Kitabı oku: «Kardeşlerin Yemini », sayfa 2

Yazı tipi:

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Volusia taş balkonda durup aşağıya, önünde uzanan Maltolis'in kaldırım taşlı avlusuna bakıyor ve uzakta Prens'in boylu boyunca yerde yatan hareketsiz bedenini ve uzuvlarının garip bir şekilde uzanışını görüyordu. Buradan bakılınca çok uzakta, küçücük ve güçsüz görünüyordu. Sadece bir kaç dakika önce İmparatorluk'un en güçlü hükümdarlarından biri olduğunu düşününce Volusia hayrete düştü. Hayatın ne kadar kırılgan, gücün ise aslında ne büyük bir yanılsama olduğunun ve hepsinden önemlisi artık nasıl bir sonsuz güce sahip olup gerçek bir tanrıçaya dönüştüğünün yanı sıra her hangi birinin üstünde istediği şekilde hayat veya ölüm gücüne sahip olduğunun bir anda farkına vardı Şimdi kimse, kudretli bir prens bile onu durduramazdı.

Orada durup önüne bakarken, şehir boyunca binlerce insanın, Maltolis'in dehşet duyan vatandaşlarının haykırışlarının yankılarını duyuyordu, sesler avluyu doldururken bir çekirge istilasını andırıyordu. Ağıt yakıp bağırıyorlar, kafalarını taştan duvarlara vuruyorlardı, kendilerini öfkeli çocuklar gibi yerden yere atıyor ve kafalarındaki saçları yoluyorlardı. Bu insanlara bakınca Maltolis'in insaniyetli bir lider olduğunu düşünüyor olmaları onu hayrete düşürdü.

"PRENSİMİZ!"diye bağırdı içlerinden biri, diğerlerinde yankı bulan bu haykırışla hepsi öne atılıp deli Prens'in vücuduna kapanıp hıçkırarak ağlıyor, ona sarılırken titreyerek kendilerinden geçiyorlardı.

"SEVGİLİ BABAMIZ!"

Birden çanlar tüm şehir boyunca birbirlerinde yankı bularak çaldı. Volusia, bir kargaşa sesi duyunca gözlerini kaldırdı ve Maltolis'in yüzlerce birliğinin şehir kapılarından aceleyle geçerek şehrin avlusuna ikişerli sıra halinde geldiklerini ve onları içeri almak için kale kapısının kalktığını gördü. Hepsi Maltolis'in kalesine ilerliyordu.

Volusia bu şehri sonsuza dek değiştirecek bir harekette bulunduğunu biliyordu.

Aniden odasının kalın meşe kapısında Volusia'nın zıplamasına sebep olan ısrarlı bir vuruş duydu. Kapı hiç durmadan çalınıyordu, beraberinde onlarca asker sesi, zırhlarının çınlaması, bir koç başının Prens'in odasının kalın meşe ağacına ısrarla vurulmasından oluşan seslerin karışımını getiriyordu. Volusia elbette kapıyı kilitlemişti, bir adım kalınlığında olan ve her türlü istilaya dayanması gereken kapı ise  adamların diğer taraftan duyulan bağırışlarıyla beraber menteşelerinden esniyordu. Her darbeyle biraz daha bükülüyordu.

Tak tak tak.

Taştan oda sallanıyor, ahşap  kirişin en tepesinden aşağı sallanan antik metal avize yere düşüp çarpmadan önce deli gibi iki yana savruluyordu.

Volusia orada durup önceden tahmin ettiği için olanları sakince seyrediyordu. Onun için geleceklerini elbette biliyordu. İntikam istiyorlardı ve kaçmasına asla izin vermeyeceklerdi.

"Kapıyı açın!" diye bağırdı Prens'in generallerinden biri.

Volusia bu sesi tanıdı, Maltolis'in kuvvetlerinin lideri, alçak ve rahatsız edici bir ses tonuna sahip münasebetsiz ancak emrinde iki yüz bin askerin bulunduğu profesyonel bir asker olan bu keyifsiz adamla kısacık tanışmıştı.

Fakat Volusia orada durup sakince, hiç istifini bozmadan kapıya bakıyor, sabırla kapıyı kırmalarını bekliyordu. Elbette kapıyı kendi açabilirdi ama onlara bu zevki vermeyecekti.

Nihayet korkunç bir gürültü geldi ve beraberinde ahşap kapı daha fazla dayanamayacak, menteşelerden kurtulup kırıldı. Peşinden de zırhları şıngırdayan düzinelerce asker odaya doluştu. Süslü zırhını kuşanmış ve Maltolis'in ordusunu yönetme hakkına sahip olduğunu gösteren altından bir kraliyet asası taşıyan Maltolis'in kumandanı gruba liderlik etti.

Volusia'nın orada yalnız başına durduğunu ve kaçmaya çalışmadığını görünce adımlarını hemen yavaşlattılar. Yüzünde derin bir küçümseme ifadesiyle kumandan doğruca ona gelerek sadece bir kaç adım ötesinde aniden durdu.

Ona nefretle bakarken arkasında bulunan iyi disiplinli adamları durdu ve emirlerini beklemeye başladı.

Volusia orada sakince dururken yüzünde hafif bir gülümsemeyle ona bakıyordu, liderlerinin bocaladığını görünce bu duruşun onları şaşırtmış olduğunu anladı.

"Sen ne yaptın kadın?" diye cevap talep etti kılıcını kavrarken. "Şehrimize misafir olarak girip hükümdarımızı öldürdün. O seçilmiş olan ki öldürülemez hükümdarımızdı."

Volusia ona gülümseyip sakince cevap verdi:

"Çok yanılıyorsunuz General," dedi. "Öldürülemez olan benim. Bugün burada kanıtladığım gibi."

Kafasını öfkeyle salladı.

"Nasıl bu kadar aptal olursun?" dedi. "Elbette seni ve adamlarını öldüreceğimizi biliyorsun, bu yerde kaçabileceğin, saklanabileceğin hiç bir yer yok. Burada, bir kaç adamınla beraber binlerce adamımız tarafından kuşatıldın. Mutlaka bugün burada yaptığın bu hareketin  karşılığının ölüm hatta daha kötüsü hapis ve işkence olduğunu biliyorsundur. Eğer hala fark etmediysen düşmanlarımıza nazik davranmayız biz."

"Kesinlikle fark ettim General ve buna hayranlık duyuyorum," diye cevapladı. "Fakat kılıma zarar veremezsiniz. Hiç biriniz."

Öfkeye kapılarak kafasını salladı.

"Düşündüğümden de aptalsın," dedi. "Altın asayı ben taşıyorum. Tüm ordularımız ben ne dersem onu yapar. Harfiyen uygularlar.

"Öyle mi?" diye sordu yavaşça, yüzünde bir gülümsemeyle.

Volusia yavaşça döndü ve açık pencereden dışarıya, artık delirme haline geçen insanların omzunda sanki bir şehit gibi şehir boyunca taşınan Prens'in bedenine baktı.

Sırtı ona dönükken boğazını temizleyip devam etti.

"Kuvvetlerinizin, General," dedi, "iyi eğitimli olduklarına ya da asayı tutan her kimse ona boyun eğeceklerine şüphem yok. Namları herkesçe bilinir. Benim ordumdan daha büyük olduklarını da biliyorum. Buradan çıkış olmadığını da. Fakat görüyorsunuz ya kaçmak da istemiyorum. Buna gerek duymuyorum."

Ona şaşırarak bakıyordu. Volusia döndü ve pencereden dışarı bakıp avluyu gözleriyle taradı. İleride kalabalık içinde durarak diğer herkesi es geçip parlayan yeşil gözleri ve siğillerle dolu yüzüyle sadece ona bakan büyücüsü Koolian'ı gördü. Siyah peleriniyle onu kalabalıkta fark etmemek imkansızdı, kolları sakince göğsünde birleşmiş, başlığının kısmen altında kalan beyaz yüzüyle Volusia'ya bakıp emrini bekliyordu. Büyücü bu kargaşaya boğulmuş şehirde durgun, sabırlı ve disiplinli tek insan olarak orada duruyordu.

Volusia ona zar zor fark edilir bir baş işareti yaptı ve onun da anında karşılık verdiğini gördü.

Volusia yüzünde bir gülümsemeyle yavaşça döndü ve generali karşısına aldı.

"Şimdi bana asayı verebilirsin," dedi, "ya da hepinizi öldürüp onu kendim alabilirim."

General şaşkınlıkla ona baktı sonra kafasını sallayıp ilk kez olarak gülümsedi.

"Sanrılar içindeki insanları bilirim," dedi. "Onlardan birine yıllar boyu hizmet ettim. Fakat sen… senin nev-i şahsına münhasırsın. Pekala. Bu şekilde ölmek istiyorsan, öyle olsun."

Öne adım atıp kılıcını çekti.

"Seni öldürmekten keyif alacağım," diye ekledi. "Senin yüzünü gördüğüm andan itibaren bunu istemiştim. Tüm bu kibir bir adamı hasta etmeye yeter."

Ona yaklaşırken, Volusia döndü ve aniden Koolian'ın odada yanı başında durduğunu gördü.

Koolian dönüp ona baktı, aniden ortaya çıkışı onu şaşırtmıştı. Orada kımıldamadan dururken bunu beklemediği ve ne amaçla burda olduğunu anlamadığı aşikardı.

Koolian siyah başlığını çekti ve çok solgun, kafasının arkasına doğru yuvarlanan beyaz gözlere sahip korkunç yüzüyle ona küçümseyerek baktı ve yavaşça avuçlarını kaldırdı.

Bunu yapar yapmaz tüm kumandanları ve adamları dizlerinin üstüne çöktüler. Çığlık atarak ellerini kulaklarına götürdüler.

"Durdur bunu!" diye bağırdı.

Sırasıyla her birinin kulaklarından yavaşça kanlar damladı ve hareketsiz bir biçimde taş zemine düştüler.

Ölmüşlerdi.

Volusia yavaşça öne geldi, sakince uzandı ve kumandanın ölü ellerinden altın asayı aldı.

Yukarıya kaldırarak ışık altında inceledi, ağırlığına, parlaklığına hayran kaldı. Uğursuz bir şeydi.

Yüzüne kocaman bir gülümseme kondu.

Hayal ettiğinden bile daha ağırdı.

*

Volusia hendeğin hemen önünde, Maltolis'in şehir duvarlarının dışında, arkasında büyücüsü Koolan, suikastçısı Aksan, Volusia kuvvetlerinin kumandanı Soku dururken önünde toplanan kalabalık Maltolisia ordusuna baktı. Göz alabildiğine düzlüğün tamamı Maltolis'in adamlarıyla doluydu. İki yüz bin adam, daha önce gördüğü tüm ordulardan bile daha büyüktü. Onun için bile bu manzara hayranlık uyandırıcıydı.

Orada sabırla, liderleri olmadan ona yani yükseltilmiş kürsüsünde onlara gözlerini diken Volusia'ya bakıyorlardı. Gergin hava elle tutulur gibiydi ve Volusia hepsinin bekleyerek durumu tarttıklarını gördü. Onu öldürmeliler miydi? Yoksa ona hizmet mi etmeliydiler?

Volusia gururla onlara baktı, kaderinin önünde durduğunu hissederken altın asayı kafasının üstüne doğru kaldırdı. Her taraftan onu ve güneş altında parlayan asayı görmeleri için yavaşça dört bir tarafa döndü.

"HALKIM!" diyerek kükredi. "Ben Volusia Tanrıçasıyım.Prensiniz öldü. Artık asanın sahibi olarak bana itaat edeceksiniz. Bunu yaptığınızda gönlünüzden geçen tüm zafer ve zenginlik sizin olacak. Burada kalırsanız, hayatınızı harcayıp bu yerde, sizi aslında hiç sevmemiş olan liderinizin cesedinin gölgesinde, bu duvarların gölgesinde yitip gidersiniz. Ona delilikte hizmet ettiniz bana zafer ve fetihte hizmet edecek, nihayet hak ettiğiniz lidere sahip olacaksınız."

Volusia asayı daha yukarı kaldırarak onlara baktı ve disiplin okunan bakışlarıyla buluşup kaderini hissetti. Yenilmez olduğunu, önünde hiç bir şeyin, hatta buradaki binlerce adamın bile duramayacağını hissetti. Dünyanın geri kalanının yaptığı gibi önünde diz çökeceklerini biliyordu. Bunu zihninin gözüyle görmüştü, nihayetinde o bir tanrıçaydı. İnsan oğluna üstün gelen bir dünyaya aitti. Başka ne şansları vardı ki?

Bunu öngördüğü kadar emin şekilde, zırhların çınlamasından çıkan sesler yavaşça duyuldu, teker teker bütün adamları, sırasıyla hepsi önünde diz çöküyordu ve bunu yaparken zırhlarından çıkan sesler tüm çölde yankılanıyordu.

Yavaşça ve tekrar tekrar "VOLUSIA!" diye mırıldandılar.

“VOLUSIA!”

“VOLUSIA!”

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Godfrey, köle grubunun içerisine sıkışırken ensesinden terin boşaldığını hissetti, Volusia sokaklarında ilerlerken ortada sıkışıp kalmamaya gayret ediyordu. Bir başka kırbaç sesi havayı deldi ve Godfrey arkasında hissettiği darbelerle acı içinde haykırdı. Bunların hedefinde daha çok o olduğu için yanındaki kadın köle çok daha yüksek sesle bağırmıştı. Kırbaç sertçe arkasını vurduğunda kadın bağırarak öne tökezlemişti.

Godfrey içgüdüsel olarak uzandı ve düşmeden önce onu tuttu, bunu yaparak hayatını riske attığını biliyordu. Kadın kendini dengeledikten sonra yüzünde okunan panik ve korkuyla ona döndü. Kim olduğunu görünce gözleri şaşkınlıkla açıldı. Onu yani yanında açık tenli, zincirleri olmadan özgürce yürüyen bir insanı görmeyi beklemediği belli oluyordu. Godfrey çabucak kafasını salladı ve parmağını ağzına götürerek sessiz kalması için dua etti. Neyse ki kadın sesini çıkarmadı.

Bir kırbaç sesi daha duyulunca Godfrey baktı ve köle efendilerinin konvoyda ilerlerken köleleri rastgele kırbaçlayarak tam arkasından geldiklerini gördü. Akorth ve Fulton'un gözleri panikten yuvalarından çıkacak gibiydi, yanlarında ise Merek ve Ario'nun kararlı ve sakin yüzleri vardı. Godfrey bu iki çocuğun, Akorth ve Fulton gibi her zaman sarhoş olan iki yetişkin adamdan daha metanetli ve cesur olduklarını görünce hayrete düştü.

Durmadan yürüdüler ve Godfrey kaderlerine, olması gereken her neresiyse oraya gittikçe yaklaştıklarını hissetti. Elbette, oraya ulaşmalarına izin veremezdi, bir an önce hamlesini yapması gerekiyordu. Volusia'nın içine girme amacına ulaşmıştı fakat artık hepsi yakalanmadan bu gruptan bir an önce ayrılmalılardı.

Godfrey etrafına bakınca kalbini yerinden oynatan bir şey gördü: köle efendiler, şimdi köle konvoyunun en önünde toplanıyorlardı. Bu elbette çok mantıklıydı. Tüm kölelerin bir arada zincirlendiklerine bakılırsa kaçacakları bir yer olamazdı ve köle efendilerinin artık arka tarafı korumak gibi bir zorunlulukları yoktu. Köleleri sıralarında bir aşağı bir yukarı kırbaçlamaya devam eden yalnız köle efendisi dışında konvoyun arkasından dikkat çekmeden sıvışırken onları durdurabilecek kimse yoktu. Kaçıp gizlice Volusia sokaklarına karışabilirlerdi.

Godfrey çabuk hareket etmeleri gerektiğini biliyordu fakat bu cesur hamleyi yapmayı ne zaman aklından geçirse kalbi yerinden çıkacak gibi oluyordu. Zihni ona gitmesini söylüyor fakat vücudu sürekli olarak duraksıyordu, cesaretini bir türlü toplayamıyordu.

Godfrey hala burada olduklarına, bu duvarların içine gerçekten geçtiklerine inanamıyordu. Bu rüya gibiydi fakat bu rüya gittikçe kötüleşiyordu. Şarabın yarattığı baş dönmesi geçiyordu ve etkisini yitirdikçe tüm bunların ne kadar korkunç bir karar olduğunu anlıyordu.

"Buradan çıkmamız gerek," diyerek öne eğildi Merek, fısıltısı aceleydi. "Hareket etmemiz gerekiyor."

Godfrey kafasını sallayıp yutkundu, ter gözlerine batıyordu. Bir yanı haklı olduğunun farkındaydı, fakat diğer bir yanı kesinlikle en doğru zamanı bekliyordu.

"Hayır," diye cevapladı. "Henüz değil."

Godfrey etrafına baktı, sadece koyu tenli olanlar değil her türden kölenin zincirlenerek Volusia sokaklarında sürüklendiklerini gördü. İmparatorluk güçleri sanki İmparatorluk'un her köşesinden topladıkları  ırkları yani İmparatorluk ırkından olmayan, parlak sarı tenleri, ekstra uzunlukları, geniş omuzları ve kulak arkasındaki küçük boynuzları olmayan tüm herkesi köle yapmayı başarmıştı.

"Ne bekliyoruz?" diye sordu Ario.

"Açık sokaklara kaçacak olursak," dedi Godfrey, "çok dikkat çekmiş oluruz. Yakalanabiliriz de. Beklemeliyiz."

"Neyi beklemeliyiz?" diye ısrar etti Merek, sesi öfkeliydi.

Godfrey kafasını salladı, afallamıştı. Planı kötüye gidiyor gibi hissediyordu.

"Bilmiyorum," dedi.

Bir köşeyi daha döndükleri sırada tüm Volusia şehri önlerine serildi. Godfrey bu manzaraya hayranlıkla baktı.

Gördüğü en inanılmaz şehirdi burası. Godfrey, bir kralın oğlu olarak büyük, heybetli , zengin ve sağlam şehirlerde bulunmuştu. Dünya üzerindeki en güzel şehirlerden bazılarına gitmişti. Bunların içinden sadece bir kaçı, Savaria, Silesia ya da en önemlisi Kraliyet Sarayı'na rakip olabilirdi. Öyle kolay etkilenmezdi.

Fakat daha önce böyle bir şey görmemişti. Burası güzelliğin, nizamın, gücün ve zenginliğin evet kesinlikle en çok da zenginliğin birleşimiydi. Godfrey'in gözüne ilk çarpan heykeller olmuştu. Şehir boyunca her tarafta Godfrey'in tanımadığı tanrılara ait heykeller vardı. Bir tanesi deniz tanrısı, diğeri gök tanrı, diğeri dağların tanrısı gibi duruyordu. Her yerde onlara selam veren küme küme insanlar vardı. Uzakta,  otuz metre yüksekliğinde devasa bir altın heykel, Volusia şehrine tepeden bakıyordu. İnsanlar bunun önünde eğiliyorlardı.

Godfrey'i şaşırtan diğer bir manzara ise altından yapılma, parlak, kusursuz sokaklardı. Herşey mükemmel derecede titiz ve temizdi. Tüm binalar taştandı ve mükemmel şekillere sahipti, bir taş bile yanlış dizilmemişti. Şehir sokakları bitmek tükenmek bilmez gibiydi, şehir ufka kadar uzuyordu. Onu daha da çok şaşırtan şey ise kanallar ve su yollarının bazen kemerli, bazen dairesel şekillerle gelip sokaklarla kesişmesi ve okyanusun mavi dalgalarını taşıyarak şehrin yağ gibi akmasını sağlamasıydı. Bu suyolları sokakların altından girip üstünden çıkarak onları çapraz şekilde kesen  zarif, işlemeli altın damarlarla  doluydu.

Şehir limandan yansıyan ışıklarla doluydu, çarpan dalgaların ezeli sesleri baskındı. Bir atnalı şeklindeki bu şehir kıyı limanını sarıyor ve dalgalar altın dalgakırana çarpıyorlardı. Okyanusun parlak ışıkları arasında tepeden yansıyan iki güneşin ışınları ve ezeli altın manzarayla Volusia gözleri kamaştırıyordu. Hepsini çerçeveleyen liman girişinde yükselen iki sütun neredeyse gökyüzüne değiyor ve güç abidesi olarak duruyorlardı.

Godfrey, şehrin göz korkutmak için oluşturulduğunu, zenginliğinin dışarıya başarıyla aktarıldığını fark etti. Bu, kalkınma ve medeniyet emarelerini bariz şekilde gösteren bir şehirdi ve eğer Godfrey burada yaşayanların zulümlerinden haberdar olmasa kendisi de bu şehre bayılabilirdi. Burası Halka'da olan her şeyden çok daha farklıydı. Halka'nın şehirleri destek, koruma ve savunma için inşa edilmişti. Tıpkı halkı gibi oldukça mütevazi ve gösterişsizdi. İmparatorluk'un bu şehirleri ise açık ve korkusuzlardı ayrıca zenginliği sürdürmek için inşa edilmişlerdi. Godfrey bunun mantıklı olduğunu fark etti neticede İmparatorluk şehirlerinde saldırılardan korkacak kimse yoktu.

Godfrey ileriden gelen bir feryat duydu ve dar sokağı geçip köşeden döndüklerinde aniden önlerinde geniş bir avlu ile arkasındaki liman göründü. Burası taştan yapılma geniş bir meydandı, şehrin en büyük kavşaklarını oluşturan onlarca sokak çeşit çeşit yönlere uzanıyordu. Tüm bunlar yaklaşık yirmi metre yukarıya uzanan taştan bir kemerden bakılınca görülebiliyordu. Godfrey hemen buradan geçer geçmez açık alana varacaklarını ve diğer herkesle birlikte görünür olacaklarını anladı. Farklı yönlere dağılamayacaklardı.

Daha da fenası, Godfrey her yönden akın akın gelen, köle efendiler tarafından yönlendirilen köleler görüyordu, bu insanlar İmparatorluk'un dört bir yanından farklı ırklara mensup kölelerdi, hepsi zincire vurulmuş ve okyanusun dibindeki yüksek bir platforma doğru sürükleniyorlardı. Köleler platformun üzerinde ayakta dururken, zengin İmparatorluk halkı onları inceleyip tekliflerini sunuyorlardı. Sanki bir açık arttırmadalardı.

Bir tezahürat sesi geldiğinde Godfrey bir İmparator soylusunun beyaz tenli, uzun ve tel tel saçlı bir kölenin çenesini incelediğini gördü. Soylu memnuniyetle kafasını sallayınca, köle efendilerden biri gelip sanki bir işi sonuca bağlamış gibi köleyi prangaya vurdu. Köle efendi köleyi gömleğinin arkasından tutup platformdan aşağı yüzü koyun fırlattı. Adam uçarak sert bir şekilde yere çarptı ve kalabalık neşeyle tezahüratta bulunurken çok sayıda asker öne gelip onu sürükledi.

Şehrin bir başka köşesinden başka bir köle grubu daha çıktığında Godfrey içlerinden en  irilerinin, diğerlerine göre yaklaşık otuz santim daha uzun, güçlü ve sağlıklı olanının itilip kakıldığını gördü. Bir İmparatorluk askeri baltasını kaldırınca köle duruma kendini hazırlamaya çalıştı.

Fakat köle efendi baltasını kafasına indirmek yerine zincirleri kopardı; metalin taşa çarpma sesi avlu boyunca kulaklarda çınladı.

Köle aklı karışmış bir halde köle efendiye baktı.

"Özgür müyüm?" diye sordu.

Fakat çok sayıda asker öne atılıp kölenin kollarını tutarak limanın dibinde yer alan heykelin, ayaklarının dibine dalgalar çarparken parmağıyla denizi işaret eden bir başka büyük, altından yapılma Volusia heykelinin altına sürüklediler onu.

Askerler adamın yüzü yere gelecek şekilde, heykelin altında onu sıkı sıkı tutarken kalabalık da etrafına toplandı.

Adam, "HAYIR!" diye bağırdı.

İmparatorluk askeri öne gelip baltasını yeniden kaldırdı fakat bu sefer adamın kafasını kopardı.

Kalabalık kendinden geçmiş şekilde bağırdı, hepsi dizlerinin üstüne çöküp kafalarını yere değdirerek kanın ayaklarına karıştığı heykele tapındılar.

"Tanrıçamıza bir kurban!" diye bağırdı asker. "Size meyvelerimizden ilkini ve en güzelini adıyoruz!"

Kalabalık tekrar tezahüratta bulundu.

"Seni bilemem," diyen Merek'in sesi paniğiyle Godfrey'in kulağında duyuldu, "fakat ben bir put için kurban edilmeyeceğim. Bugün değil."

Birden bir başka kırbaç sesi duyulunca Godfrey giriş yoluna yaklaştıklarını gördü. Kalbi sözlerinin doğruluğunu ve Merek'in haklı olduğunu biliyordu, kalbi deli gibi atıyordu. Hemen ve hızlıca bir şeyler yapması gerektiğinin farkındaydı.

Godfrey ani bir hareketle döndü. Gözünün ucuyla, parlak kırmızı cübbe giymiş ve başlıklarını takarak sokağın diğer yönüne doğru hızla yürüyen beş adam gördü. Beyaz tenleri, soluk elleri ve yüzleri olduğunu; İmparatorluk ırkının heybetinden daha küçük olduklarını gördü ve kim olduklarını hemen anladı: Finlilerdi. Godfrey'in en büyük yeteneklerinden biri sarhoşken bile anlatılan hikayeleri unutmamasıydı ve geçen ay boyunca Sandara'nın halkı bir çok defa yangından sonra Volusia'nın hikayesini anlatmışlardı. Şehri betimlemelerini, tarihini ve köleleştirilen tüm ırkları dinlemişti. İçlerinde sadece özgür bir ırk vardı: Finliler. Hükümdarlıktaki tek istisna. Çok zengin, birbirlerine çok bağlı ve ticaretteki güçlerinden dolayı vazgeçilemez oldukları için nesillerdir özgür yaşamalarına izin veriliyordu. Oldukça soluk tenleri, parlak kırmızı cübbeleri ve ateş kırmızısı saçlarıyla dendiğine göre çok kolay göze çarpıyorlardı.

Godfrey'in bir fikri vardı. Ya şimdi hareket edeceklerdi ya da asla.

"HADİ!" diye seslendi arkadaşlarına.

Godfrey döndü ve harekete geçerek topluluğun arkasından kölelerin şaşkın bakışları altında koşmaya başladı. Rahatlayarak gördü ki, diğerleri de topuklayarak onu takip ettiler.

Godfey, belindeki ağır altın keselerinin ağırlığıyla soluyarak koşuyordu, diğerleriyse hareket ederken şıngırdıyorlardı. İleride beş Finlinin dar bir sokağa döndüklerini görünce doğrudan onlara koştu ve İmparatorluk gözlerince fark edilmeden köşeyi dönebilmeleri için dua etti.

Kalbi kulaklarında atan Godfrey köşeyi döner dönmez karşısında Finlileri buldu, hiç düşünmeden havaya atılıp grubun üstüne arkalarından çullandı.

Üçünü yere indirmeyi başardı, onlarla beraber yerde yuvarlanırken taştan zemine düşünce kaburgaları ağrıdı. Kafasını kaldırınca onu izleyen Merek'in bir başkasını yere indirdiğini, Akorth'un zıplayıp bir diğerini aşağı aldığını ve nihayet Fulton'un da topluluğun en küçüğü olan sonuncusuna atıldığını gördü. Godfrey, Fulton'un adamı kaçırarak onu indirmek yerine yere yuvarlanmasını ancak sağlayabildiğini görünce sinirlendi.

Godfrey birini yere doğru bastırıp diğerini tuttu ama en küçük olanının oradan kurtulup kaçarak köşeyi dönmek üzere olduğunu görünce telaşlandı. Kafasını kaldırıp göz ucuyla Ario'nun sakin bir tavırla öne geldiğini, uzanarak yerden bir taş alıp inceledikten sonra geriye uzanıp öne fırlattığını gördü.

Mükemmel bir atıştı. Tam köşeyi dönerken Finlinin şakağına isabet ederek adamı yere serdi. Ario hemen oraya koşup cübbesini çıkardı ve Godfrey'in niyetini anladığı için hemen üstüne giymeye başladı.

Godfrey hala diğer Finliyle uğraşırken nihayet uzandı ve yüzüne dirseğini sertçe geçirerek onu bayılttı. Akorth Finliyi sonunda gömleğinden tuttu ve kafasını iki kez taş zemine çarparak icabına baktı. Merek altındaki adamın bayılmasına yetecek kadar altında tuttu ve Godfrey baktığında Merek'in son Finliye doğru yuvarlanıp boğazına hançerini dayadığını gördü.

Godfrey, Merek'e durması için bağırmak üzereyken bir ses ondan önce davranarak havayı kesti:

"Hayır!" diye emretti sert ses.

Godfrey, Ario'nun Merek'in yanı başında ona küçümseyerek baktığını gördü.

"Onu öldürme!" diye emretti Ario.

Merek kaşlarını çattı.

"Ölü adamlar konuşamaz," dedi Merek. "Eğer bırakırsam hepimiz ölürüz."

"Umurumda değil," dedi Ario, "sana bir şey yapmadı. Öldürülmeyecek."

Merek karşı koyarak yavaşça ayaklarının üzerinde doğruldu ve Ario'ya baktı. Yüz yüze duruyorlardı.

"Benim yarım kadarsın çocuk," diye tersledi Merek, "elimde de bir hançer var. Beni tahrik etme."

"Senin yarın kadar olabilirim," diye sakince cevapladı Ario, "ama senden iki kat hızlıyım. Bana davranırsan senden hançerini alır sen daha savuramadan boğazını keserim."

Godfrey bu konuşmadan en çok Ario böylesine sakin kalabildiği için etkileniyordu. Bu gerçek üstüydü. Gözlerini kırpmamıştı, tek bir kası bile hareket etmiyordu ve sanki dünyanın en sakin konuşmasını yapıyor gibiydi. Kelimeleri çok ikna ediciydi.

Merek de aynı şekilde düşünmüş olmalıydı ki hareket etmedi. Godfrey buna bir son vermesi gerektiğini biliyordu. Hem de hemen.

"Düşman burada değil," dedi Godfrey, aceleyle öne koşup Merek'in bileğini indirerek. "Orada. Birbirimizle savaşırsak hiç şansımız olmaz."

Neyse ki Merek bileğini indirmesine izin verdi ve hançeri kınına soktu.

"Acele edin," diye ekledi Godfrey. "Hepiniz. Kıyafetlerini çıkarın ve üstünüze giyin. Artık Finlileriz."

Hepsi Finlilerin kıyafetlerini çıkarıp parlak kırmızı cübbe ve başlıklarını kuşandılar.

"Bu çok gülünç," dedi Akorth.

Godfrey onu inceledi ve göbeğinin cübbeden taştığını  ayrıca kollarının uzun kaldığını gördü, cübbe kısa gelmiş, bileklerini açıkta bırakmıştı.

Merek kıs kıs gülüyordu.

"Bir bira fazla içmişsin," dedi.

"Bunu giymem!" diye çıkıştı Akorth.

"Bir moda gösterisinde değiliz," dedi Godfrey. "Fark edilmeyi mi tercih ederdin?"

Akorth, homurdandı ama şikayetinden vazgeçti.

Godfrey orada durup düşmanlarla çevrili bu barbar şehirde karşısında kırmızı cübbeleriyle duran beşine baktı. Şanslarının en iyi ihtimalle çok düşük olduğunu biliyordu.

"Şimdi ne yapıyoruz?" diye sordu Akorth.

Godfrey döndü ve şehir dışına uzanan arka sokağın en sonuna baktı. Zamanın geldiğini artık biliyordu.

"Volusia'da neler varmış gidip bakalım."

₺70,35
Yaş sınırı:
16+
Litres'teki yayın tarihi:
10 eylül 2019
Hacim:
304 s. 8 illüstrasyon
ISBN:
9781632916693
İndirme biçimi:
Metin
Ortalama puan 4,8, 6 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,8, 5 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre