Kitabı oku: «Cesurun Yükselisi », sayfa 2
BÖLÜM ÜÇ
Kyra yavaşça Argos’un kapılarına doğru geri yürüdü. Babasının tüm adamlarının gözleri onun üzerindeydi ve o utançtan yanıyordu. Theos ile olan ilişkisini yanlış değerlendirmişti. Aptalca bir düşünceyle onu kontrol edebileceğini sanmıştı fakat bunun yerine Theos onu tüm bu adamların önünde küçük düşürerek reddetmişti. Bu adamların gözünde hiçbir gücü olmayan, bir ejderha üzerinde herhangi bir etkisi olmayan biriydi. O da diğerleri gibi bir savaşçıydı, hatta savaşçı bile değil, halkını, ejderha tarafından yüzüstü bırakıldıktan sonra, artık kazanamayacakları bir savaşa sürükleyen genç bir kızdı.
Kyra Argos’un kapılarından geçerken garip bir sessizlik içinde tüm gözlerin üzerinde olduğunu hissetti. Şimdi onun hakkında ne düşünüyorlardı acaba? Kendisi bile kendi hakkında ne düşüneceğini bilemiyordu. Theos onun için gelmemiş miydi? Bu savaşa sadece kendi tarafı adına mı katılmıştı? Kendisinin herhangi bir özel gücü var mıydı?
Adamlar bakışlarını çevirip, hazine toplama işine, cephanelikte toplanıp savaşa hazırlanmaya devam edince Kyra rahatladığını hissetti. Adamlar bir ileri bir geri koşturuyor, Lord’un Adamlarının bıraktığı ganimeti topluyor, taşıyıcıları dolduruyor, atları yönlendiriyordu. Yüzlerce kalkan ve zırh bir yığın halinde bir arada toplanırken çelik eşyanın birbirine çarpma sesi yükseliyordu. Kar hızını artırıp hava kararmaya başladığında kaybedecek çok vakitleri kalmamıştı.
“Kyra” dedi tanıdık bir ses.
Arkasını dönüp Anvin’in gülümseyerek gelmekte olduğunu görünce rahatladı. Anvin ona saygılı bir ifadeyle bakıyordu, güven tazeleyen kibarlığı ve her zaman sahip olduğu sıcak baba imajıyla… Bir koluyla şefkatli bir şekilde Kyra’nın omzuna sarıldı. Sakalla kaplı yüzünde geniş bir gülümseme vardı. Önünde parıldayan yeni bir kılıcı havaya kaldırdı. Keskin kısmında Pandesia’ya ait semboller vardı.
“Çok uzun zamandır elime aldığım en iyi çelik” diye belirtti geniş bir şekilde sırıtarak. Senin sayende bir savaş başlatabilmeye yetecek silahımız var. Hepimizi çok daha güçlü hale getirdin.”
Kyra adamın sözleriyle her zaman olduğu gibi rahatlamıştı fakat yine de depresyon, kafa karışıklığı, ejderha tarafından küçük düşürülmüş olma durumundan kurtulamıyordu. Omuz silkti.
“Bunların hiçbirini ben yapmadım” diye yanıtladı. “Theos yaptı.”
“Fakat Theos senin için geri döndü” diye yanıtladı adam.
Kyra, şimdi boş olan gri gökyüzüne baktı ve merak etti.
“Ben emin değilim.”
Ardından gelen uzun ve yalnızca esen rüzgârla bölünen sessizlikte ikisi de gökyüzünü incelediler.
“Baban seni bekliyor” dedi Anvin sonunda, sesi ciddiydi.
Kyra Anvin’le birlikte yürümeye başladı. Çizmelerinin altındaki kar ve buz çıtırdıyordu. Avlunun ortasından geçerek tüm hareketliliğin ortasına doğru ilerlediler. Argos’un geniş kalesinin içinde yürürlerken, babasının düzinelerce adamının yanından geçtiler, her yerde adamlar vardı ve uzun yıllardır ilk defa rahatlamışlardı. Silahları ve diğer erzakı toplarlarken gülüyorlar, içiyorlar, birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Cadılar Bayramındaki çocuklar gibiydiler.
Babasının onlarca askeri tek sıra olmuş, Pandesia tahıllarını elden ele geçiriyor, taşıyıcıları tepeleme dolduruyorlardı. İçinde birbirine çarptıkça şangırdayan kalkanlarla ağzına kadar dolu bir başka taşıyıcı daha geçti. O kadar tepeleme doldurulmuştu ki bazı kalkanlar kayıp aracın yanından yere düştü ve askerler düşenleri toplamak için o tarafa koştu. Etrafındaki tüm taşıyıcılar kalenin kapısına doğru ilerliyordu. Bazıları Volis yoluna dönerken, bazıları da babasının göstermiş olduğu başka yollara gidiyordu, hepsi ağzına kadar doluydu. Kyra gördükleriyle biraz da olsa teselli olmuştu; sebep olduğu savaşla ilgili şimdi biraz daha az kötü hissediyordu.
Bir köşeyi döndüler ve Kyra babasını gördü. Etrafı adamlarıyla çevriliydi, onayına sunulan düzinelerce kılıç ve mızrağı incelemekle meşguldü. Ona doğru dönüp yaklaştı ve adamlarına uzaklaşmalarını işaret etti. Adamlar onları yalnız bırakarak dağıldı.
Babası dönüp Anvin’e baktı. Anvin bir an ne yapacağını bilmez bir şekilde orada durdu, babasının bu, açıkça onun da uzaklaşmasını isteyen sessiz bakışına şaşırmış gibi görünüyordu. Sonunda Anvin de dönüp diğerlerine katıldı ve Kyra’yla babasını yalnız bıraktı. Kyra da şaşırmıştı. Babası daha önce hiçbir zaman Anvin’in uzaklaşmasını istememişti.
Kyra babasına baktı, babasının ifadesi her zamanki gibi ne düşündüğünü belli etmez haldeydi, bildiği ve sevdiği, yakın baba ifadesini değil, adamlarının arasındaki herkesin bildiği lider ifadesini takınmıştı. Babası da ona baktı ve Kyra, aklından aynı anda birçok düşünce geçerken, gerildiğini hissetti. Babası onunla gurur mu duyuyordu? Onları bir savaşa soktuğu için kızgın mıydı? Theos onu küçük düşürüp ordusunu yüzüstü bıraktığı için hayal kırıklığına mı uğramıştı?
Kyra, babasının konuşmadan önceki sessizliğine alışkın olduğu için bekledi. Artık hiçbir şey düşünemiyordu; ikisinin arasında her şey çok hızlı değişmişti. Babası son yaşananlarla birlikte değişirken, kendisini de bir gecede büyümüş gibi hissediyordu; sanki birbirleriyle nasıl ilişki kuracaklarını artık bilemiyor gibiydiler. O hala, bildiği ve sevdiği, ona gece geç vakitlere kadar hikâyeler okuyan babası mıydı? Yoksa artık onun komutanı mıydı?
Babası öylece durmuş kendisine bakarken ve aralarındaki sessizlik büyürken Kyra babasının ne diyeceğini bilemiyor olduğunu anladı. Yalnızca esen rüzgârın sesi duyuluyordu ve arkalarındaki adamların geceye hazırlık için yakmaya başladıkları duvarlardaki meşalelerin alevleri titreşiyordu. Sonunda Kyra sessizliğe daha fazla dayanamadı.
“Bunların hepsini Volis’e mi götüreceksin?” diye sordu yanlarından kılıçlarla dolu bir taşıyıcı geçerken.
Babası dönüp taşıyıcıyı inceledi, içinde bulunduğu düşten uyanmış gibiydi. Başını sallarken Kyra’ya bakmak yerine daha çok taşıyıcıyla ilgilendi.
“Volis’te artık bizim için ölümden başka bir şey yok” dedi babası, sesi kalın ve net çıkmıştı. “Şimdi güneye gidiyoruz.”
Kyra şaşırmıştı.
“Güney mi?” diye sordu.
Babası başıyla onayladı.
“Esephus” diye belirtti.
Denizin üzerinde konumlanmış kadim kale, güneydeki en büyük komşuları Esephus’a yapacakları yolculuğu düşününce Kyra’nın içi heyecanla doldu. Bir detayın farkına varınca daha da heyecanlandı: Babası oraya gitmeye karar verdiyse, savaşa hazırlanıyor demekti.
Babası sanki onun aklını okumuş gibi başını salladı.
“Artık geri dönüş yok” dedi.
Kyra babasına, uzun zamandır hissetmediği bir gurur duygusuyla baktı. Artık babası orta yaşlarını küçük bir kalenin güvenliğinde geçiren, kanaatkâr bir savaşçı değil, bir zamanlar tanıdığı, özgürlük için her şeyi riske atmaya hazır, gözü pek komutandı.
“Ne zaman yola çıkıyoruz?” diye sordu, kalbi hızla atıyor, ilk savaşı için sabırsızlanıyordu.
Babasını başını sallarken görünce şaşırdı.
“Biz değil” diye düzeltti babası “Ben ve adamlarım. Sen değil.”
Kyra mahzunlaşmıştı, babasının sözleri bir hançer gibi kalbini delmişti.
“Beni geride mi bırakacaksın?” diye sordu kekeleyerek. “Tüm bu olanlardan sonra? Sana kendimi ispatlamak için daha ne yapmam gerekiyor?”
Babası sert bir şekilde başını salladı ve Kyra babasının sertleşen bakışlarını görünce yıkıldı, esneklik göstermeyeceğini anlatan bir bakıştı bu.
“Dayının yanına gitmelisin” dedi babası ve bu bir rica değil bir emirdi. Bu sözler üzerine Kyra babası için nerede durduğunu anlamıştı, o artık babasının kızı değil, bir askeriydi. Bu durum onu incitmişti.
Kyra derin bir nefes aldı; öyle çabuk pes etmeye niyeti yoktu.
“Ben senin yanında savaşmak istiyorum” diye ısrar etti. “Sana yardım edebilirim.”
“Bana yardım ediyor olacaksın” dedi babası “olman gereken yere giderek. Onun yanında olman gerekiyor.”
Kaşlarını çattı, anlamaya çalışıyordu.
“Ama neden?” diye sordu.
Babası uzun bir süre, sonunda iç geçirene kadar, sessiz kaldı.
“Sahip olduğun…” diye başladı babası “…yetenekler, benim anlamadığım şeyler. Bu savaşı kazanmak için ihtiyacımız olan yetenekler. Yalnızca dayının nasıl geliştirilebileceğini bildiği yetenekler.”
Babası uzanıp anlamlı bir şekilde omzunu tuttu.
“Bize yardım etmek istiyorsan” diye ekledi “halkımıza yardım etmek istiyorsan, orada olman gerekiyor. Bir başka askere ihtiyacım yok, senin sunacağın eşsiz yeteneklere ihtiyacım var. Başka hiç kimsenin sahip olmadığı yetenekler.”
Babasının gözlerindeki samimiyeti gördü ve ona katılamayacak olduğu için berbat hissederken sözleriyle bir iç rahatlığı bulmuştu. Aynı zamanda içindeki merak da iyice artmıştı. Babasının hangi yeteneklerden bahsettiğini merak ediyordu ve dayısının kim olabileceğini merak ediyordu.
“Git ve benim sana öğretemeyeceklerimi öğren” diye ekledi babası. “Daha güçlü geri gel. Ve kazanmama yardım et.”
Kyra babasının gözlerine baktı ve saygıyı hissetti, sıcak geri dönüşü ve yeniden iyileşmiş hissetti.
“Ur yolu oldukça uzun” diye ekledi babası. “Batıya ve kuzeye üç günlük sürüş mesafesinde. Escalon’u tek başına geçmek zorunda olacaksın. Hızlı ve gizlilik içinde at sürmek, yollardan uzak kalmak zorunda olacaksın. Burada olanlar yakında her yana ulaşır ve Pandesia lordları öfkeli olacaktır. Yollar tehlikeli olur, ormanlıklardan gideceksin. Kuzeye git, denizi bul ve denizi sürekli gözünün önünde tut. Bu senin pusulan olacak. Kıyı şeridini takip et, Ur’u bulacaksın. Köylerden uzak dur, insanlardan da uzak dur. Kesinlikle durma. Nereye gittiğini kimseye söyleme. Hiç kimseyle konuşma.
Babası onu omuzlarından sıkıca tuttu. Babasının gözlerinin telaşla karardığını gördü ve korktu.
“Beni anladın mı?” diye sordu babası. “Bu, tek başına bir kızdan öte, herhangi bir erkek için bile tehlikeli bir yolculuk. Sana eşlik etmesi için yanına kimseyi veremem. Bunu tek başına yapabilecek kadar güçlü olmana ihtiyacım var. Öyle misin?”
Kyra babasının sesindeki korkuyu, endişeli bir babanın sevgisini duyabiliyordu. Babasının ona bu tip bir istekte güvendiğini bilmenin gururuyla başıyla onayladı.
“Öyleyim baba” dedi Kyra gururla.
Babası ona şöyle bir baktı ve sanki tatmin olmuş gibi başını salladı. Yavaşça gözleri yaşla doldu.
“Tüm bu adamlarım arasında” dedi “tüm bu savaşçıların arasında en çok ihtiyacım olan sensin. Ağabeylerin değil ve hatta en güvendiğim askerlerim bile değil. Sadece sen bu savaşı kazandırabilecek tek kişi sensin.”
Kyra’nın kafası karışmıştı ve şaşkına dönmüştü; babasının tam olarak ne demek istediğini anlayamamıştı. Tam soru sormak için ağzını açtığı sırada onlara doğru birinin yaklaşmakta olduğunu fark etti.
Hareketin olduğu yöne dönüp baktığında, babasının ahırbeyi Baylor’ın tanıdık bir gülümsemeyle yaklaştığını gördü. Kısa boylu, kilolu, kalın kaşları ve tel gibi saçları olan adam alışılmış kasılarak yürüyüşüyle onlara yaklaştı ve Kyra’ya gülümsedi, sonra dönüp sanki onay bekliyormuş gibi babasına baktı.
Babası adama başıyla onay verdi ve Baylor ona dönerken Kyra neler olup bittiğini merak etti.
“Bana bir yolculuğa çıkacağınız söylendi” dedi Baylor, sesi burnundan geliyor gibiydi. “Bu yolculuk için bir ata ihtiyacınız olacak.”
Kyra kafası karışmış şekilde kaşlarını çattı.
“Benim bir atım var” diye cevapladı, avlunun ilerisinde bağlı duran, Lord’un Adamlarıyla girdikleri savaşta bindiği güzel ata bakarak.
Baylor gülümsedi.
“O bir at değil” dedi.
Baylor tekrar Kyra’nın babasına baktı ve babası başıyla onay verdi. Kyra neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.
“Beni takip edin” dedi adam hiç beklemeden ve aynı anda dönüp ahıra doğru yürümeye başladı.
Kyra kafası karışmış bir şekilde adamı izledi ve sonra babasına baktı. Babası başıyla onayladı.
“Onu takip et” dedi babası. “Pişman olmayacaksın.”
*
Kyra Baylor’la birlikte karlı avluyu geçerken, Anvin, Arthfael ve Vidar da onlara katılmışlardı ve birlikte aceleyle uzaktaki alçak, taş ahıra doğru yürüdüler. Yürürlerken Kyra Baylor’ın ne demek istemiş olabileceğini düşündü, onun için düşündüğü atın nasıl bir şey olduğunu merak etti. Ona göre bir at diğerinden çok da farklı değildi.
Neredeyse 100 metre uzunluğunda geniş taş ahıra yaklaşırlarken Baylor gözleri zevkten büyümüş olarak Kyra’ya döndü.
“Lordumuzun kızının, o her nereye giderse onu götürebilecek, kaliteli bir ata ihtiyacı var.”
Kyra’nın kalp atışları hızlanmıştı. Daha önce ona Baylor tarafından bir at verilmemişti, bu yalnızca kendini kanıtlamış savaşçılara özel bir onurdu. Hayatı boyunca, yeteri kadar büyüdüğünde bu şekilde bir ata sahip olma hayalini kurmuştu ve işte şimdi kazanıyordu. Bu ağabeylerinin bile henüz tadamadığı bir onurdu.
Anvin gururlu bir şekilde başıyla onayladı.
“Bunu hak ettin” dedi.
“Eğer bir ejderhayı yönetebiliyorsan” dedi Arthfael gülümseyerek “büyük ihtimalle Büyük Bir Atı da idare edebilirsin.”
Ahıra yaklaştıklarında küçük bir kalabalık da toplanmaya başladı ve onların yürüyüşüne katıldı. Adamlar silah toplama işlerine ara veriyorlardı. Belli ki Kyra’nın nereye götürüldüğünü merak ediyorlardı. Ağabeyleri Brandon ve Braxton da onlara katılmıştı, hiçbir şey söylemeden Kyra’ya bakıyorlardı, gözlerinde kıskançlık vardı. Daha sonra hemen başka yöne baktılar, onu herhangi bir şekilde övmek şöyle dursun, onu kabullenmek için bile her zamanki gibi, aşırı gururlulardı. Kyra onlardan başka bir şey görmeyi bekleyemediği için üzgündü.
Kyra ayak sesleri duydu ve sesin geldiği yöne dönünce Dierdre’nin de kendisine katıldığını gördü.
“Buradan gideceğini duydum” dedi Dierdre yanına gelince.
Kyra varlığıyla rahatlamış bir şekilde yeni arkadaşının yanında yürüdü. Birlikte valinin zindanlarında geçirdikleri zamanı düşündü, çektikleri onca acıyı, kaçışlarını ve o anda aralarında bir bağ hissetti. Dierdre kendisinin yaşadıklarından çok daha berbat şeyler yaşamıştı. Kyra onu incelediğinde, gözlerinin çevresinde hala siyah halkaların olduğunu, bir acı ve üzüntü havasının hala üzerinde olduğunu gördü ve ona ne olacağını merak etti. Onu o kalede tek başına bırakamayacağını fark etti. Ordu güneye giderken Dierdre yalnız kalacaktı.
“Bir yol arkadaşı işime yarayabilir” dedi Kyra, kelimeleri söylerken kafasında bir fikir oluşmuştu.
Dierdre ona baktı, gözleri şaşkınlıkla açılmıştı ve gülmeye başladı; üzerindeki kötü hava dağılmıştı.
“Bunu soracağını umuyordum” diye yanıtladı.
Anvin konuşulanları duymuştu, kaşlarını çattı.
“Babanın buna onaya vereceğini sanmıyorum” diye araya girdi. “Önünde önemli bir görev var.”
“Ben engel olmam” dedi Dierdre. “Zaten Escalon’u geçmem gerekiyor. Babamın yanına dönüyorum. Tek başıma gitmemeyi tercih ederim.”
Anvin sakallarını sıvazladı.
“Baban bundan hoşlanmayacak” dedi Kyra’ya. “O bir sorumluluk haline gelebilir.”
Kyra Anvin’in bileğine güven verecek şekilde dokundu, azimliydi.
“Dierde benim arkadaşım” dedi, konuyu kapatmak üzere. “Onu tek başına bırakmayacağım, senin de hiçbir adamını arkanda bırakmayacağın gibi. Bana her zaman ne derdin? Kimseyi geride bırakma.”
Kyra içini çekti.
“Ben Dierdre’ye o zindandan çıkışta yardımcı olmuş olabilirim” diye ekledi Kyra “ama o da kurtulmama yardım etti. Ona borçluyum. Üzgünüm ama babamın ne düşündüğü küçük bir konu. Escalon’u geçecek olan benim, o değil. Dierdre benimle geliyor.”
Dierdre gülümsedi, Kyra’nın yanına sokuldu ve kolunu onun koluna doladı. Adımlarında yeni bir gurur vardı. Kyra onu yolculukta yanına alma fikri nedeniyle iyi hissediyordu ve her ne olursa olsun onun doğru kararları vereceğini biliyordu.
Kyra ağabeylerinin yakınında yürümekte olduklarını fark etti ve onunla ilgili biraz daha koruyucu olmadıkları, yolculuğunda ona katılmayı teklif bile etmedikleri için hayal kırıklığı yaşamaktan kendini alamadı; daha çok kendisiyle rekabet halindeydiler. Ağabeyleriyle ilişkilerinin doğasının böyle olması onu üzdü fakat insanları da değiştiremezdi. Böylesinin daha iyi olduğunu fark etti. Onlar gösterişle doluydu ve düşüncesizce bir şey yapıp başını derde sokabilirlerdi.
“Ben de sana eşlik etmek istiyorum” dedi Anvin, sesi suçlulukla doluydu. “Escalon’u tek başına geçmen fikri pek hoşuma gitmedi.” İçini çekti. “Fakat babanın bana her zamankinden çok ihtiyacı var. Güneye giderken kendisine katılmamı istedi.”
“Ve ben de” diye ekledi Arthfael. “Ben de sana katılmak istiyorum fakat güneye giden adamlara katılmakla görevlendirildim.”
“Ve ben de babanın yokluğunda geride kalıp Volis’i korumalıyım” diye ekledi Vidar.
Kyra adamların desteği nedeniyle duygulanmıştı.
“Merak etmeyin” dedi Kyra. “Önümde sadece üç günlük bir yol var. İyi olacağım.”
“Olacaksın” diye araya girdi Baylor yaklaşarak. “Ve yeni atın da bundan emin olmamızı sağlayacak.”
Sözleri bittikten sonra Baylor ahırın kapısını iterek ardına kadar açtı ve herkes alçak taş binaya girdi. İçeride atların kokusu ortama hâkim olmuştu.
Kyra içeri girdikten sonra gözleri içerinin loşluğuna yavaşça alıştı. Ahır nemli ve soğuktu, heyecanlı atların sesleriyle doluydu. Bölmelere yukarı aşağı bir göz gezdirdi ve hayatında gördüğü en güzel atların orada olduklarını gördü; büyük, güçlü, çok güzel atlar. Siyah ve kahverengi ve her biri bir şampiyondu. Burası tam bir define sandığıydı.
“Lord’un Adamları en iyileri kendilerine ayırmışlar” diye açıkladı Baylor sıraların önünden, kendine özgü şekilde kasılarak yürürken. Önünden geçtiği bir ata dokundu, bir diğerine hafifçe vurdu. Hayvanlar onun varlığıyla canlanmış gibi görünüyordu.
Kyra her şeyi inceleyerek yavaşça yürüdü. Her bir at bir sanat eseri gibi görünüyordu, hayatında gördüğü tüm atlardan daha büyüklerdi, güzellik ve güçle dolulardı.
“Sen ve ejderhan sayesinde bu atlar artık bizim” dedi Baylor. “Şimdi yapılması gereken kendi atını seçmen. Baban ilk seçme hakkını sana vermemi emretti, kendisinden de önce…”
Kyra duygulanmıştı. Ahırı dikkatle incelerken üzerinde büyük bir sorumluluk yükü hissetti. Bunun hayatta bir kez yapabileceği bir seçim olduğunu biliyordu.
Elini atların sağrılarında gezdirirken, ne kadar yumuşak ve düzgün, ne kadar güçlü olduklarını hissetti. Hangisini seçeceği konusunda kararsızlık içinde kalmıştı.
“Nasıl seçeceğim?” diye sordu Baylor’a
Baylor gülümsedi ve başını salladı.
“Tüm hayatım boyunca atları eğittim” diye cevapladı. “Onları büyüttüm de tabii ve bildiğim tek bir şey varsa, o da hiçbir atın birbiriyle aynı olmadığıdır. Bazıları hız için yetiştirilir, bazıları dayanıklılık için; diğerleri ağırlık taşımak üzere yetiştirilirken, bazıları da güç için yetiştirilir. Bazısı bir şey taşımayacak kadar gururludur. Ve diğerleri, eh, diğerleri de çarpışma için yetiştirilir. Bazıları tek başına, mızrak dövüşü için gelişirken, bazıları da yalnızca savaşmak ister ve diğerleri hala savaş maratonu için yaratılmıştır. Bazısı en iyi arkadaşın olur; bazısı sana sırt çevirir. Bir atla kuracağın ilişki büyülü bir şeydir. Biri seni çekmeli ve sen de onu çekmelisin. Seçimini iyi yap. Atın her zaman seninle olacak, çarpışma zamanlarında ve savaş zamanlarında… Hiçbir iyi savaşçı atı olmadan bütün sayılmaz.”
Kyra yavaş yavaş yürüdü, kalbi heyecandan hızlı atıyordu. Sırayla atların önünde geçiyordu. Bazısı ona bakıyor, bazısı başını çeviriyor, bazısı kişneyip, sabırsızlıkla ayağını yere vuruyor ve bazısı da sabit duruyordu. Kyra bir bağlantı kurabilmeyi bekliyordu fakat hiçbir şey olmamıştı. Hüsrana uğramıştı.
Sonra aniden Kyra omuriliğinde bir ürperti hisseti, sanki bir yıldırım ona çarpmış gibiydi. Ahırda yankılanan tiz bir ses duyuldu, Kyra’ya atının o olduğunu söyleyen bir ses… Normal bir at sesi gibi değildi, biraz daha tok ve daha güçlü bir sesti. Tüm gürültünün içinden sıyrılmış, hepsinin üzerinde bir sesti, sanki kafesten kaçmaya çalışan bir aslanın sesi gibi… Ses Kyra’yı hem korkutmuş hem de kendine çekmişti.
Kyra sesin kaynağına, ahırın sonuna doğru döndü ve aynı anda ağaç bir yapının kırılma sesi duyuldu. Bölmelerin sarsıldığını gördü, her yerde ağaç parçaları uçuşuyordu ve ortama bir kargaşa hâkimdi. Birçok adam o tarafa doğru koşmuş, kırılan ağaç kapıyı kapatmaya çalışıyordu. Bir at toynaklarıyla kapıya vurmaya devam ediyordu.
Kyra aceleyle kargaşanın olduğu alana yöneldi.
“Nereye gidiyorsun?” diye bağırdı arkasından Baylor. “En iyi atlar burada.”
Fakat Kyra onu umursamadı ve hızlandı, kalp atışları git gide hızlanıyordu. Atın onu çağırdığını biliyordu.
Kyra ahırın sonuna doğru yaklaşırken Baylor ve diğerleri de ona yetişmek için acele ettiler. Kyra ahırın sonuna geldiğinde gördüğü karşısında nefesi kesildi. Kapının diğer tarafında bir ata benzeyen fakat normal bir atın iki katı büyüklükte, ağaç kütüğü kadar kalın bacakları olan bir hayvan duruyordu. Kulaklarının arkasında zar zor seçilen birer sivri boynuz vardı. Tüyleri diğerleri gibi siyah veya kahverengi değil fakat koyu kırmızıydı ve gözleri, diğerlerinin aksine, parlak yeşildi. Hayvanın gözleri doğrudan Kyra’ya yönelmişti ve bakışındaki yoğunluk onu göğsünden vurmuş, nefesini kesmişti. Kıpırdayamıyordu.
Yaratık ona doğru yükseliyor, hırıltıya benzer sesler çıkartıyor, dişlerini gösteriyordu.
“Bu nasıl bir at?” diye sordu Baylor’a, sesi fısıltının biraz üzerinde çıkmıştı.
Onaylamaz bir tavırla başını salladı.
“Bu bir at değil” dedi adam kaşlarını çatarak “bu bir yaratık. Bir ucube. Oldukça nadir bulunur. Bu bir Solzor. Pandesia’nın uzak köşelerinden getirilmiş. Lord Vali bu yaratığı ganimet olarak saklamış olabilir. Bu hayvana binemezdi; kimse binemez. Solzorlar vahşi yaratıklardır, eğitilemezler. Gel, değerli vaktini harcıyorsun. Atlara dönelim.”
Fakat Kyra olduğu yerde duruyordu, sanki oraya çivilenmiş gibiydi ve başka bir yöne bakamıyordu. Kalbi, sanki bunun kendisi için yaratılmış olduğunu düşünüyormuş gibi hızla çarpıyordu.
“Ben bunu seçiyorum” dedi Baylor’a.
Baylor ve diğerlerinin soluğu kesilmişti. Herkes ona delirmiş gibi bakıyordu. Ortama bir sessizlik hâkim oldu.
“Kyra” diye söze girdi Anvin “baban buna asla izin vermez”
“Bu benim seçimim, öyle değil mi?” diye cevapladı Kyra.
Anvin kaşlarını çatıp ellerini beline koydu.
“Bu bir at değil” dedi ısrarcı bir şekilde. “Bu vahşi bir yaratık.”
“Kısa sürede seni öldürecektir” diye ekledi Baylor.
Kyra adama döndü,
“İçgüdülerime güvenmemi söyleyen sen değiş miydin?” diye sordu. “Öyleyse geldiğim yer burası. Bu hayvan ve ben birbirimize aidiz.”
Solzor aniden devasa bacaklarını geri çekip bir başka ağaç kapıya vurup her tarafa ağaç parçacıklarının saçılmasına sebep oldu. Adamlar korkudan geri çekilmişlerdi. Kyra hayranlıkla bakıyordu. Vahşi, yabani ve görkemliydi. Orası için aşırı büyüktü, tutsak olmak için aşırı büyüktü ve diğerlerinden açık ara çok üstündü.
“Neden onu o alacakmış?” diye sordu Brandon öne çıkıp diğerlerini yolundan çekerken. “Sonuçta ben daha büyüğüm. Onu ben istiyorum.”
Henüs Kyra cevap bile veremeden Brandon hayvanı sahiplenmek üzere ileri atıldı. Hayvanın sırtına atladığı anda Solzor vahşi bir şekilde sıçradı ve Brandon’ı üzerinden attı. Oğlan ahırı uçarak geçti ve duvara yapıştı.
Daha sonra aynı şekilde Braxton ileri atıldı ve aynı anda hayvan başını hızla çevirip dişleriyle onun kolunu kesti.
Kolu kanamaya başlayan Braxton çığlık attı ve kolunu tutarak ahırdan dışarı kaçtı. Brandon ayaklarının üzerine doğruldu ve tabana kuvvet kaçtı. Solzor onu ısırmayı kıl payı ıskalamıştı.
Kyra olduğu yere mıhlanmış duruyordu fakat bir şekilde korkmuyordu. Kendisi için durumun farklı olacağını düşünüyordu. Bu yaratıkla arasında bir bağ hissetmişti, tıpkı Theos’la hissettiği gibi…
Sonra aniden Kyra cesur bir şekilde ileri gitti. Hayvanın tam önünde, ölümcül dişlerinin ulaşabileceği alanda duruyordu. Solzor’a, ona güvendiğini göstermek istiyordu.
“Kyra!” diye bağırdı Anvin endişeli bir ses tonuyla. “Geri çekil!”
Fakat Kyra onu duymazdan geldi. Yaratığın gözlerine bakarak olduğu yerde durdu.
Yaratık da ona bakıyordu. Gırtlağından düşük sesli bir hırıltı geliyordu, sanki ne yapacağına karar vermeye çalışır gibi bir hali vardı. Kyra korkudan titriyordu fakat diğerlerinin bunu görmesine izin vermeyecekti.
Kendini cesaretini göstermeye zorladı. Bir elini yavaşça kaldırıp ilerledi ve hayvanın kırmızı kürküne dokundu. Hayvanın hırıltısı yükselmişti ve dişlerini gösteriyordu. Kyra hayvanın içindeki öfke ve hüsranı hissedebiliyordu.
“Zincirlerini çözün” diye emretti adamlara.
“Ne!?” diye bağırdı herkes aynı anda.
“Bu zekice olmaz” dedi Baylor, sesinde korku vardı.
“Ne diyorsam onu yapın!” diye ısrar etti Kyra, içinde yükselen bir güç hissetmişti, sanki bu yaratığın iradesi onun üzerinden akıyordu.
Arkasından askerler ellerinde anahtarlarla koşturup zincirlerin kilitlerini açmaya başladı. Tüm bunlar olurken yaratık öfkeli bakışlarını bir an bile Kyra’dan ayırmamıştı, sanki onu tartıyor, ona meydan okuyormuş gibiydi, hırlıyordu.
Yaratık zincirlerinden kurtulur kurtulmaz ayaklarını sanki saldırmaya hazırlanıyormuş gibi yere vurdu.
Fakat garip bir şekilde saldırmadı. Onun yerine gözlerini Kyra’nın gözlerine sabitledi ve öfkesi yavaş yavaş hoşgörüye dönüşüyormuş göründü. Hatta belki de minnete…
Çok hafif bir şekilde başın eğmiş gibi göründü; bu çok belli belirsiz bir jestti, neredeyse fark edilmeyecek gibi, sadece Kyra’nın çözümleyebileceği gibi bir jest…
Kyra bir adım daha öne attı, hayvanın sağrısına tutunup hızlı bir hareketle üstüne çıktı.
İçerideki herkes şoke olmuştu.
İlk başlarda yaratık titredi ve sıçramaya başladı. Fakat Kyra bunun sadece gösteri amaçlı olduğunu hissetti. Onu gerçekten sırtından atmak istemiyordu, sadece kontrolün kimde olduğunu göstermek, onu sürekli sınırda tutmak için bir meydan okuma gösterisiydi. Yaratık, vahşi doğanın bir parçası olduğunu, hiç kimse tarafından evcilleştirilemeyeceğini göstermek istemişti.
Seni evcilleştirmek gibi bir isteğim yok dedi Kyra içinden. Yalnıza çarpışmada yoldaşın olmak istiyorum.
Solzor sanki Kyra’yı duyuyormuş gibi sakinleşmişti, hala şahlanma hareketleri yapıyordu fakat önceki kadar hırçın değildi. Kısa bir süre sonra hareketleri kesildi ve Kyra’nın altında mükemmel bir şekilde sabit durmaya başladı. Sanki onu korumak ister gibi, diğerlerine hırlıyordu.
Kyra artık sakinleşmiş olan Solzor’un sırtından aşağıdakilere baktı. Bir grup şoke olmuş adam, ağızları bir karış açık kalmış, ona bakıyordu.
Kyra’nın yüzüne yavaş yavaş geniş bir gülümseme yerleşti, büyük bir zafer duygusu hissediyordu.
“Bu” dedi, “benim seçimim. Ve onun adı Andor.”
*
Kyra Andor’u Argos’un avlusunun ortasına doğru sürdü. Babasının tüm adamları, o sert adamlar onun yürüyüşünü hayranlıkla izlediler. Hiçbirinin daha önce böyle bir şey görmediği açıkça belli oluyordu.
Andor, sanki kafeste tutulmuş olmasının intikamını almak ister gibi, tüm adamlara hırlayıp, onları süzerken Kyra hayvanın sağrısını nazik bir şekilde tutup onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Baylor hayvanın üstüne yeni bir deri eyer koyduğunda Kyra dengesini ayarladı ve o kadar yüksekte sürmeye alışmaya çalıştı. Bu yaratık altındayken her zamankinden daha güçlü hissediyordu.
Hemen yanında Dierdre, Baylor’ın onun için seçtiği, çok güzel bir kısrağa biniyordu ve ikisi Kyra uzakta, kapının yanında kendisini bekleyen babasını fark edene kadar kara doğru ilerlediler. Babası adamlarıyla beraber duruyordu. Hepsi onu görmek istiyordu ve hepsi de korku ve hayranlıkla onu izliyordu. Hepsi onun böyle bir hayvana binebiliyor olması karşısında donakalmışlardı. Kyra adamların gözlerindeki hayranlığı görebiliyordu. Bu durum yolculuğu öncesi ona cesaret vermişti. Olur da Theos onun için geri dönmezse hiç olmazsa altına bu muhteşem yaratık olacaktı.
Kyra hayvanın sırtından indi ve Andor’u sağrısından tutup yönlendirerek babasının yanına geldi. Babasının gözlerindeki endişe kıpırtılarını fark etti. Bunun bu yaratıkla mı yoksa çıkmak üzere olduğu yolculukla mı ilgili olduğunu bilmiyordu. Babasının gözlerinde endişe ona moral vermiş, önünde uzanan her neyse ondan korkanın sadece kendisi olmadığını, babasının her şeye rağmen onu umursadığını fark etmesini sağlamıştı. O kısacık zaman diliminde babası savunmasını düşürmüş ve ona sadece kendisinin anlayabileceği bir gözle bakmıştı, bir babanın sevgisi ile… Babasının onu bu görece göndermekle ilgili bocalamakta olduğunu görebiliyordu.
Babasından birkaç adım uzakta, yüzü ona dönük olarak durdu ve adamlar vedalaşmayı izlemek üzere toplandıklarında aralarında bir sessizlik oluştu.
Kyra babasına gülümsedi.
“Merak etme baba” dedi. “Beni güçlü olmak üzere yetiştirdin.”
Babası başını salladı, morali düzelmiş gibi davranmaya çalışıyordu fakat öyle olmadığı görülebiliyordu. Ne de olsa o hala bir babaydı.
Babası bakışlarını gökyüzünde gezdirdi.
“Keşke ejderhan şimdi senin için gelseydi” dedi. “Escalon’u dakikalar içinde geçebilirdin. Veya daha da iyisi, yolculuğunda sana katılır ve yoluna her kim çıkarsa küle çevirirdi.”
Kyra buruk bir şekilde gülümsedi.
“Theos artık gitti baba.”
Babası yeniden ona döndü, gözlerinde merak vardı.
“Sonsuza kadar mı?” diye sordu, adamlarını savaşa götüren, bilmek zorunda olan fakat sormaya korkan bir komutanın sorusuydu bu.
Kyra gözlerini kapatıp bir cevap alabilmek için konsantre olmayı denedi. Theos’un ona cevap vermesini istedi.
Fakat sadece can sıkıcı bir sessizlik vardı. Bu durum onu Theos’la hiçbir bağlantı kurmuş olup olmadığını düşünmeye itti; yoksa her şeyi sadece hayal mi etmişti?
“Bilmiyorum baba” diye cevapladı dürüstçe.
Babası başıyla onayladı, olayları olduğu gibi kabul edip kendine güvenmeyi öğrenmiş bir adamın tavrıyla kabullenmişti durumu.
“Sakın unutma…” diye söze girdi babası.
“KYRA!” diye bağıran heyecanlı bir ses araya girdi.
Kyra sesin geldiği yöne döndüğünde adamlar yolu açıyordu ve Aidan’ın, yanında Leo’yla birlikte, babasının adamlarından birinin sürdüğü bir taşıyıcıdan atlayıp kendisine doğru koştuğunu görünce Kyra’nın içi neşeyle doldu. Oğlan karın içinde tökezleyerek kendisine doğru koşuyordu ve Leo da ondan çok daha hızlı, onun birkaç adım ötesindeydi ve Kyra’nın kollarına atılmak üzereydi.
Leo Kyra’yı yere devirip göğsünün üstüne çıktı, yüzünü yalamaya başladı ve Kyra da gülmeye başladı. Şimdiden Kyra’yı korumaya başlayan Andor hırlamaya başladı ve Leo yere atlayıp onunla yüz yüze geldi ve o da hırlamaya başladı. İkisi de korkusuz yaratıklardı ve ikisi de Kyra’yı eşit derecede korumak istiyorlardı. Kyra onurlandığını hissetti.
Kyra hemen ayağa kalkıp ikisinin arasına girdi, Leo’yu geride tutuyordu.
“Sorun yok Leo” dedi. “Andor benim arkadaşım. Ve Andor,” dedi ona dönerek “Leo da benim arkadaşım.”
Leo itaatkar bir şekilde geri çekildi. Andor hala hırlıyordu fakat artık daha sessizdi.
“Kyra!”
Kyra dönüp Aidan’ın kollarına atıldığını gördü. Oğlanın küçük elleri sırtına sarılırken Kyra uzanıp onu sıkıca kucakladı. Bir daha hiç göremeyeceğini düşündüğü küçük erkek kardeşine sarılmak iyi hissettirmişti. Hayatının dönüştüğü girdapta bir parça normal kalan tek şey oydu, hiç değişmeyen tek şey…