Kitabı oku: «Kraliçelerin Yönetimi »
Morgan Rice Hakkında
Morgan Rice, USA Today’in 1 numaralı çok satan destansı on yedi Kitaplık FELSEFE YÜZÜĞÜ; on bir Kitaplık (ve hala devam eden) genç yetişkin serisi 1 numaralı çok satan VAMPİR GÜNLÜKLERİ; 2 Kitaptan oluşan (ve devam eden) kıyamet sonrası gerilim, 1 numaralı çok satan KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ; ve yeni destansı fantezi serisi KRALLAR VE BÜYÜCÜLER Kitaplarının 1 numaralı çok satan yazarıdır. Morgan’ın Kitapları hem basılı hem de sesli olarak bulunabilir ve çeviriler 25 dilde mevcuttur.
Morgan sizi dinlemeyi çok seviyor, dolayısıyla lütfen www.morganricebooks.com adresini ziyaret edip eposta listesine eklenin, ücretsiz bir Kitap kazanın, ücretsiz hediyeler alın, ücretsiz uygulamaları indirin, Facebook ve Twitter ile bağlanın ve irtibatta kalın!
Morgan Rice İçin Yazılan Övgülerden Bazıları
“FELSEFE YÜZÜĞÜ ani bir başarı için her şeye sahip: olay örgüsü, karşı tema, gizem, yürekli şövalyeler, kırık kalplerle dolu yeşeren aşklar, dalavere ve ihanet.Her yaştaki okuyucuya hitap ediyor ve saatlerce zihninizi meşgul tutabiliyor. Tüm fantezi okurlarının kütüphanesinde bulunmasını tavsiye ettiğimiz bir kitap.”
–-Books and Movie Reviews, Roberto Mattos
“Eğlenceli bir epik fantezi.”
–Kirkus Reviews
“Dikkate değer bir şeylerin başlangıcı burada.”
–-San Francisco Book Review
“Aksiyon dolu …. Rice'ın yapıtı oldukça sağlam ve olay örgüsü merak uyandırıcı.”
–-Publishers Weekly
“Sürpizlerle dolu bir fantezi …. Bu, genç yetişkin fantezi serisi olma belirtisinin sadece başlangıcı.”
–-Midwest Book Review
Morgan Rice Kitapları
KRALLAR VE BÜYÜCÜLER
EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ (1. Kitap)
CESURUN YÜKSELİŞİ (2. Kitap)
ONURUN BEDELİ (3. Kitap)
BİR KAHRAMANLIK OCAĞI (4. Kitap)
GÖLGELER DİYARI (5. Kitap)
CESURUN GECESİ (6. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ
KAHRAMANLARIN GÖREVİ (1. Kitap)
KRALLARIN YÜRÜYÜŞÜ (2. Kitap)
EJDERHALARIN KADERİ (3. Kitap)
BİR ŞEREF HAYKIRIŞI (4. Kitap)
ŞEREF YEMİNİ (5. Kitap)
KAHRAMANLIK SALDIRISI (6. Kitap)
KILIÇ AYİNİ (7. Kitap)
SİLAHLARIN TESLİMİ (8. Kitap)
BÜYÜLÜ GÖKYÜZÜ (9. Kitap)
KALKAN DENİZİ (10. Kitap)
ÇELİĞİN HÜKÜMDARLIĞI (11. Kitap)
ATEŞ ÜLKESİ (12. Kitap)
KRALİÇELERİN YÖNETİMİ (13. Kitap)
KARDEŞLERİN YEMİNİ (14. Kitap)
ÖLÜLERİN DÜŞÜ (15. Kitap)
ŞOVALYELERİN MIZRAK DÖVÜŞÜ (16. Kitap)
SAVAŞIN ARMAĞANI (17. Kitap)
KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ
ARENA BİR (1. Kitap)
ARENA 2 (2. Kitap)
VAMPİR GÜNLÜKLERİ
DÖNÜŞÜM (1. Kitap)
SEVİLMİŞ (2. Kitap)
ALDATILMIŞ (3. Kitap)
YAZGI (4. Kitap)
ARZULANMIŞ (5. Kitap)
NİŞANLI (6. Kitap)
YEMİNLİ (7. Kitap)
BULUNMUŞ (8. Kitap)
CANLANDIRILMIŞ (9. Kitap)
GÖMÜLMÜŞ (10. Kitap)
KADER (11. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ serisini sesli kitap formatında dinleyin!
Morgan Rice © 2014
Tüm hakları saklıdır. Bu yayının herhangi bir bölümü, 1976 ABD Telif Hakları Kanunu ile izin verilenin dışında, yazarın önceden izni olmaksızın, hiçbir formatta ve hiçbir amaçla çoğaltılamaz, dağıtılamaz veya yayılamaz veya bir veri tabanı veya bilgi kurtarma sisteminde saklanamaz.
Bu eKitap sadece sizin kullanımınız için lisanslanmıştır. Bu eKitap başkalarına tekrar satılamaz veya verilemez. Eğer bu kitabı paylaşmak istiyorsanız lütfen her birey için birer ek kopya satın alın. Eğer bu kitabı okuyorsanız fakat satın almadıysanız veya sadece sizin kullanımınız için satın alınmadıysa lütfen satın alan kişiye iade edin ve kendinize bir kopya satın alın. Yazarın emeğine saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederiz.
Bu kitap kurgusal bir eserdir. İsimler, karakterler, işletmeler, kuruluşlar, mekânlar, olaylar ve durumlar yazarın hayal ürününün eserleridir ve kurgusal amaçla kullanılmıştır. Gerçek hayattaki ölü veya yaşayan herhangi biri ile benzerlik tamamen tesadüfîdir.
Telif hakları RazoomGame’e ait Jacket adlı eser, Shutterstock.com lisansı ile kullanılmıştır.
BİRİNCİ BÖLÜM
Thorgrin kükreyen yanardağdan yüzlerce metre aşağıya doğru çamur içinde yuvarlanırken kafasını kayalara vuruyordu. Dünya başının üzerinde dönerken onu durdurmaya çalışıyor, tutunmaya çabalıyor, ama yapamıyordu. Biryandan da gözünün ucuyla kendisi gibi yamaçtan tekrar tekrar yuvarlanan, düşüşlerini yavaşlatmak için çaresizce kayalara, ya da buldukları her şeye tutunmaya çalışan kardeşlerini görüyordu.
Thor aradan geçen her saniyeyle birlikte yanardağın tepesinden ve Guwayne’den gittikçe uzaklaştığını görüyordu. Tepedeki barbarların bebeğini kurban etmek üzere olduklarını düşündükçe çıldırıyordu. Ellerini çılgınlar gibi çamura sapladı, tekrar tepeye ulaşabilmek için çaresizce çabaladı.
Ama her denemesinde çok az yol alabiliyordu. Patlamalarla birlikte dağ üzerine kül yağarken etrafını güçlükle görüp nefes alabiliyor, kendisini korumaya çalışıyordu. Adeta tüm evrenin yükü omuzlarına binmişti.
Her şey o kadar hızlıydı ki, o daha hissedemeden gerçekleşiyordu. Aşağıya baktığında keskin kayalardan oluşan zemini gördü. Oraya düşerlerse hepsinin öleceğini biliyordu.
Sonra gözlerini yumdu, aldığı eğitimleri, Argon’un öğrettiklerini, annesinin sözlerini düşündü. Sakin olmaya ve içindeki savaşçı gücü tekrar canlandırmaya çalışıyordu. Hayatı gözlerinin önünden geçiyordu. Bu onun son imtihanı olabilir miydi?
Dua etmeye başladı. “Lütfen tanrım, eğer varsan beni kurtar. Bu şekilde ölmeme izin verme. Gücümü toplamama yardım et. Oğlumu kurtarmama yardım et.”
Sözleri söylerken test edildiğini, kaderine karşı gelmesi için bir şeyin onu zorladığını düşündü. Çetin bir savaşçı imtihanından geçiyordu.
Gözlerini kapattı, dünya yavaşlamaya başladı, fırtınanın ortasında artık sakin ve huzurluydu. Damarlarından avuç içlerine doğru yükselen sıcaklığı fark etti, kendisini bedeninden büyük hissediyordu.
Sonra bedeninden dışarı çıktı, dağın yamacından aşağı doğru yuvarlanan halini gördü. O anda artık bedeninde olmadığını fark etti. Artık daha yüce bir varlıktı.
Tekrar bedenine döndüğünde, avuçlarını başının üzerine kaldırdı, avuç içlerinden dışarıya doğru parlayan beyaz ışığı gördü. Işığı yönlendirerek kendisinin ve arkadaşlarının etrafında bir küre oluşturdu, artık çamur bitmişti. Hala düşüyorlardı ama çamur onlara kalkan olan kürenin üzerinden kayıp geçiyor, onlara ulaşamıyordu.
Yamaçtan kaymaya devam ediyorlardı ama artık çok daha yavaşlamışlardı ve dağın eteğinde küçük ve güvenli bir platoya doğru yönelmişlerdi. Kafasını indirdiğinde dizlerine kadar gelen sığ bir suda durduklarını gördü.
Şaşkınlıkla etrafına baktı, dağa döndüğünde ışık küresinin üzerlerine yağmasını engellediği tüm o enkazı gördü. Bunu yaptığına inanamıyordu.
“Herkes iyi mi?” dedi O’Connor.
Thor, Reece, O’Connor, Conven, Matus, Elden ve Indra’yı gördü. Hepsi çok sarsılmış ve parmak uçlarına kadar titriyorlardı, ama ufak tefek yaraların haricinde mucizevî bir şekilde hayattaydılar. Suratlarını temizlediler; hepsi sanki kömür madeninden çıkmış gibi kapkaraydı. Thor, arkadaşlarının gözlerinden hayatta kaldıkları için ne kadar mutlu olduklarını ve ona ne kadar minnettar olduklarını okuyabiliyordu.
Thor, birden döndü ve dağın tepesine doğru baktı, aklında kalan tek şey vardı; oğlu.
“Oraya tekrar nasıl ulaşacağız?” diye sordu Matus.
Ama daha sözlerini bitirmeden Thor, ayak bileklerini sarmalayan bir şey hissetti. Başını eğdiğinde irkildi, kalın, yapışkan ve güçlü garip bir yaratığın ayak bileklerinden baldırına doğru sarılarak çıktığını gördü. Bu, uzun, iki başlı yılanbalığına benzeyen bir yaratıktı ve diliyle tıslama sesi çıkartırken bacaklarından yukarıya doğru sarılmıştı. Yaratığın derisi Thor’un bacaklarını yakmaya başlamıştı.
Önce tekme atmaya çalıştı sonra kılıcını çekerek yaratığa doğru salladı. Diğerleri de aynı şekil kılıçlarını çekerek etrafını sardılar. Kendi bacağını yaralamamak için dikkatlice yaratığın bir kafasını kopardı. Yaratık acıyla Thor’u bıraktı ve tıslayarak tekrar suda kayboldu. Thor’un bileklerindeki korkunç acı da geçmişti.
O’Connor yayını çekip okunu yaratığın arkasından fırlattı ama ıskaladı. Tam o anda Elden’ın çığlıkları duyuldu. Üç yaratık daha aynı anda kendisine saldırmıştı.
Thor öne doğru atıldı ve O’Connor’ın bacağından yukarıya doğru yaratığı kesti. Bu sırada Indra Elden’a “Kımıldama!” diye bağırıyordu.
Yayını çekti ve yaratıklara doğru üç hızlı ok salladı. Tam isabetle Elden’ın derisini sıyırarak üçünü de vurdu.
O’Connor şok olmuştu.
“Deli misin sen!” diye bağırdı. “Neredeyse bacağımı vuracaktın!”
Indra gülümsedi.
“Ama vurmadım. Öyle değil mi?”
Thor sudaki hareketliliğin arttığını fark etti. Arkasını döndüğünde düzinelerce yaratığın onlara doğru geldiğini gördü. Sudan bir an önce çıkmaları gerektiğini biliyordu.
Thor şaşkındı, güçsüzdü ve bitkin düşmüştü. Gücünden geriye çok az kalmıştı ve arka arkaya aynı gücü kullanamayacağını biliyordu. Yine de bedeli ne olursa olsun son bir kez denemek zorundaydı. Denemezse asla geri dönemeyeceklerdi, yaratıklarla dolu bir suda can verecek ve oğlunu hiçbir zaman kurtaramayacaktı. Bu tüm gücüne mal olabilir, günlerce zayıf kalabilirdi ama umurunda değildi. Guwayne yukarıda savunmasız ve yardıma muhtaçtı. Barbarların elindeydi ve bir şeyler yapması gerekiyordu.
Yaratıklar üzerine doğru gelirken gözlerini kapattı ve tekrar avuçlarını havaya kaldırdı.
“Yalnız ve tek Tanrı adına,” diye bağırdı. “Sana göklerin yarılmasını ve bulutların bizi yukarı alması için göndermeni emrediyorum!”
Sözcükler Thor’un ağzından karanlık ve derin bir ses tonuyla çıktı. Artık Druid olmasını kabullenmekten korkmuyordu ve Druidler’in göğsünde ve havada titreşim saçtığını hissediyordu. Bir anda göğsünü saran inanılmaz bir sıcaklık hissetti. Sözler ağzından çıkarken istediğinin gerçekleşeceğini biliyordu.
Sonra feci bir gümbürtü duyuldu; Thor yukarı baktığında gökyüzünün değişmeye başladığını gördü. Gökyüzü koyu mor rengini almış, bulutlar kabarmaya başlamıştı. Ardından yuvarlak bir delik açıldı, ardından parlak kırmızı bir ışık ve onun arkasından onlara doğru inen boru şeklinde bir bulut gözüktü.
Saniyeler içinde Thor ve diğerleri kendilerini bir hortumun içinde buldular. Thor etraflarını saran bulutların nemini hissedebiliyordu. Sanki ışığın içinde kaybolmuşlardı. Saniyeler sonra bildiği her şeyden daha hafifti ve yukarıya, gökyüzüne doğru çekiliyordu. Kendisini evrende süzülürken hissediyordu.
Dağın yamacından yukarıya, daha yukarıya yükseliyordu. Tüm enkazı geçti, kendilerini koruyan kalkanı geçti, dağın tepesine ulaşmıştı. Bulut onları yanardağın en tepesine götürüp nazikçe bıraktı. Sonra aniden ortadan kayboldu.
Thor kardeşleriyle beraberdi ve ona şaşkın gözlerle tanrıymış gibi bakıyorlardı.
Ama Thor şimdi bunları düşünmüyordu. Döndü ve hızlıca platoyu süzdü, şu an sadece önünde ellerinde beşikle volkanın köşesinde duran üç barbarı düşünüyordu.
Savaş çığlıklarıyla onlara doğru atıldı. İlki ona doğru döndü, ileri atıldı, ama Thor tereddüt etmeksizin kafasını kesti. Diğer ikisi de ona döndü, dehşet içinde kalmışlardı. Thor kılıcını birisinin kalbine sapladı ve dönerek kılıcının arkasıyla diğerinin suratına vurdu, çığlıklar içinde volkanın köşesinden aşağıya attı.
Hemen geri döndü ve beşik yere düşmeden yakaladı. Aşağıya baktı, kalbi zamanında yetişmenin verdiği heyecanla deli gibi atıyordu. Guwayne’i çıkartıp kollarına almak için sabırsızlanıyordu.
Ama beşiğin içine baktığında tüm dünyası yıkıldı.
Beşik boştu.
Tüm dünyası donmuştu. Orada öylece kalakaldı.
Yanardağın içine baktı, aşağıdan yukarıya doğru yükselen alevlerden başka bir şey yoktu. Oğlunun öldüğünü biliyordu.
“HAYIR!” diye bağırdı.
Dizlerinin üzerine çöktü, gökyüzüne haykırdı; ağlarken bağırışları tüm dağda yankılanıyordu.
Yaşamını uğruna feda edebileceği her şeyini kaybetmiş bir adamın ilk haykırışlarıydı.
“GUWAYNE!”
İKİNCİ BÖLÜM
Denizin ortasında, ıssız bir adanın yükseklerinde yalnız bir ejderha uçuyordu. Henüz büyümemiş yavru bir ejderha. Tiz ve delici çığlıkları elbet bir gün olgunlaşacağının habercisiydi. Bir zafer kazanmışçasına uçuyor, pulları rüzgârda dalgalanıyor, adeta her dakika büyürken pençeleri kısacık ömründeki en değerli şeyi koruyordu.
Aşağı baktı, pençelerinde sıcaklık hissetti. Sonra değerli yükünü kontrol etti. Ağlama sesini duydu, kıpırtılarını hissetti ve bebeğin hala pençelerinin arasında olduğundan emin oldu.
Bebek bilinen adıyla “Guwayne’di.”
Ejderha yükseklere doğru uçarken hala bağırışları duyabiliyordu. Barbarlar hançerlerini onun üzerine saplamadan bebeği zamanında kurtarabildiği için mutluydu. Guwayne’i saniye farkıyla onların elinden kurtarmıştı. Kendisine emredilen görevi en iyi şekilde yerine getirmişti.
Ejderha ıssız adanın üzerine, insanların göremeyeceği kadar bulutların arasına yükseldikçe yükseldi. Sislerin içinden adayı ve yanardağı geçti, uzaklara çok uzaklara doğru yol aldı.Kısa süre sonra ıssız adayı geride bırakmış, okyanusun üzerinde yol alıyordu. Arkasında uçsuz bucaksız deniz ve gökyüzü, milyonlarca mil boyunca bu sükuneti bozacak hiçbir şey bulunmuyordu.
Ejderha tam olarak nereye gideceğini biliyordu. Bu çocuğu kendisinin hayal edebileceğinden daha çok sevebilecekleri bir yere.
Çok özel bir yere.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Volusia Romulus’un üzerine oturmuş, büyük bir zevkle, onun hala sıcak olan kanı sandaletli ayaklarına, bacaklarına bulaşmış olan ölü bedenine bakıyordu. Bu hazzı adeta yaşıyordu. Gençliğinden beri kaç adamı sürpriz bir şekilde öldürdüğünü kendisi bile bilmiyordu. Onun vahşiliğini ve bunun hayattaki en büyük zevklerinden biri olmasını hep küçümsemişlerdi.
Şimdiyse, Andronicus’u öldürüp tahtını elinden alan efsane savaşçı Yüce Romulus, başka bir savaşçının kılıcıyla değil onun tarafından bizzat öldürülmüştü. İmparatorluğun yüce hâkimi…
Volusia büyük bir keyifle gülümsedi. Yüce imparator, kan gölü içindeki ayaklarının dibinde öylece yatıyordu. Bunu kendisi yapmıştı.
Volusia cesaretlenmişti. Her şeyi yok edebilecek damarlarındaki ateşi hissediyordu. Kaderi vuku buluyordu. Zamanının geldiğini biliyordu. Kendi elleriyle kendi annesini öldürebileceğinden emin olduğu kadar bir gün imparatorluğa hükmedeceğini biliyordu.
“Yüce efendimizi öldürdün!” dedi titrek bir ses. “Yüce Romulus’u öldürdün!”
Volusia arkasında duran şok olmuş, şaşkınlık ve korku içindeki adama baktı. Romulus’un komutanına.
“Onu öldürdün,” dedi çaresiz bir şekilde. “Öldürülemez olan adamı öldürdün…”
Volusia sert ve buz gibi bir ifadeyle komutanın arkasına baktı. Romulus’un yüzlerce adamı en iyi silahlarla donanmış, gemide sıralanmış, bir dahaki hamlesinin ne olacağını merakla ona bakıyordu. Saldırıya hazırdılar.
Romulus’un komutanı, arkasında emirlerini bekleyen bir düzine adamıyla rıhtıma inmişti. Volusia’nın arkasında ise binlerce adamdan oluşan kendi ordusu bekliyordu. Romulus’un gemisi iyiydi ama sayıca çok azlardı. Adamları bu limanda kapana kısılmıştı. Burası Volusia’nın bölgesiydi ve bunu biliyorlardı. Her hangi bir saldırı veya kaçış onların sonu olacaktı.
“Bu hareketin karşılıksız kalmayacak,” dedi komutan. “Romulus’un ona sadık, sırada bekleyen bir milyon adamı var. Güneyde, İmparatorluğun başkentinde emirlerini bekleyen bir milyon adamı daha var. Ne yaptığını öğrendiklerinde hepsi birden harekete geçerek üzerine saldıracaklar. Yüce Romulus’u öldürmüş olabilirsin ama adamları hala hayatta. Şu an sayımız az olsa da senin binlerce adamın onun milyonlarıyla baş edemeyecek. İntikam için gelecekler. Sonra, intikamlarını alacaklar.”
“Öyle mi?” dedi Volusia. Gülerek ona bir adım attı, avucundaki kılıcı hissederek onun boğazını kestiğini hayal etti. Ve bunun için sabırsızlanıyordu.
Komutan onun elindeki kılıca, Romulus’u öldüren kılıca bakıp yutkundu; aklından geçen düşünceleri okumuştu. O anda Volusia gözlerindeki gerçek korkuyu görmüştü.
“Gitmemize izin ver,” dedi. “Adamlarımı gönder. Onlar sana bir şey yapmadı. Bize altınla dolu bir gemi ver de konuyu kapatalım. Adamlarımı başkente götüreyim. Onlara senin masum olduğunu söylerim. Bana saldırmak isteyen Romulus’tu. Seni rahat bırakacaklardır. Burada kuzeyde barış içinde yaşayabilirsin. Onlar da kendilerine yeni ve kudretli bir imparator seçeceklerdir.”
Volusia gülümsedi, şaşırmıştı.
“Şu anda zaten yeni ve kudretli imparatorunuza bakmıyor musun?” diye sordu.
Komutan şok olmuştu. Ona baktı ve kısa ama alaycı bir gülüş fırlattı.
“Sen mi?” dedi. “Ama sen arkasında sadece birkaç bin adamı olan bir kadınsın. Bir adamı öldürdün diye Romulus’un milyonlarca adamını yenebileceğini mi sanıyorsun? Bugün yaptığından sonra kurtulabilirsen şanslısın. Sana bir ödül öneriyorum. Bu saçma konuşmaya bir son verelim, sen de ben fikrimi değiştirmeden minnet içinde bu teklifimi kabul et.”
“Peki, kabul etmezsem n'olur?”
Komutan gözlerinin içine baktı ve yutkundu.
“Bizi burada öldürebilirsin” dedi. “Bu, senin seçimin. Ama bunu yaparsan aynı zamanda kendini ve adamlarını da öldürmüş olacaksın. Arkadan gelecek olan ordu hepinizi ezecektir.”
“Doğruyu söylüyor, efendim,” diye fısıldadı bir ses kulağına.
Kendi komutanı Soku’yu gördü. Uzun boylu, yeşil gözlü, bir savaşçı çenesine sahip, kısa, kıvırcık kızıl saçlı adam yanına gelmişti.
“Onları güneye gönder,” dedi. “Onlara altını ver. Romulus’u öldürdün. Şimdi ateşkes için bedelini ödemelisin. Başka seçeneğimiz yok.”
Volusia Romulus’un adamına döndü. Tadını çıkartarak uzun uzun onu süzdü.
“İstediğini yapacağım,” dedi. “Sonra, sizi başkente göndereceğim.”
Komutan gülümsedi, tatmin olmuştu ve gitmek üzereydi. Volusia öne bir adım attı ve ekledi;
“Ama yaptığım şey için saklanmayacağım” dedi.
Komutan durdu ve şaşırmışçasına ona baktı.
“Seni başkente bir mesaj göndermen için yollayacağım. İmparatorluğun yeni hükümdarı olduğumu bilecekler. Ve önümde diz çökerlerse yaşamalarına izin vereceğim.”
Komutan ona baktı. Şaşkınca yavaşça kafasını salladı ve gülümsedi.
“Annenle ilgili duyduğum dedikodular kadar çılgınsın,” dedi. Geri döndü ve gemisine çıkan arkasındaki uzun rampaya doğru yöneldi. Ona geriye dönüp bakmadan “Altını aşağıdaki hangarlara yükleyin” dedi.
Volusia, sabırla vereceği emri bekleyen kendi okçu komutanına döndü ve kısa bir işaret verdi.
Komutan aniden döndü ve adamlarına emri verdi. Sonra, aynı anda çekilen on bin yayın gıcırtısı duyuldu, uçları yakıldı ve ateşlendi.
Gökyüzü oklardan adeta kararmıştı. Ateşten bir kavis oluşturan parlayan okların yolculuğu Romulus’un gemisinde son buldu. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki askerler daha karşılık veremeden gemi alevler içinde kaldı. Komutanlarıyla birlikte çığlıklar içinde çaresizce alevlerden kaçmaya çalışıyorlardı.
Ama seçenekleri yoktu. Volusia tekrar işaret verdi. Sonra, art arda oklar gemiye doğru havalandı, gemiyi kaplamışlardı. Oklar bedenlere saplandıkça gemi çığlıklara boğuluyor, bazıları can çekişirken diğerleri aşağıya düşüyordu. Kurtuluşu olmayan bir katliamdı bu.
Volusia büyük bir memnuniyetle yanan gemiden arta kalanlara bakarken gülümsüyordu.
Volusia’nın adamları durduğunda her şey sessizliğe gömüldü. Tekrar sıraya dizildiler, onun yeni emirlerini bekliyorlardı.
Volusia öne çıktı, kılıcını çekti ve gemiyi rıhtıma bağlayan kalın halatı kesti. Halat koptu, gemi sahilden uzaklaşmaya başladı. Volusia altın kaplamalı çizmelerinden birini kaldırdı, yaya dayadı ve itti.
Gemiden arta kalanlar başkentin kalbine doğru sürüklenmeye başladığında ki oraya varacağını biliyordu, geminin ardından bakıyordu. Hepsi bu yanmış gemiyi fark edecek, Volusia’nın oklarıyla kaplanmış Romulus’un adamlarının cesetlerini görecek ve bunun onun eseri olduğunu bileceklerdi. Savaşın başladığını anlayacaklardı.
Volusia ağzı şaşkınlıktan açık kalmış yanında duran Soku’ya dönerek gülümsedi.
“İşte bu,” dedi, “benim barış teklif etme tarzım.”
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Gwendolyn güvertenin ucunda, dizlerinin üzerinde doğruldu, korkuluğu kavradı, ağrıyan eklemlerinin izin verdiği ölçüde ayağa kalktı ve ufka yöneldi. Tüm bedeni açlıktan titriyordu, ufka bakarken kafasını zorlukla dik tutabiliyordu. Ayaklarını sürüyerek döndü ve arkasındaki hayret edici manzaraya baktı.
Etrafını saran sisin içinde gözlerini kıstı ve tüm bu olanların hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu düşündü.
İleride, uçsuz bucaksız ufuk çizgisinin ortasında, dev bir limanın önünde, gökyüzüne doğru yükselen iki büyük altın sütunun arasından şehri gördü. Güneşin hareketiyle şehrin ve sütunların rengi sarımsı bir yeşile bürünüyordu. Gwen bulutların hızlı hareketini fark etti. Dünya’nın bu noktasında gökyüzü mü farklı hareket ediyordu, yoksa ona bu hissi veren bilincinin gidip gelmesi mi anlayamıyordu.
Şehrin limanında hayatında gördüğü en yüksek pruvalara sahip binlerce gemi, altınla dolu şekilde tüm ihtişamlarıyla duruyordu. Bu, okyanusun kenarına inşa edilmiş ve sonsuza kadar orada olacakmış gibi duran, hayatında gördüğü en zengin ve muazzam bir şehirdi. O denli harikuladeydi ki Kraliyet Sarayı adeta bir köy büyüklüğündeydi. Gwen bu kadar yapının bir arada olmasına şaşırmıştı. Orada kimlerin yaşadığını merak ediyordu. Soylu bir halk olmalıydı. İmparatorluğun halkı.
Gwen midesinde ani bir ağrı hissetti. Enkaz dev limana doğru ilerliyordu. Yakında binlerce geminin arasında kalacaklar, öldürülmezlerse esir alınacaklardı. Andronicus’un ne kadar vahşi, Romulus’un ne kadar barbar olduğunu düşündü. İmparatorluğun tarzı öyleydi ve belki de denizde ölmesi onun için çok daha iyi olacaktı.
Gwen güvertedeki hafif ayak seslerini duydu; döndüğünde açlıktan bitkin düşmüş ama boynuz şeklinde, titredikçe güneşten parlayan altın bir heykele tutunarak ayağa kalkmayı başarabilmiş olan Sandara’yı gördü. Gwen ışığın tekrar tekrar yansımasına baktı, sanki kıyıya alışılmamış bir işaret verircesine parlıyordu. Sandara şehirden ziyade kuzeye, kıyıda, sanki hiç ayak basılmamış gibi duran ormana bakıyordu.
Gwen’in gözleri yavaş yavaş kapanırken ve bilinci gidip gelirken güverteden aşağıya doğru düştüğünü hissetti. Halüsinasyonlar gelip gidiyordu. Açlıktan bilincini yitirmiş, neyin gerçek neyin hayal olduğunu anlayamıyordu. Gwen sık ormanlık alandan çıkarak gemilerine doğru gelen düzinelerce kanoyu gördü. Yaklaştıkça kanolardakilerin imparatorluktan olmadıklarını anladı. Bunlar ellerinde boynuz tutan iri Kızılderili savaşçılar değildi, başka bir ırktı bu. Koyu derili, parıldayan sarı gözlere sahip, şefkatli gözüken ama kaslı erkek ve kadınlar onu selamlamak için geliyorlardı. Gwen, Sandara’nın bu ziyaretçileri tanıdığını fark etti. Bunlar Sandara’nın halkıydı.
Gwen, geminin sarsıldığını hissetti. Güverteye kancalar atılmış, halatlar bağlanmıştı ve gemileri güvenceye alınmıştı. Yönlerinin değiştiğini hissetti. Aşağıya baktığında geminin bir yığın balıkçı kayığı tarafından sürüklendikleri yönün, imparatorluk şehrinin tam tersine doğru çekildiklerini gördü. Sandara’nın halkının onları kurtarmaya geldiklerini anlamıştı. İmparatorluktan uzak, güvenli başka bir limana.
Gemileri keskince kuzeye doğru döndürülmüş, sık ormanlık alandaki daha küçük ve saklı bir limana doğru yol almaya başlamıştı. Gözlerini kapattı, artık rahatlamıştı.
Gözlerini açtığında kendini korkuluklara yaslanmış, gemisinin çekilmesini izlerken buldu.
Tam bitkinliğinin üstesinden gelmişti ki bir anda çok fazla eğildiğini hissetti. Dengesini kaybetmiş, kayarak aşağı düşmek üzereydi. Panik içinde gözleri açıldı, korkuluklara tutundu, ama çok geçti. Ağırlığı düşme sınırını çoktan geçmişti.
Kalbi panik içinde atıyordu. Yaşadığı onca şeyden sonra kıyıya bu kadar yaklaşmışken bu şekilde ölemezdi.
Gwen tam düşerken ani bir hırıltı duydu. Ardından elbisesinin arkasında güçlü bir ısırık hissetti. Yüksek bir ağlama sesinin ardından geriye doğru, tekrar güverteye doğru çekildiğini hissetti. Ahşap güvertenin üzerinde tekrar güvendeydi.
Yanında duran Krohn’u gördüğünde kendini çok mutlu hissetmişti. Krohn hayattaydı ve onu gördüğü için çok mutlu olmuştu. Son gördüğünden çok daha fazla zayıflamıştı. Adeta bir deri bir kemik kalmıştı. Tüm o karmaşanın içinde Krohn’u kaybettiğini anımsadı. Onu son gördüğünde fırtınanın ortasında güverteden aşağı doğru iniyordu. Güvertenin altına saklanacak, diğerleri onun öldüğünü sanacak, kendisini aç bırakarak gemideki erzak payından feragat edecek ve böylece diğerlerine daha çok erzak kalacaktı. İşte bu Krohn’du. Her zaman başkalarını düşünürdü. Şimdi tekrar karaya yaklaşıyorlar yeni bir başlangıca gidiyorlardı.
Krohn sevinçle Gwen’in suratını yaladı. Gwen de kalan son gücüyle ona sımsıkı sarıldı. Arkasına yaslandı, Krohn yanına uzanmış, kafasını göğsüne yaslamış, sanki dünyada başka bir yer kalmamışçasına ona sokulmuştu.
Gwen dudaklarından yanaklarına doğru süzülen oradan boynuna doğru akan soğuk ve tatlı bir sıvı hissetti. Ağzını açtı, doya doya içti. Bu duygu onu rüyalarından uyandırmıştı.
Gözlerini açtı, etrafındaki tanımadığı suratların bakışları arasında tıkanana kadar büyük bir iştahla içmeye devam etti.
Kontrolsüzce öksürmeye başladığında birisi onu doğrulttu, öksürmesini durdurabilmek için sırtına vurdu.
“Şışşşş,” dedi birisi. “Yavaş yavaş iç”
Sakin ve nazik bir sesti. Kurtarıcısının sesi. Kafasını kaldırdığına suratı kırışıklıklarla dolu yaşlı adamı gördü. Gülümsediğinde tüm suratı kırışıyordu.
Gwen aşağı baktı, düzinelerce tanımadığı surat, Sandara’nın halkı, ona, yabancıya sessizce bakıyorlardı. Gwendolyn’in açlığı ve susuzluğu sona ermişti. Deli bir kadın gibi atıldı, ağzına dökülen tatlı sıvı her neyse onun bulunduğu keseyi kaptı, tekrar içemeyecekmişçesine sonuna kadar büyük bir iştahla bitirdi.
“Yavaş ol“ dedi adam. “ Yoksa hasta olacaksın“
Gwen aşağıya baktığında gemisini dolduran düzinelerce savaşçıyı gördü. Sandara’nın halkı.
Yüzüğün kurtarıcıları aşağıda, bazıları uzanmış, bazıları dizlerinin üzerine çökmüş, ellerinde bu sıvının bulunduğu keseler, içiyorlardı. Hepsi felaketin eşiğinden dönmüştü. Aralarında kucağında Gwen’in yukarı adalardan kurtardığı bebeği besleyen Illepra’yı gördü. Gwen bebeğin ağlamasını duyduğunda rahatladı; ona bakamayacak kadar zayıf düştüğünde Illepra’ya emanet etmişti ve şimdi onu hayatta görmek Guwayne’i anımsatıyordu. Gwen kararlıydı; bu kız bebek hayatta kalmalıydı.
Her geçen dakika daha da rahatlıyordu. Ayağa kalktı ve ne olduğunu bilmediği bu içecekten biraz daha içti. Kalbi bu insanlara karşı minnetle dolmuştu. Hayatlarını kurtarmışlardı.
Krohn hala yerde uzanıyor, kafası Gwen’in kucağındaydı. Gwen ona uzandı ve içkisinden verdi, sonra teşekkür edercesine başını okşadı. Krohn sevgiyle başını salladı, hayatını bir defa daha ona borçluydu. Ona bakınca Thor’u hatırlıyordu.
Gwen tekrar Sandara’nın insanlarına baktı; onlara nasıl teşekkür edeceğini bilemiyordu.
“Bizi kurtardınız,” dedi. “Size hayatlarımızı borçluyuz“
Gwen döndü ve arkasında diz çöken Sandara’ya baktı. Sandara başını sallayarak şöyle dedi:
“Halkım borca inanmaz. Onlar için zor durumda olan birisini kurtarmak şerefli bir davranıştır.”
Kalabalık kenara çekildi ve Gwen kendisine doğru gelen, liderleri olduğunu düşündüğü belki elli yaşlarda, ince dudaklı sert çeneli ciddi adamı gördü. Güneşte parlayan midye kabuklarından yapılmış bir kolye takan adam onun önünde diz çöktü. Onu süzerken sarı gözleri tutkuyla parlıyordu.
Başını kaldırdı ve “Ben Bokbu,” dedi. Sesi kalın ve güvenilirdi. “Sandara’nın çağrısına cevap verdik çünkü o bizden birisi. Hayatlarımızı riske atarak sizi kurtardık. Eğer imparatorluktan birisi bizi burada görürse hepimizi öldürürler.”
Bokbu öne eğildi. Gwen Sandara ve kurtarıcısının yardımıyla yavaşça doğruldu ve ona baktı. Bokbu içini çekerek etrafındaki yorgun insanlara baktı.
“Artık emniyetteler. Şimdi gitmeliler,” dedi bir ses.
Gwen döndü ve Bokbu’ya doğru yaklaşan, eli mızraklı ve tıpkı diğerleri gibi üzeri çıplak ve kaslı savaşçıyı gördü.
“Bu yabancıları denizin öbür tarafına yollayın,” diye ekledi. “Neden onlar için kan dökelim?”
“Ben senin kanındanım,” dedi Sandra. Öne çıktı ve sert bir ifadeyle savaşçının suratına baktı.
“İşte bu yüzden bu insanları buraya getirip hepimizi tehlikeye atmamalıydın,” dedi.
“Halkımıza utanç veriyorsun,” dedi Sandra. “Misafirlerimize nasıl davranmamız gerektiğini unuttun mu?“
“Asıl senin onları buraya getirmen utanç verici,” diye cevapladı sertçe.
Bokbu ellerini havaya kaldırdı ve ikisi de sustu.
Bokbu ifadesizce duruyordu ve düşünüyordu. Gwendolyn se içlerinde bulunduğu çıkmaz durumu düşünüyordu. Tekrar denize açılmak onlar için kesin ölüm demekti ama onlara yardım eden bu insanları da tehlikeye atmak istemiyordu.
Bokbu’ya dönerek; “Size zarar gelmesini istemeyiz,”dedi Gwen. “Sizi tehlikeye sokmak istemiyoruz. Şimdi gidebiliriz“
Bokbu başını sallayarak “Hayır,” dedi. Sonra Gwen’e döndü ve merakla “Neden insanlarını buraya getirdin?” diye sordu.
Gwen içini çekerek “Dev bir ordudan kaçtık,” dedi. “Ülkemizi yok ettiler. Buraya yerleşmek için yeni bir yer bulmaya geldik”
“Yanlış yere geldiniz,” dedi savaşçı. “Burası eviniz olamayacak”
“Sessizlik!” dedi Bokbu. Savaşçıya sert bir bakış attı ve onu susturdu.
Sonra Gwen’e döndü ve göz göze geldiler.
“Sen gururlu ve asil bir kadınsın“ dedi. “ İyi bir lider olduğunu görüyorum. İnsanlarına rehberlik yaptın. Eğer açık denize geri dönerseniz kesinlikle ölürsünüz. Belki bugün değil ama birkaç gün içinde kesinlikle“
Gwendolyn teslim olmuş bir şekilde ona baktı.
“O zaman öleceğiz,” dedi. “Yaşamamız için insanlarınızın ölmesine izin vermeyeceğim.”
Gururundan ve asaletinden güç alarak kararlılıkla ona baktı. Bokbu’nun ona daha derin bir saygıyla yaklaştığını biliyordu. Bir anda sessizlik oldu.
“Damarlarında savaşçı kanı aktığını görebiliyorum,” dedi. “Bizimle kalacaksın. Halkım iyileşene ve güçlenene dek burada kalacak. Hem de kaç ay sürerse sürsün.”
“Ama reisim…” diyecek oldu savaşçı.
Bokbu dönüp ona sert bir bakış fırlattı.
“Kararımı verdim”.
“Ama gemileri!” dedi adam. “Limanda kalırsa, İmparatorluk gemiyi görür. Daha ay sona ermeden hepimiz ölürüz!”
Reis direğe, sonra gemiye uzun uzun baktı. Gwen etrafına bakınıp o alanı inceledi ve sık bir bitki örtüsüyle çevrili gizli bir limana kadar çekildiklerini gördü. Arkalarına baktığında açık denizi görünce, adamın haklı olduğunu anladı.
Reis ona bakıp başını salladı.
“Halkını kurtarmak istiyor musun?”
Gwen hararetle evet der gibi başını salladı.
“Evet.”
Reis de ona başını salladı.
“Liderlerin zor kararlar vermesi gerekir,” dedi. “Şimdi, sıra sana geldi. Bizimle kalmak istiyorsunuz, ama gemimiz hepimizin öldürülmesine neden olur. Halkınızı kıyıya memnuniyetle alırız, ama geminiz burada kalamaz. Onu yakmanız gerek. Sizi sonra buraya alırız.”
Gwendolyn orada reisin karşısında durdu ve gemiyi yakmaları gerekeceğini düşününce yüreği sızladı. Gemisine, denizi aşmalarını sağlayan, halkının dünyanın öteki ucuna götürmeyi başaran gemiye bakınca yüreği parçalandı. Zihninden bir sürü zıt his geçti. Gemi tek çıkış yollarıydı.