Kitabı oku: «Kraliçelerin Yönetimi », sayfa 2

Yazı tipi:

Ama bir yandan da neden çıkış yoluydu? Sonsuz bir ölüm okyanusuna mı geri döneceklerdi? Halkı ayakta bile zor duruyordu ve toparlanmaları gerekiyordu. Barınacak ve sığınacak bir limana ihtiyaçları vardı. O gemiyi yakarak hayatlarını kurtaracaklarsa, öyle yapacaklardı. Denize tekrar açılmaya karar verirlerse, o zaman  başka bir gemi bulur, ya da başka bir gemi inşa edip yamaları gerekeni yaparlardı. O an için, hayatta kalmaları gerekiyordu. En önemli şey buydu.

Gwendolyn ona bakıp hüzünle tamam der gibi başını salladı.

“Öyle olsun,” dedi.

Bokbu ona daha büyük bir saygıyla başını salladı. Sonra, dönüp bir emir verdi ve etrafındaki bütün adamlar harekete geçti. Geminin dört bir köşesine dağılıp onları rampadan aşağıdaki kumlu kumsala indirdiler. Gwen durup Godfrey, Kendrick, Brandt, Atme, Aberthol, Illepra, Sandara ve dünyada en çok sevdiği diğer kişilerin yanından geçişini izledi.

Gemideki herkes inene dek bekledi. Geride bir tek kendisi ve yanından ayrılmayan Krohn ve sessizce bekleyen reis kaldı.

Bokbu’nun elinde adamlarından birinin verdiği yanan bir meşale vardı. Meşaleyi tam gemiye değdirmek üzereydi.

“Hayır,” dedi Gwen uzanıp bileğini tutarak.

Bokbu şaşkınlıkla ona baktı.

“Bir lider kendi gemisini kendisi yok etmeli.”

Gwen dikkatle ağır ve yanan meşaleyi elinden aldı, arkasına döndü ve bir damla gözyaşını silerek meşaleyi güvertede duran bir kanvasa tuttu.

Orada durdu ve kanvasın alev alışını, alevlerin giderek her yere yayılıp gemiyi sarışını izledi.

Meşaleyi bıraktı; sıcaklık fazla hızlı artıyordu. Döndü ve peşinde Krohn ve Bokbu’yla birlikte rampadan kumsala, yeni evine, dünyada geriye kalan tek yere indi.

Yabancı ormanda etrafına bakarken, tanımadığı hayvanların ve kuşların tuhaf çığlıklarını duydu. Bir tek şunu düşünebildi:

Orada kendilerine bir yuva kurabilirler miydi?

BEŞİNCİ BÖLÜM

Alistair dizleri soğuktan titrer halde taç zemine çömeldi ve ilk güneşin ilk ışıkları Güney Adalarına yayılıp dağları ve vadileri yumuşak bir parıltıyla aydınlatırken manzaraya baktı. Tahtalara prangalanmış bir halde ellerinin ve dizlerinin üstüne çökerken, elleri titredi ve boynunu ondan önce sayısız kişinin dayadığı yere dayadı. Aşağı bakınca, tahtanın üstündeki kan lekelerini, keskin bıçakların daha önceden indiği yerdeki oyukları gördü. Boynu tahtaya değerken bunun trajik enerjisini, ondan önce öldürülmüş kişilerin son anlarını ve son duyguları hissetti. Kalbi büyük bir hüzünle doldu.

Alistair gururla başını kaldırıp son güneşinin doğuşunu, yeni bir şafağın söküşünü izledi ve bunu bir daha izlemek için hayatta kalamayacak olmasının yarattığı o inanmazlığı hissetti. Güneşin doğuşuna hiç olmadığı kadar büyük bir değer vererek baktı. O serin sabahın hafif esintisi arasında Güney Adaları her zamankinden daha güzeldi; gördüğü her yerden güzeldi. O verimli yerdeki ağaçlarda turuncu, kırmızı, pembe ve mor tomurcuklarla kaplıydı ve dallarından enfes meyveler sarkıyordu. Mor renkli sabah kuşları ve iri turuncu renkli arılar çoktan vızıldıyor, çiçeklerin tatlı kokusu etrafını sarıyordu. Puslar ışıkta parıldıyor, her şeye büyülü bir his katıyordu. Hiçbir yere o kadar bağlanmamıştı; sonsuza dek mutlu olarak yaşayabileceği bir yer olduğunu biliyordu.

Alistair taş zeminde ayak sesleri duydu ve başını kaldırınca Bowyer’ın yaklaştığını, kocaman çizmelerini sürte sürte tepesine dikildiğini gördü. Elinde çift başlı kocaman bir balta vardı ve bunun gevşekçe elinde tutarken, kaşlarını çatmış ona bakıyordu.

Alistair onun ardında yüzlerce ona sadık Güney Adalının dizildiğini, geniş taş meydanda etraflarında kocaman bir daire oluşturduklarını gördü. Hepsi de ondan en az yirmi metre uzaktaydı ve kendisiyle Bowyer geniş bir açıklık alanda yalnız kalmışlardı. Kanlar etrafa sıçradığında, kimse oraya yakın olmak istemiyordu.

Bowyer kaşınan parmaklarındaki baltayı o işi bitirmeye hevesli bir edayla tutuyordu. Alistair onun bakışlarından kral olmayı ne kadar çok istediğini anlıyordu.

Alistair tek bir şeye memnundu: O durum ne kadar adaletsiz olsa da, fedakarlığı Erec’in yaşamasını sağlayacaktı. Bu da onun için kendi hayatından daha önemliydi.

Bowyer öne çıktı, ona eğildi ve başkasının duyamayacağı bir biçimde fısıldadı:

“Merak etme, ölüm darben temiz olacak,” dedi leş gibi nefesini boynuna üfleyerek. “Erec’inki de öyle olacak.”

Alistair panikle ve şaşkınlıkla ona baktı.

Bowyer ona bakıp gülümsedi; başkasının göremeyeceği, hafif mi hafif bir gülümsemeydi.

“Doğru,” diye fısıldadı. “Bugün olmayabilir, daha aylar boyunca olmayabilir. Ama bir gün, bunu hiç beklemediği bir anda kocan bıçağımı sırtında bulacak. Seni cehenneme yollamadan önce bilmeni istedim.”

Bowyer geriye doğru iki adım attı, baltasının sağını sıkıca tuttu ve darbe indirmeye hazırlanarak boynunu çıtlattı.

Alistair orada diz çökmüş halde dururken, bu adamın ne kadar kötü olduğunu fark etti ve kalbi gümbür gümbür attı. Bowyer sadece hırslı değildi, aynı zamanda bir ödlek ve bir yalancıydı.

“Onu serbest bırak!” dedi birisi aniden sabahın sessizliğini bölerek.

Alistair de mümkün olduğunca döndü ve iki kişinin kalabalığı aniden yarıp bir karmaşa yaratarak açıklık alanın kenarına geldiğini gördü. Ama Bowyer’ın iri elleri onları engelledi. Alistair Erec’in annesiyle kız kardeşinin çılgınca birer ifadeyle oraya geldiklerini görünce hem şok geçirdi, hem de minnet hissetti.

“O, masum!” diye bağırdı Erec’in annesi. “Onu öldürmemelisin!”

“Bir kadını öldürebilir misin?” diye bağırdı Dauphine. “O, bir yabancı. Onu bırak. Vatanına geri yolla. Bizim işlerimize karışması gerekmiyor.”

Bowyer onlara dönüp kükredi:

“O, kraliçemiz olmayı istemiş bir yabancı. Eski kralımızı öldürmeye çalıştı.”

“Sen bir yalancısın!” diye bağırdı Erec’in annesi. “Doğruluk çeşmesinden bir duyum bile içemezsin!”

Bowyer kalabalıktakilerin suratlarına baktı.

“Burada iddiama karşı gelmeye cüret eden birisi var mı?” diye bağırdı meydan okur gibi herkese bakarak.

Alistair umutla etrafına bakındı,ü ama adamların, birçoğu Bowyer’ın kabilesinden olan o cesur savaşçıların birçoğu başlarını eğdi. Kimse onunla savaşmaya istekli değildi.

“Ben sizlerin şampiyonuyum,” diye kükredi Bowyer. “Turnuva gününde, tüm rakiplerimi yendim. Burada beni yenebilecek kimse yok. Kimse. Varsa, öne çıkması için ona meydan okuyorum.”

“Erec haricinde kimse yok!” diye bağırdı Dauphine.

Bowyer dönüp kaşlarını çatarak ona baktı.

“Peki, şu anda nerede? Ölüm döşeğinde. Biz Güney Adalılar bir kral olarak sakat bir adamı kabul edemeyiz. Kralınız benim. En iyi ikinci şampiyonunuzum. Bu adanın kurallarıyla seçildim. Tıpkı babamın babasının Erec’in babasının kral olmasından önce olduğu gibi.”

Erec’in annesi ve Dauphine onu engellemek için aynı anda öne atıldılar, ama Bowyer’ın adamları onları yakaladı ve geri çekerek tuttu. Alistair onların arasında Erec’in erkek kardeşi Strom’un da ellerinin arkasından bağlı vaziyette durduğunu gördü; o da direndi, ama kurtulamadı.

“Bunun hesabını vereceksin, Bowyer!” diye bağırdı Strom.

Ama Bowyer onu duymazdan geldi. Alistair’e döndü ve Alistair onun bakışlarından işi bitirmeye kararlı olduğunu gördü. Ölüm vakti gelmişti.

“İhanet senin tarafında olduğunda, zaman tehlikeli hale gelir,” dedi ona.

Bowyer suratını ekşiterek ona baktı; Alistair’in hassas bir nokta bulduğu belliydi.

“Bunlar son sözlerin olacak,” dedi.

Aniden baltayı sıkıca kavrayıp havaya kaldırdı.

Alistair gözlerini yumdu ve birkaç saniye içinde o dünyadan ayrılacağını anladı.

Gözlerini yumunca, zamanın yavaşladığını hissetti. Gözünün önünden bir sürü şey geçti. Erec’le Halka’da Dük’ün şatosunda kendisini bir hizmetçiyken ilk kez karşılaştığı ve ona ilk bakışta aşık olduğu zamanı hatırladı. Ona karşı hissettiği, hala hissettiği içini yakan aşkı hissetti.  Erkek kardeşi Thorgrin’in suratını gördü ve nedense onu Halka’da Kraliyet Sarayı’nda değil, daha uzak bir diyarda ve okyanusta, Halka’dan sürülmüş bir halde gördü. En çok da annesini gördü. Onun şatosunun önündeki bir yamacın üstünde, okyanusun ta tepesindeki bir gök geçidinde durduğunu gördü. Kollarını kaldırıp ona tatlı tatlı gülümsediğini gördü.

“Kızım,” dedi.

“Anne,” dedi Alistair. “Yanına geliyorum.”

Ama annesi ağır ağır başını sallayarak onu şaşırttı.

“Vaktin henüz gelmedi,” dedi. “Dünyadaki yazgın henüz tamamlanmadı. Önünde hala büyük bir kader seni bekliyor.”

“Ama nasıl, anne? Nasıl hayatta kalabilirim?”

“Sen bu dünyadan daha büyüksün. O balta, ölüm metali bu dünyaya ait. Prangaların da öyle. Bunlar dünyevi kısıtlamalar. Ancak kısıtlama olduklarına inanırsan , üstünde otorite kurmalarına izin verirsen öyle olurlar. Sen ruh, ışık ve enerjisin. Gerçek gücün orada yatıyor. Sen bunlardan üstünden. Fiziksel kısıtlamaların seni geri tutmasına izin veriyorsun. Sorunun güçle ilgili değil, inançla ilgili. Kendine olan inancınla. İnancın ne kadar Güçlü?”

Alistair orada dizlerinin üstünde dururken, gözlerini yummuş titrerken, annesinin sorusu zihninde çınladı.

İnancın ne kadar güçlü?

Alistair kendisini serbest bıraktı, prangalarını unuttu ve kendisini inancının ellerine teslim etti. Bu gezegenin fiziksel kısıtlamalarına olan tüm inancını bir kenara bıraktı ve inancını dünyadaki her şeyden üstünden olan o yüce güce yöneltti. Bu dünyayı bir gücün yarattığını biliyordu. Tüm bunları bir güç yaratmıştı. Kendisini aynı hizaya getirmesi gereken güç de buydu.

Alistair bunu yaparken, bir salisede bedenine aniden bir ılıklığın yayılmaya başladığını hissetti. İçinin yandığını, yenilmez ve her şeyden daha güçlü olduğunu hissetti. Alevlerin avuçlarından fışkırdığını, zihninde bir şeylerin dönüp durduğunu ve alnında gözlerinin ortasında muazzam bir ısının yükseldiğini hissetti. Her şeyden, prangalarından, maddi olan her şeyden daha Güçlü olduğunu hissetti.

Alistair gözlerini açtı ve zaman tekrar hızlanmaya başladığında, başını kaldırıp Bowyer’ın suratını asarak baltayı indirmeye başladığını gördü.

Alistair tek bir hareketle dönüp kollarını kaldırdı ve bunu yaparken, bu sefer prangaları incecik birer dalmış gibi kırıldı. Aynı anda, şimşek hızıyla ayağa fırlatıp tek avucunu Bowyer’a tuttu. Balta aşağı inerken, dünyanın en beklenmedik olayı gerçekleşti: Balta eridi. Köle ve toza dönüşüp ayaklarının altında birikti.

Bowyer elinde bir şey kalmadan kollarını savurunca, tökezleyip dizlerinin üstüne çöktü.

Alistair hızla döndü ve bakışları açıklık alanın kenarındaki askerlerden birinin elindeki bir kılıca takıldı. Diğer avucunu kaldırdı ve kılıcın ona gelmesini emretti. Kılıç askerin kınından çıktı ve havada uçarak öne uzattığı avucuna gitti.

Alistair tek bir hareketle bunu yakaladı, kendi etrafında döndü ve havaya kaldırarak Bowyer’ın zırhsız ensesine indirdi.

Kalabalık kılıcın Bowyer’ın bedenine saplandığını duyunca şok içinde kaldı ve kafası kopan Bowyer cansız bir halde yere düştü.

Daha saniyeler önce Alistair’i öldürmek üzere olduğu yerde kendisi yere yığılıp ölmüştü.

Kalabalıktan bir çığlık yükselince, Alistair Dauphine’in askerin elinden kurtulduğunu ,adamın hançerini belinden kaptığını ve boğazını kestiğini gördü. Aynı hareketle, kendi etrafında döndü ve Strom’un bağlarını kesti. Strom derhal arkasındaki bir askerin belindeki kılıcı aldı ve Bowyer’ın üç adamını birey yapmalarına fırsat vermeden öldürdü.

Bowyer ölünce, kalabalık ne yapacağını bilemediğinden bir tereddüt anı yaşandı. Kalabalıktan haykırışlar yükseldi; onun ölümü ona tereddütle bağlı kalmak zorunda olan kişileri bariz bir biçimde cesaretlendirmişti. Onunla olan müttefikliklerini özellikle de Erec’e bağlı olan düzinelerce adam kalabalıktan fırlayıp Strom’la yan yana Bowyer’ın adamlarıyla savaşmak için gidince yeniden düşünmeye başlamışlardı.

Olay hızla Erec’in askerlerinin lehine döndü; sıra sıra adam bir araya geldi. Bowyer’ın gafil avlanan adamlarıysa platodan kayalık dağ yamaçlarına kaçmaya başladılar. Strom ve adamları derhal peşlerine takıldılar.

Alistair elinde kılıcıyla orada durdu ve muhteşem bir savaşın kırlık alanın dört bir yanında başlayışını izledi. Çığlık ve borazan sesleri arasında, tüm ada her iki taraf için ortaya atılıp savaşmak istiyor gibiydi. Zırhların birbirine çarpıp çıkardığı çınlamalar, ölenlerin .çığlıkları sabahı doldurdu ve Alistair bir iç savaşlın başladığını anladı.

Üstüne gün ışığı vuran kılıcını kaldırdı ve Tanrı’nın lütfuyla kurtulduğunu anladı. Yeniden doğmuş gibiydi; kendisini hiç olmadığı kadar güçlü hissediyor, kaderinin onu çağırdığını düşünüyordu. İçini olumlu hisler kaplamıştı. Bowyer’ın adamlarının öldürüleceğini biliyordu. Adalet yerini bulacaktı. Erec iyileşecekti. Evleneceklerdi. Çok geçmeden, Güney Adalarının kraliçesi olacaktı.

ALTINCI BÖLÜM

Darius köyünden dışarı açılan toprak yolda Volusia’nın ayak izlerini takip ederek koşuyordu. Loti’yi kurtarmaya ve onu alan adamları öldürmeye kararlıydı. Elinde gerçek metalden yapılmış gerçek bir kılıçla koşuyordu. Hayatında ilk kez gerçek metal tutuyordu. Bunun bile tek başına onu ve tüm köyünü öldürtebileceğini biliyordu. Çelik tabuydu… Babası ve onun babası bile çelik bir şeye sahip olmaktan korkardı. Darius geri dönüşü olmayan bir çizgiyi aştığını biliyordu.

Ama artık umurunda değildi. Hayatında yaşadığı adaletsizlikler çok fazlaydı. Loti adamlar tarafından alınınca, onu kurtarmaktan başka bir şey umursamamıştı. Onu doğru dürüst tanıyacak fırsatı olmadığı halde, tuhaf bir biçimde onu tüm hayatı boyunca tanıyormuş gibiydi. Kendisinin bir köle olarak alınması ayrı şeydi, onun alınması ayrı bir şeydi… Buna katlanamazdı. Onun gitmesine izin verip, kendisini halan bir erkek olarak göremezdi. Henüz bir delikanlıydı, ama bir erkek olmaya başlamıştı. Bu tür zorlu ve başka kimsenin almak istemediği kararların kişiyi bir erkeğe dönüştüren şeyler olduğunu anlamıştı.

Darius tek başına yola çıktı; terler gözlerine doluyordu ve tek başına bir orduyla, bir şehirle karşılaşmaya giderken nefes nefese kalmıştı. Başka seçeneği yoktu. Loti’yi bulup geri getirmeliydi, ya da bunu deneyerek ölmeliydi. Başarısız olursa, hatta başarılı olursa bile, bunun tüm köyünden, ailesinden, halkından intikam alınması için bir neden oluşturacağını biliyordu. Bunu düşünecek olursa, geri bile dönebilirdi.

Ama kendisini, ailesini ve halkını koruma istediğinden çok daha büyük bir duyguyla hareket ediyordu. Adalet isteğiyle hareket ediyordu. Özgürlük istiyordu. Onu ezenleri devreden çıkarmak ve hayatında bir an için bile olsa özgür kalmayı istiyordu. Kendisi için değilse bile, bunun Loti ve onun özgür olabilmesi için istiyordu.

Darius mantığıyla değil, tutkularıyla hareket ediyordu. Bulmaya çalıştığı kişi hayatının aşkıydı ve İmparatorluğun elinde çok fazla acı çekmişti. Sonuçları her ne olursa olsun, buna aldırış etmiyordu. Onlara halkının arasından tek bir kişi olarak bile olsa, henüz bir delikanlı bile olsa, o muameleye tahammül etmeyeceğini göstermek istiyordu.

Darius koştukça koştu, tanıdık tarlalarından yanından geçip döndü ve Volusia topraklarının eteklerine kadar geldi. Orada görülmesinin, Volusia’ya o kadar yakın olmasının bile ölmesine neden olacağını biliyordu. İzleri takip ederek hızını iki misline çıkardı ve birbirine yakın zerta izleri görünce, onların ağır ağır ilerlediklerini anladı. Yeteri kadar hızlı giderse, onlara yetişeceğini biliyordu.

Darius bir tepenin yanından geçti ve nefes nefese en sonunda ileride aradığı şeyi gördü. Yaklaşık yüz metre kadar ileride boynundan kalın demir prangalarla zincirlenmiş Loti duruyordu; prangalarından uzanan yaklaşık altı metre uzunluğundaki bir zincir bir zertanın arka dizginlerine bağlanmıştı. Zertanın üstündeyse onu kaçıran İmparatorluk ustabaşı vardı. Adam ona sırtını vermişti ve yanlarında üstlerinde imparatorluğun güneşin altında parıldayan kalın siyahlı altın renkli zırhlarını giymiş iki İmparatorluk askeri daha vardı. Adamlar Darius’un tam iki katıydı, güçlü savaşçılardı, en iyi silahlara ve emirlerinde bir zertaya sahip olan kişilerdi. Darius o adamları ancak bir sürü kölenin birden yenebileceğini biliyordu.

Ama korkunun yoluna çıkmasına izin vermedi. Üstünde taşıması gereken tek şey ruhunun gücü ve çelik gibi kararlılığıydı ve bunları yeterli kılmanın bir yolunu bulması gerektiğini biliyordu.

Darius koşmaya devam etti, ondan habersiz olan konvoya arkadan yaklaştı ve çok geçmeden onlara yetişti. Kılıcını havaya kaldırarak Loti’nin peşinden koşmaya koyuldu. Loti şok içinde ona bakarken, Darius onu zertaya bağlayan zincirleri kılıcıyla kesti.

Loti bir çığlık atıp şaşkınlıkla geriye sıçrarken, Darius zincirleri kopardı, onu serbest bıraktı; zincirlerin belirgin çınlaması etrafta yankılandı. Loti prangalar hala boynundayken ve zincir göğsünden sarkarken serbest bir hailde orada kalakaldı.

Darius dönünce, zertanın üstündeki yerinden onlara bakan İmparatorluk ustabaşısının suratında da hayret dolu bir ifade gördü. Yanında yürüyen askerler de durdu ve  hepsi şok içinde Darius’a baktı.

Darius kolları titrer halde orada durdu, çelik kılıcını önünde tuttu ve onlarla Loti’nin arasında kararlılıkla korkusunu belli etmemeye gayret etti.

“O, sana ait değil,” diye bağırdı titrek bir sesle. “O, özgür bir kadın. Hepimiz özgürüz!”

Askerler ustabaşına baktılar.

“Çocuk,” diye bağırsı ustabaşı ona. “Az önce hayatının en büyük hatasını yaptın.”

Başıyla askerlerine bir işaret verdi ve hepsi kılıçlarını kaldırıp Darius’a saldırıya geçtiler.

Darius istifini bozmadı,  kılıcını titreyen ellerinde tuttu ve bunu yaparken, atalarının tamamının gökten ona baktıklarını hissetti. O güne dek öldürülen bütün kölelerin ona baktığını ve destek verdiğini hissetti.  İçini muazzam bir sıcaklığın kapladığını hissetti.

Darius gizli gücünün içinin derinliklerinde kımıldamaya başladığını, çağrılmak için adeta kaşındığını hissetti. Ama o noktaya gitmek için kendisine izin veremezdi. Onlarla erkek erkeğe savaşmak, sıradan birisi gibi yenmek ve aldığı tüm eğitimi savaş arkadaşlarına uygulamak istiyordu. Bir erkek olarak zafer elde etmek, gerçek metal silahlarla bir erkek gibi savaşmak ve onları kendi kurallarına göre yenmek istiyordu. Uzun ahşap kılıçları ve kaslı yapıları olan, onun iki misli gençlerden her zaman daha hızlı olmuştu. Karşı taraf saldırıya geçerken, öne atılıp kendisini olacaklara hazırladı.

“Loti!” diye bağırdı arkasına bakmadan. “KAÇ! Köye geri dön!”

“HAYIR!” diye bağırdı Loti.

Darius bir şeyler yapması gerektiğini biliyordu; orada öylece bekleyip, ona varmalarını bekleyemezdi. Onları şaşırtması, beklemedikleri bir şey yapması gerektiğini biliyordu.

Darius aniden saldırıya geçerek, üstüne hızla gelmekte olan iki askeri hedef aldı. Toprak alanın ortasında karşılaştıklarında, Darius muazzam bir savaş çığlığı attı. Asker kılıcını onun başına savurdu, ama Darius kılıcını kaldırıp darbeyi savuşturdu ve kılıçlarından kıvılcımlar çıktı. Darius metalin metale çarpışını ilk kez hissetti. Kılıç düşündüğünden daha ağırdı ve askerin darbesi daha güçlüydü. Kolunun tamamının dirseğinden omzuna kadar sarsıldığını, bir titreşim yayıldığını hissetti. Boş bulunmuştu.

Asker hızla kendi etrafında döndü ve Darius’a yan tarafından vurmak üzere hazırlandı. Darius da dönüp darbeyi engelledi. Kardeşleriyle kılıç yapmaktan farklı bir histi; elindeki o ağır kılıçla her zamankinden daha ağır hareket ettiğini hissetti. Buna alışmak zaman alacaktı. Diğer askerler onun iki misli hızla savaşıyorlarmış gibi hissediyordu.

Asker tekrar kılıcını savurunca, Darius onun her darbesine karşılık veremeyeceğini hissetti; diğer becerilerine başvurması gerekiyordu.

Darius yana sıçradı, darbeden eğilip kurtuldu ve askerin boğazına bir dirsek attı. Hedefi tam isabet tutturdu. Asker öğürüp geriye doğru sendeledi, iki büklüm oldu ve boğazını tuttu. Darius kılıcının kabzasını kaldırdı ve bunu askerin savunmasız kalan sırtına indirip onu yüz üstü yere devirdi.

Tam o sırada,  diğer asker saldırdı ve Darius etrafında dönüp kılıcını kaldırarak suratına doğru gelen sert bir darbeyi savuşturdu. Ama asker ona hücum etmeye devam ederek Darius’u sert bir biçimde sırt üstü yere yıktı.

Asker üstüne çullanınca, Darius göğüs kafesinin ezildiğini hissetti ve ikisi birden büyük bir toz bulutu arasında sert toprak zemine düştü. Asker kılıcını bırakıp ellerini uzattı ve parmaklarıyla Darius’un gözlerini çıkarmaya çalıştı.

Darius adamın bileklerini tuttu, titreyen elleriyle karşı koymaya çalıştı, ama başaramadı. Bir an önce bir şey yapması gerektiğini anladı.

Dizlerinden birini kaldırdı ve dönüp adamı tan tarafa itmeyi başardı. Bunu yaparken, aynı anda aşağı uzandı ve adamın kemerinde gördüğü uzun hançeri kaptı… Bunu derhal havaya kaldırdı, ikisi birlikte yere yuvarlanırken adamın göğsüne sapladı.

Asker çığlık attı ve Darius üstünde yatarken adamın gözlerinin önünde ölüşünü izledi. Darius orada şok içinde kalakaldı. İlk kez birisini öldürmüştü. Dünya dışı bir deneyimdi. Hem zafer kazandığını, hem de hüzünlendiğini hissediyordu.

Darius arkasından gelen bir ses duyunca toparlandı ve arkasına bakınca yere yıkmış olduğu diğer askerin ayağa kalkmış, ona hücuma geçmiş olduğunu gördü. Kılıcını kaldırdı ve Darius’un başına savurdu.

Darius odaklanmış bir halde bekledi ve son anda eğildi; asker tökezleyerek yanından uçtu.

Darius eğilip ölü adamın göğsünden hançeri aldı ve hızla kendi etrafında döndü; asker dönüp tekrar ona saldırırken, dizlerinin üstündeki Darius öne atılıp hançeri fırlattı.

Hançerin döne döne havada uçuşunu ve en sonunda askerin kalbine saplanıp zırhını parçalayışını izledi. İmparatorluğun eşsiz ve onlara karşı kullanan çeliğini parçaladı. Darius belki de o kadar keskin silahlar yapmamalıydılar diye düşündü.

Asker gözleri yerinden fırlamış halde dizlerinin üstüne yığıldı ve yanlamasına devrilip öldü.

Darius arkasından muazzam bir çığlık duydu ve hemen ayağa fırlayıp o yöne dönünce, ustabaşının zertasından indiğini gördü. Adam kaşlarını çatıp kılıcını çekti ve bir savaş çığlığıyla Darius’a hücuma geçti.

“Şimdi, seni kendim öldürmek zorunda kalacağım,” dedi. “Ama seni sadece öldürmekle kalmayacağım, sama, ailene ve tüm köye ağır ağır işkence yapacağım!”

Darius’a saldırdı.

İmparatorluk ustabaşısının diğerlerinden çok daha iyi bir savaşçı olduğu belliydi; daha uzun boylu ve iriydi ve zırhı da daha üstündü. Azılı ve Darius’un hiç savaşmadığı kadar muhteşem bir savaşçıydı. Darius içinden bu yenilmez düşmana karşı korku hissettiğini kendisine itiraf etmek zorunda kaldı, ama bunu belli etmedi. Bunun yerine, korktuğu halde savaştı ve düşmanın onu sindirmesine izin vermedi. O, sıradan bir insan, dedi içinden. Her insan ölebilir.

Her insan ölebilir.

Ustabaşı ona doğru hızla gelirken,  ışıkta parıldayan muhteşem kılıcını iki eliyle kaldırırken, Darius da kendi kılıcını kaldırdı. Darius yer değiştirip adamın darbesini savuşturdu; adam tekrar denedi.

Asker bir sağa bir sola kılıcını salladı, ama Darius metalin sesi kulaklarında çınlarken ve her yere kıvılcımlar saçılırken darbeleri engelledi. Ustabaşı onu gitgide geriye püskürttü ve bu arada Darius darbeleri savuşturabilmek için var gücünü kullanmak zorunda kaldı. Adam güçlü ve atikti, Darius’sa sadece hayatta kalabilmeye odaklanmıştı.

Darius gelen darbelerden birini biraz yavaş engelledi ve ustabaşı bir boşluk bulup kolunu kesince çığlık attı. Derin bir yara değildi, ama canı yanmıştı; Darius savaşta aldığı ilk yaradan kan aktığını hissedince donakaldı.

Bu da hata oldu. Ustabaşı onun tereddüdünden faydalanıp el zırhıyla ona vurdu. Darius metal zırh suratına inerken, yanağında ve çenesinde müthiş bir acı hissetti ve darbe onu geriye doğru fırlatıp birkaç adım sendelemesine neden olurken, bir daha savaşta asla durup yarasını kontrol etmemeyi kendisine hatırlattı.

Dudaklarında kan hissedince, içini büyük bir öfke kapladı.  Ona yine saldırıya geçen ve üstüne doğru gelmekte olan ustabaşı iri ve güçlü bir adamdı, ama bu sefer yanağı acı içinde olan ve dilinde kan hisseden Darius bunlardan ürkmedi. Savaşın ilk darbeleri savrulmuştu ve Darius bunların acı vermesine rağmen o kadar da kötü olmadıklarını fark etti. Hala ayaktaydı, nefes alıyordu ve yaşıyordu.

Dolayısıyla, hala savaşabilirdi. Darbeleri savuşturup, savaşmaya devam edebilirdi. Yara almak düşündüğü kadar da kötü bir şey değildi. Daha ufak tefek ve daha az deneyimli olabilirdi, ama becerisinin diğer adamlarınki kadar keskin olduğunu ve bir o kadar ölümcül olabileceğini fark etti.

Darius genzinden gelen feci bir çığlıkla öne atıldı ve savaştan kaçmak yerine onu kucakladı. Artık yaralanmaktan korkmayan Darius çığlık atarak kılıcını kaldırdı ve rakibine indirdi. Adam darbeyi savuşturdu, ama Darius pes etmedi; kılıcını tekrar tekrar savurarak, ondan daha iri yarı olan adamın geri geri gitmesine neden oldu.

Darius kendisini, Loti’yi, halkının tamamını, savaş kardeşlerini kurtarmak için savaştı ve kılıcını hiç olmadığı kadar hızla sağa sola savurarak çeliğin ağıtlığının onu daha fazla yavaşlatmamasına gayret etti. En sonunda, bir boşluk buldu. Darius ustabaşının yan tarafını kılıcıyla keserken, adam acı içinde haykırdı.

Ustabaşı dönüp pis bir ifadeyle Darius’a öne şaşkınlıkla, sonra da öfkeyle baktı.

Yaralı bir hayvan gibi çığlık atıp yine saldırıya geçti. Kılıcını yere fırlatıp koşmaya başladı ve Darius’u sıkıca yakaladı. Darius havaya kaldırıp o kadar sıktı ki, Darius kılıcını düşürdü. Her şey büyük bir hızla meydana geldiğinden ve bu hiç beklenmedik bir hareket olduğundan, Darius vaktinde tepki gösteremedi. Düşmanının savaşta yumruklarını değil, kılıcını kullanmasını beklemişti.

Havada inleyerek sallanan Darius, bedenindeki kemiklerin tamamının çatlayacağını hissetti. Acı içinde haykırdı.

Ustabaşı onu daha da sıktı; o kadar çok sıktı ki, Darius öleceğinden emindi. Sonra, adam başını geriye atıp hızla Darius’a kafa attı ve alnı sert bir biçimde Darius’un burnuna indi.

Darius burnundan kanlar fışkırdığını, müthiş bir acının suratına ve gözlerine yayıldığını, gözlerini yakıp kararttığını hissetti. Bu da beklemediği bir hareketti ve ustabaşı yine başını geriye atıp ona bir kafa daha atınca Darius savunmasız kaldı ve kesin kes öleceğini düşündü.

Derken, zincir sesleri duyuldu; ustabaşının gözleri fal taşı gibi açıldı ve Darius’u tutan elleri gevşedi. Darius soluklanmaya çalışırken, başını kaldırıp adamın onu neden bıraktığını merak etti. Sonra, Loti’nin adamın arkasında olduğunu ve prangalarından sarkan zincirleri onun boynuna tekrar tekrar doladığını ve var gücüyle sıktığını gördü.

Darius geriye doğru sendeleyip yine nefes almaya çalıştı ve ustabaşının birkaç adım gerilediğini, sonra arkasına uzanıp Loti’yi yakaladığını gördü. Adam onu yakaladığı geri başının üstünden fırlattı. Loti sert bir biçimde, çığlık atarak sert zemine sırt üstü düştü.

Ustabaşı öne adım attı, bacağını kaldırıp çizmesini Loti’nin suratına indirmeye hazırlandı. Darius onun çizmesiyle Loti’nin suratını ezeceğini fark etti. Adam ondan neredeyse on adım uzaktaydı ve Darius’un vaktinde müdahale edemeyeceği kadar uzaktaydı.

“HAYIR!” diye bağırdı Darius.

Hemen bir şeyler düşündü: Eğilip kılıcını aldı, öne çıktı ve  hızla bunu adama fırlattı.

Kılıç döne döne havada uçtu ve Darius büyülenmiş gibi ustabaşının zırhını delişini ve kalbine saplanışını izledi.

Adamın gözleri yine yerinden fırlayacakmış gibi oldu. Darius onun sendeleyip önce dizlerinin üstüne, sonra da yüz üstü düştüğünü gördü.

Loti apar topar ayağa kalktı ve Darius hemen yanına koştu. Ona güven vermek için elini omzuna koyarken, ona karşı minnet hissetti ve ona bir şey olmadığı için rahatladı.

Derken, keksin bir ıslık sesi duyuldu; Darius arkasına bakınca, yerde yatmakta olan ustabaşının elini ağzına götürdüğünü ve ölmeden önce son bir kez ıslık çaldığını gördü.

Zemin sarsılırken, feci bir kükreme sessizliği böldü.

Darius o yöne bakınca zertanın aninden onlara saldırıya geçtiğini görüp dehşete kapıldı. Yaratık öfkeyle onlara doğru koşuyordu ve keskin boynuzlarını onlara yöneltmişti. Darius ve Loti kaçacak hiçbir yerleri olmadığını bilerek birbirlerine baktılar. Darius saniyeler sonra ikisinin de öleceğini biliyordu.

Etrafına bakındı, derhal ne yapsa diye düşündü ve yanlarında iri taşlarla ve kayalıklarla dolu dik bir yamaç olduğunu fark etti. Kolunu kaldırıp avucunu öne uzattı; diğer eliyle de Loti’yi kavrayıp onu sıkıca tuttu. Darius gücünü kullanmak istemiyordu, ama hayatta kalmak istiyorsa başka bir seçeneğini kalmadığını da biliyordu.

İçine inanılmaz bir sıcaklığın, zapt etmekte zorlandığı bir gücün yayıldığını hissetti ve açık avucundan dik yamaca bir ışık fırladığını gördü.  İlk önce, yavaş yavaş artan ve giderek güçlenen bir sarsıntı sesi geldi. Darius kayalıkların dik yamaçtan tozu toprağa katarak gümbür gümbür yuvarlandığını gördü.

Zertanın üstüne doğru bir kayalık çığı düştü ve onlara erişmesine fırsat vermeden onu ezdi. Muazzam bir ses bulutu ve müthiş bir gürültüden sonra nihayet etraf sessizleşti.

Darius sessizlikte ve güneşin altında dönen toz bulutunun arasında az önce yaptığı şeyi idrak edemeyerek durdu. Yanına bakınca, Loti’nin dehşet içinde ona baktığını ve artık her şeyin değiştiğini fark etti. Sırrını ifşa etmişti. Artık geri dönüş olmayacaktı.

₺91,66
Yaş sınırı:
16+
Litres'teki yayın tarihi:
10 eylül 2019
Hacim:
274 s. 8 illüstrasyon
ISBN:
9781632916273
İndirme biçimi:
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Dədə Qorqud
Народное творчество (Фольклор)
Ses
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 4,9, 8 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 43 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 5, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,8, 6 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,8, 6 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre