Kitabı oku: «Günü Yakala»
Giriş
Durun! Şimdi!
Farkında olsanız da olmasanız da hayatınızdaki ferahlık, huzur ve anlam arayışının sonundasınız. Artık arayış yok. Artık dolanıp durmak yok. Artık bekleyiş yok. Aradığınız huzur tam karşınızda saklanıyor. Apaçık bir sır.
Zaman, mesafe, din, gelenek ve kültürü birbirine bağlayan antik ve modern seslerin terennüm ettiği şimdiki ânın bir korosu olan bu içgörü hazinesi nerede olduğunuzun, kim olduğunuzun farkına varmanız için bir davettir size; çünkü siz hemen şimdi, tam buradasınız. Bu kitabın içerdiği bilgelik, geçmişinize ait sıkıntı verici hikâyelerden ve hayalde canlandırılan bir geleceğe ait kaygılardan, beklentilerden azade bir yaşam tarzına işaret ediyor.
Durun şimdi ve bakın. Burnunuzun ucunda. Avcunuzun içinde. Gözlerinizdeki ışıkta. Dilinizdeki tatta. Hayatınız boyunca göz ardı etmiş olabilirsiniz bu hakikati, fakat bir an bile ayrı değilsiniz ondan. Hiçbir şey gerekli değil. Ne yeni meditasyon teknikleri ne terapiler, seremoniler, gurular. Takip edilecek bir yol yok. İhtiyaç duyduğunuz her şey burada zaten, her an gözlerinizin önüne seriliyor. Hemen şimdi, tam burada.
Bir Arayışın Hikâyesi
Bir hatıramla başlayayım. On dört yaşındayım. Yakın arkadaşlarımdan birkaçıyla beraber Peter-Paul-Mary adlı bir folk grubunun Kaliforniya, Santa Monica Plajı yakınlarında verdikleri bir konsere gidiyoruz. Aylardır dört gözle beklemekteyim bu konseri. Biletlerimiz iyi yerden ve şarkılarını da seviyorum grubun, ama nedendir bilinmez kafamdaki düşüncelere iyice dalıp gidiyorum konserin ortasında.
Birden arka plandaki gevezelik ön plana çıkıp dikkatimi çekiyor. Düşüncelerim sürekli, yüksek sesle ve rasgele hikâyeler anlatıyor konsere dair, arkadaşlarıma konserden sonra anlatacaklarımın provasını yaptırıyor bana, bu konserle daha öncekiler arasında durmadan karşılaştırma yapıyorum. Lunaparkta kontrolden çıkmış bir dönme dolapta mahsur kalmış gibi hissediyorum kendimi. Camdan bir kutuya hapsolmuş gibi, dünyadan ayrı olma duygusu yaşıyorum bir yandan da. İşte bu an hayatımdaki ufuk açıcı anlardan biriydi. O andan itibaren, durmaksızın sürüp giden bu zihinsel kargaşanın giderek daha fazla ve yoğun biçimde farkına vardım. Bu içsel kaostan kurtulup rahatlama arzusuydu arayışımı başlatan şey.
Arayışıma yalnız başladım, felsefe, din ve psikoloji kitaplarına gömülerek. Bir noktada Uzak Doğu mistisizminin beni kendine çektiğini fark ettim. Buda’nın insanın acı çekme ve bocalama, şaşkınlık hali diye tanımladığı samsara’yı keşfettiğimde, kendisinin doğrudan bana hitap ettiğini hissettim. Her şeye rağmen yalnız olmadığımı öğrenmek ne kadar rahatlatıcı! Ve uyanmanın, herkesin erişebileceği bir huzur halinin, nirvana’yı kavramanın bir yolu olduğunu keşfetmek ne büyük bir heyecan!
Hakikate yönelik derin bir özlem hâkim olmuştu hayatıma. Zen keşişlerinin, Tibetli yogilerin ve Hintli bilgelerin öykülerini bir çırpıda okuyup bitiriyordum. Doğrudan aydınlanmayı gerçekleştirmek için can atıyordum. Sürekli yanıp sönen bir soru işaretiydim adeta: Ben kimim ya da neyim? Bu nedir? – Bu gerçeklik, bu “ben” duygusu, bu yaşam ve ölüm, bu an? Kendisini bulmam için beni zorlayan çok önemli ve gizli bir şey vardı sanki.
On dokuz yaşıma geldiğimde, artık bütün vaktimi arayışla geçiriyordum. 1960’ların sonlarıydı. Batı’da manevi bir rönesans baş gösteriyordu. Vietnam Savaşı, materyalizm ve Richard Nixon’la özdeşleşen mevcut Amerikan kültürüne zıt olarak, havayı kadim bilgelik kaplamıştı. Swamiler, Sufi şeyhleri, Mevlevi dervişleri ve Budist azizler Kuzey Amerika ve Avrupa’da geniş kitlelere ulaşıyorlardı. Haberdar olabildiğim ruhsal konulu tüm toplantılara ve uygulama çalışmalarına katıldım, mistisizm hakkında yazılan en son eserleri edinebilmek amacıyla bir avcı dikkatiyle taradım kitapçıların raflarını. Gelenekler ve üstatlar arasında geçip giden aylar sonrası, konunun özüne inmek için yapılacak tek şeyin bir yol seçip kendimi o yola adamak olduğuna karar verdim. Seçtiğim yol Zen Budizm’di.
Zen manastırlarının, ustaların talebelerin tahammül sınırlarını zorladıkları efsanevi acemi birlikleri olduğu söylenirdi. Yine de kavrayışa giden en kestirme ve en hızlı yol olarak görünüyordu Zen. Kaliforniya’da yeni kurulan bir topluluğa katıldım, üyelerinin tamamı Batılılardan oluşuyordu. Saçımı kazıtıp siyah manastır elbiseleri giydim ve meditasyon ile disiplinin bu bilinmeyen dünyasına girdim. Bir Zen keşişi ve rahibi olarak yaşayacaktım sekiz yıl boyunca.
Eski bir Zen deyişi vardır: Gerçek, hayal sayesinde ortaya çıkar. Benim yaşadığım Zen tecrübesi karmaşıktı, pek çok yönden aydınlatıcı, bazı yönlerdense “karartıcı”ydı. Alışılmış zahmetli yöntemler ve meditasyon uygulamaları günlük faaliyetlerimde konsantrasyon ve farkındalığımı artırmamı sağladı. Zihnimin nasıl karışıklık ve bağımlılık yarattığını fark etmeye başladım. Kısa süre sonra, o güne dek hep kitaplardan okuduğum o huzuru bir nebze de olsa yaşar hale geldim.
Fakat yıllar geçtikçe, içinde yer aldığım Zen topluluğunun karanlık yanlarını görmeye başladım. Ben ve diğer keşiş arkadaşlar, topluluğa bağlılık adına hareket ederken kişisel duygularımızı bastırmaya başlamıştık. Sorgulamak sadece cesaret isteyen bir iş olarak kalmamış, tamamen yasaklanmıştı. Ustaya mutlak itaat diğer tüm düşünceleri gölgede bırakıyordu. Duygularımı görmezden geliyor, kuşkularımı inkâr ediyordum.
Başlangıçta, bu “olumsuz” duyguların kendi noksanlıklarımdan kaynaklandığını düşünüp kendimi suçladım. Daha fazla meditasyon yapıp daha fazla teslimiyet gösterdiğim takdirde, her şey mükemmel olabilirdi. Ama çok geçmeden anladım ki sorun benden değil, topluluğun manastıra özgü o katı ve insafsız kültüründen kaynaklanıyordu. Neredeyse bir yılımı aldı ama sonunda cesaretimi toplayıp ayrıldım o topluluktan. Daha sonra öğrendim ki yaşadıklarım hiç de sıradışı şeyler değildi. 1980’lerin başlarına gelindiğinde, yüzlerce ruhsal grup otoriter kültürün ağırlığı altında çözüldü.
Yine de, benim daha en başta Zen’i tercih etmemi sağlayan içsel sorgulama, topluluktan ayrılmamdan sonra dahi, eskisinden daha hararetli bir biçimde sürmekteydi. Sonraki on beş yıl boyunca ruhsal organizasyonlardan uzak durup kendi başıma devam ettim arayışıma. Aydınlanma bazen çok uzak görünüyordu bana, bazense biraz daha yakın, ama hep ulaşılamaz olarak kalıyordu. Günde kaç saat meditasyon yaptığımın hiç önemi yoktu, düşünceler dikkatimi dağıtmakta ısrarlıydı.
Çok büyük mutluluk halleri içeren etkili deneyimler yaşadım kimi zaman. Yaşandıktan sonra değişikliğe uğruyor ya da etkisini kaybediyordu bu deneyimler, buna rağmen tutunmaya çalışıyordum onlara. Yolda gerçekten ilerliyor muydum acaba? Yaklaşmış mıydım? Arayış ve meditasyonla geçen yirmi yıldan sonra, hâlâ Peter-Paul-Mary konserindeki o on dört yaşındaki çocuk gibi hissediyordum kendimi. Yalnız başıma meditasyon yaparak geçirdiğim onca zamandan sonra, kafam hâlâ karışıktı, hâlâ yardıma ihtiyaç duyuyordum biraz.
Hayatımın o döneminde arkadaşlarım saygıdeğer bir usta olan Tulku Urgyen’den Dzogşen öğretilerini edinmek için Nepal’e gitmem konusunda teşviklerde bulunmuşlardı bana belirli aralıklarla. Tibet Budizmine bağlı bir gelenek olan Dzogşen doğrudan doğruya kişisel deneyim üzerinde durur. Bu öğretiler yüzyıllar boyu büyük bir özveriyle sır olarak saklanmış ve sadece meditasyon uygulamasında on yılı tamamlamış başarılı öğrencilere açıklanmıştı. Neyse ki Tulku Urgyen’in yaklaşımı farklıydı. Kendisi bilginin Batılılarla paylaşılması gereğine inanmakla kalmıyor, aynı zamanda bunu daha eğitimin en başında uyguluyordu.
Bir gün kendimi dünyanın bir ucu Nepal’e uçarken buldum. Tulku Urgyen’in Katmandu Vadisi’ni tepeden gören tapınağına varıp orada Batılı öğrencilerden oluşan küçük bir gruba katıldım. Her sabah Tulku Urgyen’in, zihnin gerçek doğasına “işaret eden” geleneksel Dzogşen öğretilerini anlattığı o küçük odasında oturuyorduk.
Tulku Urgyen bu kalıcı ve dolaysız gerçeği o kadar etkili bir biçimde ve doğrudan aktardı ki “kendi”min donakaldığını fark ettim. Ne havai fişekler atılmış ne de şimşekler çakmıştı, yalnızca bütün hayatım boyunca gözümden kaçmış, gizli ya da başka bir yerde olmayan saf farkındalığı aniden, apaçık ve şaşırtıcı bir biçimde kavrama söz konusuydu.
Bu, şu an burada olma ya da şimdide yaşama farkındalığı karşısında, bütün o arayış, dolanıp durma ve bekleyiş kayboldu gözlerimin önünden. Gördüm ki yaşam enerjimin çoğunu, yalnızca her yana yayılan şu ânı kutlamak yerine, hayali bir geleceği sabırsızlıkla beklemeye, yani “burada” olmak yerine “oraya” ulaşmaya çalışmaya yoğunlaştırmışım. Geçmişe baktığımda, onca zoraki meditasyon ve çabayla geçen o yıllar anlamsız geldi bana. İhtiyacım olan tek şey Tulku Urgyen’in, “Hiçbir tekniğe, taklide başvurmadan yalnızca doğal ol,” sözlerini dikkate almaktı.
Mistikler binlerce yıl aynı anlayışı paylaşmışlardı. Zen ustası Hakuin’in deyişiyle:
Eksik olan bir şey var mı bu anda?
Nirvana tam burada şimdi gözümüzün önünde.
Bu yer lotus diyarıdır.
Bu beden şimdi Buda.
İkinci dize aynı zamanda Yanı başımızda Nirvana diye de çevrilir, yani Nirvana bu bedendir, bu yerdir; gizli saklı, uzaklarda bir yerde ya da gelecekte değil, hemen şimdi, karşımızda.
Amerika’ya döndüğümde, artık evimdeki ruhsal içerikli kitaplara tahammül edemiyordum. Arayışı, hüsnükuruntuları ve büyülü deneyimleri yücelten sorgulanmamış varsayımlarla doluydular sanki. Yazarların çoğu anda yaşama fikrine inanır gibi konuşuyor, fakat hemen ardından çok daha sonuçsuz bir arayışın reklamını yapmaya devam ediyorlardı. Nepal’den önce, bütün yolların dağın zirvesine vardığını söyleyen o basmakalıp Yeni Çağ sözlerine inanmaktaydım. Şimdiyse bu “yollar”ın çoğunlukla daha da fazla yanılsama katmanı yaratmaya yaradığını görüyordum. Tulku Urgyen’in işaret ettiği o zaman ötesi bakışı yansıtan ve kavrayışla hayat bulan sözlere açlık duyuyordum.
Josh Baran
Carpe Diem
Bu özdeyiş, hazcı felsefenin bir savunusu gibi gözükse de aslında gelecek hakkında endişelenmek yerine yaşanılan ânın değerini vurgulamak için yapılan bir uyarıdır.
Şimdi
Bu
An 1
Yol’u arayan sizler
Lütfen,
Harcamayın şimdi bu ânı.
Zen Öğretisi
Ey arkadaş,
sufi vaktin oğludur;
yarın deyip durmak yol şartından değildir.
Mevlânâ (Mesnevi, I:133)
Gerçeği aramak
onu elde etmekten daha kıymetlidir.
Albert Einstein
Kendi gözüyle gören ve
kendi yürekleriyle hissedenler çok azdır.
Albert Einstein
Değerli olan her şey ölçülemez,
ölçülebilen her şey değerli değildir.
Albert Einstein
Düşünmeden öğrenmek faydasız,
öğrenmeden düşünmek tehlikelidir.
K’ung-fu-tzu (Konfüçyus)
Karanlığa söveceğine,
bir mum yak.
K’ung-fu-tzu (Konfüçyus)
Sonsuz Şimdi
Ânın zamansız görünümü içinde, zaman düşünceye benzer; şimdinin düşüncesi, o zamanın düşüncesi, geleceğin düşüncesi. Bu düşünceler şimdiki ânın sonsuzluğu içinde doğarlar ve ölürler. Şimdiki anda, geçmiş veya gelecek düşüncesi dışında bir geçmiş veya gelecek bulamayız.
Steven Harrison
Aynı Anda Her Yerde
“Evet, Siddhartha,” dedi. “Şunu mu söylemek istiyorsun: Irmak aynı anda her yerdedir, kaynağında, ağzında, çağlayanda, iskelede, her yerde; ırmak için yalnızca şimdi vardır; ne geçmişin ne geleceğin gölgesi düşer ona.”
“Aynen öyle,” dedi Siddhartha, “bunu öğrenince yeniden gözden geçirdim yaşamımı, onun da bir ırmak olduğunu anladım; çocuk Siddhartha, olgun Siddhartha, yaşlı Siddhartha yalnızca gölgelerle ayrılmıştı birbirlerinden, gerçekte değil. Siddhartha’nın daha önceki yaşamları da geçmişte değildi; ölümü ve Brahma’ya dönüşü de gelecekte değil. Hiçbir şey var olmadı, hiçbir şey de var olmayacak, her şey şu anda gerçek ve şu anda var.”
Hermann Hesse, Siddhartha
Başaracağım, sevgili dostum, sana söz veriyorum, kendimi düzelteceğim, her zaman yaptığım gibi yazgımızın karşımıza çıkardığı ufak tefek sıkıntıları artık tekrarlayıp durmayacağım; içinde bulunduğum ânın tadını çıkaracağım, geçmiş benim için geçmişte kalacak. Acının insanlarla paylaşıldığı takdirde azalacağı konusunda kuşkusuz haklısın, değerli dostum, keşke insanlar geçip giden şimdiyi yaşamak yerine, geçmişte kalan bir sıkıntının hatıralarını anımsamak için hayal gücünü bu kadar zorlamasalar.
Goethe, Genç Werther’in Acıları
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.