Onurun Bedeli

Abonelik
0
Yorumlar
Parçayı oku
Okundu olarak işaretle
Yazı tipi:Aa'dan küçükDaha fazla Aa

BÖLÜM DÖRT

Kyra söken şafağa doğru baktı ve tepesinde dikilen bir figür gördü. Doğan güneşe karşı duran bu silüet yalnızca bir erkeğe, dayısına ait olabilirdi. Adam daha seçilebilir hale geldiğinde Kyra gözlerine inanamaz bir şekilde bakıyordu. Tam önünde nihayet, tanışmak için Escalon’u boydan boya geçip geldiği, ona kaderini gösterecek ve onu eğitecek adam duruyordu. Bu adam annesinin ağabeyi ve hiç tanımadığı annesiyle arasındaki tek bağlantıydı.

Adam ışıktan çekilip yüzü görülebilir hale gelirken Kyra’nın kalbi beklenti içinde hızla atıyordu.

Kyra büyülenmişti; adam şaşırtıcı derecede kendisine benziyordu. Kyra daha önce kendisine bu kadar çok benzeyen kimseyle tanışmamıştı; hatta babası bile umduğu kadar çok kendisine benzemiyordu. Bu dünyada her zaman bir yabancı gibi hissetmiş, herhangi bir gerçek soya bağlı olduğunu düşünmemişti. Fakat şimdi bu, dimdik ve gururlu duran, geniş omuzlara sahip, tıraşsız, çıkık ve keskin elmacık kemikli yüzünü, parlak gri gözleri olan, parlak altın zincir zırh giyen, açık kahverengi saçları çenesine kadar inen, kırklı yaşlarındaki adamı görünce, onun özel biri olduğunu fark etti. Dolayısıyla kendisi de özel hale geliyordu. Hayatında ilk defa bunu hissedebiliyordu. İlk defa birine, çok güçlü bir soya, kendisinden çok daha büyük bir şeye bağlı olduğunu hissediyordu. Dünyaya karşı bir aidiyet hissediyordu.

Karşısındaki bu adam açık bir şekilde farklıydı. Bir savaşçı olduğu kesindi, onurlu ve asildi; fakat bir kılıç, bir kalkan veya herhangi bir tür silah taşımıyordu. Sadece Kyra’yı büyüleyen ve keyiflendiren tek bir şeye sahipti: bir altın asaya. Bir asa. Bu adam tam onun gibiydi.

“Kyra” dedi adam.

Adamın sesi Kyra’nın içinde çınladı, çok tanıdık bir sesti, kendi sesine çok benzeyen bir ses… Adamın konuştuğunu duymak onda sadece adamla değil aynı zamanda onu daha da heyecanlandıracak şekilde, annesiyle de bağlantı kurduğunu hissetmesine neden olmuştu. Tam karşısında annesinin erkek kardeşi duruyordu. Annesinin kim olduğunu bilen adam… Nihayet gerçeği öğrenebilecekti; artık hayatında sır kalmayacaktı. Kısa süre içinde hayatı boyunca merak ettiği kadının kim olduğunu öğrenebilecekti.

Adam elini uzattı ve Kyra da uzanıp adamın elini tutup ayağa kalktı. Bacakları, kulenin önünde gece boyunca oturduğu için uyuşmuştu. Adamın eli kaslı ve güçlüydü, fakat şaşırtıcı şekilde de yumuşaktı ve ayağa kalkmasına yardım etmişti. Leo ve Andor adama doğru yaklaştı; fakat alışılmış şekilde hırlamamaları Kyra’yı şaşırtmıştı. Onun yerine ikisi de yaklaşıp, sanki adamı çok uzun zamandan beri tanıyormuş gibi elini yaladılar.

Daha sonra Kyra’yı daha da şaşırtacak şekilde, sanki adam onlara sessizce komut vermiş gibi, hazırolda durmaya başladılar. Kyra daha önce hiç böyle bir şey görmemişti. Bu adam nasıl güçlere sahip olabilirdi?

Kyra adama amcası olup olmadığını sorma gereği bile hissetmemişti; bunu vücudunun her milimetresinde hissedebiliyordu. Adam güçlü ve gururluydu, Kyra’nın sahip olacağını umduğu her şeye sahipti. Adamda başka bir şey daha vardı; Kyra’nın tam olarak kavrayamadığı bir şey… Adamdan mistik bir enerji yayılıyordu; bir sükûnet aurası vardı fakat aynı zamanda güçlüydü de.

“Dayı” dedi Kyra. Bu kelimenin tınısını sevmişti.

“Bana Kolva diyebilirsin” diye yanıtladı adam.

Kolva. İsim bir şekilde ona hiç yabancı gelmiyordu.

“Seni görmek için tüm Escalon’u geçtim” dedi, başka ne diyeceğini bilemiyordu, gergindi. Sabah sessizliği sözcüklerini yuttu, kıraç vadilerde yalnızca okyanusun uzaktan gelen dalga sesleri duyuluyordu. “Beni babam gönderdi.”

Dayısı gülümsedi. Bu sıcak bir gülümsemeydi, yüzündeki çizgiler yüzüne sanki binlerce yıldır yaşıyormuş gibi bir ifade veriyordu.

“Seni gönderen baban değildi” diye yanıtladı dayısı “çok daha büyük bir şeydi.”

Aniden, hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp, asasını kullanarak, kuleden uzağa doğru yürümeye başladı.

Kyra ne olduğunu anlayamadan onun gidişini izledi; acaba alınmasına sebep olacak bir şey mi söylemişti?

Ona yetişebilmek için acele etti Leo ve Andor da yanından geliyordu.

“Kule” dedi kafası karışmış bir şekilde “İçeri girmeyecek miyiz?”

Dayısı gülümsedi.

“Belki daha sonra” diye yanıtladı.

“Fakat kuleye ulaşmam gerektiğini sanıyordum.”

“Ulaştın da” dedi dayısı “Fakat içeri girmeyeceksin.”

Dayısı hızla ilerleyip ormana girerken Kyra neler olduğunu anlamakta zorlanıyordu. Yetişebilmek için adımlarını hızlandırdı. Dayısının asası tıpkı kendi asası gibi toprak ve yaprakların üzerinde tıkırdıyordu.

“Peki, nerede eğitim yapacağız?” diye sordu Kyra.

“Tüm büyük savaşçılar nerede eğitiliyorsa orada eğitim yapacaksın” diye yanıtladı dayısı. İleri baktı. “Kulenin arkasındaki ormanda…”

Dayısı ormana girdi. O kadar hızlı hareket ediyordu ki, yavaş bir tempoyla yürüyormuş gibi görünse de Kyra ona yetişebilmek için neredeyse koşmak zorunda kalıyordu. Aklından milyonlarca soru geçerken dayısının etrafındaki gizem derinleşiyordu.

“Annem yaşıyor mu?” diye sordu aceleyle, merakını dizginleyememişti. “Annem burada? Onunla hiç görüştün mü?”

Dayısı hafifçe gülümsedi ve yürümeye devam ederken başını salladı.

“Çok fazla soru soruyorsun” dedi. Uzun bir süre yürüdü. Orman garip yaratıkların sesleriyle dolmuştu. Nihayet “Soruların burada çok fazla anlamı olmadığını anlayacaksın. Cevaplar ise daha da anlamsız. Kendi cevaplarını bulmayı öğrenmelisin. Cevaplarının kaynağı. Ve hatta daha da fazlası; sorularının kaynağını…”

Ormanın içinde yürürlerken Kyra’nın kafası karışmıştı. Parlak yeşil ağaçlar bu gizemli yerde etrafında parıldıyor gibi görünüyordu. Kısa süre sonra kule gözden kayboldu ve dalgaların sesi iyice azaldı. Yol her yöne dağılırken Kyra takip etmekte zorlanıyordu.

İçi sorularla dolup taşıyordu ve sonunda sessizliğini daha fazla koruyamadı.

“Beni nereye götürüyorsun?” diye sordu. “Beni eğiteceğin yere mi gidiyoruz?”

Dayısı hızla akan, kadim ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla ilerleyen bir derenin üzerinden geçerek yürümeye devam etti. Kyra topuklarının üzerinde dayısını takip ederken, ağaçların kabukları ışıltılı bir yeşil renkte parlıyordu.

“Seni ben eğitmeyeceğim” dedi dayısı. “Dayın eğitecek.”

Kyra afallamıştı.

Dayım mı?” dedi. “Senin dayım olduğunu sanıyordum.”

“Öyleyim” dedi dayısı. “Ve bir dayın daha var.”

“Bir tane daha mı?” diye sordu Kyra.

Nihayet ormanını içinde bir açıklığa ulaştılar. Dayısı tam sınırda durdu ve Kyra da soluk soluğa bir şekilde gelip onun yanında durdu. Kyra önüne baktı ve gördüğü şey karşısında donup kaldı.

Açıklığın karşı tarafında muazzam büyüklükte bir ağaç duruyordu; hayatında gördüğü en büyük ağaçtı. Kadim ağacın dalları her yere yayılıyordu ve yaprakları parlak mor renkteydi. Gövdesi dokuz metre genişliğindeydi. Dallar kıvrılarak birbirlerinin arasına giriyor ve küçük bir ağaç kulübe oluşturuyordu. Yerden yaklaşık üç metre yüksekte duran bu ağaç ev sanki bin yıllardır oradaymış gibi duruyordu. Dalların arasından hafif bir ışık geliyordu. Kyra yukarı baktı ve dalların ucunda, sanki meditasyon yapıyormuş gibi oturarak onlara bakan, tek başına bir figür fark etti.

“O da senin dayın” dedi Kolva.

Kyra olan bitenden hiçbir şey anlayamamıştı, yüreği ağzındaydı. Dayısı olduğu söylenen adama baktı ve kendisine bir oyun oynanıp oynanmadığını anlamaya çalıştı. Dayısı, on yaş civarında bir oğlanı andırıyordu. Mükemmel bir şekilde dik oturuyor, sanki meditasyon yapıyormuş gibi dümdüz ileri bakıyor; ama gerçekten onlara bakmıyordu. Gözleri parlak maviydi. Oğlansı yüzü, sanki bin yaşındaymış gibi çizgilerle doluydu, cildi koyu kahverengiydi ve yaşlılık lekeleriyle doluydu. Boyu bir buçuk metreden kısaydı. Yaşlılık hastalığına yakalanmış bir oğlanı andırıyordu.

Kyra buna ne anlam vereceğini bilemiyordu.

“Kyra” dedi dayısı “Alva ile tanış.

BÖLÜM BEŞ

Merk, hiç geçemeyeceğini düşündüğü, yüksek altın kapıların arasından geçerek Ur Kulesine girdi. İçerideki ışık gözlerini kör edecek kadar parlaktı. Bir elini kaldırıp gözlerine siper etti ve o anda gördüğü şey karşısında büyülendi.

Tam karşısında gerçek bir Gözcü duruyordu. Merk’e bakan sarı gözleri deliciydi. Bu gözler kapının arkasından, aralıktan Merk’e bakan, onu tedirgin eden gözlerdi. Gözcünün üzerinde sarı, dökümlü bir cübbe vardı, kolları ve bacakları görünmüyordu ve görülebilen çok az cildi de solgundu. Şaşırtıcı derecede kısa boylu adamın uzun bir çenesi, çökük yanakları vardı. Adam ona doğru bakarken Merk kendini rahatsız hissetti. Adamın önünde, elinde tuttuğu altın asadan ışık yansıyordu.

Gözcü onu sessizce inceledi. Arkasında kalan kapılar kapanıp onu kulenin içine hapsederken Merk sırtında bir karıncalanma hissetti. Kapıların kapanma sesi boş duvarlarda yankılanırken istemsiz bir şekilde ürperdi. Günlerdir doğru düzgün uyuyamamak, kâbuslar ve kuleye girebilme takıntısı nedeniyle ne kadar gergin olduğunu fark etti. Artık içerideydi sanki yeni evine girmiş gibi bir aidiyet duygusu hissediyordu.

Merk Gözcünün kendisini buyur etmesini ve nerede olduğunu açıklamasını beklemişti. Fakat tam aksine, adam arkasını dönüp hiçbir şey söylemeden yürümeye başladı ve Merk’i orada tek başına ve merak içinde bıraktı. Merk adamı takip edip etmemesi gerektiğini bile bilmiyordu.

Gözcü alanın uzak ucunda spiral şekilli, fildişi bir merdivene geçti ve Merk’i şaşırtacak şekilde, yukarı çıkmak yerine aşağı yöneldi. Adam hızla indi ve gözden kayboldu.

Merk sessiz ve afallamış bir şekilde olduğu yerde durdu; kendisinden ne yapmasının beklendiğini bilemiyordu.

“Seni takip etmeli miyim?” diye seslendi sonunda.

Merk’in sesi, sanki kendisiyle alay eder gibi, duvarlardan yankılanıp geri döndü.

Merk kulenin içini inceleyerek etrafına bakındı. Etrafındaki parıltılı duvarlar som altından yapılmıştı, kadim siyah bir mermerle kaplı zeminde altın çizgiler vardı. İçerisi loştu ve sadece duvarlardan gelen gizemli bir parlaklıkla aydınlatılıyordu. Yukarı bakıp fildişinden oyulma merdivenleri gördü. İlerleyip başını geri yaslayınca merdivenlerin en tepesinde altın bir çatı olduğunu gördü. Neredeyse yüz metre yüksekliğindeydi ve güneş ışığını süzerek içeri veriyordu. Yukarıda farklı katlar ve farklı sahanlıklar ile zeminler vardı. Yukarıda neler olduğunu merak etti.

 

Daha da meraklı bir şekilde aşağı baktı. Aşağıda da katlar yerin altına doğru devam ediyordu. Gözcü de o yönde gözden kaybolmuştu. Muhteşem güzellikteki merdivenler her iki yönde de, hem cennetin en üst katlarına çıkıyor hem de cehennemin en dibine iniyormuş gibi kıvrılarak devam ediyordu. Merk en çok da, Escalon’u koruyan o efsanevi kılıç, Ateş Kılıcı’nın bu duvarlar içinde bir yerde olup olmadığını merak ediyordu. Kılıcın sadece düşüncesi bile onu heyecanlandırmıştı. Nerede olabilirdi? Yukarıda mı aşağıda mı? Burada başka hangi kutsal emanetler ve hazineler saklanıyordu?

Aniden yan duvarda gizli bir kapı açıldı ve Merk dönüp baktığında sert yüzlü bir savaşçının kapıdan çıktığını gördü. Adam yaklaşık olarak Merk’le aynı cüssedeydi, bir zincir zırh giyiyordu ve uzun yıllar boyunca güneş görmediğinden cildi solgundu. Adam Merk’e doğru yürüdü. Belinde, üzerinde kolayca göze çarpan, Merk’in kule dış duvarlarında gördüğü oyma sembolle aynı, göğe yükselen bir fildişi merdiven sembolü olan bir kılıç taşıyan, bir insandı.

“Yalnızca Gözcüler aşağı inebilir” dedi adam, sesi sert ve kabaydı. “Ve sen dostum, bir Gözcü değilsin. En azından şimdilik.”

Adam Merk’in önünde durdu ve ellerini beline koyarak onu baştan aşağı süzdü.

“Pekâlâ” diye devam etti. “İçeri girmene izin verdiklerine göre bunun bir nedeni vardır diye düşünüyorum.”

İç geçirdi.

“Beni takip et.”

Ardından savaşçı aniden döndü ve merdivenden yukarı çıkmaya başladı. Merk adama yetişmeye çalışırken kalbi hızla atıyordu, kafasının içi sorularla doluydu; burasının gizemi attığı her adımla artıyordu.

“İşini yap ve yaptığın işte iyi ol” dedi adam, sırtı Merk’e dönüktü ve kalın sesi duvarlardan yankılanıyordu “ve böylece burada hizmet etmene izin verilecektir. Kuleyi korumak Escalon’un sunabileceği en değerli görevdir. Basit bir savaşçıdan çok daha fazlası olman gerekir.”

Bir üst katta durdular ve adam gelip Merk’in gözlerine gözlerini dikerek yanında durdu. Sanki hakkındaki gizli bir gerçeği hissetmiş gibiydi ve bu Merk’i huzursuz etmişti.

“Hepimiz karanlık geçmişlere sahibiz” dedi adam. “Bizi buraya çeken de bu. Senin karanlığında ne gibi bir meziyet gizli? Yeniden doğmaya hazır mısın?”

Adam durakladığında Merk adamın sözlerini kavramaya çalışıyordu, nasıl karşılık vereceğinden emin olamıyordu.

“Burada saygı kazanmak zordur” diye devam etti adam. “Burada her birimiz Escalon’un en iyileriyiz. Saygınlığını kazan ve bir gün belki sen de kardeşliğimize kabul edilirsin. Kazanamazsan gitmen istenecektir. Unutma, içeri girmene izin veren o kapılar seni kolayca dışarı da atabilir.”

Bu düşünce Merk’in kalbini sıkıştırdı.

“Nasıl hizmet edebilirim?” diye sordu Merk, hayatı boyunca hissetmek için yanıp tutuştuğu bir sorumluluk duygusu hissediyordu.

Savaşçı olduğu yerde uzun bir süre durduktan sonra dönüp bir üst kata doğru çıkmaya başladı. Merk adamın gidişini izlerken, burada yasaklı birçok şey olduğunu, belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceği sırlar bulunduğunu anlamaya başlamıştı.

Merk de peşinden devam etmeye kalktı fakat aniden büyük, etli bir el göğsüne vurup onu durdurdu. Merk dönüp baktığında, bir başka kapıdan bir başka savaşçının çıktığını gördü; diğer savaşçı ise gözden kaybolmuştu. Yeni gelen ve Merk’in tepesinde dikilen savaşçı da aynı altın zincir zırhtan giyiyordu.

“Sen bu katta hizmet vereceksin” dedi kabaca “diğerleriyle birlikte. Ben komutanınım. Vicor.”

Yeni komutanı Vicor, ince yapılı, taş gibi sert suratlı bir adamdı ve şansının zorlanmaması gereken bir görünümü vardı. Vicor döndü ve duvardaki bir açık kapıyı işaret etti. Merk dikkatli bir şekilde içeri girdi ve dar, taş koridorlarda döne döne ilerlerken burasının ne olduğunu merak etti. Sessizlik içinde yürüyerek, kemerli taş kapılardan geçtiler ve koridor, yüksek, konik bir tavanlı, taş zeminli ve taştan duvarlara sahip geniş bir odaya çıktı. İçerisi, dar, kubbeli pencerelerden süzülen güneş ışığıyla aydınlatılıyordu. Merk kendisine bakan düzinelerce yüz görünce sarsılmıştı. Bunlar, kimi zayıf, kimi kaslı savaşçıların yüzleriydi. Hepsi de sert ve gözü kara görünüyordu ve hepsi de bir görev bilinciyle ışıldıyordu. Hepsi odaya yayılmıştı. Her biri bir pencerenin önünde duruyordu ve hepsi de altın zincir zırh giyiyordu. Hepsi birden dönmüş odaya giren yabancıya bakıyordu.

Merk kendini içe kapanık hissetti ve garip bir sessizlik içinde adamlara baktı.

Hemen yanında duran Vicor boğazını temizledi.

“Kardeşler sana güvenmiyor” dedi Merk’e. “Sana hiçbir zaman güvenmeyebilirler. Ve sen de hiçbir zaman onlara güvenmeyebilirsin. Burada saygı öylece verilmez ve burada ikinci şans yoktur.”

“Ne yapmam gerekiyor?” diye sordu afallamış olan Merk.

“Bu adamlar ne yapıyorsa aynısını” diye yanıtladı Vicor kabaca. “Gözleyeceksin.”

Merk kavisli taş odayı taradı ve uzak uçta, yaklaşık on beş metre kadar uzakta hiçbir savaşçının önünde durmadığı boş bir pencere gördü. Vicor yavaşça o tarafa doğru yürüdü ve Merk de savaşçıların arasından geçerek onu takip etti. Onlar geçerken adamlar dönüp Merk’e bakıyor, onlar geçtikten sonra da pencerelerine dönüyorlardı. Bu adamların arasında olmak fakat onların bir parçası olmamak tuhaf bir duyguydu. Şimdilik. Merk her zaman tek başına savaşmıştı ve bir gruba ait olmanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyordu.

Merk bu adamların arasından geçerken onları incelediğinde, hepsinin kendisi gibi, umudunu yitirmiş, gidecek başka hiçbir yeri, hayatta başka hiçbir amaçları olmayan adamlar olduğunu fark etti. Adamlar bu kuleyi evleri yapmıştı. Bu adamlar tıpkı kendisi gibiydi.

Görev yerine yaklaşırken Merk yanından geçtiği son adamın diğerlerinden farklı göründüğünü fark etti. En fazla on sekizinde bir delikanlı görüntüsündeydi, Merk’i hayatında gördüğü en pürüzsüz ve en düzgün cilde ve beline kadar uzanan, dümdüz açık sarı saçlara sahipti. Diğerlerinden daha ince görünüyordu, çok fazla kası yokmuş gibiydi ve sanki daha önce hiçbir savaşa katılmamış gibi bir hali vardı. Fakat yine de gururlu bir duruşu vardı ve Merk oğlanın, tıpkı Gözcü’nünki gibi delici sarı gözlerini fark edip şaşırdı. Delikanlı orası için fazla narin ve fazla hassas görünüyordu fakat aynı zamanda görüntüsünde Merk’i geren farklı bir şey vardı.

“Kyle’ı hafife alma” dedi Vicor, Kyle penceresine dönerken ona bakarak. “Aramızdaki en güçlü odur ve buradaki tek gerçek Gözcü odur. Onu bizi koruması için gönderdiler.”

Merk buna inanmakta zorlanıyordu.

Merk yerine ulaştı ve uzun pencerenin önünde oturup dışarı baktı. Oturması için taş bir çıkıntı vardı ve öne eğilip camdan dışarı baktığında aşağıda, yeryüzünün geniş bir kısmını görebiliyordu. Kıraç Ur yarımadasını, uzaktaki ormanın ağaçlarının tepelerini ve onun da ötesinde okyanusu ve gökyüzünü görü. Oradan tüm Escalon’u görebilirmiş gibi geldi.

“Hepsi bu mu?” diye sordu Merk şaşkın bir şekilde. “Sadece burada oturup izleyecek miyim?”

Vicor sırıttı.

“Görevlerin henüz başlamadı bile.”

Merk hayal kırıklığına uğramış bir şekilde kaşlarını çattı.

“Tüm yolu bir kulede oturmak için gelmedim” dedi Merk, diğerlerine dönerek. “Buradan nasıl savunabilirim ki? Aşağıda devriye gezemez miyim?”

Vicor yeniden sırıttı.

“Burada, aşağıda görebileceğinden çok daha fazlasını görebilirsin” dedi.

“Ve eğer bir şey görürsem?” diye sordu Merk.

“Çanı çal” dedi Vicor.

Başıyla işaret etti ve Merk pencerenin kenarına iliştirilmiş çanı gördü.

“Yüzyıllar boyunca kulemize çok kez saldırdılar” diye devam etti Vicor. “Hepsi de başarısız oldu; bizim sayemizde. Biz Gözcüleriz, savunmanın son hattı. Tüm Escalon’un bize ihtiyacı var ve bir kuleyi savunmanın birçok farklı yolu vardır.”

Vicor giderken Merk onu izledi ve sonra sessizce yerine oturdu. Kendini nasıl bir şeyin içine attığını merak ediyordu.

BÖLÜM ALTI

Duncan adamlarını, ayın aydınlattığı gecede, Escalon’un karlı vadilerinden dörtnala götürüyordu. Ufukta bir yerlerdeki Andros’a doğru hareket ettiklerinden beri saatler saatleri kovalıyordu. Gece vakti eski anıları, geçmiş savaşları, Andros’taki zamanlarını, eski krala hizmet ettiği günleri hatırlattı ve kendini düşünceler içinde kaybolurken buldu. Hatıralar bugünle ve bugün de gelecekle ilgili hayallerle karışıyordu, artık neyin gerçek olduğunu ayırt edemeyecek hale gelmişti. Normal olarak düşünceleri kızına yöneldi.

Kyra. Neredesin? Diye düşündü.

Duncan kızının güvende olması, eğitiminde ilerliyor olması ve kısa süre içinde tekrar bir araya gelebilmeleri için dua etti. Acaba tekrar Theos’u çağırabilecek miydi? Eğer çağıramazsa, kızının başlatmış olduğu bu savaşı kazanıp kazanamayacaklarını bilmiyordu.

Atların, zırhların kesintisiz sesi geceyi dolduruyordu. Duncan soğuğu neredeyse hissetmiyordu, yüreği, kazanmış oldukları zafer, hareketlerinin hızı, arkasındaki genişleyen ordusu ve beklentileri nedeniyle sıcaktı. Onca yıldan sonra nihayet akıntının kendi lehine dönmekte olduğunu hissediyordu. Andros’un, yerleşik, profesyonel bir ordu tarafından çok sıkı şekilde korunuyor olacağını, sayıca çok az kalabileceklerini, başkentin güçlendirilmiş bir savunmaya sahip olabileceğini ve bir kuşatma oluşturabilecek insan gücüne sahip olamayabileceğini biliyordu. Hayatının savaşının, Escalon’un kaderini belirleyecek olan savaşın kendisini beklediğini biliyordu. Fakat bütün bunlar onurun bedeliydi.

Duncan aynı zamanda yanındaki tüm adamların bir sebebinin, bir arzusunun, bir amacının olduğunu ve en önemlisi de hız ve sürpriz faktörünün de kendi taraflarında olduğunu biliyordu. Pandesialılar başkente bir saldırı yapılmasını beklemiyor olacaktı, hele esaret altındaki insanlardan ve hele de gece vakti…

Sonunda, şafağın ilk ışıkları belirmeye başladığında, gökyüzünde hala mavimsi bir sis varken, Duncan uzakta, başkentin tanıdık siluetinin belirmeye başladığını fark etti. Bu, hayatında bir daha görebileceğini düşünmediği bir manzaraydı ve kalbinin daha hızlı atmasına neden olan bir manzara… Burada yaşadığı yıllara, krala ve ülkeye sadakatle hizmet ettiği yıllara ait anılar sökün etti. Escalon’un en kudretli zamanlarını hatırladı, gururlu, özgür bir ulus, yenilemezmiş gibi görünen bir ülke…

Fakat aynı zamanda acı anılar da geri gelmişti: zayıf kralın halkına ihaneti, başkenti ve Escalon’u teslim edişi… Kendisinin ve tüm o muhteşem komutanların dağılışlarını, utanç içinde yaşamaya mahkûm edilişlerini, her birinin, Escalon’da kendi kalelerine sürülüşlerini hatırladı. Şehrin muhteşem siluetini görmek onda aynı anda hem özlem hem nostalji, hem korku hem de umut duygularını aynı anda yaşamasına sebep olmuştu. Bu siluet tüm hayatını şekillendiren, Escalon’un en harika şehrinin siluetiydi. Yüzyıllarca krallar tarafından yönetilmiş şehir öylesine büyüktü ki nerede son bulduğunu anlamak neredeyse imkânsızdı. Duncan derin bir nefes aldı ve tanıdık siperler, çatılar ve kubbeler gördü, hepsi de ruhunun derinliklerinde yer etmişti. Bazı açılardan bu eve dönüş gibiydi; tek farkla, Duncan o eski yenik, sadık komutan değildi. Artık çok daha güçlüydü, kimseye hesap vermeyi istemiyordu ve artık elinin altında bir ordu vardı.

Söken şafakta şehir hala, gece nöbetinin kalıntıları olan meşalelerle aydınlanıyordu, şehir sabah sisinde uzun geceyi henüz yeni üzerinden atmaya başlamıştı ve Duncan yaklaştıkça, kalbini sıkıştıran bir başka görüntü daha seçilir hale geldi: Pandesia’nın mavi ve sarı bayrakları Andros’un mazgallı siperleri üzerinde gururla dalgalanıyordu. Manzara Duncan’ın midesini bulandırdı ve ona yepyeni bir kararlılık verdi.

Duncan kapıları taradı ve kapıların yalnızca çekirdek bir birlikle korunduğunu görünce içinde bir rahatlama oldu. Rahat bir nefes aldı. Eğer Pandesia onların geldiğini biliyor olsaydı kapıda binlerce asker bekliyor olurdu ve Duncan ve adamlarının hiçbir şansı olmazdı. Fakat görünüşe göre haberleri yoktu. Burada yerleşik binlerce Pandesia askeri hala uyuyor olmalıydı. Neyse ki Duncan ve adamları bir şans elde edebilecek kadar hızlı hareket etmişlerdi.

Duncan, bu sürpriz faktörünün, tek şansları, onlara, bir orduya karşı koyması için tasarlanmış mazgallı siperlere sahip bu devasa başkenti almalarını sağlayabilecek tek şey olabileceğini biliyordu. Bu ve şehrin savunmasının zayıf noktaları hakkında Duncan’ın sahip olduğu bilgi… Bazı savaşların çok daha azıyla kazanıldığını biliyordu. Duncan şehrin girişini inceledi. Zafer için bir şansları olacaksa önce nereye saldırmaları gerektiğini biliyordu.

 

“Kapıların kontrolü kimin elinde olursa şehrin kontrolü de onda olur!” diye seslendi Duncan Kavos’a ve diğer komutanlarına. “Kapıların kapanmaması lazım; kapatmamaların sağlamamız gerekiyor, neye mal olursa olsun! Eğer kapılar kapanırsa sonsuza kadar dışarıda kalırız. Yanıma küçük bir birlik alıp son sürat kapılara saldıracağım. Siz,” dedi Kavos, Bramthos ve Seavig’e işaret ederek, “adamlarımızın geri kalanını garnizona yönlendirin ve askerler yaklaşırken kanadımızı koruyun.”

Kavos başını salladı.

“O kapılara küçük bir birlikle saldırmak pervasızca” diye seslendi. “Etrafın sarılacaktır ve eğer ben garnizonla savaşacaksam senin arkanı kollayamam. Bu bir intihar.”

Duncan gülümsedi.

“Ve ben de tam olarak bu yüzden bu görevi bizzat üstleniyorum.”

Duncan atını mahmuzladı ve diğerlerinin önüne çıkıp kapılara doğru yöneldi. Ardından, Anvin, Arthfael ve birkaç düzine yakın komutanı, Andros’u kendisi kadar iyi bilen, hayatı boyunca onunla birlikte çarpışmış adamlar da, tam da Duncan’ın tahmin ettiği şekilde, onun peşinden atlarını sürmeye başladı. Onlar dörtnala şehir kapılarına doğru giderken Duncan göz ucuyla, Kavos, Bramthos, Seavig ve ordularının büyük kısmının Pandesia garnizonlarına doğru yöneldiğini gördü.

Duncan’ın kalbi hızla atıyordu. Çok geç olmadan kapılara ulaşması gerektiğini biliyordu. Başını eğdi ve atını daha hızlı gitmesi için zorladı. Yolun ortasına, Kral Köprüsü’ne çıktılar. Nalların sesi ağaç köprüde yankılanıyordu ve Duncan bir çarpışmanın yaklaştığını hissederek heyecanlandı. Şafak söktüğünde Duncan, onları fark eden Pandesialı askerlerin korku içindeki yüzlerini gördü. Uykulu bir şekilde köprüde nöbet tutan genç bir asker gözlerini kırpıştırarak bakıyor, yüzünde bir dehşet ifadesi yayılıyordu. Duncan aradaki boşluğu hızla kapattı, askere yetişti ve daha asker kalkanın bile kaldıramadan kılıcını çekip ona saldırdı.

Savaş başlamıştı.

Anvin, Arthfael ve diğerleri mızraklarını fırlatarak, onlara doğru dönmüş olan yarım düzine kadar Pandesia askerinin yere devirdi. Dörtnala gitmeye devam ettiler, hiçbiri bir an bile duraklamadı, bunu hayat memat meselesi olduğunu biliyorlardı. Son sürat köprüden Andros’un ardına kadar açık kapılarına doğru saldırdılar.

Hala yaklaşık yüz metre kadar uzaktalarken Duncan ileriye bakıp Andros’un, otuz metre yüksekliğinde, altından oyma, otuz santim kalınlığındaki efsanevi kapılarını gördü. Eğer bu kapılar kapanırsa Andros’un ele geçirilemez hale geleceğini biliyordu. Öyle bir durumda, sahip olmadığı bir profesyonel kuşatma ekipmanı, uzun aylar ve sürekli olarak kapıyı döven yüzlerce adama ihtiyacı olacaktı, ki elinde bu da yoktu. Bu kapılar yüzyıllar boyunca yapılan hiçbir saldırıya geçit vermemişti. Oraya zamanında ulaşamazsa her şeyi kaybederdi.

Duncan kapılarda nöbet tutan yaklaşık bir düzine kadar askeri inceledi, savunma önlemleri hafifti, adamlar şafak vakti uykuluydu ve hiçbiri bir saldırı beklemiyordu. Duncan, zamanının kısıtlı olduğunun bilinciyle atını daha da hızlanmaya zorladı. Pandesialılar tarafından fark edilmeden önce oraya ulaşması gerekiyordu; hayatta kalacağından emin olabilmek için bir dakikaya daha ihtiyacı vardı.

Fakat aniden büyük bir boru sesi duyuldu ve Duncan yukarı bakıp, siperlerin üzerinde Pandesialı bir gözcünün onlara baktığını ve uyarı borusunu defalarca çaldığını görünce morali bozuldu. Ses şehir duvarlarında yankılandı. Duncan sahip olabileceği herhangi bir avantajı kaybetmiş olduğunu anladığından kalbi sıkışmıştı. Düşmanı hafife almıştı.

Pandesialı askerler hemen harekete geçtiler. İleri atılıp omuzlarını kapılara dayadılar, her iki tarafta altı asker tüm güçleriyle kapıları itiyordu. Aynı anda her iki tarafta dört asker dev çarkları çevirirken, her iki tarafta ikişer asker de zincirlere asılıyordu. Büyük bir çatırtı sesiyle birlikte dev parmaklıklar kapanmaya başladı. Duncan olanları çaresizlik içinde seyrediyor, sanki kalbini tabuta kapatıyorlarmış gibi hissediyordu.

“DAHA HIZLI!” diye bağırdı atına.

Hepsi birden hızlandılar, son bir çılgınca atak yapmışlardı. Yaklaşırlarken adamlarından bazıları kapılardaki adamlara umutsuz bir çabayla mızrak fırlattılar fakat hala çok uzaktalardı ve mızraklar kısa düştü.

Duncan atını daha önce hiç olmadığı kadar zorluyor, diğerlerinin önünde pervasızca ilerliyordu. Kapanmakta olan kapılara yaklaştığında kulağının yanından bir şeyin vızıldayarak geçtiğini hissetti. Bunun bir mızrak olduğunu anladı ve yukarı baktığında siperlerin üzerindeki askerlerin onlara mızrak fırlattığını gördü. Duncan arkasında bir çığlık duydu ve dönüp baktığında, yıllarca onunla birlikte savaşmış, cesur bir savaşçıya mızrak saplandığını ve adamın atından geriye düştüğünü gördü.

Duncan kapanan kapılara yönelirken, tedbiri iyice elden bıraktı ve atını daha çok zorladı. Yaklaşık yirmi metre kadar bir mesafedeydi ve kapıların sonsuza dek kapanmasına yalnızca otuz santim kalmıştı. Ne olursa olsun, kendi canı pahasına bile olsa bunun olmasına izin veremezdi.

Son bir intihar atağıyla Duncan kendini atından fırlattı ve kapanmakta olan kapıların arasında kalan boşluğa dalış yaptı. Kılıcını uzatıp ileri doğru ittirdi ve kapılar kapanmadan önce aradaki boşluğa sıkıştırmayı başardı. Kılıcı eğildi fakat kırılmadı. Duncan, bu çelik parçasının kapıları sonsuza dek kapanmaktan alıkoyan, başkenti hala açık tutan, Escalon’u sonsuza dek kaybetmemelerini sağlayabilecek olan tek şey olduğunu biliyordu.

Şoke olmuş Pandesia askerleri kapıların kapanmadığını fark etti ve aşağı bakıp Duncan’ın kılıcını fark edince hayrete düştü. Hepsi birden kılıca doğru atıldı. Duncan canı pahasına da olsa onlara izin vermemesi gerektiğini biliyordu.

Attan fırlamış olmasının etkisiyle hale nefesi kesilmiş haldeydi, kaburgaları acıyordu. Duncan ona doğru saldıran ilk askerden sakınmak için yuvarlanmayı denedi fakat yeteri kadar hızlı hareket edememişti. Arkasındaki askerin kılıcını kaldırdığını gördü ve kendini ölümcül darbeye hazırladı; fakat aniden asker çığlık attı Duncan bir kişneme duyunca dönüp savaş atının şaha kalkıp, adam Duncan’a vuramadan ön ayaklarıyla askerin göğsüne vurarak onu devirdiğini gördü. Asker geriye doğru uçtu, kaburgaları kırılmıştı. Sırtüstü yere düştü ve bayıldı. Duncan atına minnettarlıkla baktı ve onun, bir kez daha hayatını kurtarmış olduğunu fark etti.

İhtiyacı olan zamanı bulan Duncan ayaklarının üzerinde doğruldu, ikinci kılıcını çekti ve üzerine doğru gelen bir grup askeri karşılamak üzere hazırlandı. İlk asker kılıcını ona doğru savurdu ve Duncan atağı başının üzerinde karşılayıp etrafında dönerek askerin sırtına kılıcını vurdu ve onu yere devirdi. Daha sonra ilerleyip, ikinci bir asker henüz ona yetişemeden adamın karnına kılıcını soktu ve yere düşen adamın üzerinden sıçrayarak bir diğer adama iki ayağıyla birden vurup onu da yere serdi. Bir başka asker kılıcını ona doğru savururken eğildi ve etrafında dönüp askerin sırtını kılıcıyla kesti.

Kendisine saldıran askerle nedeniyle dikkati dağılan Duncan, arkasında bir hareketlilik sezdi ve dönüp baktığında bir Pandesialı askerin, kapının arasına sıkışmış olan kılıcı tutup, kabzasından sallamakta olduğunu gördü. Hiç zamanı olmadığını fark eden Duncan o askere doğru döndü, nişan aldı ve elindeki kılıcı fırlattı. Kılıç havada dönerek uçtu ve asker Duncan’ın uzun kılıcını çekemeden hemen önce onun gırtlağına saplandı. Kapıyı kurtarmıştı fakat kendisi savunmasız kalmıştı.

Duncan açıklığı genişletebilmek umuduyla kapıya doğru hücum etti fakat tam o sırada bir asker ona çelme taktı ve yüzüstü yere düşürdü. Sırtı açıkta kalan Duncan tehlikede olduğunun farkındaydı. Arkasındaki Pandesialı havaya kaldırdığı mızrağını sırtına saplamadan önce yapabileceği çok az şey vardı.

Bir bağırma duyulduğunda Duncan göz ucuyla Anvin’in ileri atıldığını ve gürzünü savurarak askerin bileğine vurup, asker mızrağı Duncan’ın sırtına saplayamadan mızrağı elinden düşürttüğünü gördü. Daha sonra Anvin atından atladı ve askeri yere devirdi. Aynı anda Arthfael ve diğerleri de yetişip Duncan’a saldıran askere hücum ettiler.