Kitabı oku: «Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?»
Ön Söz
Elinizdeki çalışma, İmdat Duru, Doğan Özbabacan ve Zeki Büyüksoylu’nun, Mikail Bayram Hoca ile yaptıkları söyleşilerin bir bölümünden oluşmaktadır. Sohbetin büyük bir bölümü kitaba alınamadı. Özellikle Hoca’nın Bediüzzaman Said Nursi ile ilgili hatıralarının bu kitapta yer almaması kitap ve okuyucu için büyük bir talihsizliktir. Çok önem atfettiğim ve belge niteliği taşıyan bu satırlar inşallah ileride okuyucu ile buluşur.
İmdat Duru, Doğan Özbabacan ve Zeki Büyüksoylu, Hoca’nın sağlığını dikkate alarak Hoca ile bir dizi sohbeti kayıt altına aldılar. Onlar olmasaydı bu çalışma olmazdı. Benim için çok verimli sohbetlerdi. Hiçbir katkım olmadığını söyleyebilirim. Bu itiraf doğrudur. Dahası her sohbette bir sorun çıkarttığım bile söylenebilir. Hoca ve nitelikli okur vasfını taşıyan bu üç yetenekli insan her sohbette muhalif bir dil kullanan bana sabrettiler.
Hoca çalıştığı konuları, incelediği metinleri, tarihî vesikaları hiç abartısız marifetli bir dedektif titizliği ile gözlem altında tutuyor. Tetkik ediyor. Yorumluyor. Bitip tükenmek bilmeyen araştırma arzusu bu yaşında da var. Yaşına rağmen hafızası sağlam. O kadar belirgin ki bu, yıllar önce okuduğu, tetkik ettiği bir kitabın, vesikanın dipnotlarını ve sayfa numaralarını hatırlıyor. İndeksine kadar kaynak gösterebiliyor. Zaten, iyi bir tarihçinin çok güçlü bir hafızası olmalıdır.
İlahiyat ve tarih müktesebatı olan, Türkiye’de “Pehlevice” bilen ender insanlardan birisi olan Hoca’nın hayatından kesitler sunan bu çalışmaya dair okuyucunun zihninde bir olumsuzluk oluşursa, bu tamamıyla bizden kaynaklıdır.
Yayınlanan bu tür çalışmalarda kısaltma metotları çoğu zaman bütünlüğü bozar. Bu çalışma, üzülerek belirtmeliyim -çözümü yapılan metnin tamamına her gün acıyla bakıyorum- çok kısaltıldı. Anlatılanlar bir kişinin hayatında iyi bir çalışmaya kapı aralar ve bundan dolayı hasene yazılırsa, bu hasene 600 sayfayı çözümleyip kâğıda döken Hatice Aksoy Hanım’a aittir.
Hoca’nın hayatı, Türkiye’nin 70 yılından izler taşıyor. Bu satırlar hiç kuşkusuz okuyucuda da iz bırakacaktır.
Niçin Mikâil Bayram?
Hoca ile 02.03.2013 tarihinde bir sahafta karşılaştık. Elini öptüm. Yanımda bir grup genç öğrenci vardı. Oturup konuştuk. Uzun bir konuşma oldu. Hoca’ya ve düşüncelerine yabancı değildim. “Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi” adını taşıyan çalışmasını titizlikle okumuştum. Kitabın birçok bölümü ezberimdeydi. Tarihten çok eminim çünkü ayrılırken Hoca, Hikmetevi’nden çıkan “Sadru’d-Din-i Konevi/Hayatı, Çevresi ve Eserleri” kitabını o günün tarihini atarak adıma imzaladı. Zor yazıyordu. Dahası yazamıyordu. Adımı, günün tarihini yazarken ve imza atarken çok zorlandı.
Herkes tarafından kabul edilen yanlış bilgiye, tarihî kayıtlara itiraz etmek kolay değildir. Bu nedenle Hoca’ya Mevlana başta olmak üzere Şems, Şems-Alamut ilişkisi, Ahi Evren (Nasreddin Hoca), Baba İlyas-Baba İshak, Hasan Sabbah, İsmaililik, Zeyd kıyamı, İmamet, İbn-i Teymiyye, Ehl-i Beyt tanımı, Miraç, Fil Suresi, Abdülmelik B. Mervan ile Abdullah B. Zübeyr’in iktidar mücadelesinin boyutlarının Miraç olayını aktaran rivayetleri/yazılanları etkisi altına alıp almadığı ile İmam Hüseyin’in Şehr-ü Banu evliliği konularını sordum. Öğrenciler ilgiyle dinlediler. Hoca’ya itirazlarım oldu. Okuduğum bazı metinleri aktardım. Hoca bir akademik bilim adamına yakışır sağduyu ve sabırla itirazlarımı dinledi ve öğrencilere dönerek “Bu arkadaşımız okuduğu bir metni anlayacak, yorumlayacak kıratta ve fevkalade dikkatli bir okur ama dil bilmediği için kaynaklara ulaşması ve oralarda yazılanları kritik etmesi mümkün değildir.” dedi. Özellikle genç tarihçiler ve tarihî kayıtlara ilgi duyan okurlar Hoca’nın bu konudaki görüşlerini dikkate almalılar. Kayda geçmiş tarihî metinlerin dillerini öğrenmeliler. Genelleme yapmak, cahilliğin göstergesidir. Genelleme yapmıyor, yapan tarihçilere ilgi duymuyordum. Hoca, haklıydı; dil bilmiyordum ve kaynak metin okuyamıyordum. Tarihi değiştiremeyiz, neyse odur. Yanlış tarih aktarımı yön kaybına neden olur. Bir de elbette tarih en çok taze iken kayıt altına alınırken -tahrif ediliyor- edilmiştir… Bu bir gerçek. Öyle bir tahrifat yapılmamış olsa bu kadar farklı aktarım ve çıkarım nasıl yapılabilir? Tarihçi bu tahrifatı gözler önüne serme cüreti/cesareti gösterendir. Böyle olsa da bugün Avrupa merkezci tarih yazıcılığına ve Müslüman toplumlardaki kutsanmış tarihe tek itiraz cümlesi kuramamış tarihçiler çoğunluğu oluşturuyorlar. Tarihçi, çok riskli olan tarihî kayıtlara itiraz edebilmeli ve bu sorumluluğu almalı. Hoca, bu cesareti gösterebilmiş tarihçilerden birisidir. Gerçeklerle yüzleşme korkusunu aşmak gerekiyor. Hoca ile konuştuğumuz konuların neredeyse tamamında benim farklı kanaatim, yorumum, inancım var. Ama susulduğunda, konuşulmadığında, yazılmadığında rahatsızlık duyulacak insanlar olur. Benim için Hoca da böyle birisiydi. Bazı tarihçilerin ve yazdıklarının sorgulanmadığı/ sorgulanamadığı bir vakıadır.
Hoca, kendisinden önce yazılanları sorgulamak konusunda büyük bir cesaret örneği sergilemiştir. Eserleri bunun ispatıdır.
Tarihî kayıtlar/metinler çok önemlidir. Doğruyu bilmek ise önceliklidir. İnsan doğruyu bilirse yanlışı da bilir. “Neler oluyor?” diye sorar. Ve “Neden oluyor?” diye düşünür. Cevap arar. Geçmişi paylaşmak aynı zamanda geleceği paylaşmak demektir. Tarih aktarımı yapılırken tek bir doğrunun bile kayda geçmesini sağlamak büyük bir iştir. Ve tarihte var olanları gerçekçi bir şekilde aktarmak çok haysiyetli bir tavırdır. Çünkü en kesif bataklık yanlı/yanlış tarih aktarımıdır. Nuh, gemi için ne ifade ediyorsa düzgün ve hesaplaşmayı göze alan tarihçi de “Tarih Bilimi” için aynı şeyi ifade ediyordur. Bizler/hepimiz, insanlık tarihinde neler yaşandığını ve bunların neden yaşandığını konuşuyor, tartışıyor, yorumluyor ve yazıyor olmamızı tarih yazıcılarına borçluyuz. Korkmaya gerek yok. Yanlış kayıtlar gün gelir çürür. Bu yanlış kayıtların neden olduğu yanlış düşünceler de leş gibi kurtlanır. Yalanla kirlenmemiş bir yaşam dilimi, tarihî kayıt bulmak elbette zordur. Yoktur. İşte sorumlu tarihçi bundan dolayı çok önemlidir. Tarihî veriler, olaylar, kayıtlar toplumları bir kütüphane dolusu kitap okumaktan daha çok etkiler ve eğitir. Bazıları “Tarih ve Din -Dinî Metinler demek daha doğru olmalı- ‘Kamu Malı’dır.” diyorlar. Din ve Tarih konusunda herkes her şeyi söylüyor. İddia sahipleri iddialarını geçmiş metinlerden delillendirme konusunda çok pervasızlar. Hâlbuki bu konuda pervasız olmak değil hassas olmak gerekiyor. Herkesin her şeyi bildiği ve her şeye bir delil bulduğu yerde elbet konuşmak, yazmak zordur. Hoca, bu zorluğa boyun eğmeyen ve tarih okuyucusunun içindeki/zihnindeki şüphe ipini kopartmayan bir tarihçidir.
***
O gün Hoca’ya bir soru sordum.
“Bugüne kadar size, yazdığınız metinlere romantik ya da duygusal karşıtlıklardan öte bir itiraz, karşı çıkış, reddediş oldu mu?”
Sorduğum soruyu biraz daha açtım: “Mevlana ve Mesnevi yorumları özelinde ilmî bir cevap, iddialarınıza bir itiraz aldınız mı?”
Hoca’nın cevabını bu konuda okuyan, araştıran, yazan herkes için buraya aktarıyorum: “Bugüne kadar Mevlana ve Mesnevi yorumlarım/yazdıklarım hakkında bu hususları belgeleriyle benimle konuşmak isteyen hiçbir kimse çıkmadı ve bana da ilmî bir cevap verilmedi. Böyle bir taleple hiç karşılaşmadım.”
İnsan tarihe her istediğini söyletebilir. Niyetine, amacına göre bir tarih aktarımı yapabilir. Oysa ki tarih, kâinatın ve insanlığın vicdanıdır. Onu kanatmamak gerekir.
Hoca’ya, yazamıyorsa konuşmasını ve bu konuşmaları kayıt altına almayı önerdim. Bu önerimi uygun buldu. Süleymaniye Vakfı’nın bazı sohbetlerini, konuşmalarını kayıt ettiğini söyledi. Bu görüşmemizden 3 ay kadar sonraydı. Doğan Özbabacan ve bir misafiri ile birlikte Hoca’yla yine aynı sahafta karşılaştık. Misafirimiz Hoca’yı selamladı, kitaplarını okuduğundan söz etti ve “Miraç” bahsi konuşuldu. Misafirimiz, Hoca’ya bu konudaki iddialarının genel kabulün dışında iddialar olduğunu söylediğinde Hoca özetle genel kabulün ve bu kabulün insanlar üzerindeki tesirinin ilgisini çekmediğini, kendisinin gerçeği -kabul görmemiş olsa bile- dile getirmek istediğini ve bu tutumunu değiştirmeyeceğini, eleştiri ya da reddedişlerin olacağını bildiğini, beklediğini söyledi. Benim Hoca ile daha önce yapmış olduğum görüşmelerde ve bu görüşmede konuşulanlar hakkındaki kanaatlerim farklıydı. Hoca’ya kısaca “İddialarınıza karşı teknik olarak ilmî bir reddediş yapamamış olmam bu iddialarınızı tamamen koşulsuz kabul etmemi gerektirmiyor.” dediğimde Hoca, sükûnetle: “Evet. Herkes konuşacak, itiraz edecek. Gerçek olan bir şekilde kayıttadır ve ortaya çıkacaktır.” mealinde kısa bir cevap verdi. Ben bu görüşmede de birkaç cümleyle kayıt konusunu Hoca’ya hatırlattım. Bu metnin ortaya çıkışının başlangıç hikâyesi bu görüşmelerdir.
Kur’an konusunda çalışanlar Kur’an’ın 5/3 ünün tarih olduğunu yazıyorlar. Bir oran bile belirtilmiş. Tarih ve Tarih Felsefesi 17 Sure %14.14, Toplum Siyaset ve Sosyal Sınıflar 27 Sure %22.5’tir. Bu durum, tarihin toplumlar için ne kadar çok önem arz ettiğini ortaya koymaya yeter. Sözün özü, özeti şu: Dünde kalmayıp bugüne taşınan konuların doğru bir şekilde değerlendirilmesi ve ders çıkartılması için tarih çalışmalarına önem verilmeli, özen gösterilmeli, bu konuda hassas olunmalıdır. Bu çalışma benim açımdan “yetersiz” bir çalışmadır. Bu yetersizliğin Hoca ile bir ilgisi bulunmamaktadır.
Hoca ile yapılan kayıt çözümleri yaklaşık 600 sayfa kadardı. Kayıtların çok büyük bir bölümü bu kitaba alınmadı. Alınmayan kayıtlardan müstakil 3 ayrı kitap çıkar. Bu tür söyleşilerin kayıtlarının nasıl yapıldığına dair bilgisizliğimiz ve acemiliğimiz yetersizliğin ana nedenidir. Öz eleştirimin bir amacı var: Hoca hayattayken bu konuları konuşmak isteyenlere bir çağrıda bulunmak. Hoca’nın iddialarını bir magazin tarihçiliğine dönüştürmeden onunla konuşmak ve konuştuklarını kayıt altına almak genç tarihçilerin görevi olsun. Bu çalışma böyle bir çabaya vesile olursa iyi ve gerekli bir çalışmanın ilk adımı olmuş olacaktır.
Schlegel, “Tarihçi, geçmişe bakan bir peygamberdir.” diyor. Hepimiz biliyoruz ki peygamberler yalan söylemezler. Tarihçi de söylememeli…
Halil Karadeniz
Hoy’dan Konya’ya Uzanan Bir Hayat
Son dönemlerde hatıralar bir hayli yaygınlaştı. Akademisyen, sanatçı, iş adamı, siyasetçi ve devlet adamlarından çok sayıda kişi ölmeden önce hatıralarını yayımlıyorlar.
Biz de sizin yaşadığınız dönemin, doğduğunuz coğrafyanın, başınızdan geçen olayların kalıcı olmasını, bilinmesini; gelecek nesillerin bunlardan haberdar olmasını istiyoruz. Bir anlamda hatıralarınızın tarihe geçmesini önemsiyoruz.
Hatıralar nesillere aktarıldığında tarih olur. Siyasette, sanatta, edebiyatta, iş hayatında, bilim dünyasında iz bırakan, eser meydana getiren kişilerin hayatlarını ve hatıralarını kayıt altına almak gerekiyor. Bu anlamda hatıralar edebiyatımızda önemli bir yer tutmaktadır.
Hatıra şöyle tarif edilir; bir kişinin yaşadığı veya şahit olduğu önemli ve başkalarınca bilinmesi gerekli olayların zihinde bıraktığı izler. Biz de sizinle uzun bir söyleşi yapmak, böylece anılarınızı okunur hale getirmek istiyoruz. Klasik yöntemi takip ederek biz de söyleşimize ailenizin geldiği yer olan İran’ın Hoy şehrinden başlayalım.
Hoy, ailemin bulunduğu şehir. Türkiye haritasına baktığımız zaman Van ile aşağı yukarı aynı paralele denk gelen ve sınıra çok yakın bir yerleşim yeri olduğu görülür.
Aileniz 1927 yılında Hoy’dan Türkiye’ye göç etmiş. Oldukça ilginç olduğunu düşündüğümüz hikâyenizi sizden dinleyelim.
Ben, 1940 yılında Van’ın Saray ilçesinde doğmuşum. Annemin anlatımına göre Atatürk’ün ölümünden bir yıl sonra yani 10 Kasım 1939’da dünyaya gelmişim. Annem bunu defalarca söylerdi. Yalnız nüfusa kayıtta bir gecikme olmuş. Nüfusa 14 Mart 1940 olarak geçmiş. Yani altı aylık gecikme var. Sülalemde benden büyük olan amcazadelerim İran doğumludur.
Şimdi sülalemin İran’dan geliş maceralarını anlatayım; İran’da, Van sınırından 50-60 km. mesafede Küresinli adıyla bir oymak yaşar. O oymak Sünnidir. Küresinliler genellikle ikiye ayrılırlar. Bir kısmı hiç Kürtçe bilmezler. Tek dillidirler. Azeri Türkçesi ile konuşurlar. Bir kısmı hem Türkçe hem de Kürtçe bilir. Biz ikinci gruptanız. Yani hem Türkçe hem de Kürtçe biliriz. Azeri Türkçesini ana dilimiz olarak kullanırız.
Bu oymaklar 1920’li yıllarda o bölgede yaşarlarken orada Simko Ağa denilen İsmail Ağa Şikaki adında bir Kürt ağası vardı; Kürt devleti kurmak istiyordu. İngilizler bu ağaya yardım ediyorlardı. Türkiye’den ve İran’dan, Van ve Hakkâri bölgelerini içine alacak şekilde toprak koparıp bir Kürt devleti kurmak istiyordu. Fakat Simko Ağa bu işleri yaparken bir taraftan da Süryaniler ile iş birliği hâlindeydi.
Süryaniler daha güneydedir. Aynı zamanda Mardin’de, Midyat’ta, Nusaybin’de bulunan Nasturiler ile iş birliği yapıyor. Biliyorsunuz, bunlar mezhep itibarıyla Nasturi Hristiyanlardır. Amaçları da Osmanlı’dan sonra Türkiye devleti üzerinde bir hizip yaratıp, Kürt devleti kurmaktı.
Simko Ağa bir defasında İngilizler marifetiyle Süryani lideri Marşimon ile görüşme yapıyor. Bunlar görüşmelerinde ittifaklarını nasıl yürütecekleri yönünde konuşuyorlar. İlkeler üzerinde yaptıkları görüşmelerde fiilen hazır bulunmuş birçok adamla konuştum; çocukluğumda onlar hayattaydılar. Bu görüşmelerde Simko ile Marşimon liderliği paylaşamamışlar. İsmail Ağa Şikaki demiş ki “Senin bana tabi olman gerekir.” Marşimon da “Senin bana tabi olman gerekir, zira benim askerim daha çoktur.”
O dönemde Marşimon’un bin süvarisi olduğu söyleniyor. İsmail Ağa’nın da müsellah bir askeri birliği yoktu. Ama Abdui Aşireti vardı.
Bu görüşme sırasında İsmail Ağa, “Ben Müslüman’ım. Bir Müslüman’ın gayrimüslime tabi olması caiz değildir. Senin bana tabi olman gerekir.” diyor. Aralarında tartışma çıkıyor. İsmail Ağa’nın adamları orada bulunan Marşimon’u ve beraberindekileri öldürüyorlar. Müthiş bir katliam yapmışlar. Bu olay İsmail Ağa’nın İngilizlerin gözünden düşmesine sebep oluyor. Dolayısıyla İngilizlerin de önderliği ile Türkiye ve İran Şahı Rıza Pehlevi’nin babası birlikte İsmail Ağa’ya bir suikast düzenliyorlar. Onu Tebriz’e davet ediyorlar. İsmail Ağa süvarileri ile birlikte Tebriz’e doğru giderken yolda pusuya yatan İran askerleri İsmail Ağa ve askerlerini öldürüyorlar. İsmail Ağa, o bölge safi Kürt kalsın diye bölgedeki Türk olan Küresinlileri sürmeye çalışıyor. Küresinliler oymağı 1920’li yıllarda büyük gruplar hâlinde Türkiye’ye göçmek zorunda kalıyorlar.
Neden Türkiye’ye göç ettiler?
Çünkü Türkiye’yi biliyorlardı. Ticari ilişkiler sebebi ile Türkiye’ye gidip geliyor, biliyorlar, tanıyorlardı. Yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulunca bu devletin daha adaletli olacağını düşünüyorlar. En azından İran’da Türk olmalarından dolayı tahkir ediliyor ve özellikle Sünni olmalarından dolayı hakarete uğruyorlardı. Küresinli Oymağının gelmesini Türk hükûmeti de istiyordu. Bunlar gruplar hâlinde hududun muhtelif bölgelerinden Türkiye’ye geldiklerinde, bunlara “Siz Türk müsünüz, Kürt müsünüz?” diye soruyorlar. Bakıyorlar dilleri adları Türk’tür, bunları Türkiye’ye alıyorlar.
Sayılarını tam olarak bilmiyorum. Fakat Van’da şu anda Küresinli Oymağından 12 köy var. Hâlen bu on iki köyde Küresinli Oymağı yaşar. Bu köylerin dışında Van’ın merkezinde Acemler Mahallesi sakinlerinin hepsi Küresinlilerdir. Van’da da büyük bir çoğunlukları vardır.
Türk hükûmeti bunları hüsn-ü kabul ile alıyor ve Ermenilerden boşalan köylere yerleştiriyor. Bizimkiler de İran’dan geldikleri zaman Saray’ı boş bulup yerleşmişler, yerleştirilmişler.
Saray 20 km²’lik büyük bir düzlüktür. Denizden yüksekliği 2100 metredir. Bu kadar yüksek olmasına rağmen geniş bir düzlüktür. Ermeniler zamanında burada ziraat yapılırmış.
Ermeniler vaktiyle Saray’da büyük su kanalları, kehrizler -meyilli arazide açılan su kuyusu- açıyorlar. O kuyuları dipten birbirlerine bağlıyorlar ve biriken suların hepsini artezyen yaparak toprağın yüzüne çıkartıp gölet yapıyorlar. Gölette biriken su ile tarlalarını suluyorlar.
Bizim Saray’da aşağı yukarı yirmiye yakın böyle sulama şebekesi vardı. O günün şartlarında çok gelişmiş bir sulama sistemi, zirai bir uygulamadır.
Saray’daki Ermenilere Ne Oldu?
Ermeniler yaşadıkları yerleri neden boşalttılar?
O tarihlerde özellikle Van bölgesinde Ermeni komitacılar vardı. Bunlar Müslüman köyleri basarlar katliama tabi tutarlardı. O dönemde böyle katliama tabi tutulan çok sayıda köy var. Özellikle gece vakti Ermeni komitacılar o köylere giriyorlar ve köylerde çoluk çocuk herkesi öldürüyorlar.
Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde anlattığı gibi, 1800’lü yıllarda Osmanlı topraklarından olan Balkanlar’da Sırpların, Bulgarların, Yunanlıların Türk köylerine yaptıkları katliamlara benziyor.
Satmanis Köyü, Çarıksara Köyü, Mergehi Köyü Ermeni komitacıların katliam yaptıkları köylerdendir. Bu köylere geceleri baskınlar yapıp büyük katliamlarda bulunmuşlardır.
Amaçları Van bölgesinde Ermenileri çoğunluk hâline getirmekti. Van merkezinde de bütün Müslüman halk bu olaylar karşısında hicret etmek zorunda kalır. Hatta o zamandan hicret eden birçok aile Halep ve Konya’ya yerleşiyor.
Ermeniler bu bölgede homojen bir nüfus istiyorlar. Hatta sadece Müslüman tarihçiler değil, Avrupalı tarihçiler de bunu yazıyorlar.
Lord Curzon, Van bölgesinde Ermenilerin nüfusunun yüzde 25 olduğunu söylüyor. Ermeniler de nüfus oranlarını yükseltmek için Müslüman halkı tehcire zorluyorlar. İşte bizim Hoy bölgesinde de bunlar yapılmış. O dönemde Kâzım Karabekir, Ali İhsan Sabis ve Kâzım Özalp’i bölgeye gönderiyor. Ali İhsan Sabis, kendilerini korumaları için halka silah dağıtıyor. Kürtler de silahlanıyor.
Bu olaylar 1915 yıllarına denk geliyor. Kâzım Karabekir ve Ali İhsan Sabis’in aldığı tedbirlerden sonra halk da Ermenileri vurmaya kalktı ve böylece Ermeni-Müslüman halk savaşı meydana geldi. Tabii devlet de sonradan bunu bir nizama bağladı.
Ermenileri katliamdan kurtarmak isteyen Osmanlı Devleti de belli güzergâhlarda Ermenilerin yurt dışına gitmelerini sağladı ve Ermeniler tehcire tabi tutuldular. İşte Ermenilerden boşalan köylere biz yerleştik. Tehcirden 5-6 sene sonra bizimkiler İran’dan gruplar hâlinde gelip Türkiye’ye yerleşmişler.
Van’ın Saray ilçesi ve Karagündüz gibi yerleşim yerleri vardı. Er-çek köyünün hemen kenarında çok önemli bir Ermeni yerleşim yeridir. Orada Ermeniler’in çok büyük kiliseleri vardı. Gerçi kiliseleri bakımsızlıktan ve halkın talanından dolayı yıkıldı. Bizim çocukluğumuzda kilisenin parke taşları orta yerde dururdu.
Ondan sonra Alaköy diye bir yer var. Van’daki son depremden dolayı Alaköy’ü ve Molla Kasım’ı duymuşsunuzdur. Depremin merkez üssü o köylerdi. Özellikle dayı taraflarım Alaköy ve Molla Kasım’a yerleşmişler. Bir de Engil, Şahbağı ve Bardakçı diye köyler var; Küresinliler İran’dan gelip bu köylere yerleşmişler.
Anne tarafım Hoy’un Yezdikan köyündendir. Babamgilin köyü de Hindivan ve Almalı köyüdür. İki köy de birbirine komşudur. O köyler tamamen bizim sülaleye mensup insanlardır. Hatta dedelerimiz ailenin tarihi hakkında bilgi verirdi.
Bizim ilk dedelerimiz Behlül ile Şahbaz. İkisi kardeş. Hindivan’a ve Almalı’ya ilk önce onlar yerleşmişler. Nereden geldikleri belli değil. Bu köyler Hoy’a yakın.
Behlül’den sonra oğlu Kasım geliyor. Kasım’ın oğlu Mehmet Emin’dir. Mehmet Emin’in oğlu Mehmet Şerif’tir. Mehmet Şerif’in oğlu babadır. Babanın oğlu Mehmet Şerif, onun oğlu İbrahim’dir. İbrahim benim dedemdir. Ailenin şeceresi böyle. Ama nereden gelip buraya yerleştikleri hakkında bilgim yok. Küresinlilerin dil yapısından, edebî özelliklerinden, folklorlarından anlaşılıyor ki bunlar Tebriz yöresinden gelmişler.
Tebriz’de Sünniler var. Fakat 1500’lü yıllarda mezhep yapısı değişiyor. Çünkü Büyük Selçuklular Sünni’ydiler.
O bölge Şah İsmail ile Şiileştirildi. Şah İsmail o bölgedeki Sünnileri Tebriz’den uzaklaştırırken bizim Küresinli Oymağı da Türkiye hudutlarındaki köylere yerleşmişler. Ama Küresinlilerin tamamı göç etmiyor.
İran’da Küresinli Oymağından Aileler Kaldı mı?
Şah’ın babasının Küresinlilere bulundukları yerleri boşalttırmak gibi bir niyeti var mı? Mesela orada akrabalarınız kaldı mı?
Yakın zamanda küçük biraderime “İran’da Küresinlilerin köylerinin adlarının bir listesini çıkar bana.” dedim. Aşağı yukarı 80 tane köy var. O köylerin halkı Küresinli Oymağından. Oymak, aşiretle aynı manaya gelir. Küresinliler Hoy’dan Türkiye hududuna yakın köylere yerleşmişler. Hududa biraz daha uzak olan köylerdeki Küresinliler ise göç etmemişler. Hatta bizim aileler de göç ederken bölünmüş. Mesela annemin babası dört kardeşlermiş; üç kardeşten ikisi Türkiye’ye göç etmiş, bir kardeş Yezdikan’da kalmış.
Babamgiller üç kardeş ve onlar göç etmişler. Ama onların akrabaları İran’da kalmış. Bugün hâlâ İran’dalar; onlarla zaman zaman görüşürüz.
Eskiden görüşmemiz çok zor olurdu, şimdilerde artık kolaylaştı. Neredeyse elimizi kolumuzu sallayıp İran’daki akrabalarımızı ziyarete gideriz. Ama şunu söyleyebilirim, ailelerin büyük çoğunluğu İran’da kalmış.
Bizimkiler İran hükûmetine küstükleri için göç etmişler. Çünkü Kürtlere karşı, İsmail Ağa’ya karşı bizi korumadı, bizi korumadığı için onlar da İran’ı terk etmek durumunda kalıyorlar.
1920’lerde bu İran Gilan bölgesinde Sovyet Cumhuriyeti gibi bir şey kuruluyor. Marksist bir hareket; Bolşeviklerden etkilenmiş. Yüzde 90’ı, belki daha fazlası Türkistan veya İran kökenli Türklerden oluşuyor. Bu Küresinliler, Sünniler veya bölgedeki Türk oymaklarının bu hareketle bir ilgisi var mı?
İran’ın Gilan bölgesi bize çok uzak. Aşağı yukarı 400 km. O bölgede eskiden özellikle Şah zamanında sol çok kuvvetliydi. Rusya ile bağları vardı. Hatta daha sonra Mao ortaya çıkınca da bunlar Maoist oldular ve Mao’nun kitaplarını yayımladılar. Mao’nun bildirilerini Farsça’ya tercüme ederek yayımlıyorlardı. Tabii burada birtakım ideolojik akımlar vardı. Humeyni rejimi geldikten sonra Küresinliler, Sünni oldukları için Humeyni rejimine muhalif olan insanlarla irtibat kurdular. Onları İran Humeyni rejimine karşı ayaklandırmaya çalıştılar. Hatta benimle de irtibat kurdular. Bunların bir de internet siteleri vardı. Esasında Küresinlilerin o bölgedeki solcu hareketlerle hiç irtibatı olmadı.
Bizim orada Dilman diye bir ilçe var. Dilmanlı bir adam, bazı internet kanallarından bizim Küresinlilere ayaklanma çağrısı yapıyor. Öyle anlıyorum ki o adam da Amerikan ajanıdır. Kendisiyle internet aracılığıyla irtibat kurdum. Ona, “Bir defa Birinci Cihan Savaşı’nda Küresinliler yeterince mağdur edildiler, böyle dağıldılar; şimdi sen Küresinlileri yeni bir maceraya sokmaya çalışıyorsun. Bu Küresinlilere yazık olur günah olur.” diye nasihatte bulundum.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında İran, bir süre İngiliz ve Rus egemenliğinde kalıyor. Her iki devlet de İran’dan çekilirken iktidarı Farslara bırakmak için 1925 yılında Kaçar Hanedanının iktidarına son veriyorlar. Pehlevi Ailesi iktidara geliyor. O dönemde Simko İsmail Ağa kaçıyor, Kürt bölgesinin özerkliğine de son veriliyor.
Simko’yu orada öldürdüler. Sonra Simko’nun adamları ve akrabaları da Türkiye’ye kaçtılar. Simko’nun oğlu Kusrev, Edirne’de ilkokul öğretmenliği yaptı. Simko’nun kızı Van’da Refik Öğretmen’in karısıydı. Yani Simko’nun çocukları Van’daydılar ve Simko’nun Refik öğretmenden olan torunları benim sınıf arkadaşlarımdı.