Kitabı oku: «Kılıç Ayini », sayfa 2
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Gareth ıssız manzaranın içinden düşe kalka ilerlerken öksürüp tıksırıyordu, susuzluktan dudakları çatlamış, altlarında koyu halkalar oluşan gözleri çukura kaçmıştı. Yürek parçalayan bir kaç gün olmuştu bu ve bir kereden fazla ölmeyi beklemişti.
Gareth Silesia’da Andronicus’un adamlarından zar zor kaçmış, bunun için duvarın iyice içinde bir geçitte saklanarak zamanın gelmesini kollamıştı. Karanlığın içinde bir fare gibi kıvrılarak elverişli bir anın gelmesini beklemişti. Günlerdir orada olduğunu hissetmişti. Her şeye tanık olmuş, Thor bir ejderhanın sırtında gelip bütün o İmparatorluk adamlarını öldürürken olanları gördüklerine inanamadan hayretle izlemişti. Bunu takip eden karışıklık ve karmaşa içinde, Gareth kaçmak için beklediği şansı ele geçirmişti.
Gareth kimse bakmazken Silesia’nın arka kapısından sıvışmış ve güneye giden yolu tutarak, Kanyon’un kenarından ilerlemiş, bulunmamak için çoğu zaman ağaçlıkların içinden çıkmamıştı. Bu fark etmiyordu—yollar zaten terk edilmiş durumdaydı. Herkes doğuya gitmiş, Halka için büyük savaşa katılmaktaydı. Giderken, Gareth Andronicus’un adamlarının yol kenarında yanmış cesetlerini görerek buradaki, güneyin içlerindeki savaşın çoktan sonuçlanmış olduğunu anladı.
Gareth daha da güneye indi, içgüdüsü onu Kraliyet Sarayı’na doğru geriye çekiyordu… Ya da oradan geride kalmış olanlara. Burasının Andronicus’un adamları tarafından tahrip edildiğini, muhtemelen harabe haline gelmiş olduğunu biliyordu, fakat yine de oraya gitmek istiyordu. Silesia’dan uzaklaşmak ve güvenli bir liman bulabileceğini bildiği tek yere gitmek istiyordu. Diğer herkesin terk etmiş olduğu tek yere. Gareth’ın bir zamanlar hüküm sürmüş olduğu tek yere.
Günlerce yürüdükten sonra, zayıf ve açlıktan çılgın gibi, Gareth nihayet ağaçların arasından çıktı ve uzakta Kraliyet Sarayı’nı gördü. Duvarları yanmış ve dökülüyor olmasına rağmen en azından kısmen hala yerinde, işte orada gözlerinin önünde duruyordu. Bütün çevresi Andronicus’un adamlarının cesetleriyle doluydu, bu Thor’un daha önce oraya gelmiş olduğunun kanıtıydı. Bunun dışında, rüzgârın çıkardığı ıslık sesinden başka bir şey kalmamış durumda, bomboş görünüyordu.
Bu Gareth’ın çok işine geliyordu. Zaten şehre girmeyi düşünmemişti. Buraya hemen şehrin duvarlarının dışında saklı ufak bir yapı için gelmişti. Burası kendisinin bir çocuk olarak sık sık ziyaret ettiği bir yerdi: yerden bir kaç ayak yükselen ve çatısında ince ayrıntılarla kazınmış heykellerin bulunduğu yuvarlak, mermer bir yapı. Sanki topraktan yukarı fırlamış gibi böyle alçakta duruşuyla gözüne her zaman antik bir yapı gibi görünmüştü. Ve öyleydi de. Bu bir MacGil kripti, yeraltı türbesiydi. Babasının ve onun babasının gömülmüş olduğu yerdi.
Kript dokunulmadan bırakılacağını bildiği tek yapıydı. Ne de olsa, bir mezara saldırma zahmetine kim girerdi? Burası onun sığınma arayacağı ve kimsenin onu arama zahmetine girmeyeceğini bildiği geriye kalan tek yerdi. Saklanabileceği, tamamen kendi başına bırakılacağı bir yer. Ve kendi atalarıyla birlikte olabileceği bir yer. Gareth babasından ne kadar nefret etse de, garip bir şekilde, bu günlerde ona daha yakın olmak istediğini hissediyordu.
Gareth açık alandan aceleyle geçti, paçavralaşmış pelerinini omuzlarına daha sıkı sararken esen soğuk bir rüzgâr titremesine yol açtı. Bir kış kuşunun keskin çığlığını duydu ve başını kaldırıp bakınca, yukarıda yükseklerde dönen iri, korkunç siyah yaratığı gördü. Kuşkusuz, attığı her adımda, gelecek yemeği olarak, kendisinin yere kapaklanmasını bekliyordu. Gareth onu suçlamakta zorluk çekiyordu. Son adımlarında yere düştü ve kuşa o an bulabileceği en iyi yemek olarak göründüğünden emindi.
Gareth nihayet binaya ulaştı, dünya etrafında dönerken, yorgunluktan neredeyse hezeyan içinde, ağır demir kapının tokmağını iki eliyle yakaladı ve bütün gücüyle çekti. Kapı gıcırdadı ve onu çekip açmak bütün gücünü aldı.
Gareth demir kapıyı arkasından çarparak aceleyle karanlığın içine girdi. Kapının çıkardığı ses arkasında yankılandı.
Duvardaki yanmayan meşaleyi kaptı, nerede durduğunu biliyordu, çakmak taşını çarpıp merdivenlerden gittikçe karanlığın daha derinlerine inerken basamakları görmesine ancak yetecek kadar ışık veren meşaleyi yaktı. Daha derine indikçe içerisi daha da soğuk ve daha esintili hale geldi. Rüzgâr bir yolunu bulup aşağıya kadar iniyor, yapının ufak çatlaklarında ıslık çalıyordu. Kendisini sanki ataları ona homurdanıyor, onu azarlıyormuş gibi hissetmekten alıkoyamadı.
“BIRAKIN BENİ!” diye bağırdı onlara.
Sesi tekrar tekrar kriptin duvarlarında yankılandı.
“ÇOK GEÇMEDEN ÖDÜLÜNÜZE KAVUŞACAKSINIZ HEPİNİZ!”
Ancak rüzgâr hala ısrarla esmeyi sürdürdü.
Gareth, öfke içinde, en sonunda bütün atalarının mermer lahitler içinde yattığı, on ayaklık tavanıyla, kazılmış büyük mermer odaya erişinceye kadar daha derine indi. Gareth tam bir ciddiyetle, adımları mermer üzerinde yankılanarak, salonun en sonuna, babasının yatmakta olduğu yere doğru yürüdü.
Eski Gareth olsaydı, babasının lahdini parçalardı. Fakat şimdi, bilinmez bir sebeple, ona bir yakınlık hissetmeye başlıyordu. Bunu zar zor anlıyordu. Belki bu afyonun etkisinin azalmakta olmasındandı veya belki kendisinin de yakında ölmüş olacağını bilmesinden.
Gareth uzun lahdin yanına geldi ve başını aşağı eğerek bunun üzerine kapandı. Ağlamaya başlaması kendisini de şaşırttı.
Gareth, sesi boşluğun içinde yankılanarak “Seni özlüyorum baba” diye inledi.
Yaşlar yüzünden aşağı dökülerek, nihayet dizleri zayıflayıp yorgunluk içinde mermerin yanına çöküp sırtını mezara dayayarak oturuncaya kadar ağladı da ağladı. Rüzgâr sanki yanıt verir gibi uğuldadı ve Gareth gittikçe daha az yanan, karanlığın içinde minik bir alev haline gelen meşaleyi yere bıraktı. Gareth yakında her tarafın kapkara olacağını ve kendisinin de en çok sevdiği insanlara katılacağını biliyordu.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Steffen karamsar bir ruh hali içinde bomboş orman yolunda ilerliyor, ağır ağır Sığınma Kulesi’nden uzaklaşıyordu. Korumaya yemin ettiği kadını, Gwendolyn’i orada öyle bırakmak kalbini parçalıyordu. Onsuz o hiç bir şeydi. Onunla karşılaşmasından beri, nihayet hayatta kendisine bir amaç bulduğunu hissediyordu: ona göz kulak olmak, kendisi gibi basit bir hizmetkârın saflarda yükselmesine olanak sağladığı için hayatını ona borcunu geri ödemeye adamak. Her şeyden önemlisi, Gwendolyn’in görünüşüne bakarak hayatında ondan tiksinmeyen ve onu küçümsemeyen ilk insan olmasıydı.
Steffen onun Kuleye güven içinde ulaşmasına yardımcı olduğu için gurur duymaktaydı. Fakat onu orada bırakmak içinde bir boşluk yaratmıştı. Şimdi nereye gidecekti? Ne yapacaktı?
Korumak için yanında o olmadan, hayatı bir kez daha amaçsız hale gelmişti. Kraliyet Sarayı’na veya Silesia’ya geri gidemezdi: Andronicus her ikisini de mağlûp etmişti ve Silesia’dan kaçarken gördüğü tahribatı hatırladı. Aklında kalan son şey, kendi halkının hepsinin esir veya köle durumuna düşmesiydi. Geri dönmenin bir yararı olmayacaktı. Ayrıca, Steffen tekrar Halka’yı geçmek ve Gwendolyn’den o kadar uzakta olmak istemiyordu.
Steffen nereye gideceği aklına gelinceye kadar dolambaçlı orman patikalarından geçip, aklını başına toplamaya çalışarak, saatlerce nereye gittiğini bilmeden yürüdü. Bir tepeye, en yüksek noktasına kadar, kuzeye giden kır yolunu izledi ve bu gözetleme noktasından uzakta başka bir tepenin üstünde ufak bir kasaba bulunduğunu fark etti. Buna yollandı ve kasabaya erişirken dönüp baktığında, burasının ihtiyacı olan şeye sahip bulunduğunu gördü: Sığınma Kulesi’nin mükemmel bir manzarası. Eğer Gwendolyn bir gün oradan ayrılmaya çalışırsa, ona refakat etmek, onu korumak için orada bulunabilecek şekilde yakında olmak istiyordu. Netice itibariyle, kendisinin bağlılık ve sadakati şimdi ona karşıydı. Bir orduya veya bir şehre değil, sadece ona. O kendisinin milletiydi.
Steffen ufak, mütevazı köye erişirken, burada kalmaya karar verdi, daima Kuleyi gözleyebileceği ve onun için gözlerini dört açacağı bu yerde. Kapılardan geçerken burasının ne olduğu belirsiz, yoksul bir yer olduğunu gördü. Halka’nın en uzak çevresindeki bu ufacık köy güney ormanının içine öyle bir gizlenmişti ki, Andronicus’un adamları kuşkusuz bu tarafa gelme zahmetine bile katlanmamışlardı.
Steffen düzinelerle köylünün şaşkın bakışları altında köye ulaştı. Yüzleri cehaletle ve merhamet yoksunluğu ile şekillenmiş köylüler ağızları açık ve doğduğundan beri başkalarından gördüğü o tanıdık aşağılama ve istihza ile ona bakıyorlardı. Hepsi birden onun görünüşünü incelerken, onların kendisiyle alay eden gözlerini görebiliyordu.
Steffen dönüp kaçmak istedi, fakat kendisini bunu yapmamak için zorladı. Kule’ye yakın olması gerekiyordu ve Gwendolyn’in hatırına, her şeye katlanabilirdi.
Bir köylü, diğerleri gibi paçavralar içinde kırklarında iri yarı bir adam, döndü ve niyeti bozuk bir şekilde ona doğru geldi.
“Bakalım neymiş bu, bir tür deforme bir adam?”
Diğerleri de dönüp yaklaşarak güldüler.
Steffen sükûnetini korudu, bütün hayatı boyunca gördüğü böyle bir karşılamayı beklemekteydi. İnsanlar ne kadar taşralıysa, kendisiyle alay etmekten o kadar hoşlandıklarını fark etmişti.
Steffen geriye yaslandı ve bu köylülerin sadece acımasız değil, fakat saldırgan olmaları ihtimaline karşılık omzunda asılı yayının hazır durumda olduğundan emin olmak istedi. Eğer yapması gerekirse, göz açıp kapayıncaya kadar içlerinden bir kaçını yere indirebileceğini biliyordu. Fakat buraya şiddet için gelmemişti. Sığınacak yer bulmak için buradaydı.
Kalabalık ve gittikçe büyüyen bir tehditkâr köylü grubu etrafını sarmaya başlarken, biri “Rastgele bir çatlaktan daha fazla bir şey olabilir gibi görünüyor, değil mi?” diye sordu.
“Üzerindeki alametlerden, öyle olduğunu söyleyebilirim,” dedi bir başkası. “Bu kraliyet zırhı gibi görünüyor.”
“Ve şu yay—bu iyi bir deriden yapılmış.”
“Oklarına da diyecek yok. Uçları altın, öyle değil mi?”
Bir kaç adım uzakta durup tehditkâr şekilde sert sert bakmaya devam ettiler. Bunlar ona bir çocukken kendisine eziyet eden zorbaları hatırlatıyordu.
“Peki, kimsin sen çatlak?” dedi içlerinden biri tepeden bakarak.
Steffen derin bir nefes aldı, sakin kalmaya azimliydi.
“Size zarar vermek niyetinde değilim” diye başladı.
Grup hep birden gülmeye başladı.
“Zarar vermek mi? Sen mi? Bize ne gibi bir zarar verebilirsin ki?”
“Sen bizim civcivlerimize bile zarar veremezsin!” diye güldü bir başkası.
Gülüşme arttıkça Steffen’ın yüzü kıpkırmızı oldu; fakat kendisini tahrik etmelerine izin vermeyecekti.
“Kalacak bir yere ve yiyeceğe ihtiyacım var. Çalışmak için nasırlı ellerim ve güçlü bir sırtım var. Bana bir görev verin ve kendi başımın çaresine bakarım. Fazla bir şeye ihtiyacım yok. Hemen herkes kadar.”
Steffen yeniden kendisini zihinsel çalışmalar içinde kaybetmek istiyordu, aynen bütün o yıllar boyunca bodrumda Kral MacGil’e hizmet ederek yaptığı gibi. Bu aklını olaylardan başka yere çevirmesine yardımcı olurdu. Gwendolyn’le hiç karşılaşmadan önce yapmaya hazır olduğu gibi, ağır iş yapabilir ve isimsiz bir hayat yaşayabilirdi.
İçlerinden biri gülerek “Sen kendine adam mı diyorsun?” diye seslendi.
“Belki onu bir işe koşabiliriz,” diye seslendi bir başkası.
Steffen ümitle ona baktı.
“Yani, bizim köpeklerimize veya civcivlerimize karşı dövüşmesi için!”
Hepsi birden güldüler.
“Bunu görmek için büyük bir miktar öderdim!”
“Orada bir savaş var, eğer dikkat etmediyseniz,” diye yanıt verdi Steffen soğukkanlılıkla. “Eminim, bunun gibi ilkel bir taşra kasabasında dahi, erzaklara göz kulak olması için fazladan birisine ihtiyacınız olabilir.”
Köylüler şaşkın vaziyette birbirlerine baktılar.
“Tabii savaştan haberimiz var,” dedi biri, “fakat bizim köyümüz çok ufak. Ordular buraya gelme zahmetine katlanmazlar.”
“Senin konuşma tarzını beğenmedim,” dedi bir diğeri. “Hep süslü püslü? Biraz okuldan geçmişsin gibi geliyor. Bizden daha iyi olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Ben herkesten daha iyi değilim,” dedi Steffen.
“O kadarı aşikâr,” diye güldü bir başkası.
Köylülerden biri ciddi bir ses tonuyla, “Bu kadar tıraş yeter!” diye bağırdı.
İleri çıktı ve diğerlerini güçlü bir elle kenara itti. Diğerlerinden daha yaşlıydı ve ciddi bir adama benziyordu. Onun ortaya çıkmasıyla kalabalık sessizleşti.
“Eğer dediğin gibiyse,” dedi adam derin, kaba sesiyle, “Fazladan bir el benim değirmenimde işime yarayabilir. Ücret günde bir torba tahıl ve bir testi su. Köy çocuklarının geri kalanlarıyla samanlıkta uyursun. Eğer bu işine geliyorsa, ben seni işe alırım.”
Steffen nihayet ciddi bir adam görmekten memnun olarak başıyla onayladı.
“Daha fazla hiç bir şey istemem,” dedi.
“Bu taraftan,” dedi adam, kalabalıkta yolunu açarak.
Steffen onu izledi ve kendini etrafı ergen çocuklar ve adamlarla dolu kocaman bir buğday değirmeninde buldu. Etraftakilerden her biri, ter ve kir içinde, çamurlu bir yol üzerinde duruyordu ve her biri bir çomağı yakalayıp onunla birlikte ileri yürüyerek iri bir tahta tekerleği itiyordu. Steffen orada durup işi gözden geçirdi ve bunun insanın sırtını kıran cinsten bir iş olacağını idrak etti. Bununla idare edebilirdi.
Steffen kabul edeceğini söylemek için adama döndü, fakat adam kabul edeceğini varsayarak çoktan gitmişti. Köylüler, bir kaç soruyla işlerine geri döndüler. Steffen ilerideki tekerleğe ve önünde yatan yeni hayata doğru baktı.
Bir an için, zayıf olmuş, kendisinin hayale dalıp gitmesine izin vermişti. Kalelerden, soylulardan ve rütbelerden oluşan bir hayat hayal etmişti. Kendisini Kraliçe için çalışan önemli bir kişi olarak görmüştü. Bu kadar yükseklere çıkacak yerde, işin doğrusunun ne olduğunu bilmeliydi. O, tabii, bunun için yaratılmamıştı. Hiç bir zaman öyle olmamıştı. Gwendolyn’le karşılaşınca ona olan şey şans eseri bir rastlantıydı. Şimdi, hayatı buna indirgenmişti. Fakat bu, en azından, bildiği bir hayattı. Anladığı bir hayat. Güçlüklerle dolu bir hayat. İçinde Gwendolyn olmadan, bu hayat kendisi için yeterince iyi olacaktı.
ALTINCI BÖLÜM
Bulutlardan hızla geçip Sığınma Kulesi’ne gittikçe yaklaşırlarken Thor, Mycoples’i daha hızlı gitmeye teşvik etti. Thor varlığının her zerresiyle Gwen’in tehlikede olduğunu hissediyordu. Titreşimin parmak uçlarından, bütün vücudundan geçerek kendisine bir şey söylediğini, kendisini uyardığını hissetti. Daha hızlı git diye kendisine fısıldıyordu.
Daha hızlı.
“Daha hızlı!” diye Thor Mycoples’i teşvik etti.
Mycoples buna karşılık hafifçe kükreyerek, büyük kanatlarını daha kuvvetle çırpmaya başladı. Thor’un sözcükleri ağzından çıkarması bile gerekmemişti—Mycoples daha o söylemeden her şeyi anlıyordu—fakat Thor yine de sözcükleri dile getirdi. Bunlar kendisini daha iyi hissetmesini sağladı. Kendisini çaresiz hissediyordu. Gwen’le ilgili olarak bir şeyin hiç yolunda gitmediğini ve her saniyenin önem taşıdığını seziyordu.
Nihayet bir bulut kümesinden çıktılar ve çıkarlarken Thor uzakta Sığınma Kulesi’ni görünce birden içinin rahatladığını hissetti. Bu antik ve ürkütücü bir mimari eserdi, göğe yükselen tamamen yuvarlak, ince bir kule, neredeyse bulutlar kadar yükseğe çıkıyordu. Thor, buradan bile, antik, parlak siyah bir taştan yapılmış olan kuleden gelen gücü sezebiliyordu.
Daha yakına uçarlarken, aniden Thor yüksekte, kulenin tepesinde bir şey gördü. Bu bir insandı. Kenar çıkıntısının üzerinde elleri açık, avuçları yanlarındaydı. Rüzgârda hafifçe sallanıyordu.
Thor derhal bunun kim olduğunu bildi.
Gwendolyn.
Onu orada dururken görünce kalbi güm güm atmaya başladı. Onun ne düşündüğünü biliyordu. Ve niçin olduğunu da bilmekteydi. Kendisinin ondan vazgeçtiğini sanıyordu ve kendisini sanki bu kendi hatasıymış gibi hissetmekten kendini alamadı.
Thor, “DAHA HIZLI!” diye haykırdı.
Mycoples daha da kuvvetle çırptı kanatlarını ve o kadar hızlı uçtular ki, Thor’un nefesi kesildi.
Yaklaşırlarken, Thor Gwen’in geriye, kenar çıkıntısından çatının güvenliğine bir adım attığını izledi ve kalbi rahatlamayla doldu. Kendisini daha görmeden, kendi başına, kararını değiştirmiş ve atlamamaya karar vermişti.
Mycoples kükredi ve Gwen başını kaldırıp ilk kez olarak Thor’u gördü. İkisinin gözleri bu uzak mesafeden dahi birbirine kenetlendi ve Thor onun yüzüne inen şoku izledi.
Mycoples çatıya kondu ve o anda Thor daha fazla beklemeden atlayıp Gwendolyn’e koştu.
Gwen döndü ve tam bir hayret içinde gözlerini açarak ona baktı. Sanki bir hayalete bakar gibi bakıyordu.
Thor kalbi hızla çarparak, heyecan içinde ona koştu ve kollarını uzattı. İkisi kucaklaşıp birbirlerini sıkı sıkı tuttular. Thor onu kaldırıp kollarının arasında sıktı. Tekrar tekrar onu havada çevirdi.
Thor onun kulağına ağladığını duydu, sıcak gözyaşlarının ensesinden aşağı döküldüğünü hissetti ve gerçekten burada olduğuna, burada dünya gözüyle onu tuttuğuna inanmakta güçlük çekti. Bu gerçekti. İmparatorluğun derinlerinde bulunduğu sırada, bir daha asla geri dönemeyeceğine, Gwendolyn’i tekrar hiç bir zaman göremeyeceğine inandığı zaman günden güne, geceler boyu hayalinde canlandırdığı rüya buydu.
Ondan bu kadar uzun zaman ayrı kaldığı için, şimdi onunla ilgili her şey kendisine yeni geliyordu. Bu mükemmel bir duyguydu. Ve bir daha onunla geçirdiği tek bir anı bile çantada keklik saymamaya yemin etti.
“Gwendolyn,” diye kulağına fısıldadı.
O da ona “Thorgrin,” diye fısıldadı.
Birbirlerini ne kadar sürdüğünü bilemeyeceği kadar uzun zaman bırakmadan tuttular, sonra yavaşça geri çekilip öpüştüler. Bu ihtiraslı bir öpüşmeydi ve ikisi de bundan geri çekilmediler. Gwendolyn, “Yaşıyorsun,” dedi. “Buradasın. Burada olduğuna inanamıyorum.”
Mycoples homurdandı ve Gwendolyn, Mycoples bir kez kanatlarını çırparken, Thor’un omzunun üzerinden yukarı baktı. Gwen’in yüzü korkudan kızardı.
“Korkma,” dedi Thor. “Onun adı Mycoples. Benim dostum. Ve senin de dostun olacak. Sana göstereyim.”
Thor Gwen’in elini tuttu ve onu yavaşça korkuluk duvarına doğru götürdü. Yaklaşırlarken Gwen’in korkusunu hissedebiliyordu. Thor anladı. Ne de olsa, bu gerçek, canlı bir ejderhaydı ve bu Gwen’in hayatta bir ejderhaya en yakın olduğu andı.
Mycoples kocaman, kırmızı yanan gözlerle Gwen’e bakıyor ve yumuşakça homurdanıyor, kanatlarını çırpıyor ve boynunu eğiyordu. Thor kıskançlık gibi bir şey hissetti. Bir de belki merak.
“Mycoples, Gwendolyn’le tanış.”
Mycoples gururla başını uzağa çevirdi.
Sonra aniden geri döndü ve bunu yaparken sanki onun içini okuyormuş gibi, tam Gwendolyn’in gözlerinin içine baktı. Aşağı eğildi, o kadar yakındı ki yüzü neredeyse Gwendolyn’inkine değecekti.
Gwen şaşkınlık ve huşu—ve belki korku içinde yutkundu. Eli titreyerek yukarı uzandı ve elini Mycoples’in uzun burnunun üzerine koyarak onun mor pullarına dokundu.
Bir kaç saniye sonra, Mycoples nihayet gözlerini kırptı ve burnunu aşağı indirerek bir şefkat belirtisi olarak Gwen’in midesine sürttü. Mycoples burnunu buna saplanmış gibi Gwen’in midesine sürtmeye devam etti ve Thor bunun sebebini anlayamadı.
Sonra, aynı çabuklukla, Mycoples başını uzağa çevirdi ve ufka baktı.
“Çok güzel,” diye fısıldadı Gwen.
Dönüp Thor’a baktı.
“Senin döneceğinden ümidimi kesmiştim,” dedi. “Döneceğini sanmıyordum.”
“Ben de öyle,” dedi Thor. “Beni ayakta tutan seni düşünmek oldu. Bu bana hayatta kalmak için neden verdi. Dönmek.”
Tekrar birbirlerini kucakladılar, rüzgâr onları okşarken birbirlerini sıkı sıkı tuttular, sonra nihayet geri çekildiler.
Gwendolyn aşağı baktı ve Thor’un belinde Kader Kılıcı’nı gördü ve gözleri açıldı. Nefesi kesildi.
“Kılıcı geri getirdin,” dedi. İnanamayarak başını kaldırıp ona baktı. “Onu takacak olan sensin.”
Thor başıyla onayladı.
Gwendolyn, “Fakat nasıl…” diye söze başladı, sonra sesi kısıldı. Açıkça, şaşkına dönmüştü.
“Bilmiyorum,” dedi Thor. “Sadece yapabildim.”
Başka bir şeyi fark ederken gözleri ümitle açıldı.
“O zaman Kalkan tekrar yukarıda demektir,” dedi ümitle.
Thor başıyla ciddi biçimde onayladı.
“Andronicus tuzağa düştü,” dedi. “Kraliyet Sarayı’nı ve Silesia’yı kurtarmış bulunuyoruz.”
Gwendolyn’in yüzü rahatlayarak ve neşeyle yukarı kalktı.
“O sendin” dedi, birden olanları idrak ederek. “Şehirlerimizi sen kurtardın.”
Thor alçak gönüllülükle omzunu silkti.
“Daha çok Mycoples’ti. Ve Kılıç. Ben sadece onlara eşlik etmek için gittim.”
Gwen’in yüzü sevinçle parladı.
“Ve halkımız? Onlar güvende mi? Hiç kurtulan oldu mu?”
Thor başıyla onayladı.
“Çoğu hayatta ve iyi.”
Yüzü sevinçle ışıldadı, tekrar genç göründü.
“Kendrick seni Silesia’da bekliyor,” dedi Thor, “Godfrey, Reece, Srog ve birçok diğeri gibi. Hepsi hayatta ve iyiler ve şehir özgür.”
Gwendolyn ileri koşup Thor’u kucakladı ve onu sıkı sıkı tuttu. Thor onun nasıl rahatladığını hissedebiliyordu.
“Hepsinin yok olduğunu sanmıştım,” dedi, hafifçe ağlayarak, “sonsuza dek kaybolduğunu.”
Thor kafasını salladı.
“Halka ayakta kaldı,” dedi. “Andronicus kaçmakta. Biz döneceğiz ve onu kesin olarak ortadan kaldıracağız. Ve sonra her şeyi yeniden inşa edeceğiz.”
Gwendolyn birden bire ona arkasını döndü ve gözlerini kaçırıp gökyüzüne bakarak bir gözyaşını sildi. Pelerinini omuzlarının etrafına sıkı sıkı sardı ve yüzü endişeyle doldu.
“Ben geri dönebilir miyim bilmiyorum,” dedi, tereddütle. “Bana bir şey oldu. Sen burada yokken.”
Thor döndü ve omuzlarını tutarak ona baktı.
“Sana ne olduğunu biliyorum,” dedi. “Annen bana söyledi. Utanılacak bir şey yok,” dedi.
Gwendolyn ona bakıyor gözleri şaşkınlık ve merakla doluyordu.
“Sen biliyor musun?” diye sordu, şok içinde.
Thor başıyla onayladı.
“Bunun hiç bir anlamı yok,” dedi. “Ben seni her zamanki kadar seviyorum. Hatta daha fazla. Bizim sevgimiz—önem taşıyan budur. Kırılmaz olan budur. Senin intikamını alacağım. Andronicus’u ben kendim öldüreceğim. Ve bizim sevgimiz asla ölmeyecek.”
Gwen ileri koşup Thor’a sıkı sıkı sarıldı, gözyaşları boynundan aşağı dökülüyordu. Thor onun ne kadar rahatladığını hissedebiliyordu.
“Seni seviyorum,” dedi Gwen onun kulağına.
“Ben de seni seviyorum,” diye cevap verdi Thor.
Thor onu tutarak orada dururken, kalbi kaygıyla çarpıyordu. Şimdi, şu anda, her zamandan daha çok ona sormak istiyordu. Evlenme teklif etmek. Fakat önce ona kendi sırrını söyleyinceye kadar, babasının kim olduğunu söyleyinceye kadar, bunu yapamazdı.
Bunun düşüncesi kendisini utanç ve küçük düşme duygusuyla doldurdu. İşte kendisi buradaydı ve biraz önce her ikisinin de en çok nefret ettikleri insanı öldürmeye söz vermişti. Ve bunu izleyen bir sonraki sözleriyle nasıl Andronicus’un kendi babası olduğunu açıklayabilirdi?
Thor eğer bunu yaparsa, Gwendolyn’in sonsuza kadar ondan nefret edeceğinden emindi. Ve onu kaybetmeyi göze alamazdı. Bütün olanlardan sonra değil. Onu çok seviyordu.
Onun için bunun yerine, elleri titreyerek. Thor, gömleğinin içine uzandı ve bir gerdanlık çıkardı. Ejderhanın hazinesi arasında bulduğu gerdanlıktı bu. Altından bir zinciri ve elmaslar ve yakutlarla bezenmiş, ışıldayan altından bir kalbi vardı. Bunu kaldırıp ışığa tuttu ve görüntü Gwen’in nefesini kesti.
Thor onun arkasına geçti ve gerdanlığı boynuna taktı.
“Aşk ve sevgimin ufak bir nişanesi,” dedi.
Gerdanlık onun üzerinde çok güzel duruyor, altın ışıkta parlıyor ve her şeyi yansıtıyordu.
Yüzük cebinde yanıyordu ve Thor doğru zaman gelince bunu ona vermeye ahdetti. Ona gerçeği söylemek için cesaretini toplayabildiği zaman. Fakat şimdi, o her ne kadar olabileceğini ümit etse de, bunun zamanı değildi.
“Onun için görüyorsun, dönebilirsin,” dedi Thor, elinin tersiyle onun yanağını okşayarak. “Dönmen lazım. Halkının sana ihtiyacı var. Bir lidere ihtiyaçları var. Bir lider olmadan Halka hiç bir şeydir. Rehberlik için sana bakıyorlar. Andronicus hala Halka’nın yarısını engelliyor. Şehirlerimizin yeniden yapılmaları gerekiyor.”
Thor onun gözlerinin içine baktığında onun düşünmekte olduğunu görebiliyordu.
“Evet de,” diye Thor teşvik etti. “Benimle birlikte dön. Bu Kule bir genç kadının günlerinin gerisini geçireceği bir yer değil. Halka’nın sana ihtiyacı var. Benim sana ihtiyacım var.”
Thor elini uzattı ve bekledi.
Gwendolyn bocalayarak aşağı baktı.
Sonra nihayet, uzandı ve bir elini onunkinin üzerine koydu. Sevgi ve sıcaklıkla ışıldayan gözleri gittikçe daha parlak hale geldi. Thor onun yavaşça bir zamanlar bildiği hayat, sevgi ve neşeyle dolu eski Gwendolyn haline gelmekte olduğunu görebiliyordu. Sanki o gözlerinin önünde kendine gelen bir çiçek gibiydi.
“Evet,” dedi yumuşakça, gülümseyerek.
Kucaklaştılar ve Thor onu sıkı sıkı tutarak bir daha asla bırakmamaya ant içti.