Kitabı oku: «Bir Şeref Haykırışı », sayfa 2
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Thor Kraliyet Sarayı’nın dış bölgesindeki tozlu alanda dörtnala koşuyordu; Reece, O’Connor, Elden ve yanında ikizler gidiyor, Krohn hızla yanından ilerliyor, Kendrick, Kolk, Brom ve sayılarca Lejyon ve Gümüş yanlarında onlara eşlik ediyordu. Bütün ordu McCloudlarla karşılamak için ilerliyordu. Bir bütün olarak şehri kurtarmaya hazır bir biçimde atlarında ilerliyorlardı ve gök gürültüsünü andıran toynak sesleri kulakları sağır ediyordu. Gün boyuna yola devam etmişlerdi ve çoktan ikinci güneş tepeye yükselmişti. Thor ilk gerçek askeri görevinde tüm bu muhteşem savaşçılarla bir arada yol aldığına inanamıyordu. Adamların onu kendilerinden birisi olarak kabul ettiklerini hissetmişti. Gerçekten de, tüm Lejyon yedek olarak çağrılmıştı ve asker arkadaşları etrafında ilerliyordu. Lejyon üyeleri kralın ordusunun binlerce üyesi tarafından ufacık kalmıştı ve Thor hayatında ilk kez kendinden daha büyük bir şeyin parçası olduğunu hissediyordu.
Ayrıca, onu tetikleyen bir amaç da hissediyordu. Ona ihtiyaç duyulduğunu hissediyordu. Kendi halkı McCloudlar tarafından istila edilmişti ve onları kurtarmak, halkını korkunç bir kaderden kurtarmak ordusuna kalmıştı. Yaptıkları şeyin önemi canlı bir şey gibi üstüne çökmüştü. Bu da onu güçlü hissettiriyordu.
Thor tüm o adamların yanında kendisini güvende hissediyordu, ama bir yandan da endişeliydi: Bunlar gerçek erkeklerden oluşan bir orduydu, ama bu da gerçek erkeklerden kurulu bir orduyla karşılaşacak oldukları anlamına geliyordu. Gerçek ve azılı savaşçılarla karşılaşacaklardı. Bu sefer, bir ölüm kalım meselesi söz konusuydu ve hayatında hiç karşılaşmadığı kadar önemli şeyler tehlikeydi. Atının üstünde ilerlerken, içgüdüsel bir hareketle eğildi ve güvendiği sapanıyla yeni kılıcının orada oluşu onu rahatlattı. Gün sona erdiğinde, kılıcının kanla kaplı olup olmayacağını düşündü. Ya da yaralanıp yaralanmayacağını.
Orduları bir anda bir ağızdan bağırdı ve bir köşeyi dönüp istila edilmiş şehri ufukta ilk kez gördüklerinde sesleri atların toynak seslerini bile bastırdı. Şehrin üstünde kapkara dumanlar butlular oluşturmuştu. MacGil ordusu atlarını tekmeleyerek daha da hızlandı. Thor da atını daha sert tekmeledi, herkes kılıçlarını çekip silahlarını havaya kaldırırken ve ölümcül bir niyetle şehre ilerlerken onların hızına yetişmeye gayret etti.
Devasa ordu daha ufak gruplara ayrıldı; Thor’un grubunda on asker, lejyon üyeleri, arkadaşları ve tanımadığı birkaç kişi daha vardı. Önlerinde kralın ordusunun kıdemli komutanlarından, diğerlerinin Forg diye hitap ettiği, ince uzun ve kaslı, suratı suçiçeği izleriyle kaplı, kısa gri renkli saçlı ve karanlık, çökük gözleri olan bir adam vardı. Ordu ufak gruplara ayrılıyor, dört bir yana ilerliyordu.
“Bu grup beni izlesin!” diye bağırdı komutan asasıyla Thor ve diğerlerine ayrılarak peşinden gitmelerini işaret ederek.
Thor’un grubu emirlere uydu ve Forg’un peşinden ilerleyerek ana ordudan daha da ayrılmaya koyuldu. Thor arkasına baktığında, grubunun diğerlerinden daha da uzaklaştığını, ordunun uzakta kalmaya başladığını gördü; tam nereye doğru gittiklerini düşünürken, Forg bağırdı:
“McCloud kanadında pozisyon alacağız!”
Thor ve diğerleri hızla ileri atılırken ve ana ordu artık görünmeyecek kadar geride kalırken endişeyle ve heyecanla birbirlerine baktılar.
Çok geçmeden, yeni bir bölgeye girdiler ve şehir tamamıyla gözden kayboldu. Thor tetikteydi, ama McCloud ordusundan hiçbir yönde iz yoktu.
Nihayet, Forg bir korulukta ufak bir tepenin önünde atını durdurdu. Diğerleri de arkasında durdular.
Thor ve diğerleri ona bakıp neden durduğunu merak ettiler.
“Misyonumuz şuradaki kale,” dedi Forg. “ala genç savaşçılar olduğunuzdan, sizi esas savaş bölgesinden uzak tutmak istedik. Ana ordumuz şehre dalıp McCloud ordusuyla yüzleşirken, sizler buradaki pozisyonunuzda kalaksınız. McCloud askerlerinin buraya gelmesi olası değil ve burada büyük ölçüde güvende olacaksınız. Kalenin etrafında pozisyon alın ve başka bir emir duyana dek buradan ayrılmayın. Haydi!”
Forg atını tekmeledi ve hızla tepeye çıkmaya koyuldu; Thor ve diğerleri de aynı şeyi yaparak peşinden gittiler. Ufak grup tozlu arazide ilerlerken etrafta bir toz bulutu oluştu ve Thor’un görebildiği kadarıyla etrafta kimsecikler yoktu. Esas hareketliliğin yaşanacağı yerden uzak kalmak onu hayal kırıklığına uğratmıştı; neden onları bu kadar iyi koruyorlardı?
İlerledikçe, Thor daha da huzursuz hissetmeye başladı. Onu neyin huzursuz ettiğini anlayamamıştı, ama altıncı hissi ona bir terslik olduğunu söylüyordu.
Zirvesinde uzun ince be terk edilmiş bir kulenin olduğu ufak ve eski bir kalenin bulunduğu tepeye yaklaşırlarken, Thor’un içinden bir ses ardına bakmasını söyledi. Bunu yaptığında, Forg’u gördü. Onun yavaş yavaş grubun ardında kaldığına, gitgide daha uzaklaştığına şaşırdı. Thor onu izlerken, Forg döndü ve atını tekmeleyip hiçbir şey demeden dörtnala aksi yöne doğru ilerlemeye başladı.
Thor neler olup bittiğini anlayamamıştı. Neden Forg onları aniden terk etmişti? Arkasında Krohn kişnedi.
Thor tam neler olduğunu anlamaya başladığı anda tepenin zirvesine ve eski kaleye vardılar; oraya çıktıklarında karşılarında çorak bir bölgeden başka bir şey göreceklerini sanmıyorlardı.
Ama lejyon üyelerinden oluşan ufak grup atlarını birden durdurdu. Hepsi de karşılarındaki manzaraya bakarken donakalmıştı.
Karşılarında McCloud ordusunun tamamı duruyordu.
Bir tuzağa düşmüşlerdi.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Gwendolyn Hızla Kraliyet Sarayı'nın kıvrılarak ilerleyen sokaklarında, ardında Godfrey’i taşıyan Akorth ve Fulton’la birlikte yürüyor, sıradan halkın arasından bir yol açmaya çalışıyordu. En kısa zamanda şifacıya varmayı aklına koymuştu. Godfrey onca şey yaşadıktan sonra, bu şekilde ölemezdi. Godfrey’in öldüğünü duyan Gareth’ın tatmin olmuş bir ifadeyle gülümsediğini gözlerinin önüne neredeyse getirebiliyordu ve bunun olmamasına kararlıydı. Sadece keşke kardeşini daha çabuk bulmuş olsaydı diye düşünüyordu.
Gwen bir köşeyi dönüp şehir meydanına telaşla girdiğinde, etraf daha da kalabalıklaştı ve başını kaldırınca hala bir kirişten sallanan, ipin hala boynunu sıkıca kavradığı, herkesin görebilmesi için indirilmemiş olan Firth’ü gördü. İçgüdüsel bir hareketle başını çevirdi. Ağabeyinin ihanetini hatırlatan korkunç bir manzaraydı. Hangi yöne dönse, sanki ondan kaçamayacak gibiydi. Daha bir gün önce o sırada ipten sallanan Firth’le konuştuğunu düşünmek tuhaftı. Ölümün etrafını kuşattığını, ona da yaklaştığını düşünmeden edemedi.
Gwen ne kadar arkasını dönüp bir başka yoldan ilerlemek istese de, meydandan gitmenin daha kısa süreceğini biliyordu; korkularına yenik düşemezdi. Kendini doğrudan darağacının, karşısındaki asılmış cesedin yanından geçmeye zorladı. Bunu yaparken, kapkara cüppeli kraliyet infazcısının yoluna çıkışına şaşırdı.
İlk önce, adamın onu da öldüreceğini sandı ama infazcı eğilip selam verdi.
“Leydim,” dedi mütevazı bir tavırla ve saygıyla başını eğerek. “Henüz cesedi ne yapacağımız konusunda bir kraliyet emri gelmedi. Ona düzgün bir cenaze töreni mi düzenleyeceğime, yoksa toplu yoksullar mezarına mı atacağıma dair bir emir verilmedi.”
Gwen bu işin ona yüklendiğine sinir olmuş bir halde durdu; Akorth ve Fulton da tam yanında durdular. Başını kaldırıp güneşe doğru gözlerini kıstı ve tam karşısında sallanan cesede baktı; tam yoluna devam edip adamı duymazdan gelecekti ki aklına bir şey geldi. Babası için adaletin yerini bulmasını istiyordu.
“Onu toplu mezara at,” dedi. “Nerede olduğunu da işaretleme. Özel gömme ayinlerini de yaptırma. Tarihi belgelerimizde isminin unutulmasını istiyorum.”
Adam itaatkâr bir tavırla başını önüne eğdi ve Gwen biraz olsun intikam aldığını hissetti. Ne de olsa, o adam babasını gerçekten de öldürmüş olan kişiydi. Şiddet gösterilerinden nefret ettiği halde, Firth için gözyaşı dökecek değildi. Artık babasının ruhunu eskisinden daha da güçlü bir biçimde yanında hissediyor, huzur bulduğunu düşünüyordu.
“Bir şey daha,” dedi infazcıyı durdurarak. “Cesedi şimdi aşağıya indir.”
“Şimdi mi, leydim?” dedi adam. “Ama kral süresiz olarak asılması için emir verdi.”
Gwen başını salladı.
“Şimdi,” dedi yine. “Yeni emirleri böyle,” diye yalan söyledi.
İnfazcı yine başını eğdi ve cesedi indirmek için hızla uzaklaştı.
Gwen yine ufak bir intikam hissi duydu. Gareth’ın gün boyunca penceresinden Firth’ün cesedini izlediğine emindi… Oradan indirilmesi onu öfkelendirecekti ve her şeyin her zaman planladığı gibi gitmeyeceğini hatırlatacaktı.
Gwen belirgin tiz bir ses duyduğunda tam gitmek üzereydi; durup arkasına baktı ve kirişin tam tepesine tünemiş olan şahin Estopheles’i gördü. Elini gözlerine siper edip gözlerini güneşten koruyarak gözlerinin ona oyun oynamadığından emin olmak istedi. Estopheles yine bağırdı ve kanatlarını açıp kapattı.
Gwen şahinin babasının ruhunu taşıdığını hissedebiliyordu. Huzur bulamamış olan ruhu artık bulmaya bir adım daha yaklaşmıştı.
Birden aklına bir fikir daha geldi; ıslık çağırıp kolunu havaya kaldırdı; Estopheles tünediği yerden aşağıya süzüldü ve Gwen’in bileğine kondu. Şahin ağırdı ve pençeleri Gwen’in tenine batıyordu.
“Thor’a git,” diye fısıldadı şahine. “Savaş alanında onu bul. Onu koru. GİT!” diye bağırdı kolunu kaldırıp.
Estopheles’in kanat çırparak, gökte giderek daha da yükseklere uçuşunu izledi. Bunun işe yaraması için dua etti. Kuşla ilgili, özellikle de Thor’la arasındaki bağla ilgili gizemli bir şey vardı. Gwen her şeyin mümkün olabileceğini biliyordu.
Yoluna hızla devam etti, kıvrılarak ilerleyen sokaklardan şifacının kulübesine doğru ilerledi. Şehrin çıkışındaki birkaç kemerli kapıdan birinden geçtiler; Gwen elinden geldiğince hızla ilerliyor, Godfrey’in yardım bulana dek dayanabilmesi için dua ediyordu.
İkinci güneş de Kraliyet Sarayı'nın eteklerindeki ufak bir tepeye tırmanana dek gökte alçaldı ve şifacının kulübesi karşılarında belirdi. Basit, tek odalı, beyaz duvarları kilden inşa edilmiş, her iki tarafından ufak birer pencere bulunan, ön tarafından ufak ve kemerli meşeden bir kapı olan bir kulübeydi. Çatısından sarkan her renkte ve türde bitki kulübeyi süslüyordu. Ayrıca, kulübenin etrafındaki kocaman bir şifalı ot bahçesi, her renkte ve boyutta çiçekler de kulübe adeta bir seranın ortasına bırakılmış gibi bir görüntü oluşturuyordu.
Gwen kapıya koşup birkaç kere vurdu. Kapı açıldı ve Gwen karşısında şifacının şaşkın suratını gördü.
Illepra. Tüm hayatı boyunca kraliyet ailesinin şifacısı olmuştu ve Gwen yürümeye başladığından beri onun hayatında bulunmuştu. Ama Illepra yine de genç kalmayı başarmıştı. Hatta Gwen’den bile yaşlı gözükmüyordu. Cildi pırıl pırıl, canlı bir biçimde parıldıyor, güzel ifadeli yeşil gözlerini çevreliyordu ve ona 18 yaşından büyük bir görüntü vermiyordu. Gwen onun çok daha büyük olduğunu, görüntüsünün aldatıcı olduğunu biliyordu; Illepra’nın hayatında tanıdığı en zeki ve en yetenekli kişilerden biri olduğunu biliyordu.
Illepra’nın bakışları Godfrey’e kayar kaymaz neler olduğunu anladı. Gözleri endişeyle açıldı ve durumun aciliyetini fark edince, merhabalaşmayı bir kenara bıraktı. Gwen’in yanından hızla Godfrey’e geçti ve eliyle alnını kontrol etti. Sonra da kaşlarını çattı.
“Onu içeri getirin,” diye emretti iki adama. Sonra, telaşla “Elinizi çabuk tutun,” dedi.
Illepra kulübesine girip kapıyı daha da açtı ve adamlar onun peşinden içeri daldılar. Gwen de peşlerinden gitti, alçak girişten eğilerek geçti ve kapıyı artlarından kapattı.
İçerisi loş olduğundan, gözleri karanlığa bir süre sonra alıştı; etrafı görebildiğinde kulübenin tıpkı küçüklüğündeki gibi göründüğünü fark etti: Ufak, aydınlık, temiz ve her yanında çeşit çeşit bitkiler, şifalı otlar ve iksirler olan bir yerdi.
“Onu şuraya yatırın,” diye emretti Illepra adamlara Gwen’in hiç duymadığı kadar ciddi bir sesle. “Şu köşedeki yatağa yatırın. Gömleğini ve ayakkabılarını çıkarın. Sonra da çıkın.”
Akorth ve Fulton söylenenleri yaptılar. Tam hızla dışarı çıkarlarken, Gwen Akorth’un bileğini tuttu.
“Kapıda nöbet tuttun,” dedi. “Godfrey’in peşinde her kim varsa, onu hala öldürmeyi deneyebilir. Ya da beni.”
Akorth tamam der gibi başını salladı ve iki adam dışarı çıkıp kapıyı artlarından kapattılar.
“Ne süredir bu durumda?” diye sordu Illepra telaşla; Godfrey’in yanına eğilirken Gwen’e hiç bakmadı ve Godfrey’in bileğini, midesini ve boğazını kontrol etti.
“Dün geceden beri,” dedi Gwen.
“Dün gece mi!” dedi Illepra başını endişeyle sallayarak. Sessizce, surat iadesi daha da ciddileşir bir halde onu uzun süre muayene etti.
“Durum iyi değil,” dedi en sonunda. Avuçlarından birini yine alnına dayadı ve bu sefer gözlerini kapayarak uzunca bir süre nefes alıp verdi. Kulübeyi derin bir sessizlik kapladı ve Gwen zaman mevhumunu yitirmeye başladığını hissetti.
“Zehir,” diye fısıldadı Illepra en sonunda; Godfrey’in durumunu osmozla anlıyormuş gibi gözlerini hala açmamıştı.
Gwen her zaman onu bu yeteneğine hayranlık duymuştu; Illepra bir kere bile yanılmamıştı. Ordunun aldığından daha fazla canı kurtarmıştı. Gwen bunun öğrenilmiş mi, yoksa irsi olarak geçen bir yetenek mi olduğunu merak etti; Illepra’nın annesi ve büyükannesi de şifacıydı. Ama bir yandan da, Illepra hayatının her anını iksirleri ve şifa sanatlarını inceleyerek geçirmişti.
“Çok güçlü bir zehir,” dedi Illepra daha büyük bir kararlılıkla. “Nadiren gördüğüm bir şey. Çok da pahalı. Onu her kim öldürmeye çalışmışsa, ne yaptığını biliyormuş. Ölmemiş olması inanılmaz. Düşündüğümüzden çok daha güçlü olmalı.”
“Bu gücü babamdan aldı,” dedi Gwen. “Bir boğa gibi güçlüydü. Tüm MacGil kralları öyleydi.”
Illepra odanın karşısına geçip, tahta bir tezgâhın üstünde birkaç otu karıştırdı, bunları kesip öğüttü ve bir yandan da karışıma bir sıvı ekledi. Ortaya kıvamlı, yeşil renkli bir merhem çıktı; bunu avucuna doldurup hızla Godfrey’in yanına gitti ve ileri geri boğazına, kollarının altına ve alnına sürdü. Bunu yaptıktan sonra, tekrar diğer tarafa gidip bir bardak aldı ve biri kırmızı, biri kahverengi, bir de mor renkli birkaç sıvıyı içine döktü. Sıvılar karışırken, iksirden bir tıslama sesi çıktı ve köpükler oluştu. Bunu uzun tahta bir kaşıkla karıştırıp, tekrar hızla Godfrey’in yanına gitti ve dudaklarına sürdü.
Godfrey hiç kıpırdamadı; Illepra başının altına uzanıp avucuyla kaldırdı ve sıvıyı zorla ağzına döktü. Sıvının büyük bir kısmı Godfrey’in yanaklarının iki tarafından döküldü, ama birazı boğazından aşağı gitti.
Illepra sıvı ağzından ve çenesinden sildikten sonra, en sonunda doğrulup iç çekti.
“Yaşayacak mı?” dedi Gwen çaresizlik içinde.
“Yaşayabilir,” dedi Illepra ciddi bir ifadeyle. “Elimde her şeyi ona verdim, ama yeterli olmayacak. Hayatı kaderlerin elinde.”
“Ne yapabilirim?” diye sordu Gwen.
Illepra dönüp ona baktı.
“Onun için dua et. Gerçekten de uzun bir gece olacak.”
BEŞİNCİ BÖLÜM
Kendrick asla özgürlüğün, gerçek özgürlüğün nasıl bir şey olduğunu o güne dek deneyimlememişti. Zindanda esaret altında olduğu zaman hayata bakış açısını değiştirmişti. Artık her ufak şeyin keyfini çıkarıyordu… Güneşi hissetmeyi, saçlarındaki rüzgarı, sadece açık havada olmayı. Atının üstünde hızla yol alırken, altındaki toprağı hızla aştığını hissediyordu; yine zırhlara bürünmüş, silahlarını geri almış, asker dostlarının yanında giderken kendisini bir havan topundan fırlatılmış gibi, daha önceden asla deneyimlemediği bir enerji hissediyordu.
Kendrick yakın arkadaşı Atme yanında dörtnala gidiyor, rüzgâra karşı eğiliyordu; kardeşleriyle savaşma, savaşı kaçırmama fırsatına minnettardı ve yaşadığı şehri McCloudlar’dan kurtarmaya hazırdı… Bir de şehri istila ettikleri için onlara bir bedel ödetmeye. Kan dökmeye hazır bir biçimde ilerliyordu, ama ilerlerken bile öfkesinin esas hedefi McCloudlar değil de kardeşi Gareth olduğunu biliyordu. Onu mahkûm ettiği, babalarının ölümünden sorumlu tuttuğu, adamlarının önünde aldığı ve onu infaz etmek istediği için asla affetmeyecekti. Kendrick Gareth’tan intikam almak istiyordu, ama bunu en azından o gün yapamayacağından öcünü McCloudlar’dan alacaktı.
Ama Kendrick Kraliyet Sarayı'na döndüğünde her şeyin çaresine bakacaktı. Kardeşini yerinden etmek ve kız kardeşi Gwendolyn’i yeni hükümdar yapmak için elinden gelen her şeyi yapacaktı.
Yağmalanmış şehre yaklaştılar ve etrafı kaplamış olan iri ve kapkara bulutlar üstlerine gelirken Kendrick’in burun delikleri keskin bir dumanla doldu. Bir MacGil şehrini o şekilde görmek ona acı verdi. Babası hala hayatta olsaydı, o olaylar asla meydana gelmezdi; Gareth onun yerine geçmemiş olsaydı da meydana gelmezdi. Olanlar utanç vericiydi; MacGillerin ve Gümüş’ün onuruna sürülen bir lekeydi. Kendrick o insanları kurtarmak için geç kalmadığını, McCloudların uzun süredir orada olmadığını ve çok sayıda kişinin yaralanmadığını ve ya öldürülmediğini umdu.
Atını daha da sert tekmeledi, hızla yol almakta olan ve bir arı sürüsünü andıran diğerlerinin önüne geçip şehrin açık kapılarına ilerledi. Hep birlikte ileri atıldılar; Kendrick kılıcını çekmiş, şehre girerlerken çok sayıda düşman McCloudlarla karşılaşmaya hazırlanmıştı. Etrafındaki diğer adamlar gibi o da canhıraş bir çığlık attı ve darbe almaya hazırlandı.
Ancak şehri kapılarından tozlu meydana girdiğinde, gördüğü manzara onu afallattı: Hiçbir şey yoktu. Etrafta sadece bir istiladan geriye kalmış olan işaretler vardı: yıkım, yangınlar, yağmalanmış evler, istiflenmiş cesetler, yerlerde sürünen kadınlar. Hayvanlar öldürülmüş, duvarlar kan revan olmuştu. Bir katliam yaşanmıştı. McCloudlar bu masum insanları katletmişlerdi. Bunu düşünmek bile Kendrick’in midesini bulandırdı. Bunu yapanlar ödleklerdi.
Ama atının üstünde ilerlemekte olan Kendrick’i asıl afallatan şey, etrafta bir tane bile McCloud olmamasıydı. Buna bir anlam veremiyordu. Adeta tüm ordu onların geleceğini biliyormuş gibi oradan gitmişti. Etrafta hala ateşler tanıyordu ve bunların kasıtlı olarak yakıldıkları belliydi.
Kendrick o anda tüm bunların bir tuzak olduğunu anlamaya başladı. McCloudların MacGil ordusunu oraya çekmek istediğini anladı.
Ama niye?
Kendrick aniden arkasına döndü, etrafına bakındı ve çaresizlik içinde adamlarının eksik olup olmadığını, birliklerden bazılarının bir başka alana çekilip çekilmediğini anlamaya çalıştı. Zihni yeni bir farkındalıkla doluyordu; adamlarından oluşan bir gurubu kuşatmak, onları tuzağa düşürmek için tüm bunların ayarlandığını hissediyordu. Dört bir yana bakıp kimlerin orada olmadığını anlamaya çalıştı.
Sonra, durumun farkında vardı. Tek bir kişi eksikti. Sağ kolu.
Thor.
ALTINCI BÖLÜM
Thor tepede atının üstünde bir grup Lejyon askeri ve Krohn’la birlikte dururken, karşısındaki şok edici manzaraya baktı: Görebildiği mesafeye kadar, atlarının sırtında, kocaman ve etrafa yayılmış McCloud birlikleri onları bekliyordu. Tuzağa düşmüşlerdi. Forg onları kasten oraya getirmiş ve ihanet etmiş olmalıydı. Ama niye?
Thor yutkundu ve hiç kuşkusuz sonlarını getirecek manzaraya baktı.
McCloud ordusu aniden saldırıya geçerken müthiş bir savaş çığlığı koptu. Sadece birkaç yüz metre ileridelerdi ve hızla yaklaşıyorlardı. Thor arkasına baktı, ama görebildiği kadar destek birlikleri yoktu. Tamamıyla yalnız kalmışlardı.
Thor o ufak tepede, terk edilmiş kalenin yanında dayanmaktan başka çareleri olmadığını biliyordu. Şansları hiç yoktu ve kazanmaları imkânsızdı. Ama ölecekse, bunu cesurca yapacak, düşmanla bir erkek gibi yüzleşecekti. Lejyon ona bu kadarını öğretmişti. Kaçmak bir seçenek değildi; Thor kendini ölüme hazırladı.
Dönüp arkadaşlarının suratına bakınca, onların da korkudan kireç gibi kesilmiş olduğunu fark etti; gözlerinde ölümü gördü. Ama askerler tıpkı kendilerinden beklenildiği gibi cesaretlerini yitirmediler. Atları yeri eşelediği, ya da kaçmak için döndüğü halde, hiçbiri kılını daha kıpırdatmadı. Lejyon artık tek bir birlikti. Arkadaştan öteydiler: Yüzler onları kardeşlerden oluşan bir ekibe dönüştürmüştü. Hiçbiri bir diğerini terk etmezdi. Hepsi yemin etmişti ve onurları tehlikedeydi. Lejyon için onur kandan daha kutsaldı.
“Beyler, sanırım bizi bir savaş bekliyor,” dedi Reece ağır ağır elini uzatıp kılıcını çekerken.
Thor uzanıp sapanını çekti; düşman askerli onlara ulaşmadan önce, mümkün olduğunca fazla adamı öldürmek istiyordu. O’Connor ufak mızrağını, Elden’sa uzun mızrağını çekti; Conval fırlatmak üzere bir çekiç çekti, Conven da bir kazmayı havaya kaldırdı. Thor’un tanımadığı, Lejyon’un diğer genç askerleri kılıçlarını çekip kalkanlarını kaldırdılar. Havadaki korkuyu hissedebiliyordu; at toynaklarının sesleri yaklaşırken, McCloudların çığlıkları üstlerine düşecek bir şimşekmiş gibi ta göklere yükselirken de bunu hissedebiliyordu. Thor bir stratejiye ihtiyaç duyduklarını biliyordu, ama Bunun ne olduğuna dair bir fikri yoktu.
Thor’un yanındaki Krohn hırladı. Thor onun korkusuzluğundan ilham aldı: Krohn asla korkudan cıyaklamaz, asla geriye bakmazdı. O sırada, ensesindeki tüyler diken diken olmuştu ve adeta orduyla tek başına savaşacakmış gibi ağır ağır öne yürüyordu. Thor Krohn’da gerçek bir savaş arkadaşı bulduğunu biliyordu.
“Sence diğerleri bizi desteklemek için gelirler mi?” dedi O’Connor.
“Zamanında buraya varamazlar,” dedi Elden. “Forg tarafından tuzağa düşürüldük.”
“Ama neden?” diye sordu Reece.
“Bilmiyorum,” dedi Thor atının üstünde öne çıkarken, “ama içimde Bunun benimle ilgili olduğuna dair kötü bir his var. Sanırım, birisi ölmemi istiyor”.
Thor diğerlerinin dönüp ona baktığını hissetti.
“Neden?” dedi Reece.
Thor omuzlarını silkti. Bilmiyordu, ama bunun kraliyet Sarayı’nda olup bitenlerle, MacGil’in suikastıyla ilgili olduğunu hissediyordu. Muhtemelen, ölmesini isteyen kişi Gareth’tı. Belki de Thor’u bir tehdit olarak algılıyordu.
Thor savaş arkadaşlarının hayatını tehlikeye attığı için çok kötü hissediyordu, ama o sırada yapabileceği bir şey yoktu. Yapabileceği tek şey onları savunmaktı.
Thor’un canına tak etti. Çığlık atıp atını tekmeledi ve diğerlerinden önce nörtdala saldırıya geçti. Ordusunu ve ölümü öylece bekleyemezdi. İlk darbeleri kendisi alacak, belki asker arkadaşlarını bu sayede koruyabilecek ve kaçmaya karar verdikleri takdirde bunu yapmalarına fırsat verecekti. Ölümle karşılaşacaksa, bunu korkusuzca, şerefiyle yapacaktı.
İçinden korkudan titreyen ama bunu belli etmeyen Thor nörtdala diğerlerinden daha da uzaklaştı ve üstlerine gelen düşman ordusuna doğru tepeden aşağı inmeye koyuldu. Yanındaki Krohn da koşuyor, bir saniye geride kalmıyordu.
Lejyon’daki dostları ona yetişmeye çalışırken, Thor arkasında bir çığlık koptuğunu duydu. Ordu yirmi metre geriden dörtnala gelirken, bir savaş çığlığı atmıştı. Thor önde kaldı, ama diğerlerinin arkadan geliyor olması onu yine de rahatlatmıştı.
Thor’un karşısındaki McCloud ordusundan sıyrılan ve belki elli kişiden oluşan bir savaşçı birliği Thor’a saldırıya geçmek üzere öne akın etti. Yüz metre kadar ilerideydiler ve hızla ona yaklaşıyorlardı; Thor sapanını çekti, bir taş yerleştirdi ve fırlattı. En baştaki, gümüş bir göğüs zırhı olan savaşçıyı hedef aldı ve kusursuz bir biçimde isabet ettirdi. Adamı zırhının plakalarının arasından boğazının dibinden vurdu; savaşçı atından kaydı ve diğerlerinin önüne düştü.
Savaşçı düşerken atı da düşünce, arkalarında düzinelerce at birikti ve üstlerindeki askerleri yüz üstü hızla yere fırlattı.
Düşman askerleri bir tepki veremeden, Thor sapanına bir taş daha yerleştirip çekti ve fırlattı. Bir kez daha nişanı hedefini buldu ve öndeki savaşçılardan birini kaldırmış olduğu yüz zırhının arasından şakağından vurdu; savaşçı atından yana kayıp birkaç savaşçıya daha çarpıp, onları dominolar gibi yere devirdi.
Thor dörtnala giderken, başının üstünden önce bir mızrak, sonra ufak bir mızrak, bunların ardından da bir çekiç ve balta uçtu; Lejyon’daki kardeşlerinin ona destek verdiğini anladı. Arkadaşları da hedeflerini ıskalamadılar; silahları McCloud askerlerine ölümcül bir kesinlikle isabet etti ve birkaçı atlarından düşüp diğerlerine çarparak onları da devirdi.
Thor bazılarını dorudan vurarak ama birçoğunu düşen atlarla haklayarak düzinelerce McCloud askerini çoktan yere devirdiklerini gördüğüne çok sevindi. Öne akın etmiş olan elli kişilik düşman birliği artık yerde, büyük toz bulutlarının arasında yatıyordu.
Ama McCloud ordusu güçlüydü ve saldırıya geçme sırası onlara gelmişti. Thor onlara otuz metre kadar yaklaştığında, bazıları silahlarını fırlattılar. Bir çekiç tam suratına doğru uçarken, Thor son anda bundan eğilerek kurtuldu ve demir balta bir santim yanından, kulağının dibinden vın diye geçti. Bunun hemen ardından gelen ve ucu zırhının dışını sıyıran ve onu kıl payı yaralamayan bir mızraktan da diğer tarafa eğilerek kaçtı. Suratına doğru bir balta gelince, Thor kalkanını kaldırıp bunu engelledi. Balta zırhına saplandı; Thor uzanıp bunu çıkardı ve ona fırlatan kişiye savu7rdu. Hedefi yerini buldu ve adamın göğsüne saplanıp zincir zırhını geldi; adam bir çığlık attı ve atının üstüne yığılarak öldü.
Thor saldırmaya devam etti. Doğrudan ordunun en kalabalık yerine, ölüme hazır bir biçimde bir asker denizinin ortasına daldı. Haykırıp kılıcını kaldırdı, müthiş bir savaş çığlığı attı; arkasındaki kardeşleri de aynı şeyi yaptılar.
Muazzam bir ses çıkaran silahların buluşmasıyla darbe de geldi. İri yarı, heybetli bir savaşçı iki eliyle birden bir balta kaldırdı ve Thor’un kafasına indirdi. Thor yana kayınca, balta başının yanından geçti ve atıyla ilerlerken ona saldıran askerin karnına saplandı; adam bir çığlık atıp atının üstüne yığıldı. Savaşçı düşerken baltayı da düşürdü ve balta kişneyip yeri eşeleyen ve sürücüsünü birkaç diğer askerin üstüne fırlatan bir McCloud atına isabet etti.
Thor sağa doğru, yüzlerce McCloud askerinin arasına dalıp saldırmaya devam etti; düşmanların arasından kendisine bir yol açarken, askerler birbiri ardına ona kılıçlarıyla, baltalarıyla ve topuzlarıyla saldırdılar; Thor hepsini ya kalkanıyla savuşturdu, ya da eğildi, kılıcını savurdu; yana kayıp aralarından geçti ve dörtnala ilerlemeye devam etti. Düşman askerleri için fazla hızlı ve çevikti; kimse bunu beklemiyordu. Büyük bir ordu olarak onu durduracak kadar hızlı hareket edemiyorlardı.
Thor’un etrafında metal silahlar büyük bir gümbürtüyle birbirine çarpıyor, dört bir yandan üstüne darbeler yağıyordu. Bunların her birini kalkanıyla ve kılıcıyla savuşurdu. Ama hepsini durduramazdı. Bir kılıç omzunu sıyırınca, acı içinde bağırdı ve kanlar akmaya başladı. Neyse ki, yarası derin değildi ve onu savaşmaktan alıkoymadı. Saldırmaya devam etti.
Her iki eliyle birden savaşan Thor’un etrafı McCloud askerleriyle sarıldı ve çok geçmeden diğer Lejyon askerleri de gruba katılınca darbeler hafiflemeye başladı. Kılıçlar kalkanlara inerken, mızraklar atları yaralarken, uzun mızraklar zırhları delerken ve herkes dört bir yandan savaşırken, McCloud adamlarıyla Lejyon gençlerinin oluşturduğu grup daha da büyüdü. Her iki taraftan da çığlıklar yükseldi.
Lejyon on kişilik, kocaman ve ağır ilerleyen bir ordunun ortasında savaşan ufak ve çevik bir savaş gücü olarak bir avantaja sahipti. Bir darboğaza gelindi ve McCloud askerlerinin hepsi bir anda onlara ulaşamadı; Thor kendini tek seferde iki, üç adamla savaşır buldu, daha fazlasıyla değil. Ardındaki kardeşleri onun arkadan saldırıya uğramasını engellediler.
Bir savaşçı Thor’u gafil avlayıp elindeki döveni doğrudan Thor’un kafasına fırlatınca, Krohn hırlayıp öne atıldı. Krohn yükseğe sıçradı ve adamın bileğinin üstüne kondu; savaşçının bileğini koparınca, her yere kan fışkırmaya başladı ve döven Thor’un kafatasına zarar veremeden asker yön değiştirmek zorunda kaldı.
Thor savaşırken, her yönden gelen askerlere kılıç sallayıp onları savuştururken, var gücüyle kendisini savunmaya, saldırmaya, kardeşlerini ve kendini kollamaya çalışmak için uğraşırken, her şey bir rüya gibiydi. İçinden uzun Eğitim günlerini, her yönden ve her türlü durumda saldırıya uğradığı anları düşündü. Bunlar bazı açılardan ona doğal geliyordu. Onu iyi eğitmişlerdi ve bu işi başarabileceğini hissetmişti. Her zaman korkuyordu, ama bunu da kontrol edebileceğini hissediyordu.
Thor dur durak bilmeden savaşmaya devam ederken, kolları ağırlaşırken ve omuzları yorulurken, Kolk’un sözleri kulaklarında çınladı:
Düşmanın asla senin kurallarına göre savaşmaz. Kendi kurallarına göre savaşır. Senin için savaş, bir başkası için savaşmak demektir.
Thor iki eliyle çivili bir zinciri kaldırmış, Reece’in başının arkasına sallayan iri yarı, kısa boylu bir savaşçı gördü. Reece Bunun farkında değildi; bir saniye sonra ölecekti.
Thor atından atladı, havada sıçradı ve savaşçıyı çivili zinciri savurmadan önce yakaladı. İkisi birlikte atlarının üstünden uçup bir toz bulunun arasından sert bir biçimde yere düştüler; atlar çotanaklarıyla etrafını döverken, Thor uzun sure afallamış bir halde yuvarlandı. Yerdeki savaşçıyla boğuştu ve adam Thor’un gözlerini çıkarmak üzere başparmaklarını havaya kaldırdığında, Thor aniden tiz bir çığlık duydu. Sonra, Estopheles’in pike yaptığını ve adam ona zarar veremeden önce gözlerini oyduğunu gördü. Adam çığlıklar içinde gözlerini tutu; Thor’sa ona sert bir dirsek atıp üstünden geriye fırlattı.
Thor henüz bu başarısına sevinemeden, böğründe sert bir tekme hissetti ve sırt üstü geriye uçtu. Başını kaldırınca, bir savaşçının iki elle tutulan bir savaş çekicini kaldırdığını ve göğsüne indirmek üzere olduğunu gördü.
Yana kaydı ve çekiç vın diye yanından geçip ta kabzasına kadar toprağa gömüldü. Thor çekiç ona isabet etseydi öleceğini fark etti.
Krohn öne atılarak adamın üstüne çullandı ve sivri dişlerini adamın dirseğine geçirdi; asker uzanıp tekrar tekrar Krohn’a yumruklar indirdi. Ama Krohn en sonunda adamın kolunu koparana dek saldırmaya ve hırlamaya devam etti. Asker cıyaklayıp yere düştü.
Bir asker öne çıktı ve kılıcını Krohn’a savurdu; ama Thor kalkanıyla yuvarlanıp darbeyi savuşturdu ve tüm bedeni metale çarpan kılıç yüzünden zangırdarken Krohn’un hayatını kurtardı. Ama Thor savunmasız bir biçimde yere diz çökmüş vaziyetteyken, bir başka savaşçı atıyla ona saldırdı, üstünden geçti ve ilk olarak onu yüz üstü yere serdikten sonra, Thor atın toynaklarının bedenindeki tüm kemikleri kırdığını hissetti.
Birkaç McCloud askeri atından atlayıp Thor’un etrafını çevirip ona yaklaştı.
Thor kötü bir durumda olduğunu fark etti; o sırada yeniden atının üstünde olmak in her şeyini verebilirdi. Yerde başı acıdan zonklar halde yatarken, gözünün ucuyla diğer Lejyon askerlerinin savaştığını, ancak kötü durumda olduklarını gördü. Tanımadığı lejyon gençlerinden biri tiz bir çığlık attı ve Thor gencin göğsünü delip geçen bir kılıç darbesi yüzünden cansız bir halde yere devrildiğini gördü.