Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Bin mumlu ev», sayfa 3

Yazı tipi:

Dördüncü Bölüm
GÖLDEN GELEN SES

Pencereye koşup geceye baktım. Eve gelirken içinden geçtiğimiz orman geceyi kuşatmış gibiydi. Büyük bir ağacın dalları camlara değiyordu. Bates’in dibimde olduğunu fark ettiğimde pencerenin kilidini kurcalıyordum.

“Bir şey oldu mu, efendim?”

Sükûnetini kaybetmeyişi beni öfkelendirdi. Birileri pencereden bana ateş etmişti ve vurulmaktan kıl payı kurtulmuştum. Bu hizmetçinin durumu kabullenişindeki endişesizlik beni öfkelendirmişti.

“Bahsetmeye değer bir şey değil. Birileri beni öldürmeye çalıştı, o kadar,” dedim sakin ve ironik olmayı başaramayan bir sesle. Hâlâ pencerenin koluyla uğraşıyordum.

“İzin verin, efendim.” Pencerenin kanadını kolaylıkla açması öfkemi daha da köpürttü.

Uzanıp saldırganıma dair bir ipucu bulmaya çalıştım. Bates başka bir pencereyi açarak benimle birlikte karanlık manzarayı izledi.

“Dışarıdan bir atıştı, değil mi efendim?”

“Elbette öyleydi. Kendime ateş ettiğimi düşünmüyorsun, öyle değil mi?”

Kırık pencereyi inceledi ve masanın üzerindeki mermiyi aldı.

“Tüfek mermisi olduğunu söyleyebilirim.”

Mermi duvarla teması neticesinde kısmen yassılaşmıştı. Uzun kalibreli bir mermi kovanıydı ve tüfekle de tabancayla da ateş edilmiş olabilirdi.

“Bu çok tuhaf, efendim!” Öfkeyle ona doğru döndüğümde, yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle bir metal parçasını beceriksizce evirip çevirdiğini gördüm. Birden, sanki korkularımı yatıştırmak istermiş gibi devam etti. “Büyük ihtimalle bir kaza kurşunu. Muhtemelen çocuklar gölde ördeklere ateş ediyorlardı.”

Öyle ani bir kahkaha patlattım ki Bates panikle irkildi.

“Geri zekâlı!” diye gürledim iki elimle yakasını kavrayıp adamı hırsla sarsarken. “Seni ahmak! Buradaki insanlar her gece ördeklere ateş mi eder? Bir fili öldürecek kuvvette silahlarla su kuşlarını mı avlarlar? Sırf eğlence olsun diye pencerelerden insanlara mı ateş ederler?”

Onu masaya doğru ittirince masa geriye kaydı ve Bates yere düştü.

“Kalk ayağa!” diye emrettim. “Bir fener getir.”

Hiçbir şey demeden ona söylediğimi yaptı. Ön kapıya uzanan uzun, kasvetli koridorda ilerledik. Onu önden koruya gönderdim. Bölgenin coğrafyasına dair pek bir bilgim yoktu ama keşke bu mülkün civarını bizzat inceleseydim zira belli ki tehlikeli insanlar vardı. Çok öfkeliydim ve birden kendi içine çekilen Bates’in peşinden ilerlerken öfkem gitgide artıyordu. Biraz sonra yemekhane penceresinin ışığıyla aydınlanan yerde durduk.

Zemin, ayaklarımızın altında çatırdayan yapraklarla doluydu.

“İleride ne var?” diye sordum.

“Koruluk çeyrek mil kadar devam ediyor, efendim. Sonra da göl var.”

“İlerle!” diye emrettim. “Doğruca göle!”

Az sonra eve doğru gelirken içinden geçtiğimize benzer kaba bir çalılığa takıldım. Bates biraz önümde kendinden emin ilerliyor, ara sıra durup dalları yolundan çekiyordu. Öfkem giderek sönerken aptalca bir girişimde bulunduğumu hissettim. Zeminin karakterine bakılırsa neredeyse denizde sayılırdım. İki saat öncesine kadar hiç görmediğim ve bana karşı tavırlarının tamamen planlı olduğundan şüphelenmeye başladığım bir adamın peşinden gidiyordum. Pencereden ateş eden adamın etrafta gizlice dolaşmasına ihtimal yoktu ve dahası, fenerin ışığı, yaprakların ve kırılan dalların çatırtısı yaklaştığımızı ona haber veriyordu. Ancak ben, hiçbir şeyde olmasa bile hata yapmakta ısrarlı bir insandım. Böylece gölün kenarına ulaşmak için ciddi bir kararlılıkla rehberimin peşinden ilerlemeye devam ettim. Bu tuhaf mülkteki bekçinin üzerindeki otoritemi kullanmaktan başka bir nedeni de yoktu bunun.

Bir çalı sertçe yüzüme çarpınca yüzümün acıyan kısmını ovuşturmak için durdum.

“Canınız yandı mı, efendim?” diye sordu Bates endişeyle ve fenerle birlikte bana döndü.

“Tabii ki hayır,” diye çıkıştım. “Hayatımı yaşıyorum! Bu ormanda patika falan yok mu?”

“Var denemez, efendim. Koruyu olduğu gibi bırakmak Bay Glenarm’ın fikriydi. Tomrukların arasında yürüyüş yapmayı çok severdi.”

“Geceleri değildir umarım! Neredeyiz şu an?”

“Göle epey yaklaştık, efendim.”

“O halde devam edelim.”

Bu patikasız korulukta Bates ve itiraf etmem gerekirse, büyükbabam John Marshall Glenarm’ın ruhu sabrımı taşırıyordu.

Çakıllı bir sahile vardık. Bates aniden bir döşemeye ayak bastı.

“Burası Glenarm rıhtımı, efendim. Şurası da kayıkhane.”

Fenerini yanımızdaki alçak bir yapıya doğru salladı. Sessizce oturmuş yıldızları izlerken uzaklardan bir küreğin suya daldığını ve bir kanonun suyun üzerinde usulca kaydığını duydum.

“Bir sal, efendim,” diye fısıldadı Bates, feneri paltosunun içine saklayarak.

Yanından geçerek rıhtımın ucuna doğru ilerledim. Kürek, durgun suya sessizce ve sakin bir hareketle daldı ama ses gitgide zayıflıyordu. Kano, insanoğlunun en zarif, en hassas, en esrarengiz buluşlarından biriydi. Onun kürekleriyle en sessiz kıyılarda yıldızları suya daldırabilir ya da hayallerinizdeki rıhtıma sessizce yaklaşabilirdiniz. O sinsi cup sesini hemen tanımıştım ve o küreği kullanan elin eğitimli olduğunu anlamıştım. Çocukluğumun Maine koruluğunda geçen yazlarının tamamen boşa geçmediğini sık sık fark ediyordum.

Anlaşılan, kanonun sahibi Glenarm rıhtımına sessizce yanaşmış ve koruluğu geçerek buraya geldiğimizi seslerden anlayınca panikleyerek uzaklaşmıştı.

“Burada bir tekne var mı?”

“Kayıkhane kapalı, anahtarı da yanımda değil, efendim,” diye yanıtladı Bates heyecansız bir sesle.

“Tabii ki yanında değil,” diye çıkıştım. Sesindeki o kusursuz saygı bir yandan, kendi çaresizliğim öbür yandan öfkeyle doldurmuştu beni. Burayı gün ışığında bir kez bile görmemiştim. Ardındaki koruluk da ayaklarımın dibindeki göl de benim için karanlık, gizemli yerlerdi. Ayağımı öfkeyle yere vurdum.

“Geri dönelim, düş önüme,” diye gürledim.

Koruluğa doğru dönmüştüm ki, birden suyun karşı tarafından bir ses çalındı kulağıma. Bir kadının derin, melodik ve temkinli sesi.

“Gerçekten, yerinde olsam bu kadar öfkelenmezdim!” dedi. Öfkeden bahsederken kısa bir an duraksamıştı.

“Kimsin sen? Orada ne yapıyorsun?” diye bağırdım.

“Sessiz sakin düşünüyorum biraz!” diye ağır, alaycı bir cevap geldi.

Suyun ilerisinde küreğin suya daldığını ve kanonun hareket ettiğini duydum. Bir anlığına belli belirsiz bir figür görür gibi oldum. Sonra yok oldu. Göl çevresindeki koruluk bilinmez bir dünyaydı. Kano, rüya teknesi. Ses bir kez daha yükseldi:

“İyi geceler, neşeli beyefendiler!”

“Bir hanımefendiydi, efendim,” dedi Bates, bir süre sessizce bekledikten sonra.

“Ne kadar da zekisin!” diye çıkıştım. “Sanırım burada hanımlar geceleri sinsice dolaşmaya çıkıp ördeklere ya da insanların evlerine ateş ediyorlar.”

“Oldukça muhtemel görünüyor, efendim.”

Onu göle atmak hoşuma giderdi ama feneri yanında sallayarak ilerlemeye başlamıştı bile. Peşine takılarak ağaçların arasından eve doğru ilerlemeye başladım.

Büyük kütüphanenin hoş etkisi ruhumu hızla sardı. Şöminedeki ateşi karıştırıp canlandırdım ve onca yürüyüşün yorgunluğuyla önüne oturdum. Gelişimi dikkat çekici kılan olay beni şaşırtmış, kafamı karıştırmıştı. Küçük yemek odasında başımı az bir farkla ıskalayan merminin, kötü niyet taşımayan serseri bir kurşun olma ihtimali vardı gerçekten. Ama atışın gölün oradan yapıldığı düşüncesini hemen eledim. Bir kere camı güçlü bir şekilde delip geçmişti. Üstelik bir tüfek mermisi bile olsa o yoğun ağaçların arasından hiçbir engele takılmadan eve kadar ulaşması akla hayale sığmazdı. Birilerinin bana rasgele ateş açtığı düşüncesinden kurtulmakta güçlük çekiyordum.

Kadının gölden gelen alaycı sesi de kafamı karıştırıyordu. İnsanın kırsalda yaşayan bir kızdan duymayı bekleyeceği bir ses değildi. Ayrıca ateş ve lamba güvencesinde olmayı akla getirecek denli serin bir ekim akşamında, gölde bir kadının oluşu herhangi bir getir götür işiyle açıklanabilecek gibi değildi. Suyun karşısından gelen o son haykırışta insanı rahatsız eden bir şey vardı. Kulaklarımda tekrar tekrar yankılanıyordu. Niteliğin, terbiyenin ve cazibenin sesiydi.

“İyi geceler, neşeli beyefendiler!”

Indiana’daki köylülerin, ister genç ister yaşlı olsun, ister er-kek ister kadın olsun, böyle yumuşak bir selamlama usulü olduğunu sanmıyordum.

Bates tekrar belirdi.

“Affınızı rica ederim efendim, ancak dinlenmek isterseniz odanız hazır.”

Bir saat bulma umuduyla etrafa bakındım.

“Evde vakti gösteren bir şey yok, Bay Glenarm. Büyükbabanız onlara çok karşıydı. Saatlerin, kendi deyimiyle, aylaklığa yol açtığına dair bir teorisi vardı. Bir insanın kendi hislerine göre çalışması gerektiğini düşünürdü efendim, saatlere göre değil. Bir varlık, diğerinden müşkülpesent olabilir derdi.”

Saatimi çıkarırken gülümsedi. Hem Bates’in ciddi tonlamaları hem de büyükbabamdan alıntı yaparken yüzünün aldığı katı ifadeydi sebep. Ama bu adam beni şaşırtıyor ve kızdırıyordu. Mütevazı siyah elbiseleri, güzelce taranmış saçları, tıraşlı yüzü içimde bir düşmanlık uyandırıyordu.

“Bates, eğer o silahı pencereden içeri sen ateşlemediysen, kim yaptı? Bunun cevabını verebilir misin bana?”

“Evet, efendim. Ben yapmadıysam kimin yaptığı oldukça önemli bir soru. Bunu öğreneceğim, efendim.”

Adama baktım. Bakışlarıma gözünü bile kırpmadan karşılık verdi. Sesinde de duruşunda da hiçbir küstahlık emaresi yoktu.

Devam etti:

“Ben yapmadım, efendim. Yemekhane camının kırıldığını duyduğumda kilerdeydim. Merminin dışarıdan geldiğini söyleyebilirim, efendim.”

Bates için gerçekler ve sonuçlar şüphe götürmezdi. Suçu ona yıkma çabamda pek de güvenilir biçimde aklanmadığımı hissettim. Ona söylediğim çirkin sözler, en hafif tabiriyle, patavatsızca olmuştu ve şimdi de başka bir hücum hattı deniyordum.

“Elbette, Bates, sadece takılıyordum sana. Peki bu konuyla ilgili senin teorin nedir?”

“Bir teorim yok, efendim. Bay Glenarm beni teorilere karşı hep uyarırdı. İzniniz olursa, derdi ki, kurguya yatkın zihinlerde büyük bir tehlike yatarmış.”

Adam hafif bir İrlanda aksanıyla konuşuyordu ki bu da beni şaşırtmıştı. Konuşma tuhaflıkları her zaman ilgimi çekmiştir. İrlandalı hizmetçi sınıfının şivesi değildi bu. İngiltere doğumlu olan Larry Donovan, zaman zaman Bates’in bu yumuşak ve akıcı tonlamalarından tamamen farklı olan abartılı bir İrlanda aksanı kullanırdı. Ama bu adamda konuşmasından başka, beni şaşırtan çok şey vardı.

“Kanodaki kişi? Ona ne diyorsun?” diye sordum.

“Bir şey demiyorum, efendim. Bu topraklarda hiçbir kadın, hatta bizim dışımızda hiç kimse yoktur.”

“Ama komşular var. Çiftçiler, göl kıyısında yaşayan insanlar olmalı.”

“Çok az, efendim. Batı duvarınızın biraz ilerisinde de bir okul var.”

Mülk sahibi oluşuma yaptığı hafif gönderme, kendi deyimiyle benim duvarımdan bahsedişi beni memnun etti.

“Ah, evet. Bir okul. Kız okulu? Evet, Bay Pickering bahsetmişti. Ama kızlar bu mevsimde, gecenin bu saatinde gölde kürek çekmez, ördek avlamaz, ne dersin Bates?”

“Onların ateş ettiğini sanmıyorum, Bay Glenarm. Her açıdan oldukça sıkı bir okul olduğunu tahmin ediyorum, efendim.”

“Peki öğretmenleri? Hepsi kadın mı?”

“Yanılmıyorsam kendilerine St. Agatha Rahibeleri diyorlar. Bazen onları yürüyüş yaparken görürüm. Oldukça sessiz komşulardır ve yazın Rahibe Theresa dışındakiler burada bulunmaz. Okul onun evidir, efendim. Duvarın yakınlarında bir de küçük bir şapel var. Genç papaz orada yaşar ve onun dışındaki tek erkek de bahçıvandır.”

Demek kapı komşularım Protestan rahibeler ve okul kızlarıydı. Araya bir de papaz ve bahçıvan karışmıştı. Yine de papaz sosyalleşmek için faydalı olabilirdi. Büyükbabamın vasiyetinde bir din adamıyla ahbaplık kurmamı engelleyecek bir madde yoktu. Hatta bana kalırsa oyunun bir parçasıydı bu da: Yapılacak başka hiçbir şey olmadığından ruhum bir taşra papazı tarafından gözlenecekti. Böylelikle ben de dikkatimi mimari çalışmalarına yöneltecektim. Gardiyanım ve kâhya Bates özenle sakalını sıvazlıyordu.

“Bana hücremi göster,” dedim kalkarak. “Yatayım.”

Bir yerlerden büyük, pirinç bir şamdan çıkardı. Üzerinde bir düzine mum vardı.

“Bu Bay Glenarm’ın alışkanlığıydı. Yatağa giderken hep bunu kullanırdı. Eminim sizin de kullanmanızı isterdi, efendim,” diye açıkladı.

Adamın sesinde bir titreme duyar gibi oldum. Büyükbabamın anısı onun için önemliydi. Düşündüm ve onun için üzüldüm.

“Ne kadar zamandır Bay Glenarm’la birlikteydin, Bates?” diye sordum koridorda peşinden ilerlerken.

“Beş yıl, efendim. Siz yurtdışına gittiğiniz yıl bana iş verdi. Bu konudan bahsedişini çok iyi hatırlıyorum. Size büyük bir hayranlık duyuyordu, efendim.”

Elinde bir yığın mumu taşıyarak geniş basamaklardan bana yol gösterdi.

Üst kattaki giriş de bütün evin genel havasını yansıtıyordu ama burada duvarlar beyazdı ve göz yoruyordu. Zemine gelişigüzel bırakılmış tahtalar vardı ve gevşek tahtalar ayaklarımızın altında tıkırdarken mumların ışığından ötedeki karanlıkta hayaletimsi yankılar beliriyordu.

“Umarım çok hayal kırıklığına uğramazsınız, efendim,” dedi Bates kapıyı açmadan önce bir süre bekleyerek. “Kesinlikle tamamlanmamış bir oda ama rahat olduğunu söyleyebilirim. Çok rahat.”

“Kapıyı aç!”

O benim ev sahibim değildi ve özür dilemesinden hoşlanmamıştım. Yanından geçerek küçük bir oturma odasına girdim. Bir yanıyla alt kattaki büyük kütüphanenin minyatür bir versiyonu gibiydi. Her tarafta zeminden tavana kadar uzanan açık raflar kitaplarla doluydu. Yalnızca küçük bir şöminenin, dolabın ve duvara bitişik bir masanın bulunduğu kısımlar boştu. Odanın tam ortasında, üzerinde özenle dizilmiş yazı malzemeleri bulunan uzun bir masa vardı. Şık bir kılıfı açtığımda tasarımcı aletleriyle dolu olduğunu gördüm.

Yüksek sesle inledim.

“Bay Glenarm bu odayı çalışmak için kullanırdı. Aletler bizzat onun, efendim.”

“Lanet olasıcalar!” diye haykırdım huysuzca. En yakın raftan bir kitap alıp açık halde masaya fırlattım. Kule: Savunma Amacıyla Kullanıldığı İlk Dönemler. Londra: 1816.

Kapağını sertçe kapadım.

“Yatak odası yanda, efendim. Umarım…”

“Artık hiçbir şey umma!” diye gürledim. “Ayrıca hayal kırıklığına uğrayıp uğramamamın hiçbir önemi yok.”

“Kesinlikle hayır, efendim!” diye yanıtladı kendimden utanmama neden olan bir sesle.

Bitişikteki yatak odası küçük ve az mobilyalıydı. Duvarlar boyasızdı ve sadece İngiliz katedralleri, Fransız şatoları ve mimarinin en iyi başka örneklerini sergileyen çizimlerle renklenmişti. Yatak en bilindik demir karyolalardandı. Diğer mobilya parçaları da fayda esasına göre seçilmişti. Valizlerim ve çantalarım buraya taşınmıştı. Bates kapıdan bir emrim olup olmadığını sordu.

“Bay Glenarm her zaman yedi buçukta kahvaltı ederdi, efendim. Tabii bir saati yokken tutturabildiği kadarıyla. Ama oldukça dakikti. Tarzı biraz tuhaftı, efendim. Geceleri etrafta dolaşmayı çok severdi ve kimse peşine düşmezdi.”

“Ben pek gezineceğimi sanmıyorum,” diye bildirdim. “Ayrıca büyükbabamın kahvaltı saati benim için de çok uygun, Bates.”

“Başka bir şey yoksa, efendim…”

“Bu kadar. Ayrıca, Bates…”

“Buyurun, Bay Glenarm.”

“Gerçekten de bana ateş ettiğini ima etmiyordum, anlamışsındır muhakkak.”

“Bahsini açmaya bile değmez, Bay Glenarm.”

“Ama biraz tuhaf bir durumdu. Eğer bu konuda bir şeyler öğrenirsen lütfen beni bilgilendir.”

“Elbette, efendim.”

“Ama geceleri güneşlikleri çeksek iyi olur. Görünüşe bakılırsa bu civardaki ördek avcıları çok dikkatsiz. Sen de bugün ve bundan sonraki akşamlarda buradakileri örtebilirsin.”

O dediklerimi yaparken saatimi kurdum. İtiraf etmeliyim ki kalbimin bir parçası hâlâ bu adamın yemek odasının penceresinden bana ateş eden adamla bir suç ortaklığı olduğundan şüpheleniyordu. Güneşliklerin açık olmasının biraz tuhaf olduğunu düşünüyordum ama bir yandan da bu durumu, bu henüz tamamlanmamış tuhaf evin sıradan ev bakımı ritüellerine tam manasıyla tabi olmamasına yorabilirdim. Bates şüphelerimin farkındaydı kuşkusuz ve düz yeşil güneşliklerin sonuncusunu çekerken konuşmaya başladı:

“Bay Glenarm bunları asla çekmezdi, efendim. Onun sözleriyle tekrarlamam gerekirse, derdi ki onları açık severmiş. Bunlar doğuya bakan pencereler ve büyükbabanız da güneş ışığının onu uyandırmasından büyük bir keyif alırdı. Tuhaflıklarından biri de buydu, efendim.”

“Şüphesiz. Çekilebilirsin, Bates.”

Ciddiyetle bana iyi geceler diledi. Ben de kapıya kadar peşinden gidip cebinden çıkardığı tek bir mumun ışığıyla uzaklaşmasını izledim.

Birkaç dakika boyunca ayak seslerini dinleyerek aşağıdaki koridorda ilerleyişinin izlerini sürerek bekledim. Eve dair bildiklerimin müsaade ettiği kadar elbette. Sonra, bilinmeyen bir yerden bir kapının kapandığını ve sürgünün çekildiğini duydum. Doğrusu gardiyanım özen gerektiren alışkanlıkları olan biriydi.

Seyahat çantamı açıp içindekileri tuvalet masasına yaydım. Bütün maceralarımda yanımda katlanabilir, deri bir fotoğraf çerçevesi taşımıştım. İçinde babamın, annemin ve büyükbabam John Marshall Glenarm’ın portreleri vardı. Küçük oturma odasındaki şömine rafına yerleştirdim onu. Bu gece dünyada hiç olmadığım kadar yalnız hissediyordum kendimi. Bir dostluğa ihtiyacım vardı ve içimde bir şefkat titreşti. Büyükbabamın sert, ihtiyar gözlerine yeni ve meraklı bir ilgiyle baktım. Babamın evine düzensiz ziyaretleri olurdu. Ama babam onu bahsetmeye gerek görmediğim çeşitli şekillerde mutsuz etmişti. Babamın ölümü de beni kendi eylemlerimle iyice büyüttüğüm bir yabancılaşmaya sürüklemişti.

Glenarm’a ulaşınca aklım tekrar Pickering’in büyükbabamın mülkünün değeriyle ilgili tahminine takıldı. John Marshall Glenarm oldukça tuhaf bir adam olsa da büyük bir servet biriktirmeyi başarmıştı. Ama ben vasinin, öldüğünde nispeten fakir olduğunu söyleyişini dinlemiştim. Vasiyetin şartlarını böyle kolaylıkla kabul edip kendimi hakkında hiçbir şey bilmediğim bir bölgeye hapsederek olağan danışma kanallarına erişimimi de kendim engellemiştim. Glenarm’daydım ve yılın sonuna kadar burada kalmalıydım. Benden ne kadar kolay kurtulduğunu düşündükçe Pickering’e olan öfkem arttı. Kendimi hep en az onun kadar keskin zekâlı olduğumu söyleyerek tatmin etmiştim ama şimdi, acaba aptallıkla onun gücüne mi boyun eğdim diye düşünmeden edemiyordum.

Beşinci Bölüm
KIRMIZI BİR İSKOÇ BERESİ

Parlak ekim sabahına yenilenmiş bir yalnızlık hissiyle baktım. Penceremin önünde bir ağaç kalabalığı vardı. Kimileri hâlâ neşeli renkler taşıyordu. Kızıl, kahverengi ve altın sarısı. Tam karşıda, şaşırtıcı bir canlılıkta parlak yeşil ağaçlar da vardı. Fitilli kadifeden bir gezinti ceketi giyip ayağıma ağır ayakkabılar geçirdim. Dışarıda tur atmaya hazır, aşağı indim.

Büyük kütüphane sabah ışığında daha da geniş görünüyordu. Fransız pencerelerden birini açıp taş terasa adım attım ve oradan evin dış cephesini daha net gördüm. Mazgalları ve iki kulesiyle güncellenmiş Tudor tarzındaydı. Kulelerden birinin henüz yarısı tamamlanmıştı ve hem yarım kulede hem de evin diğer kısımlarında işçi iskeleleri hâlâ duruyordu. Taş ve kereste yığınları büyük bir düzensizlikle etrafa dağılmıştı. Ev kısmen bir geçidin kenarına dek uzanıyordu. Geçitten ince bir dere göle doğru akıyordu. Teras, kütüphanenin hemen dışında büyük bir balkona dönüşmüştü ve altında su tatlılıkla ağır taş sütunlara çarpıyordu. İki güzel ve sade köprü geçidi bölüyordu. Biri ön girişe, diğeri arka girişe yakındı. Büyükbabam bu eve asil bir planla başlamıştı ama ağaçların arasına gömüldüğünde perspektif noksanlığı çekiyordu. Yine de göle doğru uzanan bir yanında hoş bir çayır vardı. Çayırı bölen tek şey bir su kulesiydi ve batı tarafındaki ayırıcı duvarın ardında küçük şapeli gördüm. Aynı yönde, biraz daha ilerideyse St. Agatha binalarının dış cepheleri, başka bir koruluğun arasından belli belirsiz seçiliyordu.

Kibar rahibelerin ve okul kızlarının komşum olduğu düşüncesi beni eğlendirdi. Tek isteğim, duvarın kendilerine ait tarafında kalmalarıydı.

Arkamda Bates’in dikkatli adımlarını duydum.

“Günaydın, Bay Glenarm. Umarım iyi dinlenmişsinizdir, efendim.”

Duruşu ciddi, sesi saygılı ve gece gibi renksizdi. Sabah ışığı solgun benzini ortaya çıkarmıştı. Onu inceleyişimi oldukça sakin karşıladı. Aslına bakılırsa ona dair en güzel şey gözleriydi.

“Burası Bay Glenarm’ın platform dediği yer. Sanırım Hamlet’te geçiyordu, efendim.”

Yüksek sesle güldüm. “Elsinore: Kalenin Önündeki Platform.

“Bay Glenarm’ın küçük meraklarından biri denebilir, efendim.”

“Peki ya hayalet? Danimarka’nın öldürülen hükümdarı gündüzleri nerede yatıyor?”

“Korkarım henüz tamamlanmadı, efendim! Gördüğünüz gibi, Bay Glenarm, bu ev tamamlanmış değil. Merhum beyefendi bütün planlarını gerçekleştiremedi.”

Bates gülümsemedi. Hiç gülümsemediğini düşündüm ve John Marshall Glenarm’ın adamın mizahtan yoksunluğuna takılıp takılmadığını merak ettim. Büyükbabamın insanlara takılma konusunda korkunç, ironik bir yeteneği vardı ve büyük ihtimalle bu hizmetçiye de takılarak eğleniyordu.

“Ne zaman isterseniz kahvaltıya geçebilirsiniz, efendim.” cümlesini duyunca yemekhaneye gittim.

Tabağıma bir gazete konmuştu. Chicago’nun günlük gazetesinin sabah baskısıydı. Dünyadan tamamen kopmamak için herhalde, başlıklara göz gezdirdim.

“Büyükbabanız gazeteyi nadiren incelerdi. Bay Glenarm daha çok eski zamanlarla ilgilenirdi. İfademi bağışlayın efendim ama pek çağdaş değildi.”

“Bu konuda çok haklısın Bates. Görüşleri de tam anlamıyla ortaçağa aitti.”

“Bu ifade için teşekkür ederim, efendim. Onun bunu kendi için söylediğini sık sık duyardım. Sade omlet, büyükbabanızın çok sevdiği bir yemekti. Umarım siz de seversiniz, efendim.”

“Çok güzel olmuş, Bates. Ayrıca kahven de nefis.”

“Teşekkür ederim, Bay Glenarm. Elimden geldiğince işte, efendim.”

Beni pencereyi görecek şekilde oturmuştu. Rahat ve güvende hissetmem için gösterdiği özeni takdir ettim. Kırık cam, bir gece önce beni kıl payı ıskalayan kurşunun hikâyesini anlatır gibiydi.

“Bugün tamir ederim, efendim,” dedi Bates, cama baktığımı görünce.

“Burada bir yıl geçirmem gerektiğini biliyorsun. Şartları bildiğini varsayıyorum,” dedim, birbirimizi anlamamızın iyi olacağını hissederek.

“Kesinlikle, Bay Glenarm.”

“Ben öğrenciyim, biliyorsun. Tek istediğim yalnız kalmak.”

Bunu ona bildirmekten çok kendimi rahatlatmak için söylemiştim. Karşımdaki adam kuşkusuz Pickering’i temsil ediyor ve emirleri de ondan alıyordu ama benim de otoritemi az da olsa ortaya koymam iyi olabilirdi.

“Bir iki gün içinde ya da işte buraya alışır alışmaz, çalışmak için kütüphaneye yerleşeceğim. Sabahları yedi buçukta kahvaltı, bir buçukta öğle yemeği, yedide de akşam yemeği verirsin bana.”

“Bunlar tam da merhum beyefendinin saatleri, efendim.”

“Çok güzel. İstediğin yemeği yapabilirsin. Sadece koyun çorbası, etli börek ve konserve çilek yemem. Teneke kutulardaki çilekler, Bates, insanın neşesini yükseltecek şekilde yetiştirilmiyor.”

“Sizinle tamamen aynı fikirdeyim, efendim, affınıza sığınarak.”

“Ve faturalar…”

“Onları Bay Pickering karşılıyor. Evin masrafları için bana bir ödenek gönderiyor.”

“Sen de şimdiye kadar ona rapor veriyordun, öyle mi?”

Bir kibrit çakarak puromu yaktım ve dumanı yok olana dek dikkatle izledim.

“Sanırım durum bu, efendim.”

Baskı altında olmak, özgürlüğünüzün kısıtlandığını hissetmek, ispiyonlandığınızın farkında olmak pek hoş değildi. Hiçbir şey söylemeden ayağa kalkıp hole çıktım.

“Kendinize ait bir anahtar istersiniz herhalde,” dedi Bates peşimden gelerek. “Bahçe duvarındaki kapılar için iki, St. Agatha kapısı için bir anahtar var. Bakın, hepsi işaretli. Bu ev kapısının anahtarı. Şu da dün gece istediğiniz kayıkhane anahtarı.”

Eşyalarımı açmakla geçen bir saatin ardından araziye gittim. Pickering’e buraya vardığımı haber vermemin iyi olacağını düşünerek ona bir telgraf çekmek için Annandale’e doğru yola koyuldum. Serin hava ve iç açıcı güneş ışığı birden içimi hafifletti. Gece vakti tuhaf ve karanlık görünen, gündüz vakti gayet açıktı.

Bir gece önce araziye girdiğimiz kapıyı zorlanmadan buldum. Taş duvar pek ince değildi elbette. İşçiler tarafından hakkıyla yapılmıştı ve kafamdan bu duvarın muhtemel maliyetini şaşkınlıkla hesaplamaya çalıştım. Paranın Indiana ormanlarına duvar örmekten çok daha tatmin edici yerlere harcanabileceğini düşündüm. Ama burası benimdi, yani hemen hemen benimdi ve merhum büyükbabamın meraklarıyla savaşmanın bana bir faydası yoktu. Bir yılın sonunda istersem duvarı yıkabilirdim. Henüz tamamlanmamış eve gelince de ister satar ister zevkimce yeniden yaptırırdım.

Genel olarak oldukça tatlı bir haletiruhiye içindeydim. Bir gece önceki kurşun hadisesiyle ilgili tereddütlerim mavi göğün ve ısıtan güneş ışığının altında giderek siliniyordu. Yolda birkaç köylü yanımdan geçtiler ve kırsala özgü bir üslupla selam verdiler. Bir yandan da açıkça görülen bir ayıplama ifadesiyle golf pantolonumu incelediler. Göle ulaştım ve durgun sularını memnuniyetle izledim. Annandale’in ana caddesinin girişinde birkaç küçük buharlı tekne ve birkaç tek yelkenli kış için sökülmüştü. Ben geçerken adamın biri küçük bir sandalla rıhtıma yanaşarak teknesini bağladı. Hızlı adımlarla köye doğru ilerlemeye başladı ama sonra dönüp köylülere has bir dürüstlükle bana baktı.

“Günaydın!” dedim. “Civarda hiç ördek var mı?”

Duraksadı, başıyla selam verdi ve adımlarını bana uydurdu.

“Hayır. Sıkıntıya girmeye değecek kadar yok.”

“Üzüldüm. Birkaç tane avlarım diyordum.”

“Herhalde buraların yabancısısın,” dedi adam beni tekrar süzerek. Golf pantolonum şüphesiz beni bir yaratık gibi gösteriyordu.

“Öyle sayılır. Adım Glenarm, yeni geldim.”

“O olabileceğini anlamıştım. Seni köye bekliyorduk asıl. Ben John Morgan, göl kenarındaki yenilenen evlerin bekçisiyim.”

“Sanırım buralarda herkes büyükbabamı tanıyor.”

“Eh, yani. Tanıyoruz da denebilir tanımıyoruz da. Yanına hevesle gidebileceğin biri değildi. Daha çok kendi halindeydi. Bizi dışarıda tutmak için koca bir duvar yaptırdı ama zahmet etmesine gerek yoktu. Biz insanların işine burnunu sokan tipler değiliz. Yazın gelenlerin de ona hiç sıkıntı vermediğinden emin olabilirsin.”

Sesinde bir gücenme tınısı vardı. Telaşla atıldım.

“O duvarın yapılma amacını yanlış anladığından eminim. Büyükbabam mimarlıkla ilgileniyordu. Bu onun hobisiydi. Ev ve duvar, deneyinin sınırlarını belirliyordu. Kendi meraklarını gidermek için. Umarım köydeki insanlar onun anısına karşı yahut bana karşı kırgınlık içinde değillerdir. Hem işgücü olması buradaki insanlar için iyi bir şey olmalı.”

“Olabilirdi,” dedi adam terslenerek. “Ama sıkıntı da orada zaten. Buraya onun için çalışsınlar diye bir sürü tuhaf adam getirip onlarla sözleşme yaptı. İtalyanlar, Yunanlar ve başka başka yabancılar. Duvarı onlar inşa ettiler. Sonra da bir altı ay kadar içeride çalıştılar. Hava almaları için bile dışarı çıkartmadı onları. İşleri bitince de hepsini bir günde trene bindirip uzaklara gönderdi.”

“Tam onun tarzı,” dedim, büyükbabamın gizemli hallerini keyifle hatırlayarak.

“Sanırım biraz kaçıktı,” dedi adam kendinden emin bir sesle.

Glenarm Malikânesi’nin sakinleriyle dostane ilişkiler kurmanın pek umurunda olmadığı açıktı. Kırk yaşlarında, açık tenli, sarı sakallı ve soluk mavi gözleri olan bir adamdı. Üzerinde kaba saba bir kıyafet vardı ve gevşek bir şapka takmıştı.

“Eh, sanırım onunla ve yaptıklarıyla ilgili sorumluluk almam gerek,” dedim adamın sertliğine gücenerek.

Köyün merkezine vardığımızda birdenbire yanımdan ayrıldı ve caddenin karşısına geçerek dükkânlardan birine girdi. Ben tren istasyonuna doğru ilerlemeye devam ettim. Orada notumu yazıp ödememi yaptım. Ceplerimde bozukluk ararken istasyon şefi beni dikkatle inceledi.

“Telgrafınızın eve teslim edilmesini mi istiyorsunuz?” diye sordu.

“Evet, lütfen,” diye yanıtladım. Masasına dönerek bana bir daha bakmadan aletlerin tuşlarına basmaya başladı.

Postaneyle ilişki kurmanın akıllıca olacağını düşündüğümden kendimi dağıtım bölmesinde oturan kıza tanıttım.

“Şimdiden bir paket geldi size,” dedi bana. “Postalarınızı evinize taşıyan bir oğlan var. Bay Bates tuttu onu.”

Bates bu bilgiyi kendi de vermişti bana ama kız bu bilgiyi belirgin bir ciddiyetle bana aktarmaktan keyif alır gibiydi. Sonra eczaneden bir kalıp sabun ve bakkaldan bir paket tütün aldım ki aslında buna ihtiyacım yoktu.

Gelişimin haberi köylülere ulaşmıştı belli ki. Varlığımın onlar için muhtemelen ilginç olduğunu düşünecek kadar kibirliydim. Ama istasyon şefi, postanedeki kız ve dükkânlardaki tezgâhtarlar bana açıkça soğuk davranmışlardı. Bana bakarkenki soğukluklarında belirgin bir dürüstlük vardı. Sanki bir parça duygusuz davranacakları önceden kararlaştırılmış gibiydi.


Omuzlarımı silkerek Glenarm’a döndüm yüzümü. Büyükbabam bana komşularımın güvensizliği gibi hoş bir miras bırakmıştı. Muhtemelen evine yabancı işçiler getirmesinin bir sonucuydu. Somurtkan Morgan bir şeyler ima etmişti ama o kadar da önemli değildi. Ne de olsa Glenarm’a köylüleri geliştirmeye değil, büyükbabamın vasiyetinde yer alan belirli şartları yerine getirmeye gelmiştim. Tabiri caizse görevimin başındaydım ve köylülerin beni rahat bırakmasını tercih ederdim zaten. Bu düşüncelerle kendimi avuturken rıhtıma vardım. Orada Morgan’ın ayaklarını suya uzatmış oturduğunu, bir pipo tüttürdüğünü gördüm.

Ona doğru başımı salladım ama beni görmemiş gibi yaptı. Az sonra da sandalına atlayarak gölde kürek çekmeye başladı.

Eve döndüğümde, Bates mutfakta çalışıyordu. Burası geniş, kare biçimli bir odaydı. Duvarlarda ve alçak tavanda koyu keresteler görülüyordu. Devasa bir bacası olan büyük bir şömine vardı. Bir turna ve salkımlarla donatılmıştı ama kullanım için küçük bir alan ayrılmıştı.

Bates beni uysallıkla karşıladı.

“Evet, pek alışıldık bir mutfak değil, efendim. Bay Glenarm burayı İngiltere’deki eski bir mutfaktan kopyaladı. Burasıyla çok gurur duyardı. Akşamları burada oturmak çok hoştur, efendim.”

Bana aşağıya inen yolu gösterdi. Evin her kısmına doğru uzayan bir mahzen olduğunu ve büyük odalara bölünmüş olduğunu o zaman fark ettim. Birinin kapısı koyu meşedendi ve etrafı demirle çevrilmişti. Tepesinde de parmaklıklı bir açıklık vardı. Üzerinde ağır bir asma kilit bulunan büyük, demir bir makara ile demirli geniş pencereler daha çok bir hücre havası veriyordu. Bu görüntü, bu tuhaf evdeki pek çok şey gibi beni korkuttu. Büyükbabamın zevklerini hayata geçirmek için harcadığı parayı düşününce gülmekle küfretmek arasında kaldım. Odanın bir patates deposu olarak kullanıldığını fark edince keyiflendim. Bates’e büyükbabamın evine bu hücreleri yapmaktaki amacını bilip bilmediğini sordum.

“Bu, efendim, merhum efendimin bir diğer fikriydi. Bir defasında bana mükemmel donanımlı bir evde zindan da bulunması gerektiğini söylemişti. Yine o mizahi yanı, efendim! Ayrıca patatesler için de oldukça kullanışlı oldu.”

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
03 temmuz 2023
Hacim:
6 s. 10 illüstrasyon
ISBN:
978-625-8068-07-8
Telif hakkı:
Maya Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu