Kitabı oku: «Aldatilmiş », sayfa 2
Dördüncü Bölüm
Caitlin koşmaktaydı. Koştukça bileğine kadar gelen çiçek- lerden oluşan alanın içinden bir patika çiziyordu. Kan kırmızısı güneş, büyük bir top misali ufukta asılıydı.
Ufukta arkası güneşe dönük olan kişi babasıydı ya da en azından onun karaltısı. Hatları seçilmiyordu fakat Caitlin bu- nun o olduğunu biliyordu.
Caitlin nihayet onu göreceği, kucaklayacağı için yana tutuşa koşarken güneş çabucak battı, pek çabucak. Her şey çok hızlı olmuştu ve birkaç saniye içerisinde güneş tamamen batmıştı.
Kendini arazide, gecenin ortasında koşar halde buluver- di. Babası hâlâ orada bekliyordu. Caitlin onun kendisinin daha çabuk koşmasını istediğini, ona sarılmayı arzuladığını hissetti. Ne var ki bacakları ancak bu kadarına yetiyor ve ne kadar denerse denesin, babası gittikçe uzaklaşıyormuş gibi duruyordu.
Koşarken birden ay ufukta yükseldi; koskocaman, tüm gök- yüzünü dolduran, kan-kırmızı bir ay. Caitlin onun üstündeki tüm ayrıntıları, tepeleri ve kraterleri görebiliyordu. Gün gibi berraktı. Babası aya arkasını dönmüş bir karaltı olarak duru-yor ve o daha hızlı koşmak istedikçe sanki aya doğru koşuyor- muş gibi görünüyordu.
Çabaları hiçbir işe yaramıyordu. Birden bacakları ve ayak- ları hareket edemez hale geldi. Aşağı baktığında çiçeklerin bi- lekleriyle bacaklarına dolaşıp sarmaşıklara dönüştüğünü gör- dü. O kadar kalın ve güçlüydüler ki kısa bir süre sonra artık hareket edemiyordu.
Kocaman bir yılanın ona doğru sürünmesini izledi. Müca- dele edip kaçmaya çalıştı fakat çaresizdi. Tek yapabildiği onun yaklaşmasını izlemekti. Yılan yaklaşırken havaya sıçradı, tam onun boğazına doğru. Caitlin dönüp çığlık attı ve onun uzun dişlerinin boğazını deldiğini hissetti. Acısı korkunçtu.
Caitlin irkilerek uyandı, yatakta doğrulup nefes almaya çalıştı. Elini boğazına uzatıp kabuk bağlayan yaralara do- kundu. Bir anlığına rüyasını gerçekle karıştırıp odanın için- de yılan var mı diye bakındı. Yılan falan yoktu.
Boğazını ovdu. Yara hâlâ acıtıyordu fakat rüyada olduğu kadar değil. Derin derin nefes aldı.
Kalbi güm güm atarken Caitlin soğuk terler döküyordu. Yüzünü ve şakaklarını silerken soğuk ve ıslak saçının yapış yapış olduğunu hissedebiliyordu. Acaba en son banyo ya- palı, saçını yıkayalı ne kadar olmuştu? Hatırlayamıyordu. Ne zamandır burada uzanmaktaydı? Ve acaba, tam olarak, neredeydi?
Caitlin odaya bakındı. En son hatırladığının aynısıydı. O da bir rüya mıydı, yoksa öncesinde bir yerlerde uyanık mıydı? Tamamı taş olan odanın; içinden devasa dolunaydan gelen ışığın sızdığı tek bir uzun, kemerli penceresi vardı.
Anımsamaya çalışarak yatağının kenarına oturdu ve alnı- nı ovuşturdu. Bunu yaptığı sırada karnına korkunç bir sancı saplandı. Elini uzattığında bir yaranın kabuğuna dokundu. Bunun nereden geldiğini hatırlamaya çalıştı. Biri ona saldır- mış mıydı?
Caitlin düşünmeye başladı ve yavaşça ama net bir şekilde ayrıntılar geri gelmeye başladı. Boston. Hürriyet Yolu. Kralın Mabedi. Kılıç. Ardından… saldırıya uğrayışı. Ardından…
Caleb. O sırada oradaydı, ona bakıyordu. Dünyası karar- maktayken ondan ricada bulunmuştu. Beni dönüştür, diye yalvarmıştı…
Caitlin ellerini kaldırıp boğazının yanındaki iki yara izine dokunduğunda onun bu lafı dinlediğini anladı.
Bu her şeyi açıklıyordu. Caitlin durumu fark ederek ayağa kalktı. Dönüştürülmüştü. Sonra da bir yere götürülmüştü; muhtemelen iyileşmesi için, muhtemelen Caleb’in gözeti- minde. Kollarını ve bacaklarını test etti, boynunu çevirdi, bedenine baktı…
Farklı hissediyordu, orası kesin. Artık kendisi değildi. İçinde uçsuz bucaksız bir kuvvetin, bir koşma, depara kalk- ma, duvarları yıkıp geçme, havaya sıçrama arzusunun kol gezdiğini hissetti. Başka bir şey daha hissediyordu: Sırtın- da, kürek kemiğinin hemen altında iki küçük çıkıntı. Belli belirsizlerdi ama orada olduklarını biliyordu işte. Kanatlar. Biliyor ve hissediyordu ki eğer uçmak isterse onun için açı- lacaklardı.
Caitlin yeni gücünün sarhoşluğuna kapılmıştı. Onu he- men denemek istiyordu. Kafese kapatılmış gibi hissediyordu-ne zamandır burada olduğu konusunda hiçbir fikri yok- tu- ve bu yeni hayatın neye benzediğini görmek istiyordu. Yeni olan bir şey daha hissetmekteydi: Bir pervasızlık hissi. Ölmeyecek bir his. Aptalca hatalar yapabileceği, çıkmaya- cak sonsuz canı olduğu hissi. İşleri sonuna kadar götürmek istiyordu.
Caitlin döndü ve pencereden dışarı, gökyüzüne baktı. Pencere geniş kemerli, camsız ve dışarıdan geleceklere açık- tı; eski, Orta Çağ’dan kalma bir manastırda görebileceğiniz cinsten.
Geçmişte, eski insan Caitlin olsa, yapmak üzere olduğu şeyi bir tartar, tereddüt eder, ikinci bir kez düşünürdü. Fakat yeniden-doğmuş Caitlin hiç tereddüt etmedi. Bu aklına gel- dikten bir saniye sonra koşmaya başladı.
Birkaç küçük adımdan sonra Caitlin pencere pervazın- dan atladı ve açık havaya çıktı.
İçinde bir yer, bir içgüdü, bir kez havaya sıçradığında ka- natlarının açılacağını söylemişti. Eğer yanılıyorsa, zemine doğru onlarca metre yüksekten ciddi bir çakılma yaşayacağı anlamına geliyordu. Fakat yeniden-doğmuş Caitlin, hiç de yanılabilirmiş gibi hissetmedi.
Haklıydı. Caitlin camdan dışarı geceye doğru uçarken ka- natları kürek kemiklerinin altından açıldı; uçmanın, havada süzülmenin coşkun heyecanını hissetti. Kanatlarının bu ka- dar geniş ve uzun olduğunu görmekten; yüzünü, saçını ve vücudunu yalayan temiz gece havasını hissetmekten dolayı içi kıpır kıpırdı. Vakit geceydi; fakat ay o kadar büyüktü ki geceyi sanki gündüz vaktiymişçesine aydınlatıyordu.
Caitlin aşağı baktı ve bir kuş bakışı görüntüyle karşılaştı. Suyu hissetmiş ve bunda haklı çıkmıştı. Bir adanın üstün- deydi. Her yöne doğru etrafını saran, çok geniş, suları ay ışığında parlayan güzel bir nehir akıyordu. Görmüş olduğu en güzel nehirdi. Ve işte orada, ortasında, üstünde uyumuş olduğu ufak ada duruyordu. Birkaç dönümden daha büyük olmayan bu küçük adanın bir ucu; yarısı yıkılmış, eski püs- kü bir İskoç kalesi tarafından işgal edilmekteydi. Adanın geri kalanı tamamen kalın ağaçlı bir ormanla kaplıydı.
Caitlin rüzgâr akımlarına karşı bir aşağı bir yukarı dö- nerek, dalarak ve çıkarak uçarken tekrardan adanın etrafını dolaştı. Kale devasa ve muhteşemdi. Bir kısmı yıkık dökük- tü fakat dışarıdan bakılınca görünmeyen iç tarafta kalan di- ğer kısma hiçbir şey olmamıştı. İç ve dış avluları, siperleri, kuleleri, dönen merdivenleri ve dönümlerce bahçeleri vardı. Küçük bir orduyu tutmaya yetecek kadardı.
Aşağı doğru ani bir dalış yaparken kalenin içinin fenerler- le aydınlatılmış olduğunu gördü. Ayrıca içeride dönüp dola- şan insanlar vardı. Yoksa vampir miydi bunlar? Duyuları ona öyle olduğunu, yani kendi türünden olduklarını söylüyor- du. Konuşuyor, çeşitli etkileşimlerde bulunuyorlardı. Bazı- ları talim yapıyor, eskrim ve çeşitli oyunlar oynuyordu. Ada, faaliyetle dolup taşmaktaydı. Bu insanlar da neyin nesiydi? O neden buradaydı? Onu içeri mi kapatmışlardı?
Caitlin daire çizmeyi bitirdiğinde camından dışarı atladı- ğı odayı gördü. Büyük bir duvarın üstündeki geniş, açıklıkta bir terasa açılan en yüksek kulenin en tepesinde kalıyordu. Terasın üstünde yalnız, tek başına duran bir vampir vardı. O vampirin kim olduğunu bilmek için Caitlin’in daha yakına uçmasına gerek yoktu. Tüm kalbiyle ve ruhuyla bunu bili- yordu zaten. Onun kanı şimdi damarlarında akıyor ve o da onu tüm kalbiyle seviyordu. Onu dönüştürmüştü ve Caitlin onu aşktan da öte bir duyguyla seviyordu artık. Bu kadar mesafeden bile biliyordu ki odanın dışında tek başına duran kişi Caleb’di.
Onu görmesiyle içinde bir şeyler aktı. Buradaydı. Ger- çekten de buradaydı. Tam onun odasının dışında duruyor, bekliyordu. Tüm bu zaman boyunca onun iyileşmesi için beklemiş olmalıydı.
Ne kadar zaman geçtiğini kim bilebilirdi ki? Asla onun yanından ayrılmamıştı demek; şimdiye kadar olmuş olan, hâlâ olmakta olan onca şeye rağmen. Onu dilinin anlatmaya yeteceğinden daha çok seviyordu. Artık sonsuza kadar bera- ber olacaklardı.
Orada durmuş, duvarın üstünden sarkıp nehre bakıyor; hem endişeli hem de üzgün görünüyordu.
Caitlin doğruca ona doğru dalışa geçti; onu şaşırtmak, yeni yetenekleriyle etkilemek istiyordu.
Caleb başını kaldırdı, sarsıldı ve yüzü neşeyle ışıldadı.
Ne var ki tam Caitlin inişe geçtiğinde bir şeylerin çok ters gittiğini hissetti. Dengesini ve koordinasyonunu kaybettiği- ni fark etti. Sanki çok hızlı iniyormuş ve zamanında bunu düzeltemeyecekmiş gibiydi. Tam balkon duvarının üstün- den geçerken dizini çarptı ve yere yuvarlanarak iniş yaptı.
“Caitlin!” diye bağırdı Caleb ona doğru koşarken.
Caitlin sert taşın üstünde yatıyor, bacağından yukarı yük- selen yeni bir acı hissediyordu. Bir şeyi yoktu. Eğer sadece bir insandan ibaret eski Caitlin olsaydı, birkaç kemiğini kır- mış olurdu. Fakat bu yeni haliyle, muhtemelen birkaç daki- ka içerisinde kendine gelip, hızla iyileşeceğini biliyordu.
Fakat utanmıştı. Caleb’i şaşırtmak ve etkilemek istemişti. Oysa şimdi bir aptal gibi gözüküyordu.
“Caitlin?” diye sordu tekrardan. Caleb, yanına çöküp eli- ni omzuna koydu. “İyi misin?”
Budalaca gülümseyerek ona baktı.
“Seni ne etkiledim ama” dedi aptal gibi hissederek.
Caleb elini bacağının yan tarafında dolaştırarak hasarı kontrol etti.
“Artık insan değilim” diye çıkıştı. “Benim için endişelen- men gerekmez.”
Der demez, söylediklerinden ve ses tonundan dolayı piş- man oldu. Sözleri ağzından bir suçlama gibi çıkmıştı, sanki dönüştürülmüş olmaktan dolayı pişmanmış gibi. Ayrıca bu kadar sert bir ton tutturmak da istememişti. Aksine onun dokunuşunu, hâlâ ona karşı koruyucu olması gerçeğini sevi- yordu. Ona teşekkür etmek ve tüm bunları söylemek ister- ken, her zaman olduğu gibi, işi berbat etmiş ve tam olarak yanlış zamanda yanlış şeyi söylemişti.
Yeni Caitlin için nasıl kötü bir ilk izlenimdi bu böyle! Hâlâ çenesini kapalı tutamıyordu. Demek ki bazı şeyler hiç değişmiyordu, ölümsüz olsan bile.
Oturma pozisyonuna geçmesinin ardından tam elini onun omzuna koyup özür dileyecekti ki birden bir vızıltı duyuldu ve Caitlin yüzünde bir kıl topu hissetti. Geri yattı- ğında bunun ne olduğunu anladı.
Gül. Küçük kurt yavrusu Gül Caitlin’in kollarına atılmış- tı. Heyecanla hırlıyor ve Caitlin’in tüm yüzünü yalıyordu. Caitlin kahkahalara boğuldu. Gül’e sıkı sıkı sarıldı, ardın- dan havaya doğru kaldırıp ona baktı.
Halen yavru olsa da, Gül daha şimdiden büyümüştü ve Caitlin’in hatırladığından daha kocamandı. Caitlin, Kralın Mabedi’nde Samantha tarafından vurulduktan sonra yerde kanlar içinde yatarken onu son gördüğü zamanı hatırladı. O zaman Gül’ün öldüğünden şüphe etmemişti.
“Atlattı” dedi Caleb, her zamanki gibi onun aklını okuya- rak. “Çetin ceviz. Tıpkı annesi gibi” dedi bir gülümsemeyle.
Caleb tüm bu zaman boyunca ikisine de bakıyor olmalıydı.
“Ne zamandır baygın durumdayım?” diye sordu Caitlin.
“Bir hafta” dedi Caleb.
Bir hafta ha, diye düşündü Caitlin. Vay canına!
Sanki yıllardır baygınmış gibi hissediyordu. Sanki ölüp de hayata geri dönmüş gibiydi, yeni bir form altında. Terte- miz, sanki hayata sil baştan başlıyormuş gibi hissediyordu.
Fakat başından geçen tüm olayları hatırlamaya başladıkça bu bir haftanın doldurulamayacak olduğunun farkına vardı. Kılıcı çaldırmışlardı. Kardeşi Sam de kaçırılmıştı. Koca bir hafta geçmişti. Caleb neden onların ardından gitmemişti ki? Her dakikanın değeri vardı.
Caleb ayağa kalktı, Caitlin onu takip etti. Karşısında durarak gözlerine baktı. Kalbi güm güm atmaya başladı. Ne yapacağını bilemiyordu. Artık ikisi de vampir olduğu- na göre doğru protokol, usul neydi? Artık o, onu dönüş- türen kişi olduğuna göre birlikteler miydi yani? Hâlâ onu eskisi kadar seviyor muydu? Artık sonsuza kadar birlikte olurlar mıydı?
Sanki şimdiye değin hiç olmadığı kadar mesele varmışça- sına kendini daha tedirgin hissediyordu.
Uzandı ve bir elini hafifçe onun yanağına koydu.
Caleb ona doğru bakarken gözleri ay ışığında parlıyordu.
“Teşekkür ederim” dedi yumuşak bir şekilde.
Aslında, seni seviyorum, demek istemişti; fakat çıkmamış- tı ağzından. Sonsuza kadar benimle olacak mısın? Beni hâlâ seviyor musun? Diye sormak istemişti.
Gelgelelim her şeye rağmen, tüm yeni gücüne rağmen, bunu söyleyecek cesareti bulamamıştı. En azından şöyle diyebilirdi: Beni kurtardığın için teşekkürler ya da Bana göz kulak olduğun için teşekkürler ya da Burada olduğun için te- şekkürler. Burada olmak için ne kadar çok şeyden vazgeçtiği- ni, ne kadar çok şeyi feda ettiğini biliyordu. Fakat ağzından çıkarmayı başarabildiği tek şey, teşekkür ederim, olmuştu.
Caleb hafifçe gülümsedi ve tek eliyle uzanarak yüzünde du- ran saçı kulağının arkasına itti. Ardından elinin arkasını son de- rece düzgün bir şekilde tüm yüzünde dolaştırarak onu süzdü.
Caitlin onun ne düşünmekte olduğunu merak ediyordu. Acaba ona karşı sonsuz aşkını mı ilan edecekti? Onu öpecek miydi?
Öyle olacağını hissediyordu. Yeni hayatlarının neye ben- zeyeceği ve eğer ilişkileri yürümezse ne olacağı konusunda birden heyecana kapılıverdi. Bu nedenle anı yaşamak yerine üstüne gidip işi berbat etmeli, tek istediği şey onu kapalı tutmakken koca çenesini açmalıydı.
“Kılıca ne oldu?” diye sordu.
Caleb’in yüz ifadesi tamamen değişti. Aşk ve tutku belir- ten bir ifadeden sıkıntılı bir endişe ifadesine dönüştü. Cait- lin bunun hemencecik oluşuna tanık oldu, tıpkı yaz sema- sından geçen kara bir bulut gibi.
Caleb arkasını döndü ve taş duvarların köşesine doğru birkaç adım atıp sırtı ona dönük halde nehre baktı.
Ne kadar aptalsın, diye düşündü Caitlin kendi kendine. Neden bir şey demek zorundaydın ki? Neden sadece onun seni öpmesine izin veremiyorsun?
Kılıcı umursuyordu umursamasına; ama bir çift olarak Caleb ile kendini umursadığı kadar değil. Gelgelelim anı berbat etmişti işte.
“Korkarım kılıç gitti” dedi Caleb hafifçe, sırtı ona dönük dışarı bakarken. “Bizden çalındı. Önce Samantha, ardından da Kyle tarafından. Bizi oyuna getirdiler. Onların orada ola- cağını beklemiyordum. Beklemeliydim.”
Caitlin ona doğru yürüdü, yanına gelince durup, bir elini hafifçe omzuna koydu. Ortamın havasını değiştirebileceğini umuyordu.
“Halkın iyi mi?” diye sordu.
Caleb dönüp ona baktı, her zamankinden daha sıkıntılı gözüküyordu.
“Hayır” dedi doğrudan. “Meclisim büyük tehlike altında. Benim uzakta olduğum her dakika da tehlike büyüyor.”
Caitlin bir süre düşündü.
“O zaman neden onların yanına gitmedin?” diye sordu. Gelgelelim, o daha ağzını açmadan cevabı biliyordu zaten.
“Seni bırakamazdım” dedi. “Senin iyi olduğunu görmek zorundaydım.”
Hepsi bu mu yani? diye düşündü Caitlin. Sadece onun iyi olduğunu mu görmek istiyordu? Ve o iyi olur olmaz, gide- cek miydi yanından?
Bir taraftan, Caitlin onun neler feda ettiğini bilerek onun için bir sevgi besliyordu. Fakat diğer taraftan da acaba sadece onun fiziksel sıhhati için mi endişeleniyor diye merak edi- yordu. Bir çift olarak ikisi için endişelenmiyor muydu?
“Yani…” diye başladı Caitlin söze, “artık iyi olduğumu bildiğine göre… gidecek misin?”
Sözler ağzından çok sert çıkmıştı. Onun nesi vardı böy- le? Neden daha önce olduğu gibi nazik ve ince olamıyordu? Kesinlikle bunu kastetmemişti. Yanlışlıkla çıkıvermişti işte. Aslında şöyle demek istemişti; Lütfen, beni asla terk etme.
“Caitlin” diye girdi söze hafifçe. “Anlamanı istiyorum. Ailem, halkım, meclisim, hepsi büyük tehlike altında. Kılıç dışarıda ve yanlış ellerde. Onları geri almalıyım. Onları kur- tarmalıyım. Aslına bakarsan bir hafta önce gitmeliydim… ve artık iyileştiğini de görüyorum… seni terk etmek istiyorum diye bir şey yok. Sadece şu var ki ailemi kurtarmak zorunda- yım” dedi yumuşak bir sesle.
“Seninle gelebilirim” diye yanıtladı Caitlin umutlu bir şe- kilde. “Yardım edebilirim.”
“Tamamen iyileşmedin” dedi. “O çarparak inişin kaza değildi. Herhangi bir vampirin tam gücüne ulaşması zaman alır. Senin durumunda ise bir de kılıçtan aldığın korkunç bir hasar var. Bunun iyileşmesi günler, belki haftalar alabilir. Eğer gelirsen kendine zarar verebilirsin. Savaş sahası şu an bulunabileceğin bir yer değil. Seni burada eğitecekler. Seni bu yüzden buraya getirdim.”
Caleb dönüp balkonun öte yanına geçerken ona yolu gösterdi ve birlikte avluya baktılar.
İşte orada, epey aşağıda, fener ışıklarının altında birbirle- riyle boks yapan, güreşen ve mızrak dövüşü yapan bir dolu vampir vardı.
“Bu küçük ada en iyi meclislerden birine ev sahipliği yapı- yor” dedi Caleb. “Seni içlerine almayı kabul ettiler. Sana öğ- retecekler. Seni eğitecekler. Seni daha güçlü hale getirecekler. Sonrasında, güçlerin tamamen geliştiği, tamamen iyileştiğin zaman seni yanımda savaşırken görmekten onur duyarım. Ne var ki o zamana kadar buna izin veremem. İçine girmek üzere olduğum savaş epey tehlikeli olacak, bir vampir için bile.”
Caitlin’in kaşları çatıldı. Onun böyle bir şey söyleyece- ğinden korkmuştu zaten.
“Ama ya geri dönmezsen?” diye sordu.
“Eğer hayatta kalırsam senin için geri döneceğim. Söz ve- riyorum.”
“İyi de ya hayatta kalmazsan?” diye sordu Caitlin, kelime- leri korka korka ağzından çıkararak.
Caleb dönüp ufka baktı ve derin bir nefes aldı. Gözlerini bulutlara çevirdi ve tek bir kelime etmedi.
İşte Caitlin’in şansı tam buradaydı. Derhâl konuyu de- ğiştirmek istiyordu. O gitmeye kararlıydı, bunu görebiliyor- du; onu durduracak bir şey de yoktu. Ayrıca açıktı ki onu yanında götüremeyecekti. Bir teslimiyet dalgası hissetti ve onun haklı olduğunu anladı: Savaşmak için hazır değildi. İyileşmesi gerekiyordu.
Onu durdurmaya çalışmakla daha fazla zaman harcamak is- temedi. Daha fazla vampirler, savaşlar ya da kılıçlar hakkında ko- nuşmak da istemiyordu. Geriye kalan bu kıymetli zamanı ikisi hakkında konuşarak kullanmak istiyordu. Caitlin ve Caleb. Bir çift olarak ikisi. Gelecekleri. Birbirlerine duydukları aşk. Birbir- lerine olan bağlılıkları. Tam olarak nerede durmaktaydı bunlar?
Daha da önemlisi, birlikte geçirdikleri onca zaman bo- yunca, onunla ilk tanıştığından beri, onun hep elinin altın- da olduğunu düşünmüştü. Bir an olsun duraksayıp, gözle- rinin içine bakıp gerçekten onun için ne kadar derin şeyler hissettiğini söylememişti. Artık bir kadındı ve artık dik du- rup olgun davranma, bir kadın gibi hareket etme zamanının geldiğini hissediyordu. Onun için gerçekten neler hissettiği- ni söylemeliydi. Bunu bilmesi gerekiyordu. Belki o, onu ne kadar sevdiğini seziyor olabilirdi fakat o hiç bu kelimeleri ağzından çıkarmamıştı. Caleb, seni seviyorum. Seni ilk gördü- ğüm andan beri seviyorum. Seni hep seveceğim.
Caleb yavaşça ona doğru döndü.
Caitlin, nihayet, ona düşündüklerini söylemek için ha- zırdı. Fakat tam buna kalkıştığında kelimeler boğazında dü- ğümlendi.
Aynı sırada Caleb ona endişeli bir bakış attı ve konuşmak için ağzını açtı.
“Caitlin, sana söylemem gereken bir şey var…” diye baş- ladı söze.
Ne var ki cümlesini bitirme şansı olmadı.
Birden bir kapı açılma sesi geldi ve Caitlin artık ikisinin yalnız olmadığını anladı.
İkisi birden sesin geldiği yere dönüp gelenin kim olduğu- na baktılar.
Bir şahıstı bu, bir vampirdi. Güzel, gözlerin pasını silen bir yaratıktı; Caitlin’den daha uzun, ince ve yapılıydı; saçları uzun ve dalgalı; gözleri açık yeşildi.
Caitlin onun kim olduğunun farkına varınca kalbi yerin- den çıkacak gibi oldu.
Hayır. Bu olamazdı.
Bu oydu. Sera. Caleb’in eski karısı.
Caitlin onunla Cloisters’da bir kez, kısa bir süreliğine kar- şılaşmıştı. Fakat onu hiç unutmamıştı.
Sera, binlerce yıldır bu gezegen üzerinde duran bir yara- tığın zarafetiyle ve kendinden emin bir şekilde onlara doğru yürüdü. Gözlerini Caitlin’den hiç ayırmayıp yavaşlamadan Caleb’in yanına yürüdü.
Soluk ve güzel olan elini yavaşça Caleb’in omzuna sardı. Caitlin’e doğru bariz küçümseyici bir bakış attı.
“Caleb?” dedi yumuşak bir şekilde, yüzünde hınzır bir gülümseme vardı. “Ona bizden bahsetmedin mi?”
Bu kadarcık söz bile Caitlin’in kalbine sanki bıçak sapla- mışlar gibi hissetmesine yetti.
Beşinci Bölüm
Kazan, Sam’in yüzüne doğru döndüğünde Samantha olanları korkuyla izlemekteydi. Tüm gücüyle mücadele etse de onu tutanların elinden kurtulmak adına yapabileceği bir şey yoktu. Çaresizdi. Sadece orada durmak ve onun so- nunda sevdiği kişiyi yok etmesini izlemek zorundaydı.
Sıvı, Sam’in üstüne doğru akarken Samantha iorik asidin yakmasına sıklıkla eşlik eden o korkunç çığlıkları duymak için kendini hazırlamıştı.
Ne var ki Sam asit şelalesine maruz kalırken tuhaf bir şe- kilde tek bir ses bile çıkarmıyordu.
Acaba onu bu kadar çabuk öldürmüştü de bağırmaya bile şansı olmamış mıydı? Sıvının dökülmesi bittiğinde Sam tek- rardan görünür hale geldi.
Samantha gerçekten afalladı, odadaki diğer vampirler gibi.
O iyiydi. Gözlerini kırpıp etrafa baktı, acı çekmiyordu. Biraz meydan okur bir görüntüsü bile var denilebilirdi.
Bu şey, akıl alacak gibi değildi. Samantha daha önce hiç böylesini görmemişti; sıvıya karşı bağışık olan, insan ya da vampir, herhangi birini görmemişti. Yani, tek bir kişi dı- şında. Şimdi hatırlıyordu. Caitlin, onun kız kardeşi. O da sıvıya bağışık çıkmıştı. Bunun anlamı ne olabilirdi? Acaba genetik bağları olduğu için miydi? Onun saatinin altındaki yazıyı düşündü tekrardan. Gül ve Diken. Acaba hanedan ikisi arasında ayrılıyor muydu? Caitlin acaba “seçilmiş kişi” olmayabilir miydi?
O kişi, acaba Sam miydi?
Caitlin, Sam’den birkaç yaş daha büyüktü ve belki de yaşının gelmesi, belirtilerini ondan daha erken göstermişti. Belki birkaç yıl daha beklemiş olsalardı Sam de bir meleze dönüşme belirtileri gösterecekti.
Nedeni olursa olsun, o açıkça bağışıktı işte; ki bu da onu çok ama çok güçlü kılıyor, aynı zamanda da meclisine karşı büyük bir tehlike haline getiriyordu.
Samantha etrafa bakındı, yüzlerce vampirin olduğu oda- da çıt çıkmıyordu. Hepsi hayretler içinde bakakalmışlardı.
Sam sinirli gözüküyordu. Zincirlerini sürükleye sürükle- ye yüzündeki sıvıyı temizledi. Zincirlerini çekiştirdiyse de onlardan kurtulamadı.
“Biri beni bu lanet olası şeyden kurtarabilir mi?” diye ba- ğırdı.
Sonra olanlar oldu. Birden kapı bam diye açıldı.
Samantha kafasını çevirdiğinde devasa çifte kapıların yere indiğini gördü.
Buna inanamıyordu. İşte tam orada, yanında Sergei ile birlikte yüzü bozuk Kyle dikiliyor ve arkasında da yüzlerce yardakçısı vampir duruyordu.
Hepsi bundan ibaret de değildi. O Kyle’ın elindeydi, yüksekte duruyordu; yani kılıç.
Kyle korkunç bir çığlıkla dosdoğru odanın içine çıl- gınca daldı. Kudurmuş takipçileri de kopardıkları yayga- rayla birlikte hemen peşinden geliyordu. Kargaşa odayı ele geçirdi.
Kyle ve adamları gördükleri her varlığa hunharca saldırır- ken vampirlere karşı vampirler savaşıyordu. Ne var ki Kara Metcezir Meclisi binlerce yıldır savaşın içinde olmuştu ve öyle kolay pes edecek değildi. Rexius’un vampirleri de aynı kararlılıkla cevap verdiler.
Düpedüz bir savaştı bu; dişe diş, vampire karşı vampir. Hiçbir taraf bir adım geri atmıyordu.
Gelgelelim Kyle kendi başına inanılmaz işler çıkarıyor- du. Kılıcı iki eliyle yüksekte tutuyor ve her iki yöne doğru sallıyordu. Gittiği her yerdeki vampirler düşüyordu. Kolları, bacakları, kafaları ayrı taraflara… Kyle tek kişilik bir orduy- du. Binlerce kişilik vampir kalabalığının arasından her birini öldürerek kendine bir yol çiziyordu.
Samantha dumura uğramıştı. Binlerce yıllık hayatı bo- yunca bir vampirin nihai olarak fiilen öldürüldüğünü, katle- dildiğini hiç görmemişti. Bir vampiri narin bir varlık olarak gözünde canlandırmamıştı hiç. Kılıç dehşet saçıyordu, çok ama çok ölümcüldü.
Samantha daha fazla beklemedi. Bir vampir çığlık ata- rak kanlı, uzun dişleri tam onun yüzünü hedef almış şekilde yüklenirken hemen eğildi ve onun üstünden uçmasına izin verdi, ardından koşmaya başladı.
Odanın karşısına doğru harekete geçti, doğruca Sam’in yanına.
Tam zamanında yetişmişti. Zira serseri vampirin teki de onunla aynı fikirdeydi ve doğruca bu zincirli, donakalmış oğlanın yanına gidiyordu. Vampir, dişleri uzanmış halde Sam’in boğazına doğru atladı. Sam, aslanlarla dolu bir oda- nın ortasına zincirlenmiş koyun gibiydi.
Samantha tam zamanında uzandı. Sıçradı, havada o vam- pirle çarpıştı ve onu yere serdi. Kalkmasına fırsat vermeden öyle bir tokat attı ki vampir bayıldı.
Ayaklarının üstüne dikilip Sam’in zincirlerini kopardı. Samantha onu kurtarırken Sam inanamaz gözlerle sanki fantastik bir kâbusun gerçeğe dönüşmesini izliyormuşçasına etrafa bakınıyordu.
“Samantha! Neler oluyor burada?”
“Şimdi sırası değil” dedi Samantha, onun zincirlerini ko- parıp kolundan tutarak çekiştirmek suretiyle kargaşadan çı- karırken. Çıkışa doğru ilerliyordu.
Onlar koşmaktayken başka bir serseri vampir, uzamış diş- leriyle onlara doğru atıldı.
Samantha, Sam’i kavrayıp yere itti, kendisi de eğildi; vampir başlarının üstünden uçup gitti.
Çabucak ayağa kalktı ve Sam’i de yanına çekti, ikisi birlik- te odanın içinde koşturdular. İlerledikleri tüm süre boyunca eğiliyor ve zikzaklar çiziyorlardı. Samantha biliyordu ki eğer kapıya varırlarsa arka koridorda onları sokağa çıkarabilecek bir merdiven vardı. Bir kez dışarı çıktılar mı, onları buradan uzağa, çok uzağa götürmeyi başarabilirdi.
O kargaşa içinde kimse koştuklarını fark etmedi. Nere- deyse kapıya gelmişlerdi, birkaç adım uzaktaydılar.
Tam başarmak üzerelerdi ki Samantha sırtında bir baskı hissetti ve yuvarlanıp yere kapaklandı. Arkasından üstüne atlanmıştı.
Döndü ve bu kişinin kim olduğuna baktı. Sergei’ydi; Kyle’ın şu ufak, beş para etmez Rus ortağı, kılıcı onun elle- rinden çalmış olan kişi.
Sergei ona doğru şeytanca, zalim bir şekilde sırıttığında Samantha ondan daha önce hiç etmediği kadar nefret etti.
Sam korkup sinmemişti. Zincirler hâlâ üzerindey- ken Sergei’nin sırtına zıpladı, zincirlerini kullanıp onları Sergei’nin boğazına doladı. Bu çocuk güçlüydü. Gerçekten de Sergei’nin Samantha’yı tutan elini gevşetmesini sağlaya- cak kadar sıktı zincirleri ve o da bu fırsatı Sergei’nin altından sıvışmak için kullandı.
Ne var ki Sam ne olursa olsun bir vampirle boy ölçüşe- mezdi. Sergei hırlayarak ayağa kalktı ve Sam’i sırtından tu- tup bir oyuncak bebekmiş gibi fırlattı. Sam on adım uzakta- ki duvara çarparak yere indi.
Samantha ayakları üzerinde doğrulmaya çalışırken bir düzine vampir üstüne atladı. Sam’in de etrafının çevrildiğini gördü. Tuzağa düşmüşlerdi.
Son gördüğü şey, arkaya gerildikten sonra yüzüne bir yumruk atan Sergei’nin zalim sırıtmasıydı.
*
Kyle, Kara Metcezir Meclisi’nin büyük odasını kılıcı vah- şice sallayarak, vampirleri birbiri ardına öldürerek yararken kendini hiç olmadığı kadar hayat dolu hissediyordu. Kan her tarafa sıçrıyor, üstünü kaplıyor ve o kılıcını gittikçe daha şiddetli sallarken elleri kanla yıkanıyordu. İntikam buydu işte. Binlerce yıllık sadık hizmetlerinin sonucunda reva gö- rüldüğü muamelenin intikamı. Buna nasıl cüret ederlerdi! İşte şimdi intikam kelimesinin anlamını bileceklerdi. Hepsi, her biri ondan özür dileyecek; önünde yere kadar eğilecek ve tamamen hata yaptıklarını kabul edeceklerdi.
Her şey kusursuz gidiyordu. Brooklyn Köprüsü’ne yaptık- ları ufak ziyaretten sonra sadık kitlesini Belediye Konağı’nın kapılarına getirmiş ve birlikte önlerine çıkma cüreti gösteren birkaç vampiri temizlemişlerdi. Ardından gizli geçitten Bele- diye Konağı’nın en dibine, meclisinin yuvasına doğru aşağı inmişlerdi. Ordusu odaya doğru ilerlerken hiçbir vampir ön- lerine çıkma cüreti gösterememişti. Pek çok başka vampir, Kyle’ı ve özellikle de kılıcı gördükten sonra onun yanına ka- tılmıştı. Eski meclisinin bu kadar büyük kısmının hâlâ ona bu denli sadık olduğunu görmekten mutlu olmuştu. Hakkı olan liderliği alması için günün gelip çattığının farkındaydı.
Rexius zayıf bir liderdi. Eğer güçlü olmuş olsaydı, kılıcı bizzat kendisi yıllar önce bulurdu. Asla bunu yapması için başkalarını yollamazdı. Aslında cezalandırılması gereken kişi kendisiyken hataları için başkalarını cezalandırmayı seviyor- du o. İktidardan gözüne perde inmişti. Kyle’ı sürmek, ona yakın olarak herkesi ortadan kaldırmak; yapılmış en son ve çaresiz girişimdi. Fakat geri tepmişti işte.
Kyle odayı yarıp geçerken doğruca Rexius’un tahtına doğru ilerliyordu. Rexius onun geldiğini gördü ve gözleri telaşla fal taşı gibi açıldı.
Rexius tahtından fırlayıp kavgadan uzağa doğru sıvışma- ya çalıştı. İşte sözde liderleri, savaş zamanı gerçek rengini belli ediyordu.
Ne var ki Kyle’ın başka planları vardı.
Kyle, Rexius ile yüz yüze gelmek için öteki tarafa doğru koştu. Kılıcı onun sırtına saplamak çok daha kolay olurdu ama Rexius’un bu kadar kolaylıkla düşmesine izin vermeyi reddetti. Rexius’un onları öldürenin kim olduğunu yakın- dan görmesini istiyordu.
Yolu, Kyle’ın devasa omuzları ve alev alev parlayan kılıçla kesilen Rexius durdu.
Çenesi titriyordu. Kyle’ın suratına doğru titrek bir par- mak uzattı. O an tıpkı yaşlı bir adam gibi duruyordu; zayıf, ihtiyar, dehşete kapılmış bir adam gibi. Ne kadar zavallıca.
“Kovuldun!” diye bağırdı sersemce. “Sana kovulduğunu söylemiştim!”
İşte şimdi kocaman ve insanı dehşete düşüren bir sırıtma koyuverme sırası Kyle’a gelmişti.
“Kazanamazsın!” diye ekledi Rexius. “Kazanamayacaksın!”
Kyle hiçbir şey olmamış gibi öne doğru bir adım attı ve gerilip tek bir düzgün vuruşla kılıcı doğrudan Rexius’un kal-bine sapladı.
“Kazandım bile” dedi Kyle.
Tüm oda, savaşmakla meşgul olsa da, dönüp çıkan sese doğru baktı. Tüm taş odayı kaplayan, acı bir feryattı bu. Rexius’un çığlıkları sanki hiç kesilmeyecekmiş gibiydi. Herkes izlerken Rexius’un bedeni gözlerin önünde çözül-dü, bir duman bulutuna dönüştü ve tavana doğru havaya yükseldi.
Tüm oda durdu ve Kyle’a baktı.
Kyle, kılıcı havaya kaldırıp kükredi. Bir zafer kükreyi- şiydi bu.
Savaşın her iki tarafından canlı kalan tüm vampirler dö- nüp Kyle’a baktılar. Hepsi dizlerinin üstüne çöküp başlarını eğdiler, yere kadar eğilerek selam verdiler. Kavga bitmişti.
Kyle derin bir nefes aldı. Artık onların lideri oydu.