Kitabı oku: «Bulunmuş », sayfa 3
Adam Caitlin’in zihnini okuyormuş gibi “Yaşıyor,” diye cevap verdi. “Ama artık burada değil.”
Caitlin buna inanamıyordu. Doğruydu demek.
Caleb “Nereye gitti?” diye sordu. Caitlin, Caleb’in sesindeki keskinliği duydu ve bunu nasıl umutsuzca bilmek istediğini sezdi.
Adam bakışlarını Caleb’e doğrulttu.
Sorunun cevabı aşikârmış gibi “Celile’ye tabii,” diye yanıt verdi. “Denize.”
Caleb düşünceli bir şekilde gözlerini kıstı.
Tereddüt ederek “Capernaum’a mı?” diye sordu.
Adam yanıt olarak evet anlamında başını salladı.
Caleb’in gözleri daha önceden bildiği bir şeyle karşılaşmış gibi kocaman açıldı.
Adam esrarengiz bir şekilde “Peşinde giden birçok takipçisi var,” dedi. “Ara, ara ki bulasın.”
Çoban aniden başını öne eğdi, arkasını döndü ve kendisini takip eden koyunlarıyla uzaklaşmaya başladı. Kısa süre içinde meydanın diğer tarafına doğru ilerlemeye başlamıştı.
Caitlin gitmesine izin veremezdi. Henüz değil. Daha fazlasını bilmesi gerekiyordu. Ve adamın bir şeyler sakladığını sezmişti.
“Bekle!” diye bağırdı.
Çoban durdu ve dönerek Caitlin’e baktı.
“Babamı tanıyor musun?”
Adam yavaşça başını evet anlamında sallayınca Caitlin şaşırıp kaldı.
“Nerede?”
“Bunu sen bulmalısın. Anahtarları taşıyan sensin.”
Caitlin bilmek için yanıp tutuşarak “Kim o?” diye sordu.
Adam yavaşça başını iki yana salladı.
“Ben sadece yoldaki bir çobanım.”
Caitlin çaresiz bir şekilde “Ama ben daha onu nerede arayacağımı bile bilmiyorum!” diye yanıt verdi. “Lütfen. Onu bulmak zorundayım.”
Çoban usulca gülümsedi.
“Bir şeyleri aramaya her zaman bulunduğun yerden başlamalısın,” dedi.
Ve bunu söylemesiyle başını kapatıp dönmesi ve meydanın karşısına geçmesi bir oldu. Kemerli kapıdan çıktı ve saniyeler içinde arkasında koyunlarıyla gözden kayboldu.
Bir şeyleri aramaya her zaman bulunduğun yerden başlamalısın.
Sözleri Caitlin’in zihninde çınladı. Her nasılsa, Caitlin söylediklerinin yalnızca bir kinayeden fazlası olduğunu sezdi. Sözleri kafasında evirip çevirdikçe, bu sözcüklerin gerçek anlamlarıyla kullanıldıklarını anlamaya başladı. Adam ona sanki bulunduğu yerde, tam burada bir ipucu bulunduğunu söylüyor gibiydi.
Caitlin birden döndü ve kuyuyu, uzun süredir oturmakta oldukları yeri araştırdı. Şimdi bir şey sezmişti.
Bir şeyleri aramaya her zaman bulunduğun yerden başlamalısın.
Caitlin diz çöktü ve elini kuyunun o eski, pürüzsüz taş duvarında gezdirdi. Her yanını yokladı, orada onu bir ipucuna götürecek bir şeylerin olduğunu giderek daha güçlü bir şekilde hissediyordu.
Caleb “Ne yapıyorsun?” diye sordu.
Caitlin, taşların bütün yarıklarını yoklayarak ve bir şeyleri bulmaya yaklaştığını hissederek çılgına dönmüşçesine arıyordu.
Sonunda, kuyunun taş duvarının yarısına gelmişken durdu. Diğerlerinden biraz daha büyük bir yarık bulmuştu. Parmağının girebileceği kadar büyüktü. Bu yarığı çevreleyen taş diğerlerine göre biraz daha pürüzsüz ve yarık da biraz daha büyüktü.
Caitlin parmağını içeri uzattı ve taşı parmağıyla çevirmeye çalıştı. Kısa sürede oradaki taş kıpırdamaya başladı ve ardından hareket etti. Taş yana çekilince Caitlin arkasında küçük gizli bir bölme gördü ve hayretle bakakaldı.
Caleb, Caitlin’in yanına geldi ve Caitlin elini içeri karanlığa doğru götürürken omzunun arkasından gizli bölmeye doğru baktı. Caitlin eline soğuk, metal bir şeyin geldiğini hissetti ve onu yavaşça kendine doğru çekti.
Ardından elini ışığa doğru kaldırdı ve yavaşça acuvunu açtı.
Avcunun içinde gördüğü şeye inanamıyordu.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Scarlet, orada çıkmaz sokağın sonunda, sırtı duvara dayalı bir halde Ruth’la beraber dururken, o zorba grubunun köpeklerini üzerine salmalarını korku içinde izledi. Saniyeler içinde o devasa, vahşi köpek saldırıya geçmiş, hırlayarak doğruca Scarlet’in boğazını hedef almıştı. Her şey o kadar hızlı meydana geliyordu ki Scarlet ne yapacağını bilemedi.
Scarlet daha harekete geçemeden Ruth birden hırladı ve köpeğe doğru saldırdı. Havaya sıçradı, köpekle yarı yolda karşı karşıya gelerek dişlerini köpeğin boğazına geçirdi ve onu yere yapıştırarak üzerine çıktı. Köpek Ruth’un iki katı olmalıydı ama Ruth onu çok çaba harcamadan yere yapıştırmış ve kalkmasına izin vermemişti. Bütün gücüyle dişlerini, batırdığı yere kenetledi ve kısa süre içinde köpek mücadele etmeyi bıraktı, ölmüştü.
Çocukların başı öfkelenmiş bir halde “Seni küçük kancık!” diye çığlık attı.
Oğlan bunun ardından diğerlerinin arasından öne doğru fırlayarak Ruth’a hücum etti. Elinde tuttuğu bir ucu sivriltilmiş sopayı kaldırdı ve doğruca Ruth’un savunmasız kalan sırtını hedef aldı.
Refleksleri etkisini gösteren Scarlet derhal harekete geçti. Düşünmeksizin oğlana doğru hızla koştu, yetişti ve oğlanın sopası Ruth’u bulmadan önce onu havada yakaladı. Ardından oğlanı kendine doğru çekti, geriye eğildi ve öne doğru hamle yaparak kaburgalarına sert bir tekme savurdu.
Oğlan birden devrilip düştü ve Scarlet tekrar tekmeledi, bu defa yüzüne sert bir vuruş yaptı. Çocuk döne döne gitti ve taşların üzerine yüzüstü kapaklandı.
Ruth döndü ve grupta geri kalan çocuklara saldırdı. Yükseğe sıçradı ve başka bir oğlanın boğazına dişlerini geçirerek onu yere sardı. Geriye yalnızca üç çocuk kaldı.
Scarlet orada durmuş diğerleriyle karşılaşacakken birden yeni bir his kendine egemen oldu. Artık içinde hiçbir korku hissetmiyor; bu çocuklardan kaçmak istemiyor; bir yere sinip saklanma ihtiyacı duymuyor ve anneciğinin ve babacığının korumasını arzulamıyordu.
Sanki görünmez bir çizgiyi, bir taşma noktasını geçmiş gibi içinden bir şeyler koptu. Hayatında ilk defa hiç kimseye ihtiyacı olmadığını hissetti. Tek ihtiyacı olan kişi kendiydi. Artık içinde bulunduğu andan korkmak yerine tadını çıkarıyordu.
Scarlet içini bir öfkenin kapladığını hissetti; ayak parmaklarından başlıyor ve saçının derisine kadar bütün bedenine yayılıyordu. Bu anlayamadığı, daha önce hiç yaşamadığı bir elektriklenme hissiydi. Artık bu çocuklardan kaçmak istemiyordu. Onların kendisinden kaçmasını da istemiyordu.
Şimdi intikam istiyordu.
Çocuklar orada durmuş şaşkınlık içinde ona bakarlarken Scarlet saldırıya geçti. Her şey o kadar hızlı oluvermişti ki Scarlet olanları takip etmekte zorluk yaşıyordu. Scarlet’in refleksleri onlarınkilerden çok daha hızlıydı, oğlanlar sanki ağır çekimde hareket ediyorlar gibiydi.
Scarlet havaya sıçradı, hayatında hiç bu kadar yükseğe sıçramamıştı ve çocuğun karnının tam ortasına bir tekme indirerek onu olabildiğince uzağa fırlattı. Çocuk bir kurşun gibi hızla sokağın karşı tarafına uçtu ve duvara çarparak yere düştü.
Oğlanlardan diğer ikisi daha harekete geçemeden Scarlet hemen arkasını döndü ve birine dirsek geçirdi, diğerinin de karın boşluğuna bir tekme savurdu. İkisi de bilinçsiz bir şekilde yere kapaklandı.
Scarlet, Ruth’la birlikte derin derin nefes alarak orada durdu. Çevresine bakındı ve beş çocuğun da hareketsiz bir şekilde yere serilmiş olduğunu gördü. Ve sonra galip gelenin kendisi olduğunun farkına vardı.
Artık bir zamanlar tanıdığı Scarlet değildi.
*
Scarlet yanında Ruth’la birlikte dar sokaklarda saatlerce gezindi, o çocuklarla arasını açabildiği kadar açtı. O sıcakta, dar sokakların birinden çıkıp diğerine girerek eski Kudüs şehrinin daracık yan sokaklarından oluşan labirentte yolunu kaybetti. Öğlen güneşi beynini yakıyor ve Scarlet bundan ötürü halsiz hissetmeye başlıyordu; ayrıca yiyecek ve içecek bir şeyi olmadığı için de gittikçe bitkinleşmeye başlamıştı. Kalabalıkların arasından dolana dolana giderlerken Ruth’un yanı başında nefes nefese kaldığını görebiliyor ve kendisinin de zorluk çektiğini ve artık gücünün sonuna geldiğini hissedebiliyordu.
Ruth’un yanından geçmekte olan bir çocuk Ruth’u sırtından yakaladı, oyun oynamak ister gibi onu hızla ama oldukça sert bir şekilde çekti. Ruth döndü ve hemen hırlayarak ve dişlerini göstererek cevap verdi. Çocuk çığlık attı, ağladı ve hemen kaçtı. Ruth hiç bu şekilde davranmazdı; genelde oldukça hoşgörülüydü. Ama sıcağın ve açlığın onu da delirttiği görülüyordu. Scarlet’in kendi öfkesi ve kızgınlığı ona da geçmeye başlamıştı.
Scarlet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, öfkesinden arta kalanları nasıl bastıracağını bilmiyordu. Sanki içindeki bazı şeyler kontrolden çıkmıştı ve o bunlara hükmedemiyordu. Scarlet damarlarının durmadan kan pompaladığını, öfkesinin kızışmaya devam ettiğini hissetti ve her birisi Ruth ve kendisinin almaya güçlerinin yetmediği çeşitli yiyecekler satan satıcıların yanından geçtikçe kızgınlığı daha da büyüdü. Aynı zamanda yaşadığı yoğun açlık duygusunun eskiden duyduğu tipik açlık hissine benzemediğini de fark etmeye başlıyordu. Scarlet bunun daha farklı bir şey olduğunu anladı. Daha derin, daha ilkel bir histi bu. Yalnızca yiyecek bir şey istemiyordu. Kan istiyordu. Kanla beslenmeye ihtiyacı vardı.
Scarlet kendisine ne olduğunu, bununla nasıl başa çıkacağını bilemiyordu. Yoğun bir et kokusu aldı ve kalabalığın arasından kendine yol açarak doğruca ete doğru gitti. Ruth’da onun yanında kendine yol açarak ilerliyordu.
Scarlet dirsekleri ile insanları iterek doğruca en öne geçti ve bunu yaparken kalabalığın içindeki öfkeli bir adam onu sert bir şekilde geri itti.
“Hey kızım, nereye gittiğine bir bak!”
Scarlet düşünmeksizin döndü ve adamı itti. Adam Scarlet’in iki katından da fazlaydı, ama uçarak geriye doğru gitti, birkaç meyve tezgâhını devirdi ve yere kapaklandı.
Neye uğradığını şaşırmış bir şekilde Scarlet’e bakarak ayağa kalkmaya uğraştı ve böylesine küçük bir kızın nasıl olup da kendisinin hakkından gelebileceğini anlamaya çalıştı. Ardından, korku dolu bakışlarla yapılabilecek en akıllı şeyi yaptı ve dönerek hızlı adımlarla uzaklaştı.
Satıcı olay çıkacağını hissederek kaşlarını çatıp Scarlet’e baktı.
“Et mi istiyorsun?” diye hemen atıldı. “Parasını ödeyebilecek misin?”
Ama bu sırada Ruth artık kendine hâkim olamadı. Öne doğru atıldı, dişlerini kocaman bir et parçasına geçirerek büyük bir dilim kopardı ve hemen yutuverdi. Daha kimse harekete geçemeden Ruth başka bir dilimi gözüne kestirerek yeniden öne atıldı.
Bu defa satıcı Ruth’un burnuna olabildiğince sert bir tokat atmayı amaçlayarak elini aşağıya indirdi.
Fakat Scarlet bunun olacağını önceden hissetti. Görünüşe bakılırsa, Scarlet’in hız duyusuna, zamanlama hissine yeni bir şeyler oluyordu. Satıcının eli inmeye başladığında, Scarlet daha kendisi bunun farkına bile varamadan kendi elinin havaya kalktığını, satıcı Ruth’a vurmadan evvel onun bileğini yakaladığını gördü.
Satıcı gözleri ardına kadar açık bir halde, küçücük bir kızın nasıl böylesine güçlü olabileceğine şaşırarak Scarlet’e baktı. Scarlet adamın bileğini sıktı ve adamın bütün kolu titremeye başlayana kadar bırakmadı. Öfkesini kontrol edemeyerek kendini kaşlarını çatmış bir halde adama bakarken buldu.
Scarlet adama hırlar gibi “Sakın kurduma dokunayım deme,” dedi.
Kolu acı içinde titreyen ve gözleri korkuyla ardına kadar açılan adam “Ben…özür dilerim,” dedi.
Sonunda, Scarlet adamın bileğini bıraktı ve Ruth’u yanına alarak o tezgâhtan hızla uzaklaştı. Olabildiğince hızlı bir şekilde oradan uzaklaşmaya çalışırken arkasından bir ıslık sesi ve askerleri çağıran öfkeli bağrışmalar işitti.
Scarlet “Hadi gidelim Ruth!” dedi ve ikisi dar sokaktan aşağıya doğru aceleyle ilerleyerek kalabalığın arasına karıştı. En azından Ruth karnını doyurmuştu.
Fakat Scarlet’in kendi açlığı dayanılmaz bir hal alıyordu ve Scarlet buna daha fazla dayanıp dayanamayacağını bilemiyordu. Scarlet kendine neler olduğunu bilmiyordu, ama aşağıya doğru birbiri ardına sokakları geçerken kendini insanların boğazlarını izlerken buldu. Onların damarlarına yakından bakıyor ve damarların içinden akan kanı görüyordu. Kendini dudaklarını yalarken, dişlerini o damarlara geçirmek isterken- buna inanılmaz bir istek duyarken buldu. Onların kanını içmeyi çok arzuluyordu ve kendini, kan boğazından aşağıya doğru akarken nasıl bir his duyacağını hayal ederken buluyordu. Buna bir anlam veremiyordu. Şimdi artık ona insan denebilir miydi? Yoksa vahşi bir hayvana mı dönüşüyordu?
Scarlet kimseye zarar vermek istemiyordu. Mantıklı bir biçimde kendine engel olmaya çalıştı.
Fakat fiziksel olarak bir şeyler onu hâkimiyeti altına alıyordu. Bu his ayak parmaklarından bacaklarına, gövdesinden saçlarının dibine kadar yayılıyor ve oradan da parmaklarının ucuna kadar ilerliyordu. Bu bir arzuydu. Durdurulamaz, bastırılamaz bir arzu. Düşüncelerine baskın çıkıyor ve ona ne düşünmesi gerektiğini, nasıl hareket etmesi gerektiğini söylüyordu.
Birden, Scarlet bir şeyler algıladı: uzakta, arkasında bir yerde bir grup Romalı asker onun peşinden geliyordu. Yeni, aşırı duyarlı işitme yetisi onu askerilerin sandaletlerinin taşta çıkardıkları ses konusunda uyardı. Askerler daha epeyce uzakta olmalarına rağmen Scarlet onların kendisinin peşinde olduklarını çoktan biliyordu.
Askerlerin sandaletlerinin yerdeki taşlara çarparak çıkardıkları ses yalnızca Scarlet’i daha da sinirlendiriyordu; bu ses kafasının içinde o satıcının sesiyle, çocukların kahkahalarıyla, köpeklerin havlamasıyla karışıyordu… Bütün bunlar dayanamayacağı kadar fazlaydı. İşitme yetisi gittikçe daha da hassaslaşıyor ve Scarlet seslerin yarattığı ahenksizlik karşısında çileden çıkıyordu. Güneş bile, sanki sırf onun üzerinde parlıyormuş gibi kendini daha güçlü hissettiriyordu. Bütün bunlar çok fazlaydı. Scarlet kendini dünyanın mikroskopunun altındaymış gibi hissetti ve adeta patlamak üzereydi.
Scarlet aniden öfkeyle dolup taşarak kendini geriye doğru verdi ve dişlerinde yeni bir his sezdi. Ağzının iki yanındaki kesici dişlerin büyüyerek uzadığını hissetti ve keskin köpekdişleri dışarıya fırladı. Scarlet bu hissin ne olduğunu neredeyse hiç bilmiyordu, ama değiştiğini, hiç tanımadığı ve kontrol edemediği bir şeye dönüştüğünü biliyordu. Birden sokak arasında kocaman, şişman ve sarhoş bir adam fark etti. Scarlet beslenmesi gerektiğini yoksa açlıktan öleceğini biliyordu. Ve içindeki bir şeyler hayatta kalmak istiyordu.
Scarlet kendisinin hırladığını duydu ve şoke oldu. Kendi içinden gelen böylesine ilkel bir ses kendini bile sersemletmişti. Havaya sıçrayıp adama doğru atılınca bedenini kendi kontrol etmiyormuş gibi hissetti. Scarlet, adamın gözleri korkudan ardına kadar açık bir şekilde ona doğru dönmesini ağır çekimde gibi izledi. İki ön dişinin adamın etine, boğazındaki damarlarına girdiğini hissetti. Ve saniyeler sonra adamın sıcak kanının boğazından aşağı akarak damarlarını doldurduğunu hissetti.
Yalnızca bir anlığına adamın çığlık attığını duydu. Çünkü hemen ardından adam yere devrildi ve Scarlet de üzerine çıkarak bütün kanını emdi. Scarlet yavaş yavaş yeni bir yaşam, yeni bir enerji hissediyor, bunların bedenine nüfuz ettiğini duyumsuyordu.
Beslenmeyi bırakıp, adamın gitmesine izin vermek istedi. Ama bunu yapamadı. Buna ihtiyacı vardı. Hayatta kalması gerekiyordu.
Beslenmesi gerekiyordu.
ALTINCI BÖLÜM
Sam öfkeden kıpkırmızı bir halde hırlayarak Kudüs sokaklarında hızla koşturuyor, gördüğü her şeyi yerle bir etmek, parçalara ayırmak istiyordu. Bir dizi satıcının önünden geçerken, uzandı ve tezgâhlarına kuvvetli bir şekilde vurarak onları domino taşı gibi birbiri ardına yere devirdi. İnsanlara kasten olabildiğince sert bir şekilde çarptı ve onları dört bir yana savurdu. Kontrolden çıkmış ağır bir gülle gibi önüne geleni devirerek sokaktan aşağıya doğru hızla ilerliyordu.
Her yanı bir kargaşa sarmış; her yerden bağırma sesleri yükseliyordu. İnsanlar olanları fark etmeye ve Sam’in yolundan çekilerek kaçmaya başladılar. Sam her şeyi yok eden bir yük treni gibiydi.
Bir yandan da güneş Sam’i deli ediyordu. Canlı bir şeymiş gibi kafasını kemiriyor ve onu giderek daha çok öfkeyle dolduruyordu. Sam şu ana kadar gerçek öfkenin ne demek olduğunu hiç anlamamıştı. Hiçbir şey onu tatmin edemiyordu.
Uzun boylu, zayıf bir adam gördü ve hemen ona doğru atılarak dişlerini adamın boynuna batırdı. Bunu göz açıp kapayıncaya kadar yaptı, adamın kanını emdi ve ardından hızla devam ederek dişlerini başka birinin boynuna geçirdi. Bir insanı bırakıp diğerini alıyor, dişlerini batırarak kanlarını emiyordu. Sam o kadar hızlı hareket ediyordu ki bu insanlardan hiçbiri kaçacak zaman bile bulamıyordu. Birbiri ardına hepsi yere yığıldı ve Sam yoluna devam etti; geçtiği yerlerde yere yığılmış cesetlerden bir iz bırakıyordu. Sam bir av çılgınlığı yaşıyordu ve bedeninin o insanların kanıyla şişmeye başladığını hissetti. Ama hala yeterli değildi.
Güneş Sam’i deliliğin eşiğine götürüyordu. Derhal gölge bir yere ihtiyacı vardı. Uzakta büyük bir yapı fark etti; resmi, özenle kireçtaşından yapılmış bir yerdi, devasa kemerli kapısı ve sütunları vardı. Sam düşünmeksizin meydandan fırladı ve doğruca oraya yönelerek bir tekmeyle binanın kapısını açıverdi.
Burası daha serindi ve Sam nihayet yeniden nefes alabiliyordu. Sadece güneşten kurtulmak bile fark etmişi. Sam burada gözlerini açabildi ve gözleri yavaşça bulunduğu yere uyum sağladı.
Sam bir düzine insanın şaşkın bakışlarla kendisine baktığını gördü. Çoğu küçük havuzların, özel banyoların içinde oturuyor, diğerleri ise çıplak ayakla taş zeminde etrafta geziniyordu. Hepsi çıplaktı. İşte tam o anda Sam bir hamama girdiğini anladı. Burası bir Roma hamamıydı.
Tavanlar yüksek ve kemerliydi, ışığın içeri girmesine izin veriyordu ve yapının her yanında kocaman kemerli kolonlar vardı. Yerler parlak mermerlerle kaplıydı ve küçük havuzlar o odayı dolduruyordu. İnsanlar burada tembellik ederek dinleniyorlardı.
Tabii Sam’i görene kadar. Hepsi hızla ayağa kalktı ve yüzlerindeki ifade korkuya dönüştü.
Sam bu insanların görünüşünden nefret etti— hepsi tembel, zengin insanlardı, dünyada olan hiçbir şey umurlarında değilmiş gibi burada tembellik ediyorlardı. Sam onlara bunun ne demek olduğunu öğretecekti. Hemen başını geriye attı ve kükredi.
Oradaki kalabalığın çoğu olacakları öngörerek hızla oradan kaçmayı düşündü; havlularını ve bornozlarını kapmak için acele ederek oradan olabildiğince hızlı çıkmak istediler.
Fakat hiç şansları yoktu. Sam öne doğru atıldı, en yakınındakini yakaladı ve dişlerini boğazına geçirdi. Yakaladığı kadının kanını emdi ve kadın yere düşüp yakındaki havuzlardan birine yuvarlanarak suyu kırmızıya boyadı.
Sam erkek ya da kadın ayırımı yapmaksızın bir kurbandan diğerine geçerek bunu tekrar tekrar yaptı. Sonunda hamam dört bir yanda yüzen cesetlerle doldu, bütün havuzlar kırmızıya boyandı.
Hamamın kapısı aniden büyük bir gürültüyle açıldı ve Sam ne olduğunu görmek için hemen arkasını döndü.
Kapının girişi düzinelerce Romalı askerle dolmuştu. Üzerlerinde resmi üniformalar vardı – kısa tunikler, roma sandaletleri, tüylerle süslenmiş miğferler— ve ellerinde de kalkan ve kılıç taşıyorlardı. Bunların dışında birçoğunun elinde de ok ve yay vardı. Ardından yaylarını geri çekip Sam’e nişan aldılar.
Liderleri “Olduğun yerde kal!” diye bağırdı.
Sam dönerken hırladı, doğrularak vücudunun heybetini gözler önüne serdi ve onlara doğru yürümeye başladı.
Hemen üzerine ateş açıldı. Düzinelerce ok doğruca ona doğru havada uçuşmaya başladı. Sam bütün bunları, okların parlak, gümüş uçlarının doğruca kendine doğru geldiğini ağır çekimde gerçekleşiyormuş gibi görüyordu.
Fakat Sam onların oklarından bile daha hızlıydı. Oklar daha kendine ulaşmadan Sam çoktan havaya sıçramış, onların üzerlerinde takla atıyordu. Okçular daha ellerini dinlendiremeden Sam bütün hamamı arşınlayıvermişti.
Sam aşağıya indi, sağ tarafta duran birinin göğsüne öyle bir tekme indirdi ki adam domino taşı gibi arkasındaki bütün kalabalığı yere yıktı. Bir düzine asker olduğu yerden kalkamadı.
Diğerleri harekete geçemeden, Sam uzandı ve iki askerin elinden kılıçlarını kaptı. Ardından kendi etrafında dönerek dört bir yana saldırdı.
Sam hedefi tam on ikiden vuruyordu. İnsanların başlarını birbiri ardına gövdelerinden ayırdı, ardından döndü ve kılıcı hayatta kalanların kalplerine sapladı. Bütün bir kalabalığı kolayca kesip biçti. Saniyeler içinde, düzinelerce asker cansız bir şekilde yere yığılmıştı.
Sam dizlerinin üzerine çöktü ve dişlerini her birinin kalbine batırarak kanlarını kana kana içti. Orada, bir hayvan gibi dört ayağının üzerinde durarak diz çöktü ve kendini kanla tıka basa doldurdu. Sam hala sınır tanımayan öfkesini dindirmeye çalışıyordu.
Sam herkesin işini bitirdi ama hala tatmin olmamıştı. Sanki koca koca ordularla savaşma ihtiyacı duyuyormuş gibi hissediyor, bütün insan kitlelerini bir anda öldürmek istiyordu. Haftalarca tıka basa yemeye ihtiyacı vardı. Ve o zaman bile yedikleri yeterli olmayacaktı.
Garip bir kadın sesi “SAMSON!” diye haykırdı.
Sam donmuş gibi olduğu yerde kalakaldı. Bu yüzyıllardır duymadığı bir sesti. Bu sesi neredeyse unutmuştu ve bir daha da duyacağını hiç ummamıştı.
Bu dünyada ona yalnızca bir kişi Samson diye hitap etmişti.
Bu onu dönüştüren kişinin sesiydi.
Orada, ayakta durmuş, o olağanüstü güzel yüzündeki gülümsemesiyle ona bakan kişi ilk gerçek aşkıydı.
Samantha’ydı bu.