Kitabı oku: «Bir Kahramanlık Ocağı », sayfa 2
BÖLÜM ÜÇ
Merk, Ur Kulesi’nin tepesindeki gizli odanın girişinde duruyordu. Hain Pult ölü bir şekilde ayaklarının dibinde yatıyordu. Gözlerini parıldayan ışığa dikti. Kapı ardına kadar açıktı ve gördüğüne inanamıyordu.
Orası, en iyi korunan katta, Ateş Kılıcı’nı barındırmak ve korumak üzere tasarlanmış biricik gizli odaydı. Kapısına kılıç sembolü işlenmiş olan odanın duvarlarında da aynı kılıç sembolü bulunuyordu. O hainin, kraliyetin en değerli hazinesini çalmak istediği oda yalnız ve yalnız burasıydı. Eğer Merk onu yakalamamış ve öldürmemiş olsa, kim bilir kılıç şimdi nerede olurdu?
Merk, pürüzsüz duvarları olan, dairesel odaya, parlak ışığa bakarken merkezde, üzerinde yanan bir meşale, altında çelik bir kafes olan altın bir platform görmeye başladı. Platformun Kılıç’ı tutması için yapıldığı belli oluyordu. Fakat platforma bakarken gördüğüne bir anlam veremiyordu.
Kafes boştu.
Anlamaya çalışarak gözlerini kırptı. Hırsız Kılıç’ı çoktan çalmış mıydı? Hayır, adam ayaklarının dibinde ölü bir şekilde yatıyordu. Bunun tek bir anlamı olabilirdi.
Bu kule, Ur Kulesi bir sahte hedefti. Hepsi, oda, kule, her şey sahteydi. Ateş Kılıcı orada bulunmuyordu. Hiç orada olmamıştı.
Öyleyse nerede olabilirdi?
Merk dehşet içinde durdu, kıpırdayamayacak kadar donakalmıştı. Ateş Kılıcı hakkındaki tüm o efsaneleri düşündü. İki kuleden bahsedildiğini hatırladı. Biri kraliyetin kuzeybatı ucundaki Ur Kulesi ve diğeri de güneydoğudaki Kos Kulesi, her biri kraliyetin karşılıklı uçlarına yerleştirilmiş, ikisi birbirini dengeleyen kuleler. Kulelerden yalnızca birinde Kılıç’ın bulunduğunu biliyordu ve Merk her zaman bu kulenin, Ur Kulesi olduğunu varsaymıştı. Kraliyette herkes, bu kuleye doğru yola çıkan herkes de öyle varsayıyor, efsanelerin bizzat kendileri de Ur’a işaret ediyordu. Sonuçta Ur anakarada, başkente yakın, muhteşem ve kadim şehrin yanındaydı; buna karşın Kos Şeytan Parmağı’nın ucunda, hiçbir özelliği olmayan uzak bir noktada, her şeyden uzaktaydı.
Kılıç Kos’ta olmalıydı.
Merk şoke olmuş bir halde dururken, kafasında yavaş yavaş bir düşünce oluşmaya başladı; kraliyette Kılıç’ın gerçek konumunu bilen tek kişi kendisiydi. Merk Ur Kulesi’nin ne gibi sırlar, ne gibi hazineler barındırdığını bilmiyordu, tabii varsa; fakat bildiği bir gerçek varsa o da Ateş Kılıcı’nın orada olmadığıydı. İçinin boşaldığını hissetti. Öğrenmemesi gereken bir şeyi öğrenmişti; kendisi ve diğer askerler bir hiçliği koruyordu. Bu, Gözcüler’in, elbette ki morallerinin bozulmaması için, sahip olmaması gereken bir bilgiydi. Sonuçta kim boş bir kuleyi savunmak isterdi ki?
Artık gerçeği bilen Merk oradan kaçmak, Kos’a ulaşmak ve Kılıç’ı korumak için dayanılmaz bir arzu duymaya başlamıştı. Sonuçta neden orada kalıp boş duvarları koruyacaktı ki?
Merk basit bir adamdı, bilmecelerden her şeyin ötesinde nefret ederdi ve bütün bunlar ona dev bir baş ağrısı vermiş, sahip olduğu cevaplardan çok daha fazla sorunun oluşmasına sebep olmuştu. Merk bunu başka kimin biliyor olabileceğini merak etti. Gözcüler mi? Bazılarının bildiği kesindi. Eğer öyleyse, nasıl olup da tüm gün bir aldatmacayı koruyacak disipline sahip olabiliyorlardı? Eğitimlerinin bir parçası da bu muydu? Veya kutsal görevlerinin?
Şimdi artık kendisi de bildiğine göre ne yapması gerekiyordu? Bir başkasına kesinlikle söyleyemezdi. Bu onların moralini bozabilirdi. Ona inanmayabilirler, Kılıç’ı çaldığını düşünebilirlerdi.
Ve o cesetle, o hainle ne yapmalıydı? Ve eğer bu hain Kılıç’ı çalmaya kalkıştıysa, başkaları da var mıydı? Tek başına mı çalışıyordu? Hem neden çalmak istemişti? Onu nereye götürecekti?
Olduğu yerde neler olduğunu çözmeye çalışarak dururken, başının yalnızca yarım metre kadar üstünden, sanki aynı odadaymışçasına yüksek sesle çalan çan sesleriyle tüyleri diken diken oldu. Öyle ani, öyle acil çalmıştı ki, çan seslerinin nereden geldiğini anlayamamıştı; fakat sonradan başının yarım metre kadar üzerinde, çatının tepesindeki çan kulesini fark etti. Oda çanların aralıksız sesleriyle sarsılıyor, düzgün düşünmesini engelliyordu. Sonuçta bu aciliyet bunların savaş çanları olduğunu işaret ediyordu.
Aniden kulenin her yanında bir hareketlilik oluştu. Merk uzaktan gelen kargaşa sesini duyabiliyordu, herkes toplanıyor gibiydi. Neler olduğunu öğrenmesi gerekiyordu; içinde bulunduğu ikileme daha sonra tekrar dönebilirdi.
Merk cesedi yoldan çekti, kapıyı sertçe kapattı ve odadan koşarak çıktı. Koridora koştu ve düzinelerce askerin, ellerinde kılıçlarla merdivene koştuğunu gördü. İlk başta adamların kendisi için geldiğini düşündü fakat sonra çok daha fazla adamın yukarı doğru geldiğini gördü ve hepsinin çatıya çıkmakta olduğunu anladı.
Merk de onlara katıldı ve merdivenlerden koşarak, çanların sağır edici sesi arasında çatıya fırladı. Hızla kulenin kenarına gidip etrafa baktı ve aynı anda donakaldı. Acılar Denizi’nin simsiyah olduğunu, uzaktaki Ur şehrine doğru yaklaşmakta olan milyonlarca gemiyle dolu olduğunu görünce kalbi duracak gibi oldu. Fakat donanma Ur Kulesi’ne doğru geliyormuş gibi görünmüyordu, kule şehirden bir günlük mesafedeydi ve dolayısıyla henüz kule için acil bir durum yoktu. Merk çanların neden bu kadar erken çaldığını merak etti.
Fakat sonra askerlerin tam ters yöne döndüklerini fark etti. Kendisi de o yöne döndüğünde ormandan fırlayan bir grup trol olduğunu gördü. Arkalarından daha fazla trol onları takip ediyordu.
Ve daha fazlası…
Daha sonra bir gümbürtü oldu, ardından bir kükreme duyuldu ve aniden yüzlerce trol, çığlık atarak, gözlerini kan bürümüş halde saldırıya geçmiş, baltalı kargıları havada ormandan fırlamıştı. Liderleri olan trol, iki tane baltalı kargı taşıyan, Vesuvius olarak bilinen, biçimsiz yaratık en öndeydi ve yüzü kanla kaplıydı. Hepsi birden kuleye yaklaşıyordu.
Merk bunun sıradan bir trol saldırısı olmadığını derhal anlamıştı. Sanki tüm Marda ulusu saldırıya geçmiş gibiydi. Ateş Duvarları’nı nasıl olup da geçebilmişlerdi? Oraya Kılıç için gelmiş oldukları anlaşılabiliyordu, Ateş Duvarları’nı söndürmek istiyorlardı. Kılıç’ın orada olmadığını bilen Merk, ironik diye düşündü.
Merk, kulenin bu denli bir şiddetli bir saldırıya dayanamayacağını fark etti. Her şey bitmişti.
Merk içinde bir korku hissetti. Etrafları sarılırken kendini hayatının son çarpışması için yüreklendirdi. Her yandaki savaşçılar, panik içinde aşağı bakarken, kılıçlarını çekti.
“ASKERLER!” diye bağırdı Merk’in komutanı Vicor. “YERLERİNİZİ ALIN!”
Savaşçılar mazgallı siperlerde yerlerini alırken Merk de hemen onlara katılıp, uca koştu ve etrafındaki herkes gibi bir ok ve sadak alıp, nişan alıp ok atmaya başladı.
Merk oklarından birinin bir trolün göğsünü delişini görünce memnun olmuştu fakat trol, okun ucu sırtından çıkmış olduğu halde koşmaya devam ederek onu şaşırtmıştı. Merk ona bir ok daha fırlatıp bu kez boynundan vurdu fakat trol koşmaya devam ederek onu şoke etti. Üçüncü bir ok fırlatıp trolü kafasından vurdu ve bu kez trol yere devrildi.
Merk bu trollerin sıradan düşmanlar olmadığını ve herhangi bir insan gibi kolayca devrilmeyeceklerini fark etti. Durumları hiç iç açıcı görünmüyordu. Yine de üst üste ok fırlatıp elinden geldiğince çok trolü indirdi. Her yanda asker yoldaşları okları yağmur gibi yağdırıyor, gökyüzünü siyaha boyuyor, trolleri tökezletip yere deviriyor ve diğerlerinin yolunu tıkıyordu.
Fakat çok sayıda trol geçmeyi başarmıştı ve kısa süre sonra taş duvarlara ulaştılar. Baltalı kargılarını kaldırıp, altın kapılara indirmeye başladılar, kapıyı devirmeye çalışıyorlardı. Merk ayaklarının altındaki, onu geren titreşimi hissedebiliyordu.
Trol ulusu durmaksızın kapılara vururken metal şakırtıları havayı doldurdu. Merk kapıların dayanmakta olduğunu görünce bir şekilde rahatladı. Yüzlerce trol kapılara vuruyor olsa da, kapılar, sanki sihirliymiş gibi ne eğilmiş ne de çatlamıştı.
“KAYALAR!” diye bağırdı Vicor.
Merk askerlerin, kenara dizilmiş kaya yığınlarına doğru koştuğunu gördü ve askerler bir tanesine uzanıp kaldırırken o da onlara katıldı. Hep birlikte, Merk ve on diğer asker bir tanesini kaldırmayı ve kulenin üstüne doğru itmeyi başardı. Merk kasıldı ve harcadığı çaba nedeniyle homurdandı. Tüm gücüyle kayayı itiyordu ve sonunda büyük bir bağrışla kayayı aşağı itmeyi başardılar.
Merk diğerleriyle birlikte eğilip havada uğuldayan kayanın düşüşünü seyretti.
Troller yukarı baktı fakat geç kalmışlardı. Kaya bir grup trolü yere yapıştırıp dümdüz etti ve duvarın hemen yanında bir çukur oluşturdu. Askerler kayaları kulenin her yanından aşağı itip, yüzlerce trolü öldürürken Merk de onlara yardım etti. Yeryüzü patlamalarla sarsılıyordu.
Fakat troller gelmeye devam ediyordu. Sonsuz bir trol akını ormandan fırlıyordu. Merk kayalarının bittiğini gördü ve okları da tükenmişti fakat troller hiçbir yavaşlama belirtisi göstermiyordu.
Merk aniden kulağının dibinden vızıldayarak geçen bir şey fark etti ve dönüp baktığında bunun bir mızrak olduğunu gördü. Aşağı baktığında trollerin mızrakları hazırlayıp siperlere doğru fırlattığını görünce afalladı. Çok şaşırmıştı; trollerin o kadar uzağa mızrak fırlatabilecek güce sahip oldukları hakkında hiçbir fikri yoktu.
Trollere liderlik eden Vesuvius, altın bir mızrağı kaldırıp dümdüz fırlattı ve Merk mızrağın kulenin tepesine ulaşmış olduğunu şok içinde izledi. Merk eğilince mızrak kendisini ıskalamıştı. Bir inleme duydu ve dönüp baktığında bazı yoldaşlarının o kadar şanslı olmadığını gördü. Birçok asker mızraklarla vurulmuş, sırtüstü yatıyor, ağızlarından kan geliyordu.
Daha rahatsız edici olan ise, bir gümbürtü olmuş, ormanın içinden aniden, tahta tekerlekli bir taşıyıcının içinde getirilen, demir bir koçbaşı çıkmıştı. Vesuvius tarafından yönlendirilen ve doğrudan kapılara doğru savrulan koçbaşı gelirken troller ona yol açtı.
“MIZRAKLAR!” diye bağırdı Vicor.
Merk diğerleriyle birlikte mızrak yığınına koştu. Eline bir mızrak alırken bunun son savunma hattı olduğunu biliyordu. Merk bunları son bir savunma hattı olarak, troller kuleye ulaşıncaya kadar saklayacaklarını düşünmüştü fakat görünüşe göre umutsuz durumdalardı. Merk mızrağı kavrayıp, Vesuvius’a nişan aldı ve fırlattı.
Fakat Vesuvius göründüğünden daha hızlıydı ve son anda kenara çekildi. Merk’in mızrağı onun yerine başka bir trolü uyluğundan vurdu ve onu devirip koçbaşının ilerleyişini yavaşlattı. Diğer askerler de trollere mızrak fırlatıp, koçbaşını iten trolleri öldürdü ve koçbaşının ilerleyişini durdurdu.
Fakat o troller ölür ölmez yüzlercesi daha ağaçların arasından fırlayıp onların yerini aldı. Kısa süre sonra koçbaşı tekrar harekete geçmişti. Çok fazla sayıda trol vardı ve gözden çıkarılabilirlerdi. İnsanlar bu şekilde savaşmazdı. Bu bir canavar ulusuydu.
Merk bir mızrak daha fırlatmak üzere uzandığına hiç kalmamış olduğunu görüp yıkıldı. O sırada koçbaşı kapılara ulaştı. Birçok trol oluşan çukurların üzerine tahta parçaları yerleştirip bir köprü oluşturuyordu.
“İLERİ!” diye bağırdı aşağıdan Vesuvius. Sesi pes ve pürüzlüydü.
Bir grup trol ileri atıldı ve koçbaşını öne doğru savurdu. Bir süre sonra koçbaşı kapıya öyle bir kuvvetle vurdu ki Merk titreşimi bulunduğu yerden hissetti. Titreşim ayak bileklerinden ilerleyip kemiklerine kadar işledi.
Daha sonra tekrar vuruş oldu ve üst üste vuruşlar tekrarlanmaya devam etti. Darbeler kuleyi sarsıyor, Merk’in ve diğerlerinin tökezlemesine sebep oluyordu. Bir Gözcü yoldaşının üzerine, elleri ve dizlerinin üstüne düştü ve adamın çoktan ölmüş olduğunu fark etti.
Merk bir vızırdama duydu, bir rüzgâr ve sıcaklık dalgası hissetti. Başını kaldırıp baktığında gördüğünü tam olarak kavrayamadı; başının üzerinden bir alev topu geçmişti. Alev topları kulenin tepesine inerken her yanda patlamalar olmaya başladı. Merk gözlerini kısıp aşağı baktığında düzinelerce mancınığın kulenin tepesini hedef almış bir şekilde ateşlenmekte olduğunu gördü. Her yanda arkadaşları ölüyordu.
Bir başka alev topu Merk’in yakınına indi ve hemen yanındaki, sevmeye başlamış olduğu iki Gözcüyü öldürdü. Alevler yayılmaya başladığında Merk alevleri sırtında hissedebiliyordu. Merk etrafına bakındı ve hemen herkesin ölmüş olduğunu gördü. Artık yukarıda, durup ölmeyi beklemekten başka yapacak bir şeyi olmadığını düşündü.
Merk ya şimdi ya da asla, diye düşündü. Bir kulenin tepesinde toplanmış, ölmeyi bekleyerek gitmeyecekti. Aşağı cesurca inip, korkusuzca düşmanla karşılaşacak, elinde hançerle yüz yüze çarpışacak ve elinden geldiği kadar çok yaratığı öldürecekti.
Merk yüksek sesle bağırdı, kuleye sabitlenmiş bir halata uzandı ve aşağı atladı. Son sürat, aşağıdaki trol ulusunun üzerine doğru inerken kaderiyle kucaklaşmaya hazırdı.
BÖLÜM DÖRT
Kyra gökyüzüne, üzerinde hareket halindeki dünyaya bakarken gözlerini kırptı. Hayatında gördüğü en güzel gökyüzüydü, mosmor bir fon önünde yumuşak beyaz bulutlar geziniyor, güneş ışığı süzülerek yere iniyordu. Hareket etmekte olduğunu hissetti ve her tarafından gelen yumuşak bir su şapırtısı duydu. Daha önce kendini hiç bu kadar derin bir huzur içinde hissetmemişti.
Sırtüstü yatan Kyra etrafına bakındı ve dev bir denizin ortasında, herhangi bir kıyıdan uzakta, ahşap bir teknenin içinde süzülmekte olduğunu gördü. Dev dalgalar teknesini nazikçe bir aşağı bir yukarı oynatıyordu. Kendini ufka, bir başka dünyaya, bir başka hayata sürükleniyormuş gibi hissetti. Huzurun olduğu bir yere doğru! Hayatında ilk defa dünyayı umursamıyordu; evren tarafından sarmalanmış gibi hissediyordu, sanki nihayet gardını indirebilirmiş, tüm zararlardan korunuyormuş gibiydi.
Kyra teknede başka birinin daha varlığını hissetti ve doğrulup baktığında teknede oturmakta olan bir kadın görüp sarsıldı. Işıklar içinde duran, beyaz bir cüppe giyen kadınının altın sarısı saçları, sarsıcı mavi gözleri vardı. Kyra’nın hayatında gördüğü en güzel kadındı.
Kyra bu kadının annesi olduğundan son derece emin hissettiği anda şoke oldu.
“Kyra, bir tanem” dedi kadın.
Kadın Kyra’ya gülümsedi. Bu öyle bir gülümsemeydi ki Kyra’nın ruhuna dokunmuştu ve Kyra kadına bakarken öncekinden çok daha derin bir huzur hissetti. Kadının sesi içinde titreşmiş, dünyanın huzur içinde olduğunu hissetmesini sağlamıştı.
“Anne” dedi Kyra.
Annesi, neredeyse saydam olan elini kaldırdı ve Kyra uzanıp annesinin elini tuttu. Teninin hissi heyecanlandırıcıydı ve Kyra annesinin elini tuttuğu sırada ruhunun bir parçasının da onarıldığını hissediyordu.
“Seni izliyordum” dedi annesi. “Ve seninle gurur duyuyorum. Tahmin edebileceğinden bile fazla!”
Kyra odaklanmaya çalıştı fakat annesinin sarılışının sıcaklığını hissederken, sanki o dünyayı terk ediyormuş gibi de hissediyordu.
“Ben ölüyor muyum anne?”
Annesi parlayan gözlerle ona baktı ve elini daha sıkı tuttu.
“Zamanın geldi Kyra” dedi annesi. “Ve fakat cesaretin kaderini değiştirdi. Cesaretin ve benim sevgim.”
Kyra kafası karışmış bir şekilde gözlerini kırptı.
“Artık birlikte olmayacak mıyız?”
Annesi ona gülümsedi ve Kyra annesinin yavaşça kendini bıraktığını, uzaklaştığını hissetti. Kyra annesinin her an gidebileceğini ve sonsuza kadar gelmeyeceğini hissetmiş gibi bir korkuya kapıldı. Kyra annesine tutunmaya çalıştı fakat annesi elini çekti ve onun yerine avcunu Kyra’nın karnına yerleştirdi. Kyra yoğun bir sıcaklık ve içinden geçerek onu iyileştiren bir sevgi hissetti. Yavaşça iyileşmekte olduğunu hissetti.
“Ölmene izin vermeyeceğim” dedi annesi. “Sana olan sevgim kaderden daha güçlü.”
Aniden annesi yok oldu.
Az önce annesinin durduğu yerde şimdi çok güzel bir delikanlı durmuş, uzun, düz saçları, büyüleyici, parlak gri gözleriyle ona bakıyordu. Kyra delikanlının gözlerindeki sevgiyi hissedebiliyordu.
“Ben de ölmene izin vermeyeceğim Kyra” dedi yankılı bir sesle.
Delikanlı eğilip avcunu Kyra’nın karnına, daha önce annesinin koyduğu yere yerleştirdi ve Kyra öncekinden çok daha yoğun bir sıcaklığın vücudunda dolaştığını hissetti. Beyaz bir ışık gördü ve sıcaklığın tüm vücuduna yayıldığını hissetti. Güçlükle nefes alırken hayata dönüyormuş gibi hissediyordu.
“Sen kimsin?” diye sordu, sesi fısıltının biraz daha üzerindeydi.
Sıcaklık ve ışığın içine gömülürken gözlerinin kapanmasına engel olamadı.
Sen kimsin? Sorusu zihninde yankılandı.
Kyra yoğun bir huzur ve sükûnet hissederek gözlerini yavaşça açtı. Okyanusu, suyu, gökyüzünü görmeyi bekleyerek etrafına bakındı.
Fakat onun yerine böceklerin alışıldık seslerini duydu. Dönüp baktığında ormanda olduğunu görüp kafası karıştı. Açıklıkta yatıyor, karnında, bıçaklanmış olduğu yerden yayılan yoğun bir sıcaklık hissediyordu ve tam üzerinde solgun bir el gördü. Çok güzel, solgun bir el, rüyasındaki gibi, karnına dokunuyordu. Sersemlemiş bir şekilde gözlerini kaldırdı ve kendisine bakan gri gözleri gördü. Bakış o kadar yoğundu ki, sanki gözleri parlıyormuş gibi görünüyordu.
Kyle.
Yanında diz çökmüş olan Kyle’ın bir eli Kyra’nın alnındaydı ve Kyle ona dokunurken Kyra yavaş yavaş yarasının iyileşmekte olduğunu, dünyaya geri döndüğünü hissetti. Sanki Kyle’ın iradesiyle dönüyor gibiydi. Annesi gerçekten onu ziyaret etmiş miydi? Olanlar gerçek miydi? Orada ölmüş olması gerektiğini hissediyordu fakat bir şekilde kaderi değişmişti. Sanki annesi müdahale etmiş gibiydi. Ve Kyle. İkisinin sevgisi onu geri getirmişti. Sevgileri ve annesinin de söylediği gibi, kendi cesareti!
Kyra dudaklarını yaladı. Doğrulamayacak kadar güçsüz durumdaydı. Kyle’a teşekkür etmek istiyordu fakat boğazı aşırı derecede kurumuştu ve kelimeler boğazından çıkabilecek gibi değildi.
“Şişt” dedi Kyle onun çabasını fark edip. Öne eğildi ve onu alnından öptü.
“Öldüm mü?” diye sormayı başarabildi sonunda Kyra.
Uzun bir sessizliğin ardından Kyle cevap verdi. Sesi yumuşaktı fakat son derece güçlüydü.
“Geri döndün” dedi. “Gitmene izin veremezdim.”
Bu çok tuhaf bir histi; delikanlının gözlerine bakarken, sanki onu en başından beri tanıyormuş gibiydi. Uzanıp delikanlının bileğini tuttu. Minnettar bir şekilde sıktı. Ona söylemek istediği çok şey vardı. Ona neden kendisi için hayatının tehlikeye attığını, kendisini neden bu kadar önemsediğini, neden kendisini geri getirmek için kendini feda ettiğini sormak istiyordu. Kyra delikanlının gerçekten de çok büyük bir fedakârlık yaptığını hissediyordu; bir şekilde ona zarar verebilecek bir fedakârlık!
En önemlisi de o anda ne hissetmekte olduğunu delikanlının bilmesini istiyordu.
Seni seviyorum, demek istiyordu.
Fakat kelimeler sese dönüşemiyordu. Üzerine bir bitkinlik çöktü ve Kyra gözlerini kapattı. Pes etmekten başka çaresi yoktu. Git gide daha derin bir uyku haline çekildiğini hissediyordu. Dünya hızla yanından geçiyordu ve Kyra yeniden ölmekte olup olmadığını merak ediyordu. Yalnızca bir an için mi geri getirilebilmişti? Yalnızca son bir kez Kyle’a hoşça kal diyebilmesi için mi geri dönmüştü?
Nihayet derin bir uyku hali onu teslim alırken, sonsuza dek gitmeden önce birkaç kelime duymuş olduğuna yemin edebilirdi:
“Ben de seni seviyorum.”
BÖLÜM BEŞ
Bebek ejderha acı içinde uçuyor, kanatlarını çırpmak için büyük çaba harcıyor, havada kalabilmek için uğraşıyordu. Saatlerdir yaptığı gibi Escalon’un üzerinde uçuyor, içine doğmuş olduğu bu zalim dünyada kayıp ve yalnız hissediyordu. Gözlerinin önünde babasının ölüm anı, koca gözlerinin kapanışı, insan askerler tarafından ölümüne bıçaklanışının görüntüleri geçiyordu. Muhteşem bir savaş anı hariç tanımaya hiç fırsat bulamadığı babası, onu kurtarmak için uğraşırken ölen babası…
Bebek ejderha babasının ölümünü kendisi ölmüş gibi hissediyor, kanatlarını her çırpışında, daha bir suçlulukla dolduğunu hissediyordu. Eğer onu kurtarmaya gelmemiş olsa babası şimdi hayatta olabilirdi.
Ejderha, babasını tanıma, ona, kendini düşünmeden atıldığı kahramanlık için, hayatını kurtardığı için ona teşekkür etme şansı bulamayacağını bilerek, acı ve pişmanlık içinde uçmaya devam etti. Bir parçası artık yaşamayı bile istemiyordu.
Fakat diğer parçası öfke içinde yanıyor, o insanları öldürmeyi, babasının intikamını almayı ve tam önündeki ülkeyi yok etmeyi umutsuzca istiyordu. Nerede olduğunu bilmiyor olsa da kendi anavatanından okyanuslarca uzak olduğunu sezgisel bir şekilde biliyordu. Bir içgüdü onu evine dönmeye itiyor fakat evinin nerede olduğunu bilmiyordu.
Bebek ejderha amaçsızca uçuyordu. Bu dünyada alabildiğine kaybolmuş, ağaçların tepelerine ve önüne her ne çıkarsa onun üzerine alev püskürtüyordu. Kısa süre sonra alevi tükendi ve hemen ardından her kanat çırpışında git gide alçalmaya başladı. Yükselmeyi denedi fakat yükselebilecek gücünün kalmadığını fark edip panikledi. Ağaç tepelerinden kaçınmaya çalıştı fakat kanatları artık onu taşıyamıyordu ve doğrudan ağaçların arasına dalıp, henüz iyileşmemiş olan yaralarının tekrar açılmasına sebep oldu.
Acı içinde ağaç tepelerinden sekip uçmaya devam etti. Güç kaybetmeye devam ederken irtifası da git gide azalıyordu. Kanı yağmur damlaları gibi yere düşüyordu. Açlıktan, yaralarından, aldığı binlerce mızrak darbesinden güçsüz düşmüştü. Uçmaya devam etmek, yok edecek bir hedef bulmak istiyordu fakat gözleri kapanıyordu; gözkapakları artık aşırı ağırlaşmıştı. Bilinçsiz bir şekilde sürüklenmekte olduğunu hissetti.
Ejderha ölmekte olduğunu biliyordu. Bu onu bir şekilde rahatlatıyordu; kısa süre sonra babasının yanında olacaktı.
Sert ağaç tepelerine çarptığında, hışırdayan yaprakların ve kırılan dalların sesiyle uyandı ve sonunda gözlerini açtı. Görüş alanı yeşil bir dünyayla kapanmıştı. Kendini daha fazla kontrol edemiyor, yuvarlandığını, dallara çarptığını hissediyordu. Her bir çarpma onu daha fazla yaralıyordu.
Nihayet bir ağacın tepesinde, dalların arasında sıkışmış bir şekilde aniden durdu. Çırpınamayacak kadar güçsüzdü. Ağacın tepesinde, hareketsiz bir şekilde asılı kaldı. Canı hareket edemeyecek kadar çok yanıyor, her bir nefes bir öncekinden daha fazla acıyordu. Ağaçların arasına dolanmış bir şekilde, orada öleceğinden emindi.
Dallardan biri aniden büyük bir gürültüyle kırıldı ve ejderha düştü. Yere doğru yuvarlanarak ve daha fazla dala çarparak, on beş metre kadar düştükten sonra nihayet zemine çarparak durdu.
Göğüs kafesinin kırılmış olduğunu hissederek yattı. Kan soluyordu. Yavaşça bir kanadını çırptı fakat daha fazlasını yapamadı.
Yaşam enerjisinin kendisini terk ettiğini hissederken, bunun adaletsiz ve zamansız olduğunu düşündü. Bir kaderi olduğunu biliyordu fakat bunun ne olduğunu anlayamıyordu. Bu dünyaya yalnızca babasının ölümünü görüp sonra kendi ölümünü yaşamak için gelmiş olmak ona çok kısa ve zalim geliyordu. Belki de hayat böyle bir şeydi: zalim ve adaletsiz.
Gözlerinin son kez kapandığını hissederken ejderha zihninin son bir düşünceyle dolduğunu hissetti: Baba, beni bekle. Yakında sana kavuşacağım.