Sahan Külbastısı

Abonelik
0
Yorumlar
Parçayı oku
Okundu olarak işaretle
Satın Aldıktan Sonra Kitap Nasıl Okunur
  • Sadece Litres Olarak Okuma “Oku!”
Sahan Külbastısı
Yazı tipi:Aa'dan küçükDaha fazla Aa

Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayatın içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.

1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.

I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmelerinden sonra Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.

Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.

Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.

Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.

Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.

Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.

Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.

HİKÂYELER

MEBUS OLURSA

Çayhanenin penceresi önünde oturup deminden beri gelip geçenleri seyrediyor görünen ve söze karışmayan Mustafa Hilmi Bey, birdenbire dönerek:

“Pekâlâ!” dedi. “Sen mebus olursan ne yapacaksın? Bir de onu söyle bakalım.”

“Ben mi?”

“Sen ya!”

“Mebus olayım da görürsün.”

Bahis yarım ciddi, yarım latifeye benzer bir şekilde devam ediyordu. Orada bulunanlar içinde mebus olmayı pek çok düşünmüş fakat derdini kimseye açamamış olanlar olduğu gibi, şu karşı köşede oturup sakin çayını içiyor görünen kısa boylu, irice kafalı, esmer çehreli efendi, talepnamesini daha henüz göndermiş; her gün cevap bekliyor, büyük bir ümit içinde yaşıyor, her gece yatağına uzandıkça büyük hülyalar kuruyor, geniş projeler tasavvur ediyor ve gündüzleri de sokakları dolaşırken her gözüne çarpan yolsuz şeyler hakkında birer takrir yazıyor, sonra da takririni izah için kısa, uzun birer de nutuk irat ediyordu.1 Devam etse kendi âleminde hoş bir hülya âlemi idi. Tesadüfen çayhanede mebusluk bahsi açılınca tehalükle,2 heyecanla dinlemeye başlamıştı. Mübahasenin zemini ciddileşse bahse karışacak ve herkesin ağzını hayretten açık bırakacak bin fikir, bin esas ortaya dökecekti.

“Mebus olayım da görürsün.” diyen Sabri Bey, maliye vezne kalemi ketebesinden, vücutluca, sevimli çehreli, kalın sesli, otuz beşlik bir efendi, verdiği cevaba kendi de hoşnut olmayarak biraz düşünür gibi oturdu. Etraftan da herkes diyordu ki:

“Olayı mı yok? Farzet ki oldun. Söyle bakalım! Evet bir şey söylemek lazımdır. Zaten ciddi bir şey yok ya. Ortalığa laf lazım.”

“Söyleyeyim mi?” dedi. “Bak dinle. Evvela, bir memurin nizamnamesi yapardım. Öyle azil, gasp, keyfî yağma yok. Bir memurin nizamnamesi. Herkes kendi terfi sırasını, maaşça ne zaman terakki edeceğini daha daireye girerken bilirdi. Kalemden biri öldü mü, maaşını tevzi etmek3 yok.”

Çaycının kaynayan semaveri yanında oturmuş, kısa boylu, ufak tefek, peltek konuşur, gülünç yüzlü bir hoca, çay fincanını dudaklarından çekerek:

“Pekâlâ ya bakalım buna hükûmet razı olur mu?” dedi.

“Hükûmet neden razı olmayacakmış?”

Sabri Efendi’nin yanında oturan, kara sakallı, memur kıyafetli bir efendi ilave etti:

“Elbette hükûmetin hesabına gelmez. Gelse şimdiye kadar yapmaz mıydı?”

Sabri Efendi, yarı latifeye boğarak:

“Canım!” dedi. “Benim kanun layihasını daha siz buradan suya düşürmeyin, bırakın reddederse hükûmet reddetsin. Vallahi onların şimdiye kadar akıllarına gelmemiştir. Gelse yapmazlar mıydı?”

Mustafa Hilmi Bey, cevap verdi:

“Yapmazlardı ya!”

“Neden?”

“Neden olacak? Hazır böyle serbest memur kullanırken hükûmet tutup kanunla kollarını bağlar mı?”

“Hükûmet bağlamazsa Meclis bağlar!”

“Meclis bağlar mı? Bağlar ama sonra Meclis’i de azat ederler!”

“Niçin azat ediyorlarmış?”

“Neden olacak? Hükûmetin ellerini bağlıyor diye!”

“E, peki ne yapmalı?”

“Ne yapmalı olduğunu bilmem. Sen mebus oluyorsun. Benim ne mebus olacağım var ne de kanun yapacağım.”

Sabri Efendi, ehemmiyet vermiyormuş gibi başını salladı. Bastonunu iki avucu içinde yuvarlayıp döndürerek:

“Ben kanun teklif ederim.” diye devam etti. “Baktım hükûmet ısrar ediyor, Meclis’i de kapayacak, neme lazım, benim yüzümden olmasın, takriri geri alırım.”

Sakallının yanında oturan bir efendi de söze karışarak “E zahmet edip hiç vermeseniz olmaz mı?” dedi.

Sabri ona cevap vermeye hazırlanırken Mustafa Hilmi Bey ilave etti:

“Hem farz edelim, sen bu takriri verdin, Meclis kabul etti. Farz bu ya tutalım hükûmet de kabul etti. Kanun yapıldı, tatbik de oldu. Derken pat hükûmet düştü. O vakit ne olacak?”

“Nasıl ne olacak?”

“Öyle ya. Basbayağı. Evvela bir defa sizi dağıtacaklar hele bu bir şey değil. Sonra kanunları da birer birer bozacaklar.”

“Niçin?”

“Canım niçin olacak, evvelki hükûmet yaptı diye.”

Sabri Bey, Mustafa Hilmi’nin meseleye ciddiyet ve âdeta fecaat vermesine sıkıldı.

“Ama.” dedi. “Sen de Hilmi… Kırk yılda bir mebus olup icraat yapacağın tuttu, daha bismillah birinci maddede sanki kulüpte imiş gibi dedikoduya kalktık.”

Mustafa Hilmi sanki elektrik cereyanına tutulmuş gibi birdenbire dönerek:

“Yook!” dedi. “Lakırtının orasında dur ve sözünü de bil. Kulüpte dedikodu olmaz. Şimdi sana kulüp mulüp karıştıran var mı?”

“Ne darılıyorsun? Vazgeçtik. İstersen mebus da olmam. Hem sen sordun, şimdi de kızıyorsun.”

Mesele Sabri’nin ricatiyle4 bastırılmış oldu. Ancak hazirunda5 Hilmi’nin kulüp gayretini tahsin eden bir hâl, dudaklarda hafif bir tebessüm vardı.

 

Köşede, mebus olacak zat, sanki bir ders almış gibi. Nedense fikrinde projeleri taravetlerini6 kaybetmiş bulunuyordu ve bir ciddi zeminde söze karışmak için sabırsızlanırken bir dakikada sanki bütün arzuları sönmüştü.

Köşelerden birinde oturan ve nargile içen irice vücutlu, orta yaşlı, iyi çehreli bir binbaşı söze karışarak:

“E? Sabri Bey, devam!” dedi. “Daha neler yapardın?”

“Ben söylüyorum ama Hilmi darılıyor.”

Mustafa Hilmi Bey, sükûn bulmuş çehresiyle:

“Sen kulüp mülüp karıştırma, ben darılmam.” dedi.

Sabri, artık söylemek istemeyen bir tavırla:

“Ben lakırtının alt tarafını unuttum.” dedi; biraz sonra ilave ederek “Hem.” dedi. “Bir mebuslukta bir memurin nizamnamesi kabul ettirirsem yetmez mi? Başkaları da başka kanunlar düşünsünler!”

Binbaşı tekrar söze karışarak:

“Pekâlâ, mebus olduktan sonra, talih bu ya bir de nazır olsaydın o zaman ne yapardın?”

Sabri Bey, Binbaşı’dan tarafa dönerek:

“Nazır mı?” diye sordu. “Ne Nazır’ı?”

“Sen veznede değil misin? Tabii Maliye Nazırı!”

Sabri Bey, dudaklarında hafif bir tebessüm ile “Vallahi.” dedi. “Şu sözlerin latife olduğundan şüphe yok ya lakin ne yalan söyleyeyim, hoşuma gidiyor!”

Herkeste hafif bir tebbessüm vardı. Yalnız mebus olacak zat köşede kısılmış gülemiyordu. Çünkü nedense o vakte kadar nazır olmak hatırına gelmemişti. Ancak mebus olunca… Evet. Pek muhtemeldir ki insan nazır da olsun ve ya Rabbi bir nazır oluverse diye düşünüyor, âdeta rengi sararıyordu.

Çayhane halkı, Sabri Bey’e, ısrarla soruyorlardı:

“Evet, nazır olursan?”

O cevap veremiyordu.

“Vallahi, bilmem!” diyordu. “Evvela, sizlerin hiçbirinizle konuşmam! Konuşsam bile hariçte bir gören fark eder ki ben bir büyük adamım, sizler küçük. Hiçbiriniz hakkımda diyemezsiniz ki nezarete yakışmamış: böyle kahvehanelere, çayhanelere çıkmam, Serkldoryan’a7 giderim. Poker oynarım. Oralarda dolaşan büyüklerle senli benli, kırk yıllık dostmuşum gibi görüşürüm. Daha ne bileyim ben.”

Mustafa Hilmi tekrar yüzünü çevirerek:

“Bunlar hiç!” dedi. “Sen bir şey bilmiyorsun. Bak ben sana söyleyeyim, maliye nazırları istikrazlar8 aktederler.9 O istikrazlar akdolundukça nazırlara komisyonlar verilmek âdettir. Sen, kazara, Maliye Nazırı olunca elbette evvela bir istikraz akdedersin. Komisyonu cebe indirirsin.”

“Ya sonra paraları nereden ödeyeceğiz?”

“Paraları sen ödeyecek değilsin ya millet verecek, ondan sana ne, sen açıktan bir komisyon alacaksın.”

“Hilmi darılma ancak bunu ben söylesem kızardın. Malum Maliye Nazırı sizden, istikraz akdedileli de çok olmadı. ‘Herif, liraları cebe yerleştirdi.’ desene!”

“Haa. Bak orasını söyleyeyim. Sen söyleme, sen bir şey söylersen olmaz ancak ben söylerim, onun zararı yoktur. Hem bu söze hiç darılmam Neden darılayım? Bu gizli kapaklı değil ya böyle âdet olmuş.”

“Hiç de aşikâr bir şey değil ya ne ise peki, istikraz ettiğimiz ne olacak?”

“Allah Allah! Maliye memuru olacaksın yahu. İstikraz edilen para ne olur? Bütçe açığına konur. Sarf olunur. Devletin bunca maaş masrafı nereden kapanacak?”

Sabri Bey, işi daha ziyade latifeye dökerek:

“Birader benim bu nazırlık işine pek aklım ermedi.” dedi. “Hani hoşuma gitmesine gidiyor ya… Ancak ne bileyim karışık bir şey. Ben mebus olurum daha iyi.”

“Canım niçin aklın ermedi, neden karışık?” diye birkaç kişi birden soracak oldular.

“Ne bileyim? Karışık vesselam.” diye sözü kesmek istiyor gibi göründü ve biraz umumi bir sükût oldu.

Sabri Bey, biraz sokakta gelip geçenlere baktıktan sonra, bir latife olsun diye, semaverin yanında dördüncü çayını içmekte bulunan güler yüzlü, peltek dilli, yeşil sarıklı hocaya hitap edip:

“Hocam.” dedi. “Sen mebus olsan ne yapardın?”

Hoca ile çayhane halkının göz aşinalıkları eskiydi. Ancak kendisini çok iyi tanımıyorlardı. Hoca, çay bardağından dudaklarını çekerek ve gülerek:

“Geçen Meclis’te ne yaptımsa onu yapardım.” dedi.

Sabri Bey hayret ederek:

“Nasıl geçen Meclis’te?” diye sordu.

“Bayağı geçen Meclis’te. Biz de insan kıtlığında mebus tayin edilmiştik, bazı arkadaşlar bir kanun, madde madde kabul olunurken dikkatsizlik ile hem lehe hem aleyhe el kaldırırlardı. Ben, ‘Samiinden10 belki dikkat eden olur.’ diye, yalnız bir tarafa el kaldırır yahut gaflet basarsa hiç kaldırmazdım. Bu defa da intihap olunursam yine öyle yaparım.”

DEDİKLER

Vilayet Defterdarı Recai Bey, -otuz beş yaşlarında, ince uzun boylu, çiçek bozuğu sevimsiz bir adam- sabah erken evinden çıkmış. Çarşıya doğru giderken yolda Belediye Reisiyle buluştular, birlikte yürümeye başladılar. Defterdar, Reise:

“Dün neredeydiniz?” diye sordu.

Belediye Reisi -otuz beşle kırk arasında, iri yarı, ablakça yüzlü, kısa kesilmiş çember sakallı; Hukuk Mektebinde okuyup burada birkaç yıl avukatlık ettikten sonra, belediye reisi olunca avukatlığı bırakıp alışverişe başlamış, biraz da para yapmış. “Hırsızlık ediyor.” diye arkasında dağlar kadar dedikodusu olan ve “Camcının Hüsnü” diye anılıp memleketlileri arasında soysuz sayılan bir adam- Defterdar’ın sorduklarına birdenbire karşılık veremedi.

“Dün…” dedi. Biraz düşündü.

Belediye Reisi’nin ortakları vardır; fırkaya et, ot, arpa veriyorlar.

Bugünlerde ortaklar üç yüz liralık karışık bir hesap çıkarıyorlar.

Evinden çıkarken bunları düşünüyordu. Biraz kendini topladı.

“Ha!” dedi. “Mektepteydik. İnan olsun, içime doğdu: Ülen dedim. Bugün cuma, Vali Bey yeni gelen Ceza Reisi’ne Nümune Mektebini gezdirir, bizler de sürükleniriz. Evdekilere anlattık, bizi soran olursa ‘Çıktı.’ desinler. Ama Kumandan’ı görür müsün! Bir şeytanlık etmese içi rahat etmez. Ben Vali’den haber gelecek diye beklerken ‘Kumandan istiyor.’ demezler mi? İşimiz de var. İş için çağırdı sandım.

Yanına vardım, baktım Vali de orada. Anladım. Kumandan beni gördü, bıyık altından gülüyor. Bir şey değil, mektupçu çakacak. Herifin ağzında bakla ıslanmaz. Sezinledi mi hemen valiye yetiştiriyor.”

Defterdar sordu:

“Nasıl?” dedi. “Ceza reisi mektebi beğendi mi?”

“Beğenmez mi? Herif kurnaz. Dün orada tuhaf bir iş de oldu: Vali birinci sınıfa girdi, oğlanlar zırp ayağa kalktılar. Vali ‘Merhaba çocuklar!’ dedi, oğlanlar da ‘Merhaba Vali Bey babamız.’ diye sıkı bağırınca, Ceza Reisi’ne baktım, rengi uçtu, az daha Vali’nin arkasına saklanacaktı.”

Defterdar, Ceza Reisi’nin kısaca boyunu, omuzları arasına batmış kafasını, ufak kara gözlerini ve gülünce görünen ak dişlerini gözünün önüne getirip gülümsedi.

“Korkmuştur.” dedi.

“Korktu ya, Vali’nin arkasına kaçıverecekti!”

“Daha kimler vardı?”

“Kumandan vardı, Mektupçu vardı, Kadı vardı, bizim Hacı Salih’in Emin vardı, Mektupçu’nun yamağı vardı, Kâtib-i Mesul vardı… (Biraz düşündü.) İşte bunlar.”

“E, daha ne marifetler gösterdiniz?”

“Hep bildiğin şeyler. Vali dünden haber vermiş, oğlanları toplamışlar, biraz sümüklerini silmişler. Vali gene ‘musahabe’11 istedi, iki çocuk çıkardılar. Biri, o şaşı, karaman oğlan. Biri de Mal Hasan’ın öksüzü. Karşılıklı geçip ‘musahabe’ okudular. Ha, bir de yeni numara vardı. Vali oğlanlara soruyor: ‘Sizin ananız kimdir?’ Oğlanlar, ‘Vatan!’ diyorlar. ‘Müşfik babanız kimdir?’ Oğlanlar, ‘Siz Vali Beyi’miz.’ diyorlar. Oğlanlar bunu deyince Vali, Reis’e döndü: ‘Bunlar.’ dedi. ‘Bizi baba tanıyorlar.’ Reis sırıttı: ‘Aman efendim hepimiz öyle tanıyoruz.’ dedi. Ben, az daha gülecektim. Sonra tiyatrosu oynandı. İşte hep bildiğin şeyler!”

“Vali, Dedikler kitabından Reis’e vermedi mi?”

“Vermez olur mu? Reis yaman yağcı, herif bilir misin kitabı alınca ne dedi?”

“Ne dedi?”

“ ‘Efendim.’ dedi. ‘Mahviyet12 buyurup buna çocuklar için demişsiniz ama doğrusu bu bizler için!’ Gördün mü herif? Vali bayıldı! ‘Evet.’ dedi. ‘Biz çocuklar için yazdık ama içinde her şey vardır.’ Reis bastı yağcılığı. Bir saat ayakta benim belim koptu.”

“Vali çocukların arasına girip oturmadı mı?”

“Oğlanları bit saralı o numarayı kaldırdı.”

“Çocuklar bitli mi?”

“Bitli ya bakmıyorlar ki! Başlarına, o bunakla o yüzsüz oğlanı koymuş. On okka sabun yolladım, naftalin yolladım. Götürüp çarşıda satıyorlar. Oğlanların değiştirecek çamaşırları yok. Ama söylemeye gelmiyor ki… O yüzsüz oğlan Yaver’in tanıdığı. Bizim Vali çocuk gibi be! Kendisi de her şeyi biliyor ama Yaver’i kıramaz. Onlara her gün ‘Dedik.’ yazıp duruyor, gazetede okumuyor musun? Onlar hep Yaver’le o oğlan üstüne.”

“Benim hiç okuduğum yok.”

“Yok ama bir gün imtihana çekerse okumadığınız anlaşılırsa güceniyor. Bak, Mektupçu hepsini ezberlemiş. Çömezi de ezber biliyor. Kumandan bile birkaçını kolaylamış. Bir yol bana ‘nezafet13 dediği’ni sordu, bilemedim, iki gün surat etti. ‘Oturup kalma, işine bak.’ dediğini Kahveci Hacı’nın oğluna, kendi ezberletti.”

Defterdar’la Belediye Reisi, konuşarak belediye önüne kadar geldiler; oraya kadar da geldikten sonra havuz başında oturup birer sabah kahvesi içmek istediler. Kahvelerini daha yeni ısmarlamışlardı ki yeni Reis ile Candarma Kumandanı, Nüfus Müdürü, daha birkaç kişi de geldiler. Hep birlikte oturuldu. Biraz hoşbeşten sonra dünkü mektep sözü açıldı. Ceza Reisi korkak bir adam; bilmediği kimselerin yanında kendi düşündüklerini söylemek istemiyor. Yalnız gülüyor. Onun tatlı gülüşü de başkalarına hız veriyor. O güldü, ötekiler söylediler; en sonunda o da dayanamadı, dedi ki:

Dedikler’i bu akşam okudum. Bizim Vali Bey eskiden gelseydi peygamber olurdu. Dedikler, Kur’ansı yazılar. Sure sure. Her sure bir ‘dedik’ olmuş. Hem ne sureler!”

Reis bunları söyledi, söyler söylemez de pişman oldu.

“Aman bunlar aramızda kalsın.” diye yalvardı.

Hiç kalır mı? Ertesi günü Vali’ye yetiştirdiler. Daha ertesi günü de vilayet gazetesinde, “Gülme, kusur bulma, sen daha iyisini yap!” diye yeni bir “Dedik” çıktı!

ŞİMDİLİK DURSUN!

Birkaç sene Almanya’da tahsilde bulunduktan sonra felsefe doktoru olup memlekete dönen ve hâliyle tavrıyla kendine iyi kötü bir mevki de temin edip muallimliğe başlayan İbrahim Asım Bey, yirmi beş-yirmi altı yaşlarında bir genç, pek yakından tanıdığı bir arkadaşının Nişantaşı’ndaki evine gidip geldikçe birçok hanım kızlarla ve kız analarıyla tanıştı, ahbap oldu. Ve pek çok iltifatlar da gördü lakin bu ahbaplıklardan, iltifatlardan bir netice çıkmadı.

 

Ona denildiği günler oldu ki:

“Biliyor musun; falan buraya sık sık, ancak seni görmek için gelip gidiyor.”

O cevap verdi ki:

“Çok şey, hâlbuki bize hiç gelmedi!”

“Sen eğleniyorsun Asım Bey, hâlbuki o ciddidir!”

“Bilakis benden daha az ciddi görünüyor. Öyle başı açık bahislere karışıyor ki mevki müsait olursa ben sözü değiştirip ciddileşiyorum!”

Böyle cevaplar verirdi ve daima samimi mülazemetlerden14 kaçtı. Bunun neticesi olarak onun hakkında fena bir hüküm verdiler. Dediler ki:

“O göründüğü gibi ciddi bir adam değil, gönül eğlendirmeye çıkmış. Ondan hayır gelmez.”

Ve birçok kızlar hatta kız anaları ümitlerini kestiler, iltifat etmez oldular. Yalnız İsmet Hanım ki yaşı yirmiye yaklaşıyor ve her gün “Bu hayat böyle nereye varacak?” diye düşünüyor, her düşünceden sonra da “Henüz vakit varken ne yapıp yapıp bir iyi koca bulmalı.” kararını veriyordu. Çünkü hayat pahalıydı ve babasının elinde avucunda bir şey kalmamıştı; kardeşleri de kendi karılarını ancak güçlükle geçindirebiliyorlardı. Birçok şeyler de var ki lazım. Bunlara çare, tasarruf olmaz; yaz geldi, bir çift iskarpin ister. Bu yoktur olmaz, yalın ayak sokağa çıkmak kabil değil ki. İskarpin içinde insanın çorabı yırtık da olsa olur ancak iskarpin yırtık olur mu? Ya gidilip bir başka mahallede oturmalı veyahut zaman neyi istiyor, götürüyorsa çaresiz, sen de yapacaksın! Bunun için de evvela kazanıp getiren bir koca bulmalı. Yahut Güzide gibi, gizli dost kullanmak var ancak bu da sonu gelir bir şey değil. Yarın yaşı bir parça geçince dost, adamı sokak ortasında bırakır gider. Ondan sonra hayat artık baştan kara. Yok, elbette bir koca bulmalı, koca, elbette genç olsa, güzel olsa daha iyi fakat olmazsa… Olmazsa da ziyan yok, yeter ki yalnız kendisi adam olsun, eli para tutsun! Bir defa Asım’a tasadüf edince ondan kolay kolay elini çekemedi. Bildiği, becerdiği kadar onu tutmaya, avlamaya uğraştı. İltifat etti. Dalgın ve bedbaht göründü. Kıskandırmak istedi. Şiir meraklısı, ev kadını görünmeyi birer birer tecrübe etti; hiçbir netice çıkmadı. Hiçbir netice çıkmayınca biraz izzetinefsi yaralanmakla beraber yine vazgeçmedi. Açık görüşüp izdivaç teklifinde bulunmaya karar verdi. Ev sahibesi olan Saide Hanım’dan rica etti ki bir tesadüf hazırlayıp onların hiç olmazsa birkaç saat yalnız görüşebilmelerini temin etsin. Böyle de bir tesadüf hazırlandı. Saide Hanım, “Beş dakikaya kadar gelirim!” diye gitti; tam üç saat eve dönmedi. Tabii Asım meseleyi anlamış, bir parça sıkılmıştı. İsmet Hanım da şimdi bu mecburi mülakatı tertip etmiş olduğuna pişman gibiydi. Öyle ya zorla güzellik olur mu? İnsan kızar da “Evet!” diyecekse de “Hayır!” der. Bu sebeple bir müddet sözü başka taraflarda dolaştırdı. Ve nihayet karar verdiği gibi, açık bir izdivaç teklifinde bulunamadı. Sordu ki:

“Asım Bey! Siz hakikaten evlenmek fikrinde değil misiniz? Yoksa…”

Asım, “Asıl bahse geliyoruz.” diye düşündü. Yapraklarını çevirdiği kitabı bırakıp kızın gözünün içine gözlerini dikerek:

“Nasıl?” dedi. “Bir kadın ile yaşamak?.. Evet. Böyle bir ev, bir aile, bir salon. Böyle şeyler yapmak fikrinde değilim!”

“Bir kadınla yaşamak? Yani şey gibi mi?”

“Metres gibi mi?” diye soracaktı fakat utandı ve yüzü kızardı.

“Hayır, bayağı zevce olarak nikâhlı filan yaşamak. Metres değil.”

“O hâlde, ben sizin dediğinizi anlamadım.”

“Anlaşılmayacak bir şey yok. Bir kadın olur, benden hoşlanır, ben de ondan hoşlanırım. Hükûmetten izinname çıkar, imam da vukuat ilmühaberini doldurur; oluruz karı koca. O başka erkeklere yüz vermez. Ben de başka kadınlara sokulmaktan kurtulurum. Birlikte yaşarız. Hatta ikimiz bir odada bile olabiliriz. Böyle masraf da az olur; bir karyolayla bir dolap da o getirir. Sabah olunca o işine gider, ben de işime giderim. Akşam olunca birleşiriz. İşte böyle yaşar gideriz. Kazandığımızı bir yere toplarız. Eğer o razı olmazsa masrafı müştereken veririz; herkesin kesesi ayrı olur, işte böyle.”

“E… Ev işlerinizi kim yapacak?”

“Benim odanın işlerini bir kör Ermeni karısı var, o yapıyor. Zaten ev işi nedir? Ben bir tek odada oturuyorum. Döşeme linolyum15 döşeli. Odada bir demir karyola var, bir büyükçe masa, ki üstüne beyaz bir örtü örtüyorum, yemek masası olur; kaldırınca yazı masası. Bir de kitap dolabı var, bir de duvarda asacak. Bir de masanın altında keçe parçası, üç-dört tane de meşin kaplı sandalye. Bitti! (Etrafına bakarak) Benim odam buradan çok temizdir. (Ufak tefek eşyayı göstererek) Nedir bu maskaralıklar? Bu halılar? Bunlar temizlenir mi? Bu nedir, bu perdeler? Bunlar rezalet! Benim odamın sürme keten perdeleri vardır; ben yaptırdım; perdeleri açınca oda güneş dolar, kapayınca dışarıdan hiç aydınlık görünmez.”

“E… Sizin hanım, memure hanımlardan mı olacak?”

“(Omuzlarını silkerek) Bir iş sahibi olsun da ister memure olsun ister terzi olsun. İster odada işlesin ister dükkânda!”

“Affedersiniz Asım Bey ama bu sizinki hayal. Hiç böyle şey nerede görülmüş? Bizim memlekette böyle şey olur mu? Zengin olsun, fakir olsun kadının kendi işi var, erkeğin kendi işi. Mesela şimdi, Saide Hanım olmasa bu ev döner mi?”

“Böyle karışık bir şey Saide Hanım’la da dönmez! Siz zannediyor musunuz ki bu ev dönüyor? Ev sahibi benim arkadaşım, İsmet Hanım boğazına kadar borç içinde!”

“E… Sizin çocuklarınız olmayacak mı? Onlara kim bakacak? Onları da yetimhaneye mi vereceksin?”

“Saide Hanım’ın çocuklarına kim bakıyor? Günde bir defa yüzlerini gördüğü var mı acaba? Yahut süt… Onlara kim süt verdi? Hem bizim çocuğumuz olmak lazım gelirse karı kocanın biraz parası olur. Aralarında kararlaştırırlar, kadın kaç ay işten kalacak; fevkalade masraf ne kadar olacak, ona göre kadın doğurur; bir sene, ihtiyacın derecesine göre, iki sene de süt verir. Buna göre kadın da meşgalesini tebdil edebilir. Karı koca fakir olursa uzun zaman bakamaz. Yahut işlek kadın olur, hem ona bakar hem işler! Bizde zavallı köylü kadınlar ne yapıyor? Elbette böyle zamanda erkek de fazla yardım eder. Olur gider, ne olacak? Zaten ömür dediğin nedir?”

İsmet, dudaklarını büküp omuzlarını silkerek:

“Bilmem.” dedi. Biraz sükûttan sonra ilave etti:

“Ee… Siz böyle bir hanım bulabileceğinize emin misiniz?”

“Değilim.”

“O hâlde?”

“O hâlde ben de evlenemiyorum ya! Kendi kendime yaşıyorum. Çalışıyorum.”

İsmet Hanım, gözlerini piyanonun köşesine dikerek daldı. Zihnen hiçbir şey düşünmüyor, yalnız “Asım Bey latifeyi bırak ciddi konuşalım.” demek istiyor fakat hafif bir rehavet, biraz da cesaretsizlikle susuyordu. Asım, bıraktığı kitabı tekrar eline alarak:

“Ve…” dedi. “Hayat da bunları böyle istiyor, zaruri böyle olacaktır. Her sınıf halk, bulunduğu tabakada buna gidecek. Bir zaman olacak ki İstanbul mahallelerinde birbirine sabah kahvesine giden ve ev işi diye sabahtan akşama kadar ufacık, temizlenmek ihtimali bulunmayan evler içinde uğraşıp gece ölü gibi yatan kadınlara tesadüf olunmayacak; ekmek azalıyor, İsmet Hanım. Hem yalnız şehir kadınları değil, işlemeyen erkekler de işleyecek. Bak görürsün.”

“İşlemezse, alışmamış iseler?” diye sordu.

“Dilenir, kendini satar ve nihayet bir köşede ölür gider. Bu böyledir.”

Heyecan içinde bir tatlı buseyle bitecek bir mülakat tatsızlıkla kapandı ve nihayet uzun sükûtlar ile bitti.

Saide Hanım:

“Nasıl?” diye İsmet’e sorduğu vakit:

“Hiç!” dedi. “O hayal içinde, ne onun düşündüğü kadın vardır ne de olur. O da öyle gidecek!”

Fakat bu sözlere rağmen zaman öyle geldi ki İsmet, Fazıl Paşa’da bir hanımın açtığı terzi mektebinde işlemeye başladı. Maharet gösterdi, eline de beş-on para geçti. Bir müddet böyle geçtikten sonra bu terzihanenin işi yürümedi, bunu kapadılar; İsmet de işsiz kaldı; bir hayli ümitlenmiş iken birdenbire tekrar meyus oldu. Fakat iyi dikiş çok para ediyordu. Selanikliler bir terzihane açtılar, bu defa İsmet de orada çalışmaya başladı. İş iktizası şekli kıyafetinde de bir ufak tebeddül16 oldu. Saç yapmak muhtasarlaştı. Tırnak meselesi ortadan kalkar gibi oldu.

Sabahtan akşama kadar ayakta durmak hesabıyla da ökçeler alçaldı. Fakat burada da çok kalamadı; fena bir taarruza uğradı; reddetti, reddedince artık orada durmak olmadı. Bir zaman tekrar işsiz kaldı. Sonra kendi evinde çalışan, Fikriye Hanım isminde bir hanımla beraber çalışmaya başladı. Bir bluzdan yirmi lira, otuz lira aldıkları oluyordu. Nihayet, işi o raddeye geldi ki İsmet’in validesi:

“Kızım işlemezse bizim hâlimiz ne olacakmış bilmem!” demeye başladı. Ve bunlar çok zaman içinde olmadı.

Bir gün tesadüf sokakta Asım’la karşı karşıya geldiler. Gülüştüler, konuştular. Asım dedi ki:

“İsmet Hanım, bak şimdi o dediğiniz şey olabilir!”

İsmet güldü ve cevap verdi:

“Evet ancak sizin aileniz yok. Benim ise pederim pek ihtiyar olduğu için para, Allah bilir, evin masrafının yarısını kapamıyor; ben, şimdi cuma günleri de bir piyano dersi bulsam… Onları bırakmak nasıl olur?”

“Zarar yok. Muayyen17 bir miktarı geçmemek üzere beraber yardım ederiz.”

İsmet düşündü, bağlanıp bağlanmamakta bir lahza tereddüt etti ve sonra, “Bakalım!” diye cevap verdi. “Şimdiki hâlde vaktimiz var, yine görüşürüz.”

1İrat etmek: Söylemek.
2Tehalük: Can atma, çok isteme.
3Tevzi etmek: Dağıtmak.
4Ricat: Vazgeçme.
5Hazirun: Hazırda bulunanlar.
6Taravet: Tazelik.
7Sarkldoryan: Cercle d’Orient adında ünlü ve önemli bir kulüp.
8İstikraz: Borçlanma.
9Akdetmek: Sözleşme yapmak.
10Samiin: Dinleyiciler.
11Müsahabe: Konuşma, görüşme.
12Mahviyet: Alçak gönüllülük.
13Nezafet: Temizlik.
14Mülazemet: Devamlı gidip gelme, bağlanma.
15Linolyum: Yer döşemesi olarak kullanılan muşamba.
16Tebeddül: Değişme.
17Muayyen: Belirli.