Kitabı oku: «Kılıç Ayini »
Morgan Rice Hakkında
Morgan Rice, USA Today’in 1 numaralı çok satan destansı on yedi Kitaplık FELSEFE YÜZÜĞÜ; on bir Kitaplık (ve hala devam eden) genç yetişkin serisi 1 numaralı çok satan VAMPİR GÜNLÜKLERİ; 2 Kitaptan oluşan (ve devam eden) kıyamet sonrası gerilim, 1 numaralı çok satan KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ; ve yeni destansı fantezi serisi KRALLAR VE BÜYÜCÜLER Kitaplarının 1 numaralı çok satan yazarıdır. Morgan’ın Kitapları hem basılı hem de sesli olarak bulunabilir ve çeviriler 25 dilde mevcuttur.
Morgan sizi dinlemeyi çok seviyor, dolayısıyla lütfen www.morganricebooks.com adresini ziyaret edip eposta listesine eklenin, ücretsiz bir Kitap kazanın, ücretsiz hediyeler alın, ücretsiz uygulamaları indirin, Facebook ve Twitter ile bağlanın ve irtibatta kalın!
Morgan Rice İçin Yazılan Övgülerden Bazıları
“FELSEFE YÜZÜĞÜ ani bir başarı için her şeye sahip: olay örgüsü, karşı tema, gizem, yürekli şövalyeler, kırık kalplerle dolu yeşeren aşklar, dalavere ve ihanet.Her yaştaki okuyucuya hitap ediyor ve saatlerce zihninizi meşgul tutabiliyor. Tüm fantezi okurlarının kütüphanesinde bulunmasını tavsiye ettiğimiz bir kitap.”
–-Books and Movie Reviews, Roberto Mattos
“Eğlenceli bir epik fantezi.”
–Kirkus Reviews
“Dikkate değer bir şeylerin başlangıcı burada.”
–-San Francisco Book Review
“Aksiyon dolu …. Rice'ın yapıtı oldukça sağlam ve olay örgüsü merak uyandırıcı.”
–-Publishers Weekly
“Sürpizlerle dolu bir fantezi …. Bu, genç yetişkin fantezi serisi olma belirtisinin sadece başlangıcı.”
–-Midwest Book Review
Morgan Rice Kitapları
KRALLAR VE BÜYÜCÜLER
EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ (1. Kitap)
CESURUN YÜKSELİŞİ (2. Kitap)
ONURUN BEDELİ (3. Kitap)
BİR KAHRAMANLIK OCAĞI (4. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ
KAHRAMANLARIN GÖREVİ (1. Kitap)
KRALLARIN YÜRÜYÜŞÜ (2. Kitap)
EJDERHALARIN KADERİ (3. Kitap)
BİR ŞEREF HAYKIRIŞI (4. Kitap)
ŞEREF YEMİNİ (5. Kitap)
KAHRAMANLIK SALDIRISI (6. Kitap)
KILIÇ AYİNİ (7. Kitap)
SİLAHLARIN TESLİMİ (8. Kitap)
BÜYÜLÜ GÖKYÜZÜ (9. Kitap)
KALKAN DENİZİ (10. Kitap)
ÇELİĞİN HÜKÜMDARLIĞI (11. Kitap)
ATEŞ ÜLKESİ (12. Kitap)
KRALİÇELERİN YÖNETİMİ (13. Kitap)
KARDEŞLERİN YEMİNİ (14. Kitap)
ÖLÜLERİN DÜŞÜ (15. Kitap)
ŞOVALYELERİN MIZRAK DÖVÜŞÜ (16. Kitap)
SAVAŞIN ARMAĞANI (17. Kitap)
KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ
ARENA BİR (1. Kitap)
ARENA 2 (2. Kitap)
VAMPİR GÜNLÜKLERİ
DÖNÜŞÜM (1. Kitap)
SEVİLMİŞ (2. Kitap)
ALDATILMIŞ (3. Kitap)
YAZGI (4. Kitap)
ARZULANMIŞ (5. Kitap)
NİŞANLI (6. Kitap)
YEMİNLİ (7. Kitap)
BULUNMUŞ (8. Kitap)
CANLANDIRILMIŞ (9. Kitap)
GÖMÜLMÜŞ (10. Kitap)
KADER (11. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ serisini sesli kitap formatında Dinleyin!
Morgan Rice © 2012
Tüm hakları saklıdır. Bu yayının herhangi bir bölümü, 1976 ABD Telif Hakları Kanunu ile izin verilenin dışında, yazarın önceden izni olmaksızın, hiçbir formatta ve hiçbir amaçla çoğaltılamaz, dağıtılamaz veya yayılamaz veya bir veri tabanı veya bilgi kurtarma sisteminde saklanamaz.
Bu eKitap sadece sizin kullanımınız için lisanslanmıştır. Bu eKitap başkalarına tekrar satılamaz veya verilemez. Eğer bu kitabı paylaşmak istiyorsanız lütfen her birey için birer ek kopya satın alın. Eğer bu kitabı okuyorsanız fakat satın almadıysanız veya sadece sizin kullanımınız için satın alınmadıysa lütfen satın alan kişiye iade edin ve kendinize bir kopya satın alın. Yazarın emeğine saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederiz.
Bu kitap kurgusal bir eserdir. İsimler, karakterler, işletmeler, kuruluşlar, mekânlar, olaylar ve durumlar yazarın hayal ürününün eserleridir ve kurgusal amaçla kullanılmıştır. Gerçek hayattaki ölü veya yaşayan herhangi biri ile benzerlik tamamen tesadüfîdir.
Telif hakları RazoomGame’e ait Jacket adlı eser, Shutterstock.com lisansı ile kullanılmıştır.
“Bana açıklayacağın şey nedir? Şayet herkesin yararına olacaksa, bir gözüne şerefi, diğerine ölümü yerleştir ki, ikisine de tarafsızca bakayım. Şeref ismini ölümden korktuğumdan fazla sevdiğim için, tanrılar yardımcım olsun.”
--William ShakespeareJül Sezar
BİRİNCİ BÖLÜM
Thorgrin Halka’nın uçsuz bucaksız kırlık alanının tepesinden güneye, Gwendolyn’e doğru bir yere uçan Mycoples’in sırtında ilerliyordu. Aşağıya bakarken Kader Kılıç’ını kavradı ve Andronicus’un milyon askerlik ordusunun engin Halka’yı bir çekirge sürüsü gibi sere serpe kapladığını gördü. Kılıç’ın elinde bir nabız gibi attığını hissetti ve ona ne yaptırmak istediğini anladı. Halka’yı koruyacaktı. İstilacıları geri püskürtecekti. Kılıç adeta ona emir veriyor gibiydi… Thor’sa ona itaat etmekten fazlasıyla memnundu.
Kısa bir süre sonra, Thor geriye doğru bir daire çizecek ve istilacıların teker teker yaptıklarının bedelini ödemesini sağlayacaktı. Artık Kalkan tekrar kalktığına göre, Andronicus ve adamları orada mahsur kalmışlardı, daha fazla İmparatorluk destek birliği içeri sızamazdı; Thor da her birini öldürmeden rahat etmeyecekti.
Ama henüz öldürme vakti gelmemişti. Thor’un yapması gereken ilk şey tek gerçek aşkını, o sınırları aştığından beri hasretini çektiği kadını bulmaktı: Gwendolyn. Thor ona tekrar bakmak, sarılmak, hayatta olduğunu öğrenmek için can atıyordu. Gömleğinin içine annesinin yüzüğünü yerleştirmişti ve bunu Gwen’e sunup, aşkını itiraf edip evlenmek teklif etmek için yanıp tutuluyordu. Gwen’in başına her ne gelmiş olursa olsun, aralarında hiçbir şeyin değişmediğini bilmesindi istiyordu. Ona hala eskisi kadar çok seviyordu, hatta daha fazla seviyordu ve bunu bilmesini istiyordu.
Mycoples hafif bir uğultu çıkarıyordu ve Thor onun pullarının arasından titreşimi hissedebiliyordu. Mycoples’in de Gwendolyn’in başına bir şey gelmeden ona varmak istediğini sezinliyordu. Mycoples bulutların altına dalıyor, içine girip çıkıyor, iri kanatlarını çırpıyordu ve orada, Halka’nın içinde olmaktan ve Thor’u sırtında taşımaktan memnunmuş gibi gözüküyordu. Aralarındaki bağ giderek güçleniyordu; Thor Mycoples’in onun her düşüncesini ve isteğini paylaştığını hissediyordu. Adeta bir uzantısının üstünde gidiyor gibiydi.
Thor bulutlarından arasına girip çıkarak yoluna devam ederken, düşünceleri Gwendolyn’e kaydı. Eski Kraliçe’nin sözleri düşüncelerine hâkim oluyor, sürekli aklına geliyordu, ama Thor bunları düşünmemeyi tercih ediyordu. Kraliçe’nin anlattıkları ona aklına hayaline gelmeyecek bir biçimde acı vreiyordu. Andronicus mu? Babası mıydı?
Olamazdı. Thor’un bir yanı bunun daha ilk baştan ondan nefret eden eski Kraliçe’nin oynadığı bir başka oyun olduğunu umuyordu. Belki de onu rahatsız etmek, sebebi her neyse kızından uzak tutmak için aklına yanlış düşünceler yerleştirmek istemişti. Thor çaresizce buna inanmak istiyordu.
Ama Kraliçe bunu anlatırken, sözcükler Thor’un bedeninde ve ruhunda yankılanmış, içine işlemişti. Bunların doğru olduğunu biliyordu. Doğru olmadığını düşünmek istese de, Kraliçe bunları söyler söylemez Andronicus’un gerçekten de babası olduğunu anlamıştı.
Bu düşünce Thor’un üstüne bir kâbus gibi çökmüştü. Her zaman zihninin gerisinde bir yerlerde babasının Kral MacGil olduğunu, Gwen’in onun öz kızı olmadığını umup dua etmişti; böylece, birlikte olabilirlerdi. Thor her zaman babasının kim olduğunu öğrendiği gün dünyadaki her şeyin daha mantıklı olmasını, kaderinin açıklığa kavuşacağını ummuştu.
Babasının bir kahraman olmadığını öğrenmek bir şeydi. Bunu kabul edebilirdi. Ama onun bi canavar olduğunu, canavarların en kötüsü olduğunu, her şeyden öte Thor’un ölmesini istediği adam olduğunu öğrenmesi idrak etmekte zorluk çektiği bir durumdu. Thor Andronicus’un kanını taşıyordu. Bu, Thor için ne anlama geliyordu? Thor’un da bir canavar olmaya mahkûm olması mı demekti? Damarlarında sinsi sinsi kötü bir şey mi gizleniyordu? Onun gibi mi olacaktı? Yoksa aynı kanı paylaştıkları halde ondan farklı olması mümkün müydü? Kader de kanla mı nesilden nesle geçerdi? Yoksa her nesil kendi kaderini mi yaratırdı?
Thor bir yandan da tüm bunların Kader Kılıcı için ne anlama geldiğini anlamaya çabalıyordu. Şayet efsane doğruysa ve sadece bir MacGil kılıcı kullanabiliyorsa, Thor aynı zamanda bir MacGil miydi? Bu doğruysa, Andronicus nasıl babası olabilirdi? Tabii, Andronicus her nasılsa bir MacGil değilse.
En kötüsü de, Thor bu haberi Gwendolyn’le nasıl paylaşacaktı? Onun ne çok nefret ettiği düşmanının oğlu olduğunu nasıl söyleyecekti? Ona saldırılmasını emreden adam. Gwen kesin Thor’dan nefret edecekti. Thor’a her baktığında, Andronicus’un suratını görecekti. Ama Thor’un yine de bu durumu ona anlatması gerekiyordu… Bu sırrı ondan saklayamazdı. Bu sır ilişkilerini mahveder miydi?
Thor öfkeden çıldırmak üzereydi. Andronicus babası olduğu, bunu ona yaptığı için ona saldırmak istiyordu. Uçarlarken, Thor aşağıya baktı ve alanı gözden geçirdi. Andronicus’un orada bir yerlerde olduğunu biliyordu. Çok geçmeden onunla karşı karşıya gelecekti. Onu bulacaktı. Yüzleşecekti. Sonra da onu öldürecekti.
Ama önce Gwendolyn’i bulmalıydı. Güney Orman’ının üstünden geçerlerken, Thor Gwen’in yakınlarda olduğunu hissetti. İçinde Gwen’in başına bir şey geleceğine dair kötü bir his vardı. Gwen’in her an son anını yaşayabileceğini hissederek Mycoples’i daha da hızlı gitmeye zorladı.
İKİNCİ BÖLÜM
Gwendolyn rahibelerin ona verdiği kapkara giysilerle Sığınak Kulesi’nin üst siperlerinde tek başına durmuş, çoktan ezelden beri oradaymış gibi hissediyordu. Rahibeler onu konuşmadan karşılamışlardı ve sadece rehberi olan tek bir rahibe bir kere ona orasının kurallarını anlatmıştı: Konuşmak yasaktı, diğer rahibelerle de iletişim kurmayacaktı. Orada bütün kadınlar kendi başlarına, kendi evrenlerinde yaşıyorlardı. Her biri yalnız kalmak istiyordu. Orası bir sığınak kulesiydi, iyileşmek isteyenlerin bulunduğu bir yerdi. Gwendolyn orada dünyadaki tüm tehlikelerden uzak olacaktı. Ama yalnız da olacaktı. Hem de yapyalnız.
Gwendolyn bunun ne anlama geldiğini gayet iyi biliyordu. O da yalnız kalmak istiyordu.
O sırada, kulenin tepesinde durmuş, Halka’nın Güney Ormanı’nın ağaçlarının tepesinin oluşturduğu uçsuz bucaksız manzarayı izliyor ve kendisini hiç olmadığı kadar yalnız hissediyordu. Güçlü olması gerektiğini, bir savaşçı olduğunu biliyordu. Bir Kral’ın kızıydı ve muhteşem bir savaşçının karısıydı. Daha doğrusu, karısı sayılırdı.
Ama Gwendolyn ne kadar güçlü olmak istese de, kalbinin ve ruhunun hala yaralı olduğunu itiraf etmesi gerekiyordu. Thor’u çok özlüyordu ve ona asla geri dönmeyeceğinden korkuyordu. Zaten Thor geri dönse bile, başına enler geldiğini öğrendiği anda bir daha onunla birlikte olmak istemeyecek diye korkuyordu.
Gwen ayrıca Silesia’nın yok edildiğini, Andronicus’un kazandığını ve önemsediği herkesin ya öldüğünü, ya da tutsak alındığını bildiği için de içinin bomboş olduğunu hissediyordu. Andronicus artık her yerdeydi. Halka’yı tamamıyla ele geçirmişti ve kaçacak yer kalmamıştı. Gwen çaresiz ve bitkin hissediyordu; o yaştaki bir kişinin olmaması gerekeceği kadar bitkindi. En kötüsü de, herkesi yarı yolda bırakmış gibi hissediyordu; sanki o ana dek birçok hayat yaşamıştı ve artık başka bir şey yaşamak istemiyordu.
Çıkıntıda siperlerin en kenarına, durması gereken noktanın ötesine doğru bir adım attı. Kollarını yavaşça kaldırdı ve avuçlarını yana tutu. Serin ve ani bir esinti, kışın o dondurucu rüzgârlarını hissetti. Rüzgâr dengesini bozdu ve uçurumun kenarında sendeledi. Aşağıya bakınca, ne kadar yüksekte olduğunu gördü.
Gwendolyn göğe bakıp Argon’u düşündü. Nerede olduğunu, kendi evreninde mahsur kalmış bir halde onun için cezasını nerede çektiğini merak etti. Onu o anda görebilmek, son bir kere bilgeliğini duyabilmek için her şeyi verebilirdi. Belki bu onu kurtarır, geri dönmesini sağlardı.
Ama Argon gitmişti. O da bir bedel ödemişti ve geri dönemezdi.
Gwen gözlerini yumdu ve son bir kez Thor’u düşündü. Thor orada olsaydı, her şey değişirdi. Dünyada onu gerçekten seven tek bir kişi sağ kalmış olsaydı, belki de yaşamaya devam etmek için bir nedeni olabilirdi. Ufka baktı ve elinde olmaksızın Thor’u görmeyi umdu. Hızla süzülen bulutlara bakarken, ufukta bir yerde, bir ejderhanın kükreyişini duyar gibi oldu. Ses öylesine uzaktan ve cılız geliyordu ki, bunu hayal etmiş olmalıydı. Zihni sadece ona oyun oynuyordu. Halka’nın içinde hiçbir ejderhanın olamayacağını biliyordu. Tıpkı Thor’un uzaklarda olduğunu, İmparatorluk’ta sonsuza dek asla geri dönmeyeceği bir yerde kaybolduğunu bildiği gibi.
Thor’u ve birlikte geçirebilecekleri hayatı düşünürken Gwen’in gözyaşları yanaklarından süzüldü. Bir zamanlar ne kadar yakın olduklarını düşündü. Suratının ifadesini, sesinin nasıl çıktığını, gülüşünü düşündü. Birbirlerinden ayrılmaz olacaklarına, hiçbir şey yüzünden asla ayrılmayacaklarına o kadar emin hissetmişti ki.
“THOR!” Gwendolyn başını geriye attı ve çıkıntının kenarında sallanarak bağırdı. Thor’un ona geri dönmesini istedi.
Ama sesi rüzgârda yankılanıp dindi. Thor dünyalar kadar uzaktaydı.
Gwendolyn elini kaldırıp Thor’un ona verdiği, bir keresinde hayatını kurtarmış olan tılsıma elledi. O tek şansı kullanmış olduğunu biliyordu. Artık başka şansı kalmamıştı.
Gwendolyn kenardan aşağıya bakınca, babasının suratını gördü. Babasının etrafı beyaz bir ışıkla çevriliydi ve ona gülümsüyordu.
Öne eğilip tek ayağını ıkıntıdan öteye sarkıttı ve esintiye karşı gözlerini yumdu. İki dünya arasında, yaşayanlar ve ölüler dünyalarının arasında asılı kaldı. Gayet dengede duruyordu ve bir sonraki şiddetli rüzgârın hangi yöne gideceğine karar vereceğini biliyordu.
Thor, diye düşündü. Beni affet.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Kendrick MacGiller’in, Silesialılar’ın ve Halka’nın özgür kalan diğer vatandaşlarından oluşan büyük ve giderek büyümeye devam eden ordunun önünden ilerlerken, hep birlikte Silesia’nın ana kapılarından dışarı fırladılar ve geniş yola çıkıp doğuya, Andronicus’un ordusunun bulunduğu yöne ilerlemeye koyuldular. Yanında Srog, Brom, Atme ve Godfrey, arkalarındaysa Reece, O’Connor, Conven, Elden ve Indra’yla birlikte binlerce savaşçı vardı. İlerlerlerken, binlerce İmparatorluk askerinin ejderhanın nefesiyle yanıp kapkara ve kaskatı kesilmiş bedenlerinin yanından geçtiler; diğerleriyse Kader Kılıç’ının iziyle ölmüştü. Thor tek kişilik bir ordu gibi yıkım dalgalarını serbest bırakmıştı. Kendrick bunlara baktı ve Thor’un yıkımının boyutlarına, Mycoples’in ve Kader Kılıcı’nın gücüne hayret etti.
Kendrick olayların nasıl değiştiğine de hayret etti. Sadece günler önce hepsi Andronicus’un boyunduruğu altında tutsaktı ve yenildiklerini itiraf etmeye zorlanmışlardı; Thor hala İmparatorluk’taydı, Kader Kılıcı’ysa yitirilmişti ve geri döneceklerine dair umutlar neredeyse tükenmişti. Kendrick ve diğerleri çarmıha gerilmiş, ölmeye terk edilmişlerdi ve her şey kaybedilmiş gibi gözüküyordu.
Ama bir kez daha Thor’un gelişiyle canlanıp özgür erkekler, askerler ve şövalyeler olarak ilerlerken, durum lehlerine çevrilmişti. Mycoples Tanrı’nın bir armağanıydı, gökten yağan bir yıkım gücüydü; Silesia artık özgür bir şehirdi ve Halka’nın kırlık alanları İmparatorluk askerleriyle değil, onların cesetleriyle doluydu. Doğuya giden yolun iki yanı göz alabildiğince İmparatorluk askerlerinin cesetleriyle kaplıydı.
Tüm bunlar son derece cesaret verici olsa da, Kendrick Andronicus’un yarım milyon adamının Yüksek Tepeler’in diğer tarafından beklediğini biliyordu. Geçici olarak yenilmişlerdi, ama onları pek de tamamıyla yok etmiş sayılmazlardı. Kendrick ve diğerleri öylece Silesia’da oturup Andronicus’un askerlerinin toparlanmasını ve bir kez daha saldırmalarını beklemek istemiyorlardı… Onlara kaçmaları ve İmparatorluk’a çekilmek için bir şans da vermek istemiyorlardı. Kalkan kalkmıştı ve Kendrick ve diğerleri düşman askerlerine göre çok az sayıda olmalarına rağmen, en azından artık savaşmak için bir şansları vardı. Artık Andronicus’un ordusu kaçıyordu ve Kendrick ve diğerleri Thor’un başlatmış olduğu zaferler zincirini sürdürmeye kararlıydı.
Kendrick arkasında onunla birlikte ilerlemekte olan binlerce askere ve özgür kalmış adama baktı ve suratlarındaki kararlı ifadeyi gördü. Her biri köleliği, yenilgiyi tatmıştı ve artık bir kez aha özgür olmayı ne kadar takdir ettiklerini görebiliyordu. Sırf kendileri için değil, karıları ve aileleri için de. Her biri Andronicus’a yaptıklarının bedelini ödetmek ve bir daha saldırmayacağından emin olmak için canlanmış ve cesaret kazanmıştı. Ölümüne savaşmaya hazır adamlardan oluşan bir ordu olmuşlardı ve tek bir beden gibi ilerliyorlardı. Gittikleri her yerde, daha da çok insanı kurtarıyor, zincirlerini kırıyor ve giderek genişleyen ve büyüyen bir ordu kuruyorlardı.
Kendrick de hala çarmıha gerildiği zamanın etkisinden yeni yeni kurtuluyordu. Bedeni hala eskisi kadar güçlü değildi ve sert bağların dersini kestiği kol ve ayak bileklerindeki acı bir türlü dinmemişti. Haçta yanında olan Srog, Brom ve Atme’ye baktı ve onların da eskisi kadar güçlü olmadıklarını fark etti. Çarmıha gerilmek hepsini güçten düşürmüştü. Ama yine de hepsi gururla, cesaretle ilerliyordu. Hiçbir şey insanın hayatı için bir savaşma şansı elde etmesi, intikam alma fırsatı kazanması ve yaralarını unutması gibi değildi.
Kendrick erkek kardeşi Reece’in ve diğer Lejyon kardeşlerinin görevlerinden dönüp yanında ilerliyor olmalarına da inanılmaz mutlu olmuştu. Lejyon’un Silesia’da katledilişini izlemek onu paramparça etmişti ve bu insanların yuva bildikleri şehrin ger alınması acılarını biraz olsun dindirmişti. Büyürlerken Reece’e hep yakın olmuş, onu korumuş, Kral MacGil’in çok meşgul olduğu zamanlarda ikinci bir baba rolünü üstlenmişti. Bazı açılardan, onun tek yarım erkek kardeşi olması Kendrick’in Reece’le daha da yakınlaşmasına fırsat vermişti; yakın olmaları için bir baskı söz konusu olmamıştı ve öyle olmayı tercih ettikleri için yakınlaşmışlardı. Kendrick asla diğer erkek kardeşlerine yakın olmamıştı… Godfrey hayatını işe yaramaz insanlarla meyhanede geçirmişti, Gareth’sa… Eh, Gareth da Gareth gibi davranmıştı. Reece kardeşleri arasında savaş alanını kucaklayan, Kendrick’in seçiği hayatı yaşamak isteyen tek kişi olmuştu. Kendrick onunla ne kadar gurur duysa az diye düşünüyordu.
Geçmişte, Kendrick Reece’le birlikte ata bindiğinde hep korumacı davranmış, gözünü ondan ayırmamıştı; ama geri döndüğünden beri, Kendrick kardeşinin gerçek ve azılı bir savaşçıl olduğunu görebiliyordu. Dolayısıyla, artık onu o kadar da kollaması gerekmediğini hissediyordu. Reece’in öyle sert ve becerikli bir savaşçıya dönüşmesi için İmparatorluk’ta ne tür zorluklar çektiğini merak ediyordu. Onunla oturup öykülerini dinlemek için can atıyordu.
Kendrick Thor’un da döndüğüne çok Mutlu olmuştu; bunun tek nedeni Thor’un onları kurtarması değildi. Thor’u çok seviyor ve aşırı saygı duyuyordu; onu bir kardeşiymiş gibi önemsiyordu. Thor’un geri dönüşü ve Kılıcı kullanışı hala gözlerinin önünden gitmiyordu. Bunu unutamamıştı. Hayatında asla görmeyi beklediği bir manzara değildi; işin aslı, Thor’un, kendi adamının, halkanın etrafındaki ufak bir çiftçi köyünden ufak tefek, mütevazı bir çocuğun değil, kimsenin kader Kılıcı’nı kullanabileceğini görmeyi ummamıştı. Thor bir yabancıydı. Bir MacGil bile değildi.
Yoksa öyle miydi?
Kendrick bunu düşünüyordu. Aklından sürekli olarak efsane geçiyordu: Sadece bir MacGil Kılıcı kullanabilirdi. Kendrick’in kalbinin ta derinliklerinde onu kullanabilecek kişinin kendisi olacağını umduğunu itiraf etmesi gerekirdi. Gerçek bir MacGil olarak, ailesinin ilk dünyaya gelen erkek çocuğu olarak mirasının meşruiyetine son mühür olacağını ummuştu. Bir şekilde, şartların bunu denemesine olanak vereceğini hayal etmişti hep.
Ama ona bu şans asla verilmemişti ve Thor’un başarısından dolayı da onu kıskanmamıştı. Kendrick hırslı değildi; tam aksine, Thor’un kaderine hayret ediyordu. Ama olanlara bir anlam da veremiyordu. Efsane yanlış mıydı? Yoksa Thor bir MacGil miydi? Nasıl olabilirdi? Tabii, Thor da Kral MacGil’in oğluysa durum değişirdi. Kendrick bunun mümkün olup olmadığını düşündü. Babasının evliliği dışına birçok kadınla birlikte olduğu biliniyordu… Kral zaten bu şekilde babası olmuştu.
Thor bu yüzden mi annesiyle konuştuktan sonra Silesia’dan telaşla ayrılmıştı? Tam olarak ne konuşmuşlardı? Annesi söylemiyordu. Ondan, hepsinden ilk kez bir şey gizliyordu. Ama neden şimdi? Ne tür bir sır gizliyordu? Thor’un kimseye tek bir kelime bile etmeden çekip gitmesine yol açabilecek ne demiş olabilirdi?
Kendrick kendi babasını ve soyunu düşündü. Öyle olmasını istemese de, gayrı meşru oluşu onu yiyip bitiriyordu ve milyonuncu kez gerçek annesinin kim olduğunu merak ediyordu. Hayatı boyunca, babası Kral MacGil’in birlikte olduğu farklı kadınlarla ilgili çeşitli söylentiler duymuştu, ama kesin olarak asla bilememişti. Her şey düzeldiğinde, daha doğrusu düzelecek olursa ve Halka normale dönerse, Kendrick annesinin kim olduğunu kesin olarak öğrenmeye niyetliydi. Onunla yüzleşecekti. Onu neden bıraktığını, neden hiçbir zaman hayatının bir parçası olmadığını soracaktı. Babasıyla nasıl tanıştığını öğrenecekti. Aslında, sadece onunla tanışmak, suratını girmek ve ona bezeyip benzemediğini görmek istiyordu; bir de ona meşru olduğunu, herkes kadar meşru olduğunu söylemesini istiyordu.
Kendrick Thor’un Gwendolyn’i kurtarmaya gitmiş olmasından dolayı mutluydu, ama bir yanı aynı zamanda Thor’un kalmış olmasını istiyordu. Andronicus’un on binlerden oluşan kalabalık ordusuna karşı savaşırken, Thor’un ve Mycoples’in onlara her zamankinden çok faydası olacağını biliyordu.
Ama Kendrick bir savaşçıl olarak doğmuş ve yetiştirilmişti; elleri kolları bağlı oturup başkalarının onun savaşlarını savaşmasını bekleyecek hali yoktu. Bunun yerine, içgüdülerinin ona söylediği şeyi yapıyordu: gidip adamlarıyla birlikte İmparatorluk ordusunun mümkün olduğunca büyük bir kısmını ele geçirecekti. Mycoples veya Kader Kılıcı gibi özel silahları yoktu, ama çocukluğundan beri kullandığı iki eli vardı. Bunlar ona her zaman yetmişti.
Bir tepeye tırmandılar ve zirvesine vardıklarında Kendrick ufka bakınca, uzakta Silesia’nın doğusundaki ilk şehir olan Lucia isimli ufka bir MacGil şehrini gördü. Yolun iki kenarı İmparatorluk askerleriyle kaplıydı ve Thor’un yıkım dalgasının orada sona erdiği belliydi. Kendrick daha da uzakta Andronicus’un bir taburunun geri çekildiğini ve doğuya doğru at sürdüğünü görebiliyordu. Taburun Andronicus’un ana kampına, Yüksek Tepeler’in diğer tarafındaki güvenli bölgeye doğru gittiklerini tahmin etti. Ordunun ana bölümü geri çekiliyordu, ama geride Lucia’yı kaybetmemek için ufak bir tabur bırakmışlardı. Andronicus’un birkaç bin askeri şehirdeydi ve onu koruyorlardı. Askerler tarafından tutsak alınmış olan halk da görülüyordu.
Kendrick onlara Silesia’da neler olduğunu, nasıl davranıldığını hatırlayınca, suratı bir intikam hissiyle kızardı.
“SALDIRIN!” diye bağırdı.
Kılıcını havaya kaldırdı ve arkasından binlerce askerin coşkulu çığlıkları geldi.
Kendrick atını dehledi ve hep birlikte tepeden Lucia’ya doğru inmeye koyuldular. İki ordu yüzleşmeye hazırlanıyordu ve sayı olarak eşit olsalar da Kendrick yüreklilikleri konusunda eşit olmadıklarını biliyordu. Andronicus’un ordusunun geri kalan bu taburu kaçarken bir şehri istila etmişlerdi, ama Kendrick ve adamları anavatanlarını korumak için canları pahasına savaşmaya hazırdı.
Hep birlikte Lucia’nın kapılarına saldırırlarken, savaş çığlığı ta göklere ulaştı. Öylesine seri ve hızlı bir biçimde saldırdılar ki, nöbet tutmakta olan birkaç düzine İmparatorluk askeri dönüp birbirlerine şaşkınlıkla baktılar; bu saldırıyı beklemedikleri kesindi. İmparatorluk askerleri dönüp kapıların ardına kaçtılar ve telaşla asma köprüyü indirmek için kolları çevirdiler.
Ama yeteri kadar hızlı davranamadılar. Kendrick’in önden giden birkaç okçusu oklarını fırlatıp onları öldürdüler; okları ustalıkla adamların göğüslerine sırtlarına saplandı, zırhlarının arasından eklemlerine gömüldü. Kendrick yanındaki Reece gibi bir mızrak fırlattı. Kendrick’in mızrağı hedefini buldu… Bir yayı gerip nişan almış iri yarı bir savaşçıyı öldürmüştü. Reece’in okunun da zahmetsizce bir askerin kalbini deldiğini görünce etkilendi. Kapılar açık kaldı ve Kendrick’in askerleri hiç tereddüt etmedi. Muazzam bir savaş çığlığıyla kapılardan içeri dalıp şehrin merkezini hedef aldılar ve düşmanla yüzleşmekten korkup bir saniye bile duraksamadılar.
Kendrick ve diğerleri kılıçlarını, baltalarını, mızraklarını ve baltalı kargılarını kaldırırken ve onları sırt üstünde karşılamak için hızla oraya gelen binlerce İmparatorluk askeriyle karşı karşıya kalırken, bir metal gümbürtüsü koptu. Düşmanla ilk çarpışan kişi olan Kendrick kalkanını kaldırdı ve aynı anda kılıcını savurup iki askeri öldürdü. Hiç tereddüt etmeden hızla diğer tarafa döndü ve bir diğer kılıcı engelledi. Sonra da kılıcını bir İmparatorluk askerinin böğrüne sapladı. Adam ölürken, Kendrick intikamı düşündü; Gwendolyn’i, halkını, Halka’nın acı çeken tüm insanlarını düşündü.
Yanında olan Reece topuzunu sallayıp bir askerin başının yan tarafına vurdu ve onu atından yere devirdi; sonra, kalkanını kaldırıp yan tarafından gelen bir darbeyi engelledi. Topuzunu salladı ve saldırganını etkisiz hale getirdi. Onun yanında olan Elden kocaman baltasıyla öne atılıp, Reece’e nişan almış bir askerin üstüne indirdi; baltasını adamın kalkanını parçalayıp göğsüne saplandı.
O’Connor o kısa mesafeye rağmen ölümcül bir kesinlikle birkaç ok fırlattı, Conven’sa düşmanların arasına dalıp, hiç duraksamadan savaşmaya başladı. Kendi askerlerinin önüne atıldı ve kalkanını kaldırmaya bile gerek görmedi. Kalkanını kaldırmak yerine, iki kılıcını savurdu ve adeta canına susamış gibi kalabalık İmparatorluk askerlerinin arasına daldı. Ama şaşılacak bir biçimde ölmedi. Soldaki ve sağdaki adamların hepsini öldürdü.
Indra da çok geride değildi. Korkusuzdu, hem de erkeklerin birçoğundan daha korkusuzdu. Hançerini ustalıkla ve düşmanı şaşırtacak bir biçimde kullanıyor, adamların arasından kaygan bir balık gibi geçiyor ve düşman askerlerini boğazlarından bıçaklıyordu. Bunları yaparken, anavatanını, halkının İmparatorluğun ayakları altında ne kadar acı çektiğini düşünüyordu.
Bir İmparatorluk askeri Kendrick onun hamlesinden kaçmaya fırsat bulamadan baltasını kafasına indirdi ve Kendrick darbeyi almaya hazırlandı; ama sonra çan diye müthiş bir duydu ve arkadaşı Atme’nin yanı başında darbeyi kalkanıyla engellediğini gördü. Atme daha sonra kısa mızrağını savurdu ve saldırganın böğrüne sapladı. Kendrick bir kez daha hayatını ona borçlu olduğunu biliyordu.
Bir başka asker bir yayla ve okla doğrudan Atme’ye nişan alarak öne fırlarken, Kendrick de öne atıldı ve kılıcını yukarı doğru savurdu; adamın yayını ta göklere fırlattı, okuysa başıboş bir halde Atme’nin başının üstünden geçti. Kendrick daha sonra kılıcının kabzasıyla askerin burnunun dibine bir darbe indirdi, onu atından düşürdü ve adam ezilerek öldü. Artık eşitlerdi.
Böylece, savaş teke tek devam ederken, her iki ordu da darbeye darbeyle karşılık verirken, her iki tarafından adamları da İmparatorluk askerleri daha çok olmak üzere düşerken, Kendrick’in adamları öfkeyle doldu ve şehrin daha da içine girdi. En sonunda, hızları onları bir dalga gibi ilerletti. İmparatorluk askerleri güçlü savaşçılardı, ama bunlar saldırmaya alışmış adamlardı. Bu yüzden de gafil avlanmışlardı. Çok geçmeden, bir araya gelmeyi başaramadılar ve Kendrick’in ordusunun ilerleyişini engelleyemediler. Geriye doğru püskürtüldüler ve daha da fazla kayıp verdiler.
Bir saate yakın yoğun bir savaştan sonra, İmparatorluğun kayıpları ciddi bir geri çekilmeye dönüştü. Aralarından bir asker bir borazan çaldı ve adamlar teker teker dönüp dörtnala şehirden kaçmaya çalıştılar.
Kendrick ve adamları daha da büyük bir çığlıkla peşlerinden gittiler, onları Lucia’nın sınırlarına kadar kovaladılar ve hızla ufka doğru ilerlediler. Lucia’da özgür kalan MacGil tutsaklarından muazzam bir çığlık yükseldi. Kendrick’in adamları ilerlerken tutsakların bağlarını çekip onları kurtardılar; tutsaklar da hiç vakit kaybetmeden ölen İmparatorluk askerlerinin atlarına gidip üstlerine atladılar, cesetlerden silahları aldılar ve Kendrick’in adamlarına katıldılar.
Kendrick’in ordusu neredeyse büyüklüğünün iki katına çıktı ve binlercesi onlara yaklaşırken atlarını tepelerden aşağı yukarı sürerek İmparatorluk askerlerini peşlerinden kovaladılar. O’Connor ve diğer okçular kaçanlardan bazılarını vurmaya muvaffak oldular ve bunların vücutları oraya buraya düşüp kaldı.
Kovalamaca devam etti. Kendrick nereye doğru gitmekte olduklarını merak ediyordu ki, kendisi ve adamları özellikle yüksek bir tepenin zirvesine çıkıp aşağı baktıklarında, Silesia’nın doğusundaki en büyük MacGil şehirlerinden birinden olan Vinesia’nın iki dağın arasına yerleşmiş, vadinin içinde oturduğunu gördüler. Bu çok gelişmiş ve önemli bir şehirdi. Şehir Andronicus’un on binlerce adamı tarafından korunurken İmparatorluk taburunun kalıntıları kaçıp gittiler.
Kendrick adamlarıyla tepenin üstünde durakladı ve durumu inceledi. Vinesia belli başlı bir şehirdi ve kendileri sayıca çok az kalıyorlardı. Denemeye kalkışmanın delilik olacağını, izlenecek en emin yolun Silesia’ya dönmek ve bugün buradaki zaferleri için şükretmek olduğunu biliyordu.
Fakat Kendrick güvenli tercihler yapacak bir ruh hali içinde değildi—ne de adamları öyleydi. Kan istiyorlardı. İntikam istiyorlardı. Ve bugünkü gibi bir günde, şanslarının ne olduğu artık fark etmiyordu. İmparatorluk adamlarına MacGiller'in neden yapılmış olduklarını göstermenin zamanı gelmişti.
“HÜCUUM!” diye bağırdı Kendrick.
Bir haykırış yükseldi ve binlerce kişi ileri atılarak kendilerini sakınmadan tepeden aşağı büyük şehre doğru ve daha da büyük hasımlarına karşı, hayatlarını feda etmeye, şeref ve kahramanlık için her şeyi tehlikeye atmaya hazır bir durumda hücuma kalktılar.