Kitabı oku: «Veysel Çavuş»
Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayatın içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmelerinden sonra Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.
HİKÂYELER
VEYSEL ÇAVUŞ 1
Bugün, dört sene evveli düşündüm; bir akşamdı, güneş gurup etmiş, yerlere gecenin rengi iyice çökmüştü. Yalnız güneşin gurup ettiği noktada, ufak evlerin esmer gölgeleri fevkinde birkaç küçük âvâreser2 bulut kanatlarını germiş, dinleniyor gibi görünüyordu.
Toprak duvarların kenarından yürüyerek eve geliyordum. Gönlümde, geçen günün yorgunluğu, hayatımın değerinden fazla bir melali vardı. Bir sokağın köşesini dönerken ona tesadüf ettim. Bir şey söylemek, bir kelime ile onu tatbik etmek istedim:
“Siz de gidiyor musunuz?” diye sormuşum.
Karşımda, sanki zabiti karşısında imiş gibi metin ve püredep duruyordu.
Bu, kardaşım gibi sevdiğim, bu kahraman, bu açık gönüllü askerin bu gece hâlinde, gözlerinde bir buğu, bir dalgınlık vardı.
O gün muhtarlara daha tembihatı resmiye yok iken bir gizli ses, bir zefiri girizân,3 ordu emrini bütün kulaklara dökmüştü.
Redifler4 toplanıyormuş!.. Herkesin çehresinde bir edayı istifhamkârâne vardı. Evet muayyenli, muayyensiz bütün redif silah altına…
Temmuz nihayetiydi, harmanlar yeni dövülmeye başlamıştı. Alelhusus akim bir senenin tazyikini hissediyorduk. O sene bu civarların en ümitli tarlaları nihayet bire dört verdi.
Bu davet zevcesinin, ihtiyar babasının muayyeni olmayan fakir çiftçileri düşündürdü; bu davet hepimizin kalbinde bir yangın görülmüş, bir umumi hastalık çıkmış gibi, bir tesiri meşum5 uyandırmıştı.
Fena zamanlarda idik, başımızda birçok felaketler döndüğünü zannediyorduk ve şu küçük kasabada yalnız biz, birkaç kişi, artık öğreniyor idik ki hükûmet bizi aldatıyor, bizim itaatimizi suistimal ediyor, binlerce cahil insanın bir mânâyı dindarâneyi havi olan itimatlarını çiğnemek gibi azim6 bir cinayet irtikâp olunuyordu.
Gazeteler bir şey yazmadılar bize resmî, sahih hiçbir malumat vermiyorlardı. Yalnız ortada en ciddi havadisi terk edip en vahi hurafeyi isal7 eden bir dedikodu dolaşıyor idi.
Birkaç gün evvel, iki jandarma neferi, Sinekli ile Çerkezköy mevkileri arasında demir yolunun altına mahirane vazolunmuş, doksan kiloluk bir dinamit kitlesi buldular. İşte, o senenin vakayii bu hadise ile başlar.
İkinci Ordu mıntıkasında iğtişaşı idareye8 çalışanlar o noktada, Sinekli Ormanları arasında hattı bozmak, Şimalî Avrupa’dan gelen sürat katarını parçalamak istemişlerdi.
Telaş ettik, heyecan içinde kaldık. Demek düşmanlar bu kadar yakın gelebiliyorlardı. Sonra korkunç rivayet teakup9 etti ve işte nihayet ordu emri ulaştı. Bütün redif silah altına…
Bu tedarikât şimale doğru, Bulgarlara doğru idi. Bunu görüyorduk. Lakin Bulgarları yalnız zannediyorduk. Yalnız onları teşci edenler vardı. Bunun için harmanını, çocuklarını yalnız bırakan askerlerimizin nereye gideceklerini, bizi hırpalayan bu düşmanın kim olduğunu bilmiyor, tayin edemiyorduk. Çünkü 1293 Felaketi’nden10 sonra, ne vakit küçük dostlarımızdan birinin cüretini görsek böyle düşünmeye mecbur idik.
Ordu toplanıyordu. Harmanını alacaklılarına devrederek, kimsesizler evini Allahı’na emanet ederek askere gidiyordu. Çiftçilerin bütün mahsulünü elinden alıp onları daima mecbur-ı müracaat bırakan zahire muamelecilerinin elinde, daha ilk gün itibar-ı umumi bir köpük gibi söndü. O zaman kimsesizlerin akıbetleri zahir olmuştu. Lakin ordu, yine Hüda pesendâne bir itaatle toplandı.
Şimdi, Veysel Çavuş’a tesadüf edince akşamın karanlıkları içinde bizim için meçhul düşmanlarla uğraşmaya giden bu kahramanın, bu güzide askerin çehresinde o fecayii ihtiyaciyeyi,11 yalnız bırakılacak genç zevcesine, yabancı ellerin mürüvetine terk edilecek harmanına ait fecayii, onun pürvakar çeşmanına bir gölge çöktüren bu şeyleri görerek ona muzdaribâne sormuşum:
“Siz de gidiyor musunuz?”
“Evet.” diye cevap verdi.
“Harmanını bitirdin mi?”
“Yeni başlamıştım!”
Veysel Çavuş’u iki sene evvel Trablus’tan terhis edilmiş bir asker olarak tanımıştım, o benim komşum idi. Altı sene hizmet ettikten sonra, güneşten yanmış çehresi ile buraya geldiği vakit ihtiyar ninesini ölmüş kulübesini harap olmuş, yıkılmış buldu idi.
Azim bir sabr-ı tahammül ile çalıştı, evini tamir etti; bir çift öküz, kira ile de bir tarla tedarik etti. Nihayet şuradan bir köyden evlendi. Daima sakin, vakur çalışıyordu. İlk önce tanımıyordum, sonra bir kere tesadüfen görüşte onu sevdim, hayran oldum. O güzide bir asker idi.
Sonraları onun bahtiyarlığını gördükçe memnun olurdum. Onun çehresine baktıkça, onunla konuştukça “Memleketinin gayrete olan ihtiyacını anlamış, onun için çalışıyor.” derdim.
Fakat o bu ihtiyacı nereden, nasıl öğrenmiş bilmiyordum. Belki askerlikten belki bülent himmet12 bir zabitin lisanından… Herhâlde bu müsait fıtrat üstünde rahim, halim bir fikrin tesir-i amiki13 kalmıştı. Ona milletini sevdirmiş, gönlüne şanlı ve muntazam yaşamak için bir heves vermişti.
Daima az söylüyor, çok çalışıyordu. O da benim gibi hakikati görmediği hâlde hükûmetten, heyet-i memurinden emin değildi. Bu hâlin neticesi onu düşündürüyordu. Düşündüğüm, arzu ettiğim gibi afif, saf bulduğum bu adama hürmet eder, takdir eder, onu böyle severdim.
Veysel şimdi gidiyor. Elbette pek çok şeylere muhtaçtır. Belki yarın evine üç-beş kuruş bırakmayacak diye düşünüyor, ona muavenet etmek istiyordum.
“Veysel Çavuş.” dedim. “Sana muavenet etmek isterdim eğer bir siparişin varsa…”
Sözlerimi ikmal edemiyordum. Vücudum yorgun, kalbim gayet metanetsizdi. Belki bu zaafı hissiyat taşar diye korkuyordum. O, mütevekkilâne cevap verdi:
“Eksik olmayın, ben de sizden bir şey rica edecektim.” dedi. Sonra teessürle ilave etti:
“Bizim kadın kimsesizdir, bir can yoldaşı yoktur! Komşu namusu, Allah’tan sonra size emanet, kapınızda hizmet eder…”
Bunları söylerken o kahraman yüreğinde, o kurşuna deldirdiği sinesinde bir şey kopuyor, acıyor zannettim. Sesinde öyle bir edayı mahsusâne vardı. Onu temin ettim, teselli etmek istedim. Sarıldık, veda ettik. Bir gün sonra onlar gittiler. Önde davul çalarak… Arkalarında birer beyaz torba, ayaklarında çarık… Çok gözyaşı yadigâr bıraktılar, tabur merkezine gittiler.
Sıcak bir gündü. Kumlu yollar uzakta dağların sırtında belli oluyordu. Onları kasabanın kenarına kadar teşyi ettim. Dua oldu. Sonra üç kere bağrıştılar, ben de sessizce ağladım.
Onlar gittikten sonra her yer tenha kaldı, mübadelât-ı ticariye14 durmuştu, herkes yeni haberlere intizar ediyordu.
Sararmış yapraklar dökülüyor, melul bir sonbahar çehresini gösteriyordu. Bir taraftan tedarikât tezayüt ediyor, Edirne’ye mühimmat-ı harbiye sevk ediyorlardı; Rus zırhlıları İğneada önünde idi. Harekât-ı iğtişaşiye15 reisi Şişmanof Istranca’da dolaşıyordu…
Siyah bez feraceli, beyaz başörtülü fakir, kimsesiz kadınların belediye dairesi önünde toplandıklarını görüyorduk; memleket bunlara yardım ediyordu. Veysel’in zevcesi bizim evde idi. Saf, dindar bir kadın imiş. Evin içinde gölgesi bile görünmüyor, sessizce çalışıyor, daima görülecek bir iş buluyordu. O saffet-i masumanesi ile bizim ihtiyarların kalbinde de bir mevkii mümtaz kazandı. Ara sıra birisi odamın kapısını açar:
“Veysel Çavuş’tan mektup geldi mi? Hatice Kadın soruyor” derdi.
Vâkıâ hepimiz Veysel’in mektuplarını bekliyorduk. Fakat sadece üç mektup geldi. Bizim taburu Vize’ye, Smakov’a gönderdiler. Sonra Tırnovacık’a sevk olundu. Daha sonra hudut kulelerine tevzi ettiklerini duyduk. Kış geliyordu. Ağustosun son günleri yağmurlu ve soğuk oldu. İstanbul gazeteleri “Hedaya-yı Şitaiyye!”16 tafsilatı ile doluyor boşalıyordu.
O zaman, bir arkadaşla konuşurken benim şüphelerime o cevap vermişti:
“Görünüyor ki Rus siyâsiyunu17 bizi bir harbe sevk ediyorlar. Avrupa’da da düşmanlarının bitaraf kalamayacağı bir harp çıkarmak istiyorlar. Yoksa Makarof, İğneada’ya mazlum Türkleri müdafaa etmek için mi geldi zannedersin.” dedi.
Evet bu doğru idi. Rusya Mançurya’daki tuzaktan kaçıyor, onun için filosunu gönderiyor, onun için tükenmez bir ümmid-i tevessüle, bir ümmid-i istilakârâne ile meşbu olan Bulgarları ayaklandırıyordu. Yurdumuzu boş bırakıyor, ordumuzu işgal ediyordu. Hâlbuki biz o harbe girişmek istemiyorduk. Onun için o kadar masraf, o kadar fedakârlık neticesizlikle sönüyordu. Yalnız soğuk bir kâbus arasında bir rüya görür gibi hırsız kovalıyoruz, askerimiz daima kaçan düşmanın arkasında; şu tepenin üstünden şu çatağın içine doğru koşarak, yuvarlanarak onu bir çalının kökünde bulup ezememekten mütevellit fütur içinde sürünüyordu. Pek çok haberler duyduk, felaketler geçirdik, bir büyük harbe mahsus masarife katlandık, ziyan gördük, keder çektik, bütün bu unutulmaz dertlerin neticesi yine bir hiç oldu. Fakat fena bir hiç! Çünkü diyorlardı ki o zaman Balkanlar’da elli dört bin kişi ziyan oldu.
Yoksa ne Rusya düşündüklerini yapabildi ne de Bulgaristan bir karış toprağa hak kazandı!.. Nihayet Japonya hücuma başladı. Rusya’nın İğneada’daki ihtiyar kahramanı, ufkun ötesinde talihin ona hazırladığı kısmete doğru koştu, gitti.
Mançurya sahralarının karları altında sönen bu vakanın ilk safahatı başlarken biz de yavaş yavaş rediflerimizi terhis ettik. Ancak her eve neşe ve saadet getiren bu avdet bize matem getirmiş idi.
Çünkü Veysel gelmedi. Şehit olmuş… O zaman kalbimde, arkadaşlarının getirdiği bu kara habere inanmak istemeyen bir ukde-i iştibah18 vardı. Sonra bir gün Edirne’de iken Mülazım Nâfiz Efendi, Veysel’in vefatı hakkında bana tafsilat verdi:
“Zabornova hudut kulesinde idik.” diye başladı. “Şarktan bizim tarafa geçen Bulgar komitelerini takip ediyorduk. Orman içinde onların kendilerine mahsus işârat ile emin ve muayyen yollar vardır. Faraza, bazı en sık bir korunun ortasında ağaçlara asılmış iki kemik görürsünüz. Buna mana veremezsiniz hâlbuki bu bir istikamet gösterir.
İnsan bu işâratın lisan-ı sameti arkasında mümkün olduğu kadar emin olarak hududu geçebilir, sonra mevâkii askeriye civarında da böyle bazı işaretler vardır. Biz keşfedebildiklerimizi pusu tertip ederek bekliyorduk. Komiteden, fedaiden başka çapulculara da tesadüf ediliyordu. Ahalisi şarka doğru firar eden köylerin hayvanlarını sürü ile kaçırıp satmak isterlerdi. O zaman bu maksatla ormanlar içinde dolaşan pek çok Bulgar tevkif edildi.
Bir gece, yerde biraz kar vardı. Rüzgâr hafif fakat soğuk esiyordu. Ben pusuda idim. Veysel Çavuş da on kişi ile devriyeye çıkmış idi. Zaman zaman mehtap karların üstünde parlıyor, ormanda titrek gölgeler peyda ediyordu. Bir aralık sol tarafımızdan fakat uzaktan, dere içinden devamlı silah sesleri gelmeye başladı. Hemen kuleye koştum. İki devriye kolu tertip edip gönderdim. Ateş devam ediyordu ve biz sabırsızlıkla haber bekliyorduk. On dakika sonra iki nefer, arkalarında Veysel Çavuş’u getirdiler. Yanağından kan akıyordu. Gözleri kapanmış, koğuşun kirli aydınlığı altında çehresi mahuf19 ve sarı idi. Bütün askerler koştular, onu yatağının üstüne uzattılar. Biz şaşkınlıkla onda eser-i hayat ararken, getiren neferlerden biri yeis ve teessür ile titreyerek ‘Öldü, öldü…’ diyordu. Evet, kurşun Veysel’in yanağından girmiş ve biçareyi derhâl öldürmüş…
Bu hakikat aramızda anlaşıldıktan sonra bu yiğit, bu dilaver silah arkadaşının etrafında hepimiz mebhut20 ve müteessir kaldık. Getiren nefer tafsilat veriyordu: ‘Kalova kulesine giden yol üstünde ve dere içinde birdenbire tesadüf etmişler, ateş başlamış ve ilk hamlede Veysel düşmüş. Düşman da üç ölü bırakarak kaçmış. Kendi kendime, Veysel’e yazık oldu dedim. O bir bölüğe mukabil feda edilmeyecek bir Türk idi, yazık…
O esnada pusudan ateş sesleri gelmeye başladı, Veysel’in üstünü örttük, pusuya doğru koştuk… Biraz sonra Veysel’in arkadaşlarından biri daha şehit oldu. Bu da dilber bir asker, bir onbaşı idi. Anadolu’nun yetiştirdiği o fevkalade askerlerden biri…
O gece, sefil iki kurşunla itmam-ı hayat eden, itmam-ı vazife-eden bu iki Türk, bu iki silah arkadaşı, yağmurluklarının altında yan yana uyudular.
O gece sabaha kadar hiçbir ses, onların mukaddes uykularını rencide etmedi. Bütün asker bu iki kıymettar cesedin yanında, şehitlerin başı ucunda hürmetle, teessürle sabaha kadar beklediler. İçlerinden biri de ince, hazin, nalekâr bir sesle yavaş yavaş Kur’an okuyordu. O gece yedi kişilik bir çete elde ettik. Üç tanesi öldü, ötekiler kaçarken pusuya düştüler, biraz müdafaadan sonra teslim oldular. Ertesi günü de kulenin arkasında, orman içinde bir meydancığın orta yerinde iki silah arkadaşını yan yana gömdük. Yalnız dün ile bugün arasında bir fark var ki benim nikbin gönlümü teselliye kâfidir.”
1908
KİVİ
Kardeşim, panayırdan yeni bir beygir almış; bu haberi gelip bana söyledi. Bizim gibi köyde, kırda oturanların ata, beygire meraklı olması çok görülmez. Hemen dışarıya koştuk. Benden evvel çoluk çocuk bütün ev halkı, hayvanı temaşaya çıkmışlar.
Oh! Hakikat güzel bir hayvan. Bir Rus kadanası kadar semiz, sağrısında pul pul kestane dorusunun baklaları açılmış, bunu cambazlar İstanbul’dan getirmişler…
“Çekin bakalım şöyle!”
Önden baktık, arkadan baktık… Âlâ, hiç diyecek yok. Baktıkça hepimiz güzel bir tarafını buluyorduk. Yaşı da pek geçkin olmasa gerek. Tuhaftır, bende beygir merakı vardır da hayvanın yaşından pek anlamam. O kadar tarif ederler, bir türlü anlayamadım. Ezberleyemedim.
“Lakin pek kalın. Bilmem binmeye yarayacak mı?”
Kardeşim, derhâl müdafaa etti:
“Ne demek! Mükemmel tırıs gideceğine şüphem yok. Cinsi halis Rus…”
“Evet hele araba için hiç diyecek yok.”
“Şöyle bir binsen de görsek.” dedim. Derhâl hepsi bu söze ortak çıktılar.
“Evet, bir binseniz de görsek.” dediler.
Kardeşim, biraz nazlandıktan sonra bindi. Fakat tuhaf… Hayvan biraz ziyadece yorgun olacak. Üç kere bacaklarını sallayıp karnına vurmadıkça, dizginleri bir-iki tartmadıkça yerinden kımıldamıyor.
“Sen gelirken bunu biraz fazlaca yormuşsun galiba!”
“Ne diyorsun ağabey! Hayvan üç gündür yol geliyor. Ta İstanbul’dan gelmiş…”
Derhâl tasdik ettik, bizimkiler de iştirak ettiler. Yalnız Seza bize gülüyordu. Yaramaz kız, neyle olsa eğlenmek ister.
“Samiye, sen ne dersin?” Samiye beğeniyordu lakin hepimizden ziyade seven, beğenen kardeşimdi.
“Adını ne koyacağız?”
Evet, bir mesele! Güzel bir isim olmalı. Hepsi bir isim söylüyordu. Samiye “Uslu koymalı.” dedi. Seza, “Akıl mı danışacaksınız?” diye alay etti. Annem “Derviş olsun.” dedi. “Sonra, ona bir de tekke bulmak ister!” diye alay ettiler. Birader Fehime’ye, onu nasıl koşacağını hele arabayı uçuracağını anlatıyordu.
“Kuş gibi, bir saatte kasabaya!”
Seza öteden cevap verdi:
“Kanatsız Kuş koyalım, Kanatsız Kuş…”
“Kanatsız Kuş olur mu?”
“Olmaz mı belki vardır!”
“Hayır. Nerede duyulmuş?”
“Vardır ya! Değil mi dayı bey?”
“Evet, Avustralya’da yaşayan bir kuş varmış ki kanatları yokmuş hatta kanat kemiklerinden de eser yokmuş. Uzun gagasını yumuşak topraklara sokar, otların kökündeki yaşlılığı emerek yaşarmış.”
“Neydi onun adı?”
“Kivi! Yerliler Kivi derlermiş.”
“Tamam, bu adı koyalım.” dediler. Olur, olmaz; bir kısmı kabul etti, bir kısmı etmemiş göründü, hayvanın ismi de Kivi kaldı.
Zavallı Kivi, bizim yaramazların elinden neler çekti yahut bizim yaramazlar ondan ne çektiler!..
Ertesi gün sabahleyin, daha kahvemi içmeden Seza koşarak geldi. Gülmekten bayılıyordu.
“Aman dayı bey, gel de biçarelerin hâlini gör. Selime budalası da onlarla beraber…”
“Neden? Ne olmuş?” dedim.
Beygir çekmiyormuş; sabahleyin dere kenarına inmişler, kardeşim de bu gece meraktan uyumamış, sabahleyin erkenden beygiri arabaya koşmuşlar. Hâlâ onunla uğraşıyorlarmış.
Gittim baktım, doğru. Kardeşim arabanın üstünde, valdeyi de bindirmişler. Hemşire, Samiye, dadı da binmiş… Beş kişi. Beygir bir adım atmıyor… Arabada iki kişi olursa yürüyormuş…
Canım, bu beygir sayı bilmiyor ya! Dördü, üçü nereden hesaplayacak! İnin bakalım. Sahiden yürüyor. Yine bindiler, beygir hemen duruyor. Seza başta olmak üzere, hepimiz gülüyorduk. Yalnız Selime ile birader gayet ciddi, hayvanı yürütmeye çalışıyorlardı.
“Hamut dar gelmesin? Arabanın kolları mı dar acaba?”
Hayır. Kivi’nin tabiatı anlaşılıyor. İki kişi, bir de arabacı olursa gidiyor fakat tırıs değil haa! Adım adım… Yokuş geldi mi duruyor, herkes iniyor, ondan sonra yokuşu çıkıyor…
İhtiyar hala söze karıştı:
“Yine şükür ya yokuşta arabayı çözün de sürükleyin deseydi, ne yapardınız?”
“Canım kardeşim, sen alırken buna bakmadın mı?”
Kardeşim telaş içinde, kan tere batmış, hepimize kızıyordu. Bir taraftan vuruyor bir taraftan da:
“Canım, hayvan pekâlâ gidiyordu, siz şaşırtıyorsunuz. Bakın nasıl gidiyor.” diyordu.
Seza durur mu:
“Aman dayı bey, nefes almayalım, hayvan sonra şaşırır!..”
Selime arabanın içinde, başörtüsü dağılmış, dizginleri tartıyor; kardeşim de yerden vur bre vur, kamçılıyordu… Tepmiyor, ısırmıyor, çifte atmıyor fakat bildiğinden de şaşmıyordu.
Seza, yine gülerek Samiye’ye söz atıyor:
“Samiye, hakkın varmış, keşke adını uslu koysaydık…”
Sonra bana dönerek:
“Dayıcığım, bunu bu sene köyün ihtiyar heyeti intihabına çıkarırız. Eminim ki kazanır… Biz de gidip akıl danışırız!..”
Bir çoban çocuğu geliyordu, kardeşim ona seslendi. Dizginin bir tarafından o tuttu, bir tarafından da bizim Yakup. Kardeşime de artık kamçının ters tarafını çevirip vurmak kaldı. Ha gayret! Dövdüler, çektiler, vurdular… Kivi adım adım gidiyor…
Sabah güneşi yakıyordu. Hepimiz döndük. Onlar, Yakup, Selime ve kardeşim, üçü ancak öğle yemeğine gelebildiler.
Selime’ye sordum:
“Nasıl Selime?” dedim.
“Gidecek dayı.” dedi. “Hayvan fena hayvan değil, biz koşmayı bilemedik. Bizim İstanbul’daki beygirler de yeni alındıkları vakit böyleydiler.”
“Nasıl, böyle adımlarını sayıyorlar mıydı?”
Birader cevap verdi:
“Canım, adım saymayı da siz ilave ediyorsunuz. Seza’nın marifetleri…”
Birader, gözleriyle Seza’yı arıyordu; yüzüne karşı, “Senin marifetlerin!” diye bağıracaktı. Fakat ben kardeşimin tabiatını bilirim, onun bu kadar muvaffakiyetsizlik üzerine derhâl beygiri kasabaya gönderip ucuz pahalı sattırması lazım gelirdi. Ben taraftar değildim.
“Neyse zararı yok, sakın satma, dolapta filan kullanırız.”
“Ne diyorsunuz? O beygir yürüyecek. Ben onu dolaba koşar mıyım! Bakınız bir-iki sabah talim edelim, değil mi Selime?”
Seza, kapı yanında dinliyordu. Son heceyi biraz çekerek:
“Sezaaa!” diye seslendi.
Ben şaştım. Kardeşim de bu garip tabiatlı Kivi’yi çok sevmiş olacak. Kim bilir belki de dedikleri doğrudur. Lakin tuhaf, Selime’de bir durgunluk var gibi.
O gün akşamüstü Kivi’yi derede yıkayacaklarmış. Hepsi dere kenarına inmişler. Bir ara Fehime geldi:
“Sizi istiyorlar.” dedi.
Kalktım, gittim. Bir de ne göreyim! Beygir yatmış suyun içine, manda gibi yuvarlanıyor. Yuları Selime’nin elindeymiş, birdenbire beygir suyu görünce doğru suya girmiş, Selime’yi de dizlerine kadar sürüklemiş… Kardeşim hem kızıyor hem bana teminat veriyordu.
“Hayvan susuzluktan yanmış…”
Seza gülerek cevap veriyordu:
“Yahut kalabalıktan şaşırmış…”
Ertesi sabah kalktım, kardeşimi sordum. “Arabayı koştu, beygirle uğraşıyor.” dediler. Selime de beraber!..
O da iyi merak sardı ha!.. Bir ara dadı da onlarlaymış.
Seza dedi ki:
“Dadının rivayetine göre bir türlü tırıs yürütemiyorlarmış..”
O gülüyordu, ben bir şey anlamadım. Samiye’nin gözlerinde de bir yaramazlık uçuşuyordu. Öğleye doğru ikisi de geldiler.
“Nasıl, terakki var mı?”
Samiye kesik bir kahkaha kopardı. Kardeşim ona cevap verdi:
“Siz eğlenin.” dedi. “Biz beygiri adam edelim de görürsünüz!”
“Adam etmeye lüzum yok, sadece beygir olsun yeter…”
Aradan bir-iki gün geçti. Bir sabah erken kalkmıştım, yukarı çıktım. Avluda kimseler yok. Hizmetkârlar erkenden çifte gitmişler. Kardeşim Kivi’yi ahırdan çıkardı, koştu. Selime çit kapısını açtı. İkisi yan yana arabaya kuruldular. Yavaş yavaş dere boyuna doğru gittiler. O zaman anladım ki Kivi at olmayı öğreniyordu. Bunu, oradakilere de söyledim. Hepsi tasdik etti. Bu kadar ihtimamdan sonra… Tabii değil mi ya! Bir gün de Selime’yi yakalamış kulağına bir şeyler söylüyor; o kaçmak istiyor, dinlemiyor, inkâr ediyor gibiydi.
Aradan ne kadar geçti bilmem, herhâlde bir haftadan ziyade değildir. Kasabaya gidip gelmiştim, çoluk çocuk kırlarda şöyle bir akşam seyranı yapıyorduk.
Gözüme araba ilişti. Kivi’nin başlığını çıkarmışlar, rahat rahat otluyor ve düz çayırın üstünde arabayı da aheste aheste gezdiriyor. Sonra ağaçların kuytu bir kenarında batan akşam güneşine karşı açılmış beyaz şemsiyenin altında ikisi yan yana uzanmışlar ve şüphesiz Kivi’nin taliminden başka tatlı bir meseleden sohbete dalmışlardı.
Uzaktan onlara seslendim:
“Bu zavallı Kivi sizi pek fena yoruyor galiba!..”
Tabii bir kahkaha fırtınası koptu, hepimiz oraya gittik. Pek çok terakki de onun için… Ancak hiç şüphe yok ki Kivi’de de çok terakki olmuş. İstersek bunu tecrübe edeceklerdi ve ettiler de…
Yavaş yavaş birlikte köye döndük. Seza’ya sordum:
“Kivi hakkındaki fikrin Seza?”
“Terakki değil, olmuş bitmiş bir şey.” dedi. Selime’nin kolunu sıkarak onu pek fena mevkide bırakan bir kahkaha salıverdi. Kardeşim güya, bunları işitmiyordu.
Birkaç gün sonra enişte bey geldi. Artık buna ciddi bir renk vermek lazımdı. Şöylece aile arasında görüştük. İhtiyar halaların, teyzelerin, bütün bir yaz bize misafir gelen bu hısım akrabanın fikrini sorduk. Dadılar, bacılar sevinçlerinden biraz ağladılar.
Bir akşam ihtiyarlar otururken kardeşimi çağırdık:
“Bak.” dedim. “Birader Kivi’nin talim terbiyesinde gösterdiğin dikkat ve gayretinden pek memnun olduk hatta buna mükâfaten enişte beyin, mübarek halan, teyzelerin, nineciğin ve nihayet işte ben sana Selime’yi veriyoruz. Beraberce talim ve terbiyeye alıştırırsınız… Sen de aldın, kabul ettin demektir. Haydi, enişte beyin elinden öp, onlar da senin alnından öpsünler, biçare Kivi’de elinizden kurtulsun! Seza’ya da sıra gelsin.”
Kızlar kapıdan dinliyorlardı. Böyle de oldu. Sonra ben, zihnen düğünü köyde yapmaya karar verdim.
“Canım, nasıl olur! Kızın hiçbir şeyi yok. Olur mu? Gel yapma…”
Dinlemedim. İstanbul’a kadar anneme gönderdiğim ufak tefek alım haberinden sonra, sadece bir gün tedarikiyle bütün aileyi topladık. Bir gece kasabadan imam efendi geldi, erkekler bir tarafa toplandık. Nikâhı kıydık.
Benim haberim yok… Seza kızları hatta köy kızlarını da başına toplamış, beyaz yeldirmeler, beyaz örtüleriyle Kivi biçaresini de süslemişler hatta tellemişler, arabaya da çiçekler takmışlar…
Tam nikâh bitti, köy âdeti üzere alaya buyurun demezler mi?
“Ne alayı?”
“Gelin alayı!..”
Olur olmaza yer yok, her şey hazırlanmış. Köylüler için bir kat davul zurna getirtmiştim, onlar öne düştüler, gelin hanımı arabaya bindirdik, Kivi’nin o aheste adımıyla üç defa köyü dolaştırdık; kadınlar, kızlar arabanın önünde, erkekler biraz uzakça, arkadan gelini örttük, kapadık. O zavallı elimizden kurtulmak için havanın soğukluğundan, üşüyeceğinden bahsediyordu. Kim dinler, düğünümüzü yaptık.
Aradan üç-dört ay geçti, kardeşimin artık Kivi’yi satacak zamanı gelmişti fakat bir şey söylemiyordu. Sonra bir gün cesaret ederek:
“Bu adam olur şey değil.” dedi. “Müşteri de çıkmış iken…”
Ben, Seza’nın yüzüne baktım, o gülümsüyordu.
“Bana kalırsa…” dedim. “Siz onu satmayınız. Kivi sizin çok zahmetinizi çekmiş bir emektardır. Onu çok hırpalamıştınız. Hem bir gün gelir, kim bilir hangi sebeple gönüllerde bir hırpalamak ihtiyacı doğarsa Kivi elde bulunsun. Ne dersin Seza?”
1912