. Çarşafını çıkardılar. Kızlar, Saffet Hanım’ın etrafında dolaşıyorlar, gülüşüyorlar, şımarık bir çocuk hâliyle bir şeyler söylüyorlardı. Besime bir şey anlamıyordu, şüphesiz burada hayat başka türlü bir şey. Büyük ev âdeta feryat ve şetaret ile doluydu ve sofada şimdi Saffet, kızları, dört halayık kız, ihtiyar kalfa, emektar Ayşe Hanım isminde Sarıgüzel’de oturan ve her vakit gelip giden eski bir emektar hanım, aşçı kadın toplanmışlardı. Etek öpenler, çarşafları alanlar, Talât Hanım’a “Çarşıya uğradınız mı?” diye soranlar, şımarık çocuklar gibi annesinden bir şey isteyip sonra dudaklarını sarkıtıp gözlerini yere indirerek kuşağıyla oynayanlar, “Haydi, buyurun büyük hanımın yanına.” diyenler vardı. Ve nihayet Besime ile Talât o tarafa sürüklendiler, bahçe üstüne geniş bir odanın köşesinde oturan büyük hanım, dolgun vücutlu, esmerce, biraz çirkince fakat sevimli bir hanımdı ve dizlerinde bir battaniye vardı. Odada bir ikinci yaşlıca hanım da ayakta duruyordu. Bu ihtiyar hanım, büyük hanımın kızı imiş. Besime, Talât’ın arkası sıra sokuldu, battaniyenin ucunu öptü ve büyük hanım uzandı, Besime’nin güzel başını kendine doğru çekti, okşadı, öptü. Bu ihtiyar hanımda tatlı bir koku, insanı muzdarip olduğu zaman teselli edecek bir ana kokusu vardı. Besime, bugün hücum eden olayların sersemliği altında ilk defa duyduğu bu tatlı kokuyu hissedip lezzetle içti. Onun vahşeti yalnızlık içinde sertleşen hissiyatının kuvvet ve mukavemetini kırdı ve bir lahza bu kadının göğsünde samimi ve yumuşak oldu. Büyük hanımla musafahadan33 sonra ihtiyar kızıyla kucaklaştılar. Bu kadın, validesi kadar değilse de herhâlde müessir ve saf bir kadın gibi idi. Bu oda, ağaçları büyümüş, otsuz fakat toprakları yosunlu büyük bir bahçeye karşı idi. Yanındaki büyük sofa bahçeye daha ziyade çıkmış olduğundan ikisinin arasındaki köşeden uzayan hanımelleri ve güneş vurdukça yaprakları taze yeşil görünen asma bir çardağın üzerinden ve pencerenin kenarından sarkıyor, büyük odaya yeşil bir gölge veriyordu. Bahçe üstüne boydan boya bir büyük minder uzanıyordu, sonra iki tarafta daha alçak yan minderleri vardı, minderler geniş ve üzerlerinde pamuk şiltelerle pek yumuşak ve rahattı. Yere, ince Mısır hasırı döşenmişti. Besime, bir ufak yer minderiyle kapının yanında oturacaktı, ihtiyar hala hanım -ismi Şefika Hanım idi, biraderinin kızları hala dediklerinden hepsi hala hanım diyorlardı- onu kolundan tuttu, büyük hanımın yanına, yan minderin üstüne oturttu lakin bu defa da büyük hanım razı olmadı:
“Kızım, çocuğun yüzünü göreyim, yanıma gel evladım.”
“Haydi ciğerim, çık da şöyle rahat otur yavrum.”
Hala kime olsa “ciğerim” derdi, birine muhabbetle hitap etmek isterse, haydi kuzum şunu şöyle yap, makamında daima “ciğerim” kullanırdı. Hatta uşaklara kadar…
Besime, büyük hanımın dizleri yanına oturdu, herkesin gözü ona bakıyor, herkes onunla meşgul oluyordu. Burada Talât o kadar mevki sahibi değildi; Besime, birdenbire ona dikkat etti. Talât, çiçekliğin yanında ufak bir yer minderine, ayaklarını bir tarafa kıvırıp oturmuştu. O, hanımlarının yanında oturmayı ve söz söylemeyi ancak kocasından boşandıktan sonra yapabilmişti, nasıl ki demin sofada gülüşüp söyleşen kızlar odadan hep çıkmışlardı. Saffet Hanım, Besime’nin ilk oturduğu yan minderinde oturuyor, yanında kalfa, kalfa ile anasının arasına gelin olacak kız sıkışmıştı, kızlardan ilk küçüğü de Talât’a sokulmuştu. Ortanca kız da halasının yanında idi lakin büyük analarının yanında şetaretleri ve şımarıklıkları sönüyordu. Atiye, yanılmaz, arif bir gözle Besime’yi yukarıdan aşağı süzdü, sonra kalfaya dönüp:
“Aferin kalfa.” dedi. “Güzelden anlarmışsın! Allah’ın birliğine emanet, nur topu gibi evladım, maşallah… İsmail Efendi hazırlansın bakalım…”
Kalfa, ettiği methüsenaların boşa gitmeyeceğini zaten pek güzel kestirmiş idi, bu muvaffakiyetten ufak bir latife, bir serzeniş çıkarmak için:
“Hanımım, kadınım, fakir Gülnihal güzelden anlar ama kıymeti bilinmez ki.” dedi.
Saffet Hanım gülerek kalfaya baktı, hala âdeta kahkaha ile gülerek:
“A kalfa, bu kırkyılda bir.” dedi, sonra hâlâ hatır sormadığını zannederek:
“Ciğerim, nasılsınız? İyi misiniz? Dadı kalfa inşallah afiyettedir.” diye ikinci defa sordu. Her iki defada da o da büyük hanım gibi, “Peder efendi de inşallah afiyettedirler.” diye soracak gibi olduysa da sustu, onu sormadı çünkü hala elli beş yaşını geçtiği hâlde hâlâ kızdı ve nedense erkekler hakkında gönlünde bir heyecan baki kalmış bulunuyordu, belki işitenlerin gönlüne bir şey gelir…
Sonra büyük hanım, nasıl geldiklerine dair Talât’ı sorgulamaya başladı. O da tramvayda olanları yukarıdan aşağı anlattı. Talât, kendisi kaynanaya taraftar çıkmış iken ve onun namına müdafaatta bulunduğu hâlde, şimdi söylerken onun tamamıyla aksini iltizam ederek kadını batırıyordu. Büyük hanım, bu geveze, bu münasebetsiz kaynanayı azarlayan ihtiyar hanımı beğendi.
“Aferin kadına.” dedi. “Bak ne güzel söylemiş, kadınlarımız da acayip oldu canım, tramvayda gelin çekiştirilir mi?”
Sonra Talât, yeni baştan Haydarpaşa İskelesi’nde dayak yiyen zavallı adama döndü, sonra vapurda burnu düşmüş bir adam görmüş, Besime görmemişti.
“Siz görmediniz, değil mi?” diye sordu. “Ben işaret ettim ama siz bakmadınız.” dedi, ondan bahsolundu.
Duvarda, çiçekliğin yanında garip bir resim vardı; bir deveyi, yüzünde nikap olan uzun boylu bir adam çekip götürüyor, devenin üstünde de bir tabut yüklü bulunuyordu. Bu tabutun siyah örtüsü üstünde yeşil bir kuşak vardı ve resimde toprak yoktu; bu deve ve bu adam sanki boşlukta yürüyorlar gibi görünüyordu, devenin gözleri de sanki sürme çekmiş gibi idi.
Çiçeklik raflarında bardaklar duruyordu, üstlerinde boncuktan püsküllü kapaklar vardı. Yan duvarda, halanın başucunda, bir çifte yazılmış “YA, ALİ” vardı, her iki Ali’nin de kuyrukları iki çatal oluyor ve bir kılıç kabzası gibi sapları ve siperleri görünüyordu. Besime’nin gözü, tekrar deveyi götüren yüzü kapalı adama gitti.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.