Kitabı oku: «Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler»
Prof. Dr. Mikâil Bayram, 1940 yılında İran’ın Hoy bölgesinden göç eden bir ailenin evladı olarak Van’ın Saray ilçesinde doğdu. İlk ve orta tahsilini Van’da tamamladı. 1966 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde bitirdiği lisans eğitiminin ardından, iki yıl kadar ortaöğrenim kurumlarında öğretmenlik yaptı. 1968 yılında Konya Yüksek İslam Enstitüsü Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyeliğine tayin edildi. Bu sırada bir yıl süreyle Bağdat Üniversitesinde, Arap dili ve edebiyatı üzerine ihtisas eğitimi aldı. Akademik hayatı boyunca tarihî el yazmaları üzerinde çalıştı, bilhassa İran kültür sahasının ve Fars dilinin Anadolu’daki yansımaları üzerinde uzmanlaştı. Doktorasını 1975 yılında, Ahi Evren üzerine yaptığı incelemesiyle tamamladı. 1980 yılında Konya Selçuk Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev aldı. 1990’da Orta Çağ tarihi doçenti, 1996’da profesör unvanı aldı; aynı fakültede tarih bölüm başkanlığı yaptı; İslam tarihi, Türk-İslam tarihi ve Selçuklu tarihi dersleri verdi. Arapça, Farsça, Kürtçe ve Pehlevice bilen Prof. Dr. Mikâil Bayram, evli ve üç çocuk babasıdır.
Bugüne kadar yirmi kadar eseri, yüz seksenden fazla bilimsel makalesi yayımlanan Prof. Dr. Mikâil Bayram’ın, Elips Kitap’tan 2020 yılında çıkan Tarihin Kuyumcusu adlı bir de söyleşi kitabı bulunmaktadır.
Mehmet Akif Koç, 1982 yılında, Sivas’ta doğdu. ODTÜ İktisat Bölümünde lisans, uluslararası güvenlik alanında da yüksek lisans eğitimlerini tamamladı. Hâlihazırda Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesinin Orta Doğu Çalışmaları programında doktora öğrenimini sürdürmektedir. İngilizce ile Farsçadan edebiyat, tarih ve kültür alanlarında çok sayıda kitap çevirileri bulunmaktadır. 2012’de yayımlanan Rekabetten Geleceğe: Türkiye-İran İlişkilerinin Güvenlik Boyutu başlıklı telif eserinin yanı sıra; Orta Doğu siyaseti, tarihi ve kültürü konularına odaklanan akademik makale ve araştırmaları yayımlandı. Elips Kitap bünyesinde Farsçadan edebî çevirileri yayımlanmakta olup çeşitli kitaplara editörlük yapmaktadır. Son olarak Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 İsim ve 99 Kavram başlıklı nehir söyleşi çalışmaları, 2021 yılında Elips Kitap tarafından okuyucuyla buluşturuldu.
TAKDİM
Türkiye’de, yazılı ve görsel medyada fazla yer bulamadığı, gönüllü/paralı lobileri olmadığı için geniş kitlelerin pek tanımadığı ancak zengin müktesebatıyla gerçek birer hazine olan çok sayıda ilim ve kültür insanı yaşıyor. Bu kıymetli insanların bir kısmının yaşı ilerliyor ve çeşitli sebeplerle yazı yazamayacak, eser dahi veremeyecek duruma geliyor. Bu noktada, birikimlerinin kayda geçirilmesi ve gelecek nesillere aktarılması açısından tedbirler alınması gerekiyor.
2021 yılında Elips Kitap tarafından okuyucuyla buluşturulan Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 İsim ve 99 Kavram projesinin ardından, elinizde tutmakta olduğunuz Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi başlıklı makaleler seçkisi de işte bu düşünceden doğdu. Tüm bu projeler; Elips Yayın Grubu’nun değerli ev sahibi, kıymetli dost Yasin Topaloğlu’yla 2019 Aralık ayında Konya’daki evinde ziyaret ettiğimiz Mikâil Hoca’ya bu projeyi açtığımızda memnuniyet duyarak kabul etmesiyle başladı. Bunun üzerine, editörlüğünü üstlendiğim bu projeler için 2020 Ocak, Şubat, Mart aylarında ve takip eden süreçte, 2022 yılı ortalarında birkaç sefer Hoca’yı Konya’daki evinde ziyaret ettim; kitap çalışmalarının altyapısını oluşturmak üzere seri hâlde söyleşiler ve toplantılar gerçekleştirdik.
Bu eserlerden önce 2020 Ocak ayında, yine Elips Kitap tarafından, Mikâil Hoca’nın uzun yıllara yayılmış sohbetlerinden derlenen ve sevgili dost Halil Karadeniz tarafından hazırlanan bir söyleşi kitabı, Mikâil Bayram Kitabı – Tarihin Kuyumcusu yayımlanmıştı. Söz konusu her üç kitap da Hoca’nın birikimini okuyucuya derli toplu şekilde aktarmak amacıyla hazırlanmıştı.
Serinin devamı mahiyetinde, Prof. Dr. Mikâil Bayram ile bilistişare seçtiğimiz ve münhasıran 13. yüzyılda Anadolu’daki dinî, siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel hayata dair öne çıkan makalelerini bir araya getirdiğimiz bu eseri okuyucuya sunmanın bahtiyarlığını yaşıyoruz.
***
Bu kısa takdim yazısında, kitaba dair notlarımı ve çeşitli gözlemlerimi okuyucuya hülasaten sunmak istiyorum.
Evvela Mikâil Hoca’yı, kendisini tanımayan okuyucular için şahsi penceremden kısaca tanıtmak isterim. Prof. Dr. Mikâil Bayram, Türkiye’de Selçuklu tarihi alanında akla ilk gelen “eski kuşak” hocalar arasındadır. Zeki Velidi Togan, Halil İnalcık, Necati Lugal, Ahmet Ateş, Tahsin Yazıcı, Muhammed Tayyib Okiç, Annemarie Schimmel gibi tanınmış isimlerin rahleitedrisinden geçmiş, çok sayıda eser veren, disiplinli bir akademisyendir. Özellikle Anadolu Selçuklularının siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel tarihi bahsinde alanının otorite isimlerinin başında gelir. Ahi Evren, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Şems-i Tebrîzî, Sadreddin Konevî gibi tarihî şahsiyetlerin yanında; Ahilik-siyaset ilişkileri, Türkmen-Moğol ihtilafları vb. alanlarda eksiksiz bir uzmandır.
Mikâil Hoca’nın bir başka önemli yönü; Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde lisans eğitimini tamamlamış bir tarihçi olarak İslam tarihi ve karşılaştırmalı dinler alanındaki ilave yetkinliğidir. Bilhassa kadim İran inançları, bunların İslam inançları ve tasavvufu üzerindeki tesirleri konusunda gayet derinlikli bir isimdir. Bu açıdan Hulûlilik, Hurufilik, Bâtınilik, Melamilik, Zerdüştçülük, Mazdekçilik ve Avesta kökenli inanç esaslarının sonraki asırlardaki yansımaları konularında ezber bozan bir perspektife sahiptir.
İlahiyat ve tarih, Hoca’nın iki ana akademik disipliniyken edebiyat âdeta hobisidir. Söz konusu üç alanda aynı anda söz söyleyebilecek yetkinlikte bir uzmanın neredeyse bulunmadığı mevcut akademik çölümüzde Mikâil Bayram, âdeta bir vaha gibidir. Bu nehir söyleşimizde okuyucuların da kolayca fark edebileceği üzere Hoca, meseleleri ele alırken sadece siyasi ve tarihî boyutlarıyla değerlendirmez; yeri geldiğinde teolojik kavramları da ehliyetle kullanarak konuları analiz eder. Bunun yanında, aynı zamanda Divan sahibi bir şair olarak -şiirlerindeki mahlası, memleketi Van/Saray’a atfen “Sarayî”dir- ciddi bir edebî kudret sahibidir. Sadece klasik Türk şiirine değil; Firdevsî, Hayyam, Hakanî, Şehriyar gibi Fars şiirinin usta isimlerinin eserlerine de vâkıf olan, Farsça şiirler de kaleme almış bir şairdir.1
Mikâil Hoca’nın en önemli yanlarından biri, lisan bilgisidir; bu yönüyle tek yabancı dili olan ve onu da ancak kırık dökük bilen tarihçi/ilahiyatçıların aksine Hoca, her birine hakkıyla vâkıf olduğu dört lisanda konuşur. Bu dillere; İbn Teymiyye’den Arapça, Ebu’l Alâ Mevdûdi’den Farsça kitap tercümesi yapacak kadar hâkimdir. Arapça ve Farsçanın yanı sıra -yetiştiği coğrafyanın da katkısıyla- Azerbaycan dili ile Kürtçeye da tasallutu vardır. Ayrıca; Türkiye’de çok nadir görülebilecek bir örnek olarak kadim İran’ın lisanı Pehlevice de Mikâil Hoca’nın vâkıf olduğu lisanlar arasındadır.
Hoca, aynı zamanda Türkiye’de yaşayan en önemli yazma eser uzmanlarının başında gelir. Zaman zaman bilirkişi olarak uluslararası yazma eser kaçakçılığına konu olan eski eserler hususunda uzmanlığına başvurulan Mikâil Hoca, -bizzat kendi ifadesiyle- Zeki Velidi Togan ve Süheyl Ünver’den sonra Türkiye’deki en önemli el yazması kitap otoritesidir. Yıllarını Anadolu’nun yazma eser kütüphanelerinde geçirmiş ve elinden on binlerce eski eser geçmiş gerçek bir araştırmacı için şaşırtıcı bir özellik sayılmamalıdır bu mukayese.
Mikâil Hoca’nın bir başka önemli yönü; 1960 ve 70’lerin sert kutuplaşmacı toplumsal şartlarında önce öğrenci, sonra öğretmen, ardından genç bir akademisyen olarak bulunması ve fikrî tartışmaların da içinde yer almış olmasıdır. Samimi bir dindar olarak Mikâil Hoca, söz konusu dönemde Türkiye’deki İslamcı hareketlerin içinde yer almış; Büyük Doğu Cemiyeti, Nurculuk ile diğer İslami ve muhafazakâr yapıların faaliyetlerinde görev almıştır. Bu dönemdeki bağlantıları kendisine; Ayetullah Humeyni’den Cemalettin Kaplan’a, Mehdi Bazergan’dan Erol Güngör’e, Necip Fazıl’dan Serdengeçti’ye, Aykut Edibali’den Ercümend Özkan’a kadar çok geniş bir ağ ve çevreyle temasta olma, dostluk tesis etme imkânı vermiştir.
***
Bu kitapta ise Mikâil Bayram Hoca’nın asıl uzmanlık alanı olan ve doktora eğitiminden itibaren üzerinde emek sarf ettiği, Selçuklu Anadolusu’na dair az bilinen ve eski dergilerin arasında kalmış makalelerini yeniden derledik. Bir kısmı ilk kez yayımlanacak olan bu yazılarında Hoca; Konya’daki siyasi ve toplumsal ortamdan Tokat ile Malatya’daki ilmî ve kültürel inkişafa, Sinop ve Kayseri’deki Ahilik faaliyetlerinden Moğolların Anadolu’daki istila hamlelerine, medreselerden tekkelere, dinî inançlardan taht kavgalarına ve Türkmen katliamlarına, Firdevsî’den Hacı Bektaş’a, Sadreddin Konevî’den Mevlânâ ve Ahi Evren’a kadar oldukça geniş bir perspektifle 13. yüzyıl Anadolusu’na ışık tutuyor.
Kitabın hacim olarak daha kısa ikinci bölümündeki muhtelif makale ve mülakatlarında ise Mikâil Bayram’ın ilahiyatçı ve edebiyatçı kimliğinin çeşitli boyutlarına, ömrünün en büyük tutkusu olan el yazması eserlere dair çeşitli araştırmalarına, dönemin tarihî yorumu bakımından ilim erbabıyla girdiği polemiklere ve yine Selçuklu Anadolusu’na dair bazı tamamlayıcı metinlerine yer verdik.
***
Sonuç itibarıyla elinizdeki bu kitap çalışması, kıymetli Mikâil Bayram Hoca’nın ömrünü vakfettiği “13. Yüzyıl Anadolu Selçuklu Tarihi Çalışmaları” alanındaki engin birikimini kayıt altına almak ve gelecek nesillere aktarabilmek açısından önem verdiğimiz bir projedir. Ortaya çıkan üründen ve başlangıçtaki hareket noktamızla hâlihazırda ulaştığımız yerden, kendi adıma -büyük ölçüde- tatmin olduğumu söyleyebilirim. Ümit ediyorum, kitabın okuyucuları ve ilgilileri de beklediklerini bulabilirler. Çalışmanın eksikliklerinden, elbette, yayına hazırlayan sıfatıyla doğrudan ben sorumluyum.
Bu vesileyle, son olarak Mikâil Bayram Hoca’ya, sağlık durumunun el verdiği ölçüde içtenlik ve özveriyle çalışmamıza katkı sağladığı için müteşekkirim. Keza, kıymetli eşi Ayşe Bayram Hanımefendi’ye de hoşgörüsü ve nazik ev sahipliği için şükranlarımı sunarım. Bu kitabın değerli yayıncısı ve sevgili ağabeyim Yasin Topaloğlu’nun maddi-manevi desteği olmasaydı, elbette bu kıymetli çalışmalar ortaya çıkma imkânı bulamazdı; kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. Metinlerin dijital ortama aktarılmasında özveriyle emek veren Elips Kitap’ın editör, grafiker ve tüm emekçilerine ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
Mehmet Akif Koç
Balgat, 28 Şubat 2023
BİRİNCİ BÖLÜM
Selçuklular ve 13. Yüzyıl Anadolusu
SELÇUKLULAR ZAMANINDA KONYA’DA DİNÎ VE FİKRÎ HAREKETLER 2
Giriş
Bu çalışmada uzun yıllar Türkiye Selçukluları Devleti’ne başkentlik etmiş olan Konya’da Selçuklular zamanındaki dinî ve fikrî faaliyetler tasvir edilmektedir. Yıllardan beri el yazması eserler ihtiva eden kütüphanelerde yürüttüğüm çalışmalarımın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Aslında bu alanda pek çok çalışma yapılması gerekmektedir.
Bu kütüphanelerin muhtevası bilindikçe bu ve benzeri konular etrafında yeni bilgiler ortaya çıkacaktır. Bu alanda yapılacak olan çalışmalarla sosyal ve kültürel yapımızın temelleri aydınlanmış olacaktır. Çalışma iki bölümden müteşekkildir. I. bölümde Konya’nın şehir olarak kuruluş ve gelişmesiyle o günün Konyası’nda görülen dinî ve fikrî hareketler, kültürel yapılanmalar üzerinde durulmuştur. II. bölümde ise şehir halkına bilimsel ve kültürel hizmetler veren Konya’da bulunan önemli kütüphaneler ve bu kütüphanelerin kitapları hakkında bilgiler sunulmuştur.
I. Bölüm
KONYA’DA DİNÎ VE FİKRÎ HAREKETLER VE YAPILANMALAR
Anadolu Selçukluları zamanında Konya’daki dinî ve fikrî faaliyetleri tasvire geçmeden önce bu devirde Konya şehrinin fiziki kuruluş ve gelişimini bir nebze tasvir etmek gerekmektedir. Çünkü Konya’da dinî ve fikrî alandaki gelişmeler, şehrin fiziki ve diğer alanlardaki gelişmeleri ile paralellik arz etmektedir. Konya ve yakın çevresinde güven ortamı oluştuktan sonra şehrin imarına yatırımlar yapılmaya başlanmış; şehir hızlı bir biçimde büyümüş, şehirde sosyal, siyasi ve kültürel kurumlar teşekkül etmiştir. Onun için öncelikle şehrin bu yöndeki gelişimini gözden geçirmek faydalı olacaktır.
I. Konya’nın Türklerin Yönetimine Girmesi ve Başkent Oluşu
Bizanslılar zamanında Konya bugünkü Alâeddin Tepesi’ne kurulmuş kutsal bir şehirdi. Konya kelimesi bu anlamı ifade etmektedir. Konya “İkon-ya” kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. İkon, Hristiyanlıkta kutsal sayılan resimler demektir. İkonya veya İkonium da kutsal resimler beldesi anlamına gelmektedir. Böyle olunca Konya’nın kutsal dinî bir merkez olduğu anlaşılmaktadır. Hristiyanlığın doğduğu ilk asırda Aziz Pavlos ve Sen Pol’un bu yöreye geldiği ve Hristiyanlığı yaydığı kabul edilmektedir. Ancak İkonya sadece Alâeddin Tepesi’nin olduğu yerin adı değil yakın çevresindeki kutsal mekânlarla birlikte çevrenin adı olduğu anlaşılmaktadır. Bu mekânlar, Sille’deki Hristiyanların önem atfettikleri Büyük Kilise ve diğer mabetler, kayaya oyulmuş kiliseler, Hatip yakınlarındaki kilise ve nihayet Alâeddin Tepesi’ndeki “Deyr-i Eflatun” denilen mabetle birlikte bunların hepsinin bulunduğu alan İkonya idi. Daha sonraları bu kutsal mekânların merkezi olup Alâeddin Tepesi’nden ibaret olan yerleşim yerine İkonya denir olmuştur. Türkler, buraya Konya demişlerdir.
Malazgirt Zaferi’nden kısa bir süre sonra Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Toros Dağları’nı aşarak Orta Anadolu’daki birçok şehir ve kasabaları zapt etmiş ve İznik’i kendisine başkent edinmiştir. Süleyman Şah İznik’e gelinceye kadar herhangi bir ciddi direnişle karşılaştığına dair bir kayıt mevcut değildir. Bu olay 1075-1080 yılları arasında gerçekleşmiştir. Konya da bu tarihlerde Türklerin eline geçmiştir. 1095 yılında I. Haçlı dalgası başlayınca Haçlı orduları İstanbul’u geçerek Selçukluların ilk başkenti İznik’i zapt ettiler. I. Kılıçarslan Haçlıların önünden geri çekilerek Konya’ya geldi. Fakat Haçlı orduları geçici bir süre Konya’yı da zapt ettiler. Konya’da üç kola ayrılan Haçlı orduları Konya’yı terk edince Bizans İmparatoru Alexios Haçlıların gücünden ve yarattıkları ortamdan yararlanarak Konya ve çevresini işgal etti. Fakat bu çok sürmedi. 1102 yılında I. Kılıçarslan tekrar Orta Anadolu’ya gelerek Konya ve çevresini Bizanslılardan geri aldı ve Konya’yı kendisine başkent edindi. Bundan sonra kısa aralıklarla Kayseri ve Sivas Türkiye Selçuklularına başkent olduysa da I. Alâeddin Keykubad’ın tahta oturduğu 1219 yılından itibaren Konya, Selçukluların değişmez başkenti olacaktır.
a. Konya’nın Yeniden Kurulması ve Gelişmesi
Konya, Türkiye Selçukluları Devleti’nin başkenti olduktan sonra Selçuklular Konya’yı imar etmeye başladılar. Özellikle Sultan Mesud hem şehir etrafındaki surları tahkim etmiş hem bugünkü Alâeddin Camisi’ni yaptırmıştır. Muhtemelen bunun yerinde bir kilise bulunuyordu. Sultan Mesud’un şehri tahkim etmesine rağmen Konya sağlam ve iyi bir savunma sistemine sahip olamamıştır. Şehrin bu durumu I. Alâeddin Keykubad’ın tahta geçtiği 1219 yılına kadar böyle kalmıştır. Konya dış saldırılara karşı daha çok Gevale Kalesi’nden savunulmaktaydı.
Bilindiği gibi Gevale Kalesi, şehrin batısında 6-7 km mesafede yüksek bir dağın zirvesindedir. Şehir muhafız birlikleri burada bulunuyordu. Gevale Kalesi’nin şehre dönük tarafında, dağın eteğinde Sarayköy adında bir köy bulunmaktadır. Bu köye boşuna Sarayköy adı verilmiş değildir. Burada kaledeki askerlerin komutanı olan şehir muhafızının sarayı bulunuyordu. O burada ikamet ediyor, hem şehir ile hem kaledeki askerlerle irtibat sağlıyordu. Sarayköy’ün adını bu saraydan aldığını düşünüyorum. Bugün o saraydan bir kalıntı günümüze gelmemiştir. Ancak Matrakçı Nasuh, Konya şehrini resmederken bu sarayı da Sille suyunun batısından resmetmiştir. Demek ki bu saray XVI. yüzyılda mevcut idi. (Bk. Burada Levha, XVI)
1219’da (616) Konya şehir muhafızı, Hace-i Cihan diye bilinen Emir Ahmed b. Kayser b. Süleyman idi. (Bk. Levha, IX) Bilindiği gibi bu zatın türbesi şehrin Gevale Kalesi tarafında ve kendi adıyla anılan mahallede bulunuyor. Burası ile Sarayköy arasında özel bir bağlantı yolu bulunduğunu düşünüyorum. Sultan I. Alâeddin Keykubad şehrin surlarını (iç ve dış surlar) inşa ettikten sonra Gevale Kalesi önemini kaybettiği gibi şehir muhafızlığı ile kaledeki askerî birlikler arasındaki bağlantıyı sağlayan sisteme de gerek kalmamıştır. Oysa şehir surları inşa edilmeden önce Gevale Kalesi çevresinde birçok defalar önemli savaşlar meydana gelmiştir.
Bu dönemde Konya’nın muhkem surları bulunmadığı için şehir dışarıdan gelen saldırılara karşı savunulamıyordu. I. Kılıçarslan I. Haçlı kuvvetlerine karşı Konya’yı savunamamış ve şehri terk etmek zorunda kalmıştı. Keza I. Kılıçarslan’dan sonra büyük oğlu Şehinşah Konya’da tahta geçmişti. Sultan Mesud Konya’yı kardeşi Şehinşah’tan rahatlıkla alabilmiş ve Selçuklu tahtına geçmişti (1116).
1148’de başlayan II. Haçlı dalgası sırasında Konya gene Haçlı kuvvetlerinin eline geçti. Ancak Haçlı orduları çekildikten sonra Sultan Mesud yeniden Konya’ya döndü. II. Kılıçarslan Kayseri’yi Dânişmend Oğulları’ndan alınca muhkem surları bulunan Kayseri’yi kendisine başkent edindi. Onun yerine geçen oğlu I. Gıyâseddin Keyhüsrev Konya’yı kendisine karargâh edindi. Fakat kardeşi Tokat Emiri Rükneddin Süleyman Şah, ona karşı taht mücadelesi başlattı. I. Gıyâseddin’i Konya’da muhasara altına aldı ve Konya bu defa da Süleyman Şah’a karşı savunulamadı. I. Keyhüsrev şehri terk etmek zorunda kaldı. Dokuz sene süren sürgün hayatından sonra I. Gıyâseddin Keyhüsrev tekrar Konya’ya döndü ve yeğeni III. Kılıçarslan’ı tahttan indirerek ikinci defa Konya’da tahta oturdu.
I. Gıyâseddin Keyhüsrev ikinci defa tahta geçince Anadolu’yu dört idari bölgeye (meliklik) ayırdı. Denizli, Malatya, Tokat ve Erzurum bu idari bölgelerin yani melikliklerin merkeziydi. I. Gıyâseddin Keyhüsrev bu dört idari bölgedeki işleri Konya’dan takip etmekteydi. Böylece Konya’yı yeniden başkent konumuna getirdi. Onun oğlu I. İzzeddin Keykâvus bazı siyasi mülahazalarla başkenti Sivas’a almıştır. Bütün bu tecrübelerden dolayı I. Alâeddin Keykubad iktidara gelir gelmez ilk yaptığı iş Konya’nın savunma sistemini inşa etmek olmuştur. Alâeddin Keykubad şehri tahkim ettikten sonra Konya devletin değişmez başşehri olmuştur. Uluğ Sultan Alâeddin Keykubad’dan önce de birçok Selçuklu sultanı Konya’yı imar etmek için çalışmışlar, bazı eserler yapmışlardı. Fakat Konya’yı asıl imar eden ve onu modern bir şehir hâline getiren I. Keykubad olmuştur.
Alâeddin Keykubad tahta geçince Konya’nın dış hücumlara ve akınlara karşı savunma durumunun zayıf olduğunu müşahede etmiş, şehrin saldırılara karşı güvenliğini sağlamak maksadıyla bütün emirlerini görevlendirerek şehrin etrafına iç ve dış surlar olmak üzere iki sıra sur inşa etmiştir. Kaynaklarda 140 emirin bu işte görev aldıkları kaydedilmektedir.3 Bu surların inşası için emirler büyük harcamalar yapmışlardır. Çok sayıda sanatkâr, mimar ve mühendis istihdam edilmiştir. Bugünkü Alâeddin Tepesi’nin etrafını kucaklayan surlara “iç surlar” denir. Bu surların çok sayıda burç ve bedenleri bulunuyordu. Bu yüksek ve heybetli iç surlar arasındaki burçların üstünde şehre nazır köşkler bulunuyordu. Bir de Zindan Kale’den Atatürk Heykeli’ne, oradan Larende Caddesi’ne ve İstanbul Caddesi’ni takip ederek eski hapishanenin olduğu yere, oradan da Zindan Kale’ye kavuşan ikinci bir sur şebekesi vardı. Buna da “dış surlar” deniyordu. Şehre giriş ve çıkışı sağlayan 12 kapı vardı. Bu surların kapı kemerleri gayet yüksek ve gösterişliydi. Bu bölümlerde muhafız mahfilleri ve köşkler bulunuyordu. Sur duvarları muhtelif kabartma, resim ve heykellerle, yazılarla süslenmişti. Dış surların dış çevresinde derin bir hendek vardı.
Meram Deresi, Sille Çayı ve sel suları bu hendeğe bağlanarak ikinci bir savunma hattı oluşturulmuştu. Bu hendeğin kapılara rastlayan bölümlerinde birer köprü bulunmaktaydı.
Tariflere göre bugünkü Alâeddin Tepesi’ni kucaklayan iç surlar ve çevresi Halep Kalesi’ne benzemekteydi. Halep Kalesi orijinal özelliğini muhafaza etmektedir. Bu özelliği ve görkemliliği ile Konya’yı kuran, tahkim eden Sultan I. Alâeddin Keykubad olmuştur. Konya’nın imarında önemli hizmette bulunanlardan biri de Alâeddin Keykubad’ın atabeyi Emir Esedüddin Ayaz’dır. Bu zatın Gürcü asıllı olduğu anlaşılmaktadır.4 Şihabüddin Ömer es-Sühreverdi’nin ders halkalarında bulunmuştur. Bu yüzden Fütüvvet Teşkilatı’na mensup olduğu kuvvetle muhtemeldir. Bu yüzden kaynaklarda “Eş-Şihabî” nispet adıyla anılmaktadır. Alâeddin Cami’nin kuzey cephesindeki kitabelerde adı geçmektedir. Bu kitabelerden Emir Ayaz’ın saray mimarbaşı olduğu anlaşılmaktadır.
Şehrin merkezinde birbirinden güzel camiler, mescitler, medreseler, hanikâhlar, bedestenler, lüks evler, cadde ve sokaklar bulunuyordu. Bugün hükûmet binasının bulunduğu yer, Bedestenden Vakıflar Bankasının bulunduğu alanlara kadar olan yerler, çarşı ve alışveriş merkezleriydi. Bu yüzden şehrin bu bölgesinde muhtelif hanlar vardı. Şehrin sur dışında kalan kısımları bağlık bahçelik olup bu bahçeler arasında da mahalleler, bağ evleri, mescitler, medrese, tekke ve zaviyeler bulunmaktaydı. Ünsî Şehnâme’sinde Selçuklular zamanında Konya’da 360 zaviye, 70 hanikâh, 7 büyük caminin (Cuma Cami) yıldız gibi şehre dağıldığını 300 tane mescit bulunduğunu yazmaktadır.5 Mescitlerin 50-100 kişi alacak büyüklükte oldukları ve bu kişilerin haramları ve cami müdavimi olmayan çocukları bulunduğu düşünülürse o günün Konyası’nın 45-50 bin nüfuslu olduğunu tahmin etmek mümkündür. Keza cuma namazı kılınan 7 adet büyük cami bulunduğuna göre ki bu camilerden 3 tanesi bugün duruyor ve bu camilerde ikişer bin kişi namaz kıldığı hesabıyla gene de Konya’nın 45-50 bin nüfuslu bir şehir olduğu tahmin edilebilir.
Türkiye Selçukluları devrinde başta sultanlar olmak üzere devlet büyükleri, tacirler ve zengin insanlar, birtakım eserler inşa ederek şehrin imarına katkıda bulunuyorlardı. Bu insanlar kurdukları müesseseleri, kalıcı kılmak ve uzun ömürlü olmalarını sağlamak amacıyla sağlam vakıfnameler (vakfiye) düzenlemişlerdir. Bu vakıf müesseselerini kuranlar, Konya çevresinde mülkler edinmişler ve bu mülklerin icar ve hasılat gelirlerini kurdukları vakıf müesseselerine tahsis etmişlerdir. Mesela Vezir Kadı İzzeddin Kestel; Koşmar, Kadınhanı (Kadının Hanı), Divanlar gibi köylerin tamamına ve Kestel Akarsuyu’na sahip olmuş ve buraların gelirlerini bugünkü İmam Hatip Lisesinin bulunduğu yerde bulunan darüşşifaya (hastane), medrese, cami ve imarete Selçuklular zamanında Konya’da dinî ve fikrî hareketler vakfetmiştir. Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın veziri Emir Ziyaüddin Kara Arslan, Karaman yolu üzerindeki Kara Arslan köyünün bütün gelirlerini türbesinin bulunduğu yerdeki Hanikâh-i Ziya’ya vakfetmiştir. Bunun gibi daha birçok zevatın Konya çevresinde mülkleri bulunmaktaydı. Çeşitli dönemlerde bu vakıfların gelirlerini arttırma cihetine gidildiği görülmektedir.
Sultan I. Alâeddin Keykubad Konya’nın iç ve dış surlarını inşa ettikten sonra şehir hızlı bir şekilde imar gördü. Bu yüzden İbn Bibi Konya’ya “Daru’l-Huzur” (Güvenli Şehir) demektedir. Şehir imar gördükçe dışarıdan nüfus da celbediyordu. Bunun sonucu olarak dış surların dışında da mahalleler oluşmaya başlamıştır. 1243 yılında başlayan Moğolların Anadolu’yu istilası sırasında Erzurum, Erzincan, Tokat, Sivas, Kayseri ve Malatya gibi Anadolu’nun birçok şehri Moğollar tarafından tahrip edildi. Konya böyle bir tahribata maruz kalmadı. Böylece bu mamur özelliğini XIII. asrın sonuna kadar muhafaza etti.
Selçuklu devri Konyası’nda bulunan hemen her hanikâh, tekke, bu hanikâh ve tekkenin yanı başındaki mescit ve zaviye belli bir fikir akımına veya belli bir tasavvufi meşrebe mensup insanlara hizmet vermekteydi. Belli bir dinî görüş ve düşünüşte olan insanlar ve tasavvufi zümreler bir veya birkaç hanikâh ve mescidin cemaatini oluşturmaktaydı. Şehirdeki mahalleler bu küçük ölçekli mescit, tekke ve hanikâhlar etrafında teşekkül etmekte ve yapılanmaktaydı. Bu küçük ölçekli mescitlerden başka Ünsî’nin de bildirdiği gibi Konya’da yedi tane de cuma namazı kılınan büyük cami vardı. Bu camiler bütün bu dinî ve tasavvufi zümreleri bir araya getiriyor ve birleştiricilik rolü oynuyordu. Dolayısıyla Selçuklu devri Konyası fikir akımları bakımından çok renkli ve çok sesli idi. Mesela Hanikâh-ı Ziya, Hanikâh-ı Lala, Hanikâh-ı Vezir Nasîrüddin, Ahi Gühertaş Zaviyesi, Uluırmak Mescidi vs. Ahilere ait idi. Ancak 1262’de Sultan IV. Kılıçarslan’ın çıkarttığı bir ferman ile bu müesseseler Ahilerden cebren alınarak Mevlana ve yakınlarına verilmiştir.6 Sadırlar Hanikâhı, Fakih Ahmed Hanikâhı Evhadilere mahsustu. Ahmedek Hanikâhı, Mağribliler Mescidi, Konya’ya yerleşmiş ve Maliki mezhebinden olan Mağriplilere ait idi.
Velhasıl Mevleviler, Bektaşiler, Kalenderîler, Ekberîler gibi her zümrenin Konya’da belli bir yerleri ve mahalleleri bulunuyordu. Moğollar Ahi ve Türkmenlere ait tekke ve hanikâhları müsadere yoluyla sahiplerinden alıp Kalenderîlere ve Mevlevilere veriyorlardı. Bu cümleden olarak Karatay Medresesi, Ahi Bedrüddin Gühertaş Hanikâhı, Hanikâh-ı Lala ve Hanikâh-ı Ziya da sahiplerinden alınıp Mevlana’nın yakınlarına verilmiştir. Bu yüzden XIII. yy. sonlarında Konya’da çok sayıda Kalenderî merkezler oluşmuştur. Şems-i Tebrizî’nin türbe ve mezarlığının olduğu yer, Ankara yolu üzerinde Kalenderhane denilen mahalle, Cumhuriyet İlkokulu yakınındaki Şeyh Osman Türbesi ve çevresi, Kasap Sinan Sokağı içindeki tarihî yapılar Kalenderîlere verilmiştir. Hâlbuki buralar önceleri Ahilere ait idi. Bugünkü Mevlana Dergâhı, Mevleviyye hareketinin merkezi olduğu gibi Sadreddin Konevî Cami, Medresesi ve İmarethanesi de Ekberîyye fikir hareketinin merkezi durumundaydı. Konya’nın Osmanlılar zamanındaki genel görünümü için bk. Burada Levha, XVI.
b. Konya’da Sosyal ve Kültürel Ortam
Türkiye Selçukluları devrinde ve beylikler döneminde Anadolu’da şehirlerin yapılanması ve şekillenmesinde dinî ve tasavvufi zümrelere ait hanikâh, zaviye, medrese, imaret, buka, türbe gibi yapılar önemli rol oynamıştır. Bu kurum ve kuruluşlar ücra köylere kadar yayılmış bulunuyordu. Köyler de bu kurumların etrafında oluşmaktaydı. Bu dinî ve fikrî zümreler ve bunların ocakları Anadolu’da kültürel yapılanmayı sağlıyordu. Başkent Konya, gerçekten kültürlü, bilgin, sanatkâr, şair ve ediplerin harman olduğu bir şehir idi. Başlangıçta Tokat, Malatya ve Kayseri; Dânişmend Oğulları’nın kültürel politikası doğrultusunda gelişmiş birer ilim merkezi olarak Konya’dan daha önde bulunuyorlardı. Fakat XIII. asrın başından itibaren Konya, bu yönüyle de büyük gelişme kaydetmiştir. Pek çok ilim ve fikir adamını kendine çekmiş ve diğer Anadolu şehirlerini geride bırakmıştır. Özellikle Moğol istilası önünden kaçıp Anadolu’ya sığınan Mâverâünnehir, Horasan ve İranlı bilgin, mutasavvıf, sanatkâr ve tacirler Konya’yı vatan edinmişlerdir. İbn Bibi’nin bildirdiğine göre, Uluğ Sultan Alâeddin Keykubad, Beyşehir Gölü’ndeki bir adada yaptırdığı Kubâdâbâd Sarayı’nda tatil yapmakta iken bir grup ilim ve fikir adamını burada huzuruna kabul etmiş ve kendisine sundukları eserleri mütalaa ederek bilginlere izzet ve ikramda bulunmuştur.7 Bu dönemde ilim ve fikir adamları ile mutasavvıfların faaliyet göstermeleri için medreseler, tekke ve zaviyeler kurulmaktaydı. Konya, bundan en fazla nasibini alan şehir olmuştur. Selçuklu saray teşkilatı içinde “gulamhane” denilen bir mektep vardı. Gayrimüslim çocuklar burada eğitiliyorlardı. Celâleddin Karatay, kardeşi Seyfüddin Karatay bu saray mektebinde yetişmiş ve devletin en yüksek kademesinde hizmet görmüşlerdir. Bunlar gibi daha pek çok Rum kökenli ümera gulamhanede yetişmişlerdir.
Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Sultan Alâeddin döneminde (1219-1237) Kayseri’den Konya’ya celbedilmiş ve lalalık (saray muallimliği) makamına getirilmiştir. Hanikâh-ı Lala onun hizmetine verilmişti. Demek ki saray muallimleri bu hanikâhta görevlerini yürütüyorlardı. Saraya mensup çocukların eğitim ve öğretimine tahsis edilen bu hanikâhın muallimlerine “Lâlâ-i Sultanî” deniliyordu.8 Bu Hanikâh-ı Lala, Şerefettin Cami ile Merkez Bankası arasında bulunuyordu. Burada lalalık görevini sürdüren Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Ahlak-i Naşiri adlı eserini bu dönemde (632/1235) kaleme almış ve Alâeddin Keykubad’a sunmuştur.9 Demek oluyor ki bu eser Hanikâh-ı Lala’da ders kitabı olarak okutuluyordu. 1262 yılında bu hanikâh, sultan fermanıyla Ahilerden alınıp Mevlana’nın dostu Hüsâmeddin Çelebi’ye verilmiştir. Fahreddin-i Râzî’nin talebesi olan Şerefuddin-i Herevî’nin medresesi de kendi adıyla anılan camiye bitişik idi. Yani Hanikâh-i Lala ile yan yana idi.
Abbasî Halifesi en-Nâsır Lidînillâh’ın elçisi meşhur sofi Şihabüddin Suhreverdi, Konya’ya geldiği zaman Sultan Alâeddin bu elçiyi karşılamak ve ağırlamak için bütün Ahileri (ehl-i fütüvveti) görevlendirmişti. Bu elçinin beraberinde çok sayıda ilim ve fikir adamları bulunuyordu. Elçinin gelişi münasebetiyle Konya’da günlerce süren göz alıcı törenler, eğlenceler tertip edilmişti. Uluğ Sultan parlak bir törenle Şeyh Şihâbüddin Suhreverdî’nin elinden fütüvvet üniforması olan şalvar giymiş ve şed kuşanmıştı.10 Mirsadü’l-ibad adlı eserin sahibi Kübreviyye tarikatı şeyhi Necmüddin-i Daye Anadolu’ya gelince Malatya’da Fütüvvet Teşkilatı’nın şeyhu’ş-şuyûh’u Şihabüddin Ömer es-Suhreverdi ile karşılaşmış ona bu Mirsadü’l-ibad adlı eserini sunmuştur. O da bu eseri mütalaa ettikten sonra çok beğenmiş ve yazarına: “Bu Diyar-ı Rum’un genç, ilim sever ilmi ve âlimleri koruyan bir sultanı var, sen bu kitabı ona takdim et.” demiş o da Konya’ya gidip eserini Sultan Alâeddin Keykubad’a takdim etmiştir.
Şeyh Sadreddin Konevî Suriye’den gelip Konya’ya yerleştikten sonra (1245) onun etrafında geniş bir talebe halkası oluşmuştur. Mecidüddin İbnü’l-Esir’in Camiu’l-usul fi Ahadisi’r-resul adlı eserini 20’den fazla talebeleri ondan okumuşlardır. Bu eserin Sadreddin-i Konevî’nin vakfı olan 8 cildi, Yusufağa Kütüphanesinde (No. 5050-5058) bulunmaktadır.11 Bütün bu ciltlerin baş tarafına veya son sahifelerine yazılan “sema” ve “kıraat” kayıtlarında o ders halkalarında bulunan şahısların adları kaydedilmiştir. Bu talebelerin arasında muhtelif memleketlerden ve milletlerden olan ve devrin tanınmış ilim adamları ve devlet adamlarının adları geçmektedir. Pervane Muinüddin Süleyman, Fahruddin-i İrakî, Ferganalı Saiduddin, Zeynüddin Muhammed er-Razi (Ahteri adlı lügatin yazarı) bunlardan birkaçıdır. Bunlar arasında gayrimüslimler de bulunmaktadır. (Bk. Burada Levha, XI)