Kitabı oku: «Gölge Diyarı », sayfa 3
BÖLÜM ALTI
Bir yandan Pandesia askerleri, diğer taraftan troller tarafından saldırıya uğrayan Kyle, iki ordu git gide yaklaşırken, bitkinlikten yıkılmak üzere bir şekilde, asasını var gücüyle savuruyordu. Kılıçlar ve baltalı kargılar asasına çarpıp şangırdarken solunda ve sağındaki asker ve trolleri hissediyor, kıvılcımlar havada uçuşuyordu. Onları alt ediyor olsa bile, omuzlarından doğru yayılan acıyı hissedebiliyordu. Düşmanlarıyla saatlerdir çarpışıyordu, artık etrafı tamamen sarılmıştı ve durumunun vahim olduğunun farkındaydı.
Başlarda Pandesialılar ve troller birbirleriyle savaşmış, Kyle’a kimle isterse onunla savaşma şansı tanımışlardı; fakat onu gördüklerinde, Kyle’ın çevresini sarmışlardı, ona karşı birlik olmanın her iki tarafın da çıkarına olduğunu fark etmiş oldukları belli oluyordu. Bir anlığına Pandesialılar ve troller birbirlerini öldürmeye çalışmaktan vazgeçmiş, onun yerine hepsi birden Kyle’ı öldürmeye odaklanmıştı.
Kyle asasını savurup üç trolü yere yapıştırdığı sırada bir Pandesialı ona arkadan gizlice yaklaşmayı başardı ve kılıcıyla Kyle’ın karnını yardı. Kyle çığlık attı ve acıyla kıvrandı, daha kötüsünden kaçınmak için dönüyordu fakat yine de kanıyordu. Kyle kendini toparlayamadan bir trol tokmaklı sopasını kaldırıp omzuna indirdi ve asasını elinden düşürüp onun ellerinin ve dizlerinin üstüne çökmesine neden oldu.
Kyle dizlerinin üstünde, nefesini toparlamaya çalışırken, acı omzundan aşağı ve yukarı yayılıyor, omzu zonkluyordu. Daha kendini toparlamaya fırsat bulamadan bir trol ileri atılıp yüzüne tekme attı ve onu sırt üstü geri uçurdu.
Bir Pandesialı elinde uzun bir mızrakla öne çıkıp iki eliyle birden mızrağı havaya kaldırdı ve Kyle’ın başına doğru indirdi.
Kyle ölmeye hazır değildi. Yana doğru yuvarlandı ve mızrak, yüzünden yalnızca birkaç santim uzağa, toprağa saplandı. Kyle yuvarlanmaya devam etti, ayaklarının üstüne kalktı ve iki trol daha saldırırken yerden bir kılıç kapıp etrafında dönerek ikisini birden kılıçtan geçirdi.
Daha fazla düşman yaklaşırken Kyle hızla asasını kaptı ve hepsini yere serdi. Kendi etrafında bir çember çizerken, köşeye sıkıştırılmış bir hayvan gibi dövüşüyordu. Rakipleri etrafında kalın bir çember oluşturmuş, gözlerini kan bürümüş halde yaklaşırken Kyle, hızlı hızlı nefes alıp veriyordu ve dudaklarının arasından kan sızıyordu.
Karnındaki acı dayanılmaz hale gelen Kyle acıyı engellemeye durduğu yerde odaklanmaya çalıştı. Neredeyse kesin bir ölümle yüz yüze olduğunun farkındaydı ve tek avuntusu Kyra’yı kurtarmayı başarmış olduğu gerçeğiydi. Bu her şeye değerdi ve bedelini ödemeye razıydı.
Ufka baktı ve Kyra’nın tüm o kargaşadan uzağa gittiği, Andor’un sırtında oradan uzaklaştığı gerçeği ile teselli buldu. Onun güvende olup olmadığını merak etti ve güvende olması için dua etti.
Kyle saatler boyunca göz kamaştırıcı bir şekilde savaşmış, iki orduya da karşı tek başına, binlerce asker öldürmüştü. Fakat artık devam edemeyecek kadar zayıf olduğunun bilincindeydi. Çok fazla düşman askeri vardı ve sonları gelecekmiş gibi görünmüyorlardı. Kendini bir savaşın ortasında bulmuştu. Troller kuzeyden akın ederken, Pandesialılar da güneyden gelmişti ve artık iki orduyla birden savaşabilecek durumda değildi.
Bir trol arkasından saldırıp baltasının tersiyle sırtına vurduğunda Kyle göğsünde aniden bir acı hissetti. Kyle asasını savurarak dönüp trolün boğazını keserek onu yere devirdi fakat aynı anda iki Pandesia askeri ileri atılıp kalkanlarıyla ona vurdu. Başındaki acı çok yoğundu ve Kyle yere düştüğünde, bu kez işinin bittiğini biliyordu. Tekrar ayağa kalkamayacak kadar güçsüzdü.
Kyle gözlerini kapattı ve hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Tüm Gözcüleri, yüzlerce yıldır hizmet ettiği insanları, sevdiği ve tanıdığı herkesi gördü. En önemlisi de Kyra’nın yüzünü gördü. Duyduğu tek pişmanlık, ölmeden önce onu bir kez daha göremeyecek oluşunaydı.
Üç gudubet trol baltalı kargılarını havaya kaldırıp öne çıkarken Kyle başını kaldırıp baktı. Artık zamanının dolduğunu biliyordu.
Baltalı kargılar inmeye başladığında bir anda her şey netleşti. Kyle rüzgârın sesini duyabiliyor, keskin, serin havanın kokusunu alabiliyordu. Yüzyıllardır ilk kez gerçekten yaşadığını hissediyordu. Neden tam ölmek üzere olduğu an gelinceye kadar hayatın kıymetini bilmemiş olduğunu merak etti.
Kyle gözlerini kapatıp kendini ölümün kucağına teslim ettiği sırada aniden bir kükreme gökyüzünü yardı. Ses onu daldığı ruh halinden çıkarttı. Gözlerini kırparak gökyüzüne baktı ve devasa bir şeyin bulutların arasından çıkmakta olduğunu gördü. İlk başta bunların onun bedenini almaya gelen melekler olduğunu düşündü.
Fakat daha sonra tepesinde dikilen trollerin de kafası karışık bir halde donakalmış olduğunu ve gökyüzüne baktıklarını gördü. Kyle gördüğü şeyin gerçek olduğuna karar verdi fakat gelen başka bir şeydi.
Ve sonra yaklaşanın ne olduğuna dair ufak bir ayrıntı yakaladığında kalbi duracak gibi oldu.
Ejderhalar.
Bir ejderha sürüsü, daireler çizerek, öfke içinde ateş püskürterek dalışa geçmişti. Pençeleri önde çok büyük bir hızla alçaldılar ve hiç uyarmadan ateş püskürtüp aynı anda yüzlerce asker ve trolü öldürdüler. Bir ateş dalgası yayıldı ve saniyeler içinde Kyle’ın başında dikilen troller yanıp küle döndü. Alevlerin yaklaştığını gören Kyle hemen yakınındaki bir bakır kalkanı alıp, kendini toplayarak arkasına saklandı. Alevler kalkanın üzerinden geçerken sıcaklık aşırı yüksekti, neredeyse elleri yanacaktı fakat kalkan dayandı. Ölü asker ve trol bedenleri üzerine yığıldı ve daha kuvvetli bir alev dalgası gelirken ölü bedenlerin zırhları ona daha kalın bir koruma kalkanı oluşturdu. İronik bir şekilde şimdi troller ve Pandesialılar onu ölümden kurtarıyordu.
Kyle terleyerek bekledi. Ejderhalar üst üste dalış yaparken artan sıcaklığa zar zor dayanıyordu. Daha fazla dayanamayacağı noktada kendinden geçerken, canlı canlı yanmamaya dua ediyordu. Bir yandan Pandesia askerleri, diğer taraftan troller tarafından saldırıya uğrayan Kyle, iki ordu git gide yaklaşırken, bitkinlikten yıkılmak üzere bir şekilde, asasını var gücüyle savuruyordu. Kılıçlar ve baltalı kargılar asasına çarpıp şangırdarken solunda ve sağındaki asker ve trolleri hissediyor, kıvılcımlar havada uçuşuyordu. Onları alt ediyor olsa bile, omuzlarından doğru yayılan acıyı hissedebiliyordu. Düşmanlarıyla saatlerdir çarpışıyordu, artık etrafı tamamen sarılmıştı ve durumunun vahim olduğunun farkındaydı.
Başlarda Pandesialılar ve troller birbirleriyle savaşmış, Kyle’a kimle isterse onunla savaşma şansı tanımışlardı; fakat onu gördüklerinde, Kyle’ın çevresini sarmışlardı, ona karşı birlik olmanın her iki tarafın da çıkarına olduğunu fark etmiş oldukları belli oluyordu. Bir anlığına Pandesialılar ve troller birbirlerini öldürmeye çalışmaktan vazgeçmiş, onun yerine hepsi birden Kyle’ı öldürmeye odaklanmıştı.
Kyle asasını savurup üç trolü yere yapıştırdığı sırada bir Pandesialı ona arkadan gizlice yaklaşmayı başardı ve kılıcıyla Kyle’ın karnını yardı. Kyle çığlık attı ve acıyla kıvrandı, daha kötüsünden kaçınmak için dönüyordu fakat yine de kanıyordu. Kyle kendini toparlayamadan bir trol tokmaklı sopasını kaldırıp omzuna indirdi ve asasını elinden düşürüp onun ellerinin ve dizlerinin üstüne çökmesine neden oldu.
Kyle dizlerinin üstünde, nefesini toparlamaya çalışırken, acı omzundan aşağı ve yukarı yayılıyor, omzu zonkluyordu. Daha kendini toparlamaya fırsat bulamadan bir trol ileri atılıp yüzüne tekme attı ve onu sırt üstü geri uçurdu.
Bir Pandesialı elinde uzun bir mızrakla öne çıkıp iki eliyle birden mızrağı havaya kaldırdı ve Kyle’ın başına doğru indirdi.
Kyle ölmeye hazır değildi. Yana doğru yuvarlandı ve mızrak, yüzünden yalnızca birkaç santim uzağa, toprağa saplandı. Kyle yuvarlanmaya devam etti, ayaklarının üstüne kalktı ve iki trol daha saldırırken yerden bir kılıç kapıp etrafında dönerek ikisini birden kılıçtan geçirdi.
Daha fazla düşman yaklaşırken Kyle hızla asasını kaptı ve hepsini yere serdi. Kendi etrafında bir çember çizerken, köşeye sıkıştırılmış bir hayvan gibi dövüşüyordu. Rakipleri etrafında kalın bir çember oluşturmuş, gözlerini kan bürümüş halde yaklaşırken Kyle, hızlı hızlı nefes alıp veriyordu ve dudaklarının arasından kan sızıyordu.
Karnındaki acı dayanılmaz hale gelen Kyle acıyı engellemeye durduğu yerde odaklanmaya çalıştı. Neredeyse kesin bir ölümle yüz yüze olduğunun farkındaydı ve tek avuntusu Kyra’yı kurtarmayı başarmış olduğu gerçeğiydi. Bu her şeye değerdi ve bedelini ödemeye razıydı.
Ufka baktı ve Kyra’nın tüm o kargaşadan uzağa gittiği, Andor’un sırtında oradan uzaklaştığı gerçeği ile teselli buldu. Onun güvende olup olmadığını merak etti ve güvende olması için dua etti.
Kyle saatler boyunca göz kamaştırıcı bir şekilde savaşmış, iki orduya da karşı tek başına, binlerce asker öldürmüştü. Fakat artık devam edemeyecek kadar zayıf olduğunun bilincindeydi. Çok fazla düşman askeri vardı ve sonları gelecekmiş gibi görünmüyorlardı. Kendini bir savaşın ortasında bulmuştu. Troller kuzeyden akın ederken, Pandesialılar da güneyden gelmişti ve artık iki orduyla birden savaşabilecek durumda değildi.
Bir trol arkasından saldırıp baltasının tersiyle sırtına vurduğunda Kyle göğsünde aniden bir acı hissetti. Kyle asasını savurarak dönüp trolün boğazını keserek onu yere devirdi fakat aynı anda iki Pandesia askeri ileri atılıp kalkanlarıyla ona vurdu. Başındaki acı çok yoğundu ve Kyle yere düştüğünde, bu kez işinin bittiğini biliyordu. Tekrar ayağa kalkamayacak kadar güçsüzdü.
Kyle gözlerini kapattı ve hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Tüm Gözcüleri, yüzlerce yıldır hizmet ettiği insanları, sevdiği ve tanıdığı herkesi gördü. En önemlisi de Kyra’nın yüzünü gördü. Duyduğu tek pişmanlık, ölmeden önce onu bir kez daha göremeyecek oluşunaydı.
Üç gudubet trol baltalı kargılarını havaya kaldırıp öne çıkarken Kyle başını kaldırıp baktı. Artık zamanının dolduğunu biliyordu.
Baltalı kargılar inmeye başladığında bir anda her şey netleşti. Kyle rüzgârın sesini duyabiliyor, keskin, serin havanın kokusunu alabiliyordu. Yüzyıllardır ilk kez gerçekten yaşadığını hissediyordu. Neden tam ölmek üzere olduğu an gelinceye kadar hayatın kıymetini bilmemiş olduğunu merak etti.
Kyle gözlerini kapatıp kendini ölümün kucağına teslim ettiği sırada aniden bir kükreme gökyüzünü yardı. Ses onu daldığı ruh halinden çıkarttı. Gözlerini kırparak gökyüzüne baktı ve devasa bir şeyin bulutların arasından çıkmakta olduğunu gördü. İlk başta bunların onun bedenini almaya gelen melekler olduğunu düşündü.
Fakat daha sonra tepesinde dikilen trollerin de kafası karışık bir halde donakalmış olduğunu ve gökyüzüne baktıklarını gördü. Kyle gördüğü şeyin gerçek olduğuna karar verdi fakat gelen başka bir şeydi.
Ve sonra yaklaşanın ne olduğuna dair ufak bir ayrıntı yakaladığında kalbi duracak gibi oldu.
Ejderhalar.
Bir ejderha sürüsü, daireler çizerek, öfke içinde ateş püskürterek dalışa geçmişti. Pençeleri önde çok büyük bir hızla alçaldılar ve hiç uyarmadan ateş püskürtüp aynı anda yüzlerce asker ve trolü öldürdüler. Bir ateş dalgası yayıldı ve saniyeler içinde Kyle’ın başında dikilen troller yanıp küle döndü. Alevlerin yaklaştığını gören Kyle hemen yakınındaki bir bakır kalkanı alıp, kendini toplayarak arkasına saklandı. Alevler kalkanın üzerinden geçerken sıcaklık aşırı yüksekti, neredeyse elleri yanacaktı fakat kalkan dayandı. Ölü asker ve trol bedenleri üzerine yığıldı ve daha kuvvetli bir alev dalgası gelirken ölü bedenlerin zırhları ona daha kalın bir koruma kalkanı oluşturdu. İronik bir şekilde şimdi troller ve Pandesialılar onu ölümden kurtarıyordu.
Kyle terleyerek bekledi. Ejderhalar üst üste dalış yaparken artan sıcaklığa zar zor dayanıyordu. Daha fazla dayanamayacağı noktada kendinden geçerken, canlı canlı yanmamaya dua ediyordu.
BÖLÜM YEDİ
Vesuvius Kos Kulesi'nin yanındaki uçurumun kenarında durmuş Acılar'ın kıyıya vuran sert dalgalarına bakıyordu. Ateş Kılıcı'nın battığı yerden hala buhar yükseliyordu. Vesuvius genişçe gülümsedi. Başarmıştı. Artık Ateş Kılıcı yoktu. Kos Kulesi'ni soymuştu, Escalon'u soymuştu, Escalon'un en değerli hazinesini çalmıştı. Ateş Duvarları'nı mutlak bir şekilde söndürmüştü.
Vesuvius heyecandan yerinde duramıyordu. Avcunun, yanan Ateş Kılıcı'nı kavradığı yeri hala zonkluyordu. Eline baktı ve kılıcın avcunun içinde bıraktığı izi gördü. Parmaklarını taze yaraların üzerinde gezdirdi, başarısının bir işareti olan bu yaranın sonsuza kadar kalacağını biliyordu. Acı gözlerinin kararmasına sebep oluyordu fakat kendini acıyı zihninden silmeye, acının kendisini rahatsız etmemesini sağlamaya zorladı. Aslında kendine acıdan zevk almayı öğretmişti.
Yüzyıllar sonra halkı nihayet hak ettiklerini alabilecekti. Artık, imparatorluğun en kuzey ucu, en verimsiz bölümü olan Marda’da kısılmış kalmayacaklardı. Artık bir ateş duvarının arkasında karantinada tutulmuş olmalarının intikamını alabilir, Escalon’a akın edip, onu parçalarına ayırabilirlerdi.
Bu düşünceler onu heyecanlandırdı ve kalbi duracak gibi oldu. Geri dönüp Şeytan’ın Parmağı’nı geçmek, anakaraya dönmek ve Escalon’un ortasındaki halkıyla buluşmak için sabırsızlanıyordu. Tüm trol ulusu Andros’a yaklaşacak ve hep birlikte, milim milim, Escalon’u sonsuza dek yok edeceklerdi. Burası yeni trol anavatanı olacaktı.
Fakat Vesuvius durduğu yerde dalgalara, kılıcın battığı yere bakarken, içten içe bir şey onu kemiriyordu. Ufka bakıp Ölüm Körfezi’ni inceledi. Orada kıpırdanan bir şey vardı, tatmin duygusunun tamamlanamamasına sebep olan bir şey… Ufka baktığı sırada, uzakta, tek başına Ölüm Körfezi boyunca seyreden ve beyaz yelkenleri olan bir gemi fark etti. Gemi Şeytan’ın Parmağı’ndan batıya doğru uzaklaşıyordu. Vesuvius gemiyi izlerken bir şeylerin ters gittiğini farkındaydı.
Vesuvius arkasını dönüp arkasında duran Kule’ye baktı. Kule boştu. Kapıları açık bırakılmıştı. Kılıç onu bekliyordu. Tüm muhafızlar kuleyi terk etmişti. Her şey çok kolay olmuştu.
Neden?
Vesuvius, suikastçı Merk’in Kılıç’ın peşinde olduğunu biliyordu; onu tüm Şeytan’ın Parmağı boyunca takip etmişti. Öyleyse neden orayı terk etmişti? Neden oradan uzaklaşıyor, Ölüm Körfezi’ni geçiyordu? Onunla birlikte yolda olan kadın kimdi? Kuleyi daha önce koruyan o kadın mıydı? Ne gibi sırlar saklıyordu?
Ve şimdi nereye gidiyorlardı?
Vesuvius okyanustan yükselen buhara baktı, sonra tekrar ufka baktı ve damarları yandı. Bir şekilde aptal yerine konmuş olduğunu düşünmeden edemiyordu. Tam bir zafer kendisinden alınmış gibi hissediyordu.
Vesuvius olanları düşündükçe bir şeylerin yanlış olduğundan daha fazla emin oluyordu. Her şey çok kolay olmuştu. Önündeki vahşi denizlere, kayalara çarpan dalgalara, yükselen buhara baktı ve gerçeği hiçbir zaman öğrenemeyeceğini fark etti. Ateş Kılıcı’nın gerçekten dibe kadar batıp batmadığını, gözden kaçırdığı bir şey olup olmadığını, hatta gerçek kılıcı ele geçirmiş olup olmadığını ve Ateşler’in sönük kalıp kalmayacağını bilemeyecekti.
Haksızlığa uğramışlık duygusu ile yanan Vesuvius bir karar verdi, onları takip etmesi gerekiyordu. Onları yakalayana kadar gerçeği asla öğrenemeyecekti. Bir yerlerde, gizli başka bir kule daha mı vardı? Bir başka kılıç?
Başka bir kule veya kılıç olmasa da, ihtiyacı olan her şeyi başarmış olsa da Vesuvius geride kimseyi sağ bırakmamasıyla meşhurdu. Asla. Her zaman son adamı da öldürene kadar takip ederdi ve şimdi orada o ikisinin ellerinden kaçıp gitmiş olması içine sinmiyordu. Onların gitmesine izin veremezdi.
Vesuvius kıyıda bağlı duran, terk edilmiş, dalgalarda sertçe sarsılan ve onu bekliyormuş gibi görünen gemilere baktı ve anında bir karar verdi.
“Gemilere!” diye emretti trol ordusuna.
Hepsi birden emirlerini yerine getirmek üzere kayalık kıyıya doğru aceleyle harekete geçip gemilere binmeye başladı. Vesuvius arkalarından gidip, son geminin güvertesine çıktı.
Dönüp baltalı kargısını kaldırdı ve halatı kesti.
Kısa süre sonra yola çıkmışlardı, tüm trolleri onunla birlikteydi, hepsi gemilere doluşmuştu ve efsanevi Ölüm Körfezi’ne doğru yelken açmışlardı. Ufukta bir yerde Merk ve o kadın yol alıyordu ve Vesuvius her nereye gitmesi gerekirse gereksin, ikisini birden öldürene kadar durmayacaktı.
BÖLÜM SEKİZ
Küçük geminin güvertesinde duran Merk küpeşteye tutunmuştu. Eski kral Tarnis’in kızı da yanındaydı. Ölüm Körfezi’nin azgın sularının arasında yol alırken, ikisi de kendi dünyalarında kaybolmuştu. Merk, rüzgârın süpürdüğü, beyaz köpüklerle bezeli karanlık sulara bakarken, yanında duran kadını merak etmekten kendini alamadı. Kos Kulesi’ni terk edip gizemli bir diyara doğru bu gemiye bindiklerinden beri kadının üzerindeki gizem daha da artmıştı. Aklında kadına dair bir yığın soru belirmişti.
Tarnis’in kızı. Bu Merk için inanılmazdı. Orada, Şeytan’ın Parmağı’nın sonunda, Kos Kulesi’ne kapanmış ne yapıyordu? Bir şeyden mi saklanıyordu? Sürgünde miydi? Korunuyor muydu? Peki kimden?
Merk onun, yarı saydam gözleri, yüzünün aşırı solgun rengi ve şaşmaz dengesi nedeniyle başka bir ırktan olduğunu hissediyordu. Fakat eğer öyleyse annesi kimdi? Ateş Kılıcını, Kos Kulesi’ni savunması için neden tek başına bırakılmıştı? Diğer herkes nereye gitmişti?
Ve en önemlisi de şimdi onları nereye götürüyordu?
Kızın bir eli dümende, gemiyi körfezin uzaklarına, ufukta, Merk’in neresi olduğunu çok merak ettiği, bilinmeyen bir hedefe doğru yönlendiriyordu.
“Bana hala nereye gittiğimizi söylemedin” dedi Merk rüzgârdan duyulabilmesi için sesini yükselterek.
Ardından uzun bir sessizlik oldu; o kadar uzun sürdü ki, Merk kızın cevap verip vermeyeceğinden emin olamadı.
“Hiç olmazsa bana adını söyle” diye ekledi, kızın daha önce adını söylememiş olduğunu fark ederek.
“Lorna” diye cevap verdi kız.
Lorna. Merk bunun tınısından hoşlanmıştı.
“Gittiğimiz yer ise” diye ekledi kız Merk’e dönerek. “Üç Hançer.”
“Üç Hançer mi?” diye sordu Merk şaşırmış bir şekilde.
Lorna dümdüz önüne baktı.
Fakat Merk duyduklarıyla şoke olmuştu. Escalon’un en uzak adası olan Üç Hançer, Ölüm Körfezi’nin çok ilerisindeydi ve Merk oraya gitmiş olan hiç kimseyi tanımıyordu. Elbette efsanevi ada ve kale Knossos en uçtaydı ve efsanelere göre orada Escalon’un en gözü pek savaşçıları yaşıyordu. En tehlikeli suların ortasında, izole bir yarımadaya yakın izole bir adada yaşayan insanlardı. Oradaki savaşçıların, etraflarını saran sular kadar sert oldukları söylenirdi. Merk hiç biriyle şahsen tanışmamıştı. Kimse tanışmamıştı. Onlar daha çok efsanelerde yaşıyordu.
“Gözcüler oraya mı çekildi?” diye sordu Merk.
Lorna başıyla onayladı.
“Şu an bizi bekliyorlar” dedi.
Merk dönüp omzunun üzerinden geriye baktı, Kos Kulesi’ni son bir kez görmek istiyordu. Arkasını döndüğü anda gördükleri nedeniyle kalbi duracak gibi oldu; ufukta, onları takip eden, içleri dolu düzinelerce gemi vardı.
“Takip ediliyoruz” dedi.
Lorna onu şaşırtan bir şekilde arkasını bile dönmedi; yalnızca hafifçe başını salladı.
“Bizi dünyanın sonuna kadar kovalayacaklar” dedi sakince.
Merk’in kafası karışmıştı.
“Ateş Kılıcı’nı ele geçirmiş olsalar bile mi?”
“Peşinde oldukları şey hiçbir zaman Kılıç olmadı” diye düzeltti Lorna. “Onlar yıkımın peşindeydi. Hepimizin yıkımı.”
“Peki ya bize yetişirlerse?” diye sordu Merk. “Bir trol ordusuyla tek başımıza savaşamayız. Küçük bir adadaki savaşçılar da başaramaz, her ne kadar sert olurlarsa olsunlar!”
Lorna başıyla onayladı, hala istifini bozmamıştı.
“Gerçekten de ölebiliriz” dedi. “Fakat yine de bunu Gözcü dostlarımızın yanında, doğru olduğuna inandığımız şey için savaşırken yapmalıyız. Hala korunması gereken çok fazla sır var.”
“Sır mı?” diye sordu Merk.
Fakat Lorna sustu ve denizi izlemeye koyuldu.
Merk daha fazla soru sormak üzereyken sert bir rüzgâr esti ve neredeyse gemiyi alabora etti. Merk karın üstü düştü, güverteye çarptı ve kenardan kaydı.
Can havliyle geminin kenarına tutundu ve sallanmaya başladı. Bacakları buz gibi soğuk suya değiyordu ve Merk, düşerse donarak ölebileceğini hissetti. Büyük ölçüde suya batmış halde tek eliyle tutunurken omzunun üzerinden geriye baktığında, aniden bir kırmızı köpekbalığı sürüsünün yaklaştığını görüp korkuya kapıldı. Dişler baldırına girmeye başladığında korkunç bir acı hissetti ve suda, kendisinin olduğunu bildiği bir kan gördü.
Bir an sonra Lorna öne çıkıp asasıyla suya vurdu. O anda parlak beyaz bir ışık yüzeye yayıldı ve köpekbalıkları dağıldı. Aynı anda Merk’i elinden tutup tekrar gemiye çekti.
Rüzgâr dinerken gemi toparlandı. Merk, ıslak, soğuktan donarak, soluk soluğa ve baldırında korkunç bir acıyla güvertede oturdu.
Lorna onun yarasını inceledi, bluzundan bir parça kopartıp yarayı sardı ve kan akışını durdurdu.
“Hayatımı kurtardın” dedi Merk minnettarlık içinde. “Orada düzinelerce köpekbalığı vardı. Beni öldürebilirlerdi.”
Lorna, hipnotize edici, kocaman, parlak mavi gözleriyle ona baktı.
“O yaratıklar buralarda dert edeceğin son şey” dedi.
Sessizlik içinde yol almaya devam ederlerken, Merk yavaşça tekrar ayağa kalkmayı başardı ve bu kez geminin küpeştesine iki eliyle sıkıca tutunduğundan emin olarak ufku izledi. Ufku incelerken, ne kadar bakarsa baksın Üç Hançer’den bir iz görememişti. Aşağı baktı ve yeni bir korku ve saygı ifadesiyle Ölüm Körfezi’nin sularını inceledi. Dikkatle baktığında, yüzeyin hemen altında, zar zor seçilen, dalgalar tarafından büyük ölçüde gizlenmiş küçük kırmızı köpek balığı sürüleri gördü. Artık o suya girmenin ölüm demek olduğunu biliyordu ve bu sularda başka ne tür yaratıkların yaşadığını merak etmekten kendini alamadı.
Yalnızca rüzgârın uğultusuyla kesilen sessizlik uzadı ve saatler geçtikçe Merk kendini orada çok yalnız hissetmeye başladı, konuşmaya ihtiyacı vardı.
“Asanla yaptığın şey neydi?” dedi Merk Lorna’ya dönerek. “Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim.
Lorna ifadesiz bir şekilde durmaya devam etti, hala ufka bakıyordu.
“Bana kendinden bahset” diye bastırdı Merk.
Lorna ona şöyle bir baktı ve sonra bakışlarını yeniden ufka çevirdi.
“Ne bilmek istiyorsun?” diye sordu.
“Herhangi bir şey” dedi Merk. “Her şeyi”
Lorna uzun bir süre sessiz kaldı ve sonra nihayet konuştu
“Senden başlayalım”
Merk şaşırmış bir şekilde ona baktı.
“Benden mi?” diye sordu. “Ne bilmek istiyorsun?”
“Bana hayatından bahset” dedi Lorna. “Bana anlatmak istediğin herhangi bir şey…”
Merk dönüp gözlerini ufka dikerken derin bir nefes aldı. Hayatı, hakkında hiç konuşmak istemediği tek konuydu.
Nihayet, önünde uzun bir yolculuk olduğunun fark etti ve iç geçirdi. Her ne kadar gurur duymuyor olsa da önünde sonunda kendisiyle yüzleşmesi gerekeceğini biliyordu.
“Hayatımın büyük bölümünde bir suikastçıydım” dedi yavaşça, pişmanlık dolu bir şekilde, ufka bakarak, sesinde kasvet ve kendinden nefret etme hali vardı. “Bununla gurur duymuyorum fakat yaptığım işte en iyiydim. Krallar ve kraliçeler tarafından çok rağbet görüyordum. Kimse yeteneklerime rakip olamazdı.”
Merk uzun bir süre sessiz kaldı, pişman olduğu bir hayatın, hatırlamamayı tercih ettiği anıları içinde kaybolmuştu.
“Peki ya şimdi?” diye sordu Lorna sakince.
Merk onun sesinde, genelde başkalarıyla konuşurken yakaladığı yargılayıcı tonun olmamasına minnettardı. İç geçirdi.
“Şimdi” dedi “artık o işi yapmıyorum. Ben artık o kişi değilim. Şiddete son vereceğime yemin ettim, kendimi bir amaca adayacağıma… Fakat ne kadar çabalasam da şiddetten uzaklaşamayacakmışım gibi görünüyor. Şiddet gelip beni buluyor. Her zaman bir başka amaç varmış gibi görünüyor.”
“Peki ya senin amacın ne?” diye sordu Lorna.
Merk bunun üzerine düşündü.
“Başlangıçta amacım bir Gözcü olmaktı” dedi. “Kendimi bu hizmete adamak, Ur Kulesi’ni, Ateş Kılıcı’nı korumak. Fakat Kule düştüğünde amacımın Kos Kulesi’ne ulaşıp kılıcı korumak olduğunu hissetti.”
İç geçirdi.
“İşte şimdi buradayız, Ölüm Körfezi’nde yol alıyoruz, Kılıç gitti, troller peşimizde ve çorak takımadalara doğru ilerliyoruz” dedi Lorna gülümseyerek.
Merk kaşların çattı, eğlenmiş gibi görünmüyordu.
“Amacımı kaybettim” dedi. “Hayat amacımı yitirdim. Artık kendimi tanımıyorum. Artık yönümü bilmiyorum.”
Lorna başını salladı.
“Burası bulunmak için güzel bir yer” dedi Lorna. “Belirsizliğin olduğu bir yer aynı zamanda olasılıkların da olduğu yerdir.”
Merk onu merak içinde inceledi. Onun kendisini kınamayışından etkilenmişti. Hikâyesini başka biri duysa onu hor görebilirdi.
“Nasıl biri olduğum için” diye gözlemini bildirdi şoke olmuş şekilde “beni yargılamadın.”
Lorna ona baktı, bakışları o kadar yoğundu ki, gözlerine bakmak aya bakmak gibiydi.
“Anlattığın şey eskiden olan sendi” diye düzeltti. “Şimdiki sen değil. Bir zamanlar olduğun kişi nedeniyle seni nasıl yargılayabilirim? Ben sadece şu an önümde duran adamı yargılayabilirim.”
Bu cevap üzerine Merk kendini iyi hissetti.
“Peki, şu anda kimim?” diye sordu; cevabı bilmek istiyordu, kendinden emin değildi.
Lorna ona baktı.
“Ben iyi bir savaşçı görüyorum” dedi. “Kendini düşünmeyen bir adam, başkalarına yarım etmek isteyen bir adam ve özlem dolu bir adam… Kaybolmuş bir adam görüyorum. Kendini hiçbir zaman tanımamış bir adam…”
Merk onun sözleri üzerine düşünürken, söyledikleri içinde yankılandı. Söylediklerini doğru olduğunu hissetti. Fazlasıyla doğru…
Küçük gemileri suda yukarı aşağı hareket edip, yavaşça batıya doğru ilerlerken, aralarında uzun süreli bir sessizlik oldu. Merk dönüp tekrar ufka baktı ve trol ordusunun hala peşlerinde olduğunu gördü. Hala onlardan oldukça uzaktaydılar.
“Peki sen?” diye sordu sonunda. “Sen Tarnis’in kızısın, değil mi?”
Lorna parıldayan gözleriyle ufka baktı ve sonunda başıyla onayladı.
“Evet” dedi.
Merk duyduğu karşısında şoke olmuştu.
“O halde neden buradaydın?” diye sordu.
Lorna iç geçirdi.
“Genç kızlığımdan beri burada saklanıyordum.”
“Fakat neden?” diye sordu Merk.
Lorna omuz silkti.
“Sanırım başkentte olmak benim için fazla tehlikeliydi. İnsanlar benim, kralın gayri meşru kızı olduğumu öğrenmemeliydi. Burada daha güvendeydim.”
“Daha mı güvendeydin?” diye sordu Merk. “Dünyanın bir ucunda mı?”
“Korumam gereken bir sırla birlikte bırakılmıştım” diye açıkladı Lorna. “Escalon krallığından bile önemli bir sırdı.
Bu sırrın ne olabileceğini düşünürken Merk’in kalp atışları hızlandı.
“Bana söyleyecek misin?” diye sordu.
Fakat Lorna yavaşça dönüp ileriyi işaret etti. Merk onun bakışını takip ettiğinde ufukta, güneşin, okyanusun üzerinde yükselen ve sonuncusu yekpare taştan yapılmış bir kaleden oluşan üç çorak adanın üzerinden batmakta olduğunu gördü. Burası Merk’in o güne kadar gördüğü en ıssız fakat en güzel yerdi. Büyü ve gücün tüm sırlarını saklamaya yetecek kadar uzakta bir yer…
“Knossos’a” dedi Lorna “hoş geldin.”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.