Kitabı oku: «Şövalyelerin Mızrak Dövüşü », sayfa 3

Yazı tipi:

BEŞİNCİ BÖLÜM

Altın kıyafetlerini kuşanmış olan Volusia, konuşma kürsüsünde boylu poslu duruyor, kendine methiye olsun diye yaptırdığı yüzlerce merdiven basamağının en tepesinden aşağı doğru kollarını açarak bakıp anın keyfini çıkarıyordu. Başkentin sokakları göz alabildiğine insanlarla doluydu, İmparatorluk vatandaşları, askerleri, yeni kulları önünde eğiliyor, şafak sökerken başlarını yere getiriyorlardı. Hep bir ağızdan yumuşak ve süregelen sesler çıkararak Volusia'nın başlattığı sabah tapınışına katılıyorlardı. Kumandanları ve danışmanlar halka öğütlemişlerdi bunu: ya ona tapınacaksınız, ya da ölümü tadacaksınız. Ona buna mecbur oldukları için tapındıklarını biliyordu ancak kısa süre sonra tüm bildikleri bu olacağı için ona tapınacaklardı.

"Volusia, Volusia, Volusia," diye mırıldandılar. "Güneş tanrıçası, yıldızların tanrıçası. Okyanusların annesi ve güneşin habercisi."

Volusia önündeki manzaraya bakıyor yeni şehrine hayran kalıyordu. Her yerde, adamlarına talimat verdiği şekilde dikilen altından heykelleri vardı. Başkentin her köşesinde mutlaka biri altın rengiyle göğe yükseliyordu. Baktıkları her yerde mecburen onu görecek, ona tapınacaklardı.

Nihayet tatmin olmuştu. Sonunda, kaderinde yazılı olan Tanrıça haline gelmişti.

Sesler, ona adanan tüm sunaklarda yanan esanslar havayı dolduruyordu. Erkekler, kadınlar ve çocuklar omuz omuza kalabalıkta sokakları doldurmuş, önünde eğiliyorlarken bunu kesinlikle hak ettiğini düşünüyordu. Buraya kadar uzun bir yolculukla gelmişti, başkente kadar ilerlemiş ve burayı alıp ona karşı gelen İmparatorluk ordularını yok etmeyi başarmıştı. Şimdi nihayet başkent onundu.

Başkent ona aitti.

Elbette danışmanları aksini düşünse de Volusia ne düşündüklerini pek umursamıyordu. Yenilmez olduğunu, cennetle dünya arasında bir noktada bulunduğunu ve bu dünyadaki hiç bir gücün onu yok edemeyeceğini biliyordu. Sadece korku salmakla kalmıyordu, tüm bunların sadece bir başlangıç olduğunu biliyordu. Daha fazla güç istiyordu. İmparatorluk'un her köşesini ziyaret edip ona karşı gelen insanları, tek taraflı olarak gücünü kabul etmeyenleri ezmeyi planlıyordu. Çok daha büyük bir ordu oluşturarak İmparatorluk'un her yanını kendi hükümdarlığı altında toplayacaktı.

Güne başlamaya hazır olan Volusia, kürsüsünden altın basamakları birer birer kat ederek indi. Elleriyle uzanınca hepsi öne atıldılar, avuçları kendininkine değdi. Kendilerinden biri gibi hissettikleri Volusia'ya tapınan kalabalık onu, aralarında yaşayan tanrıçayı kucaklıyorlardı. Bazıları ağlıyor, o ilerlerken yere kapaklanıyordu, kalabalıktan gittikçe artan sayıda insan en aşağıda üstlerine basıp geçmesi için etten bir köprü oluşturdular. Voluisa da öyle yaptı, sırtlarındaki yumuşak ete basarak geçti.

Nihayet bir sürüsü vardı. Şimdi savaşa gitme vaktiydi.

*

Volusia İmparatorluk başkentini çevreleyen surların en tepesinde durup içinde yükselen kader hissiyle çöl göğüne bakıyordu. Gördüğü tek şey, öldürdüğü adamların başsız cesetleri ve çığlık atıp aşağı dalarak etlerini didikleyen akbabalardı. Bu duvarların dışında hafif bir meltemle beraber çürümeye başlayan etlerin havada bıraktığı ağır kokuyu duyuyordu. Sebep olduğu katliam karşısında gülümsüyordu. Bu adamlar ona karşı çıkmaya cesaret etmiş ve doğal olarak bedelini ödemişlerdi.

"Ölüleri gömelim mi, Tanrıçam?" dedi bir ses.

Volusia dönünce silahlı kuvvetlerinin kumandanı, geniş omuzlu, keskin çene hattına şaşırtıcı derecede iyi görünüme sahip olan insan ırkından Rory'i gördü. Onu seçip diğer generallere üst olarak atamıştı çünkü gözüne hoş görünüyordu, bundan da önemlisi tıpkı kendisi gibi her durumda kazanmayı bilen parlak bir kumandandı.

"Hayır," diye cevapladı ona bakmadan. "Güneşin altında çürümelerini ve etlerinin hayvanlara yem olmasını istiyorum. Herkesin, Tanrıça Volusia'ya karşı gelenlerin uğrayacakları akıbeti görmesini istiyorum."

Manzaraya irkilerek baktı.

"Nasıl isterseniz, Tanrıçam," diye cevapladı.

Volusia ufka bakarken, siyah bir başlık ve cübbe giyen, öz annesini öldürmesinde ona rehberlik eden yaratık, çekirdek çevresinde hala güvendiği az sayıda kişiden biri olan, parlayan yeşil gözleri, çopurlu yüzüyle büyücüsü Koolian yanına geldi ve onunla birlikte göğü incelemeye koyuldu.

"Biliyorsun oradalar," diye hatırlattı. "Senin için geldiler. Hissediyorum onları, şimdi bile yoldalar."

Onu görmezden gelerek bakmaya devam etti göğe.

"Ben de," dedi nihayet.

"Yedi'nin Şövalyeleri çok güçlüdür, Tanrıçam," dedi Koolian. "Bir büyücü ordusuyla geliyorlar ki bu orduyla siz savaşamazsınız."

"Romulus'un adamlarını da unutmayın," diye ekledi Rory. "Halka'dan dönen milyonlarca adamın şimdiden kıyılarımıza yakınlaştıklarına dair haberler alıyoruz."

Volusia dik dik bakarken havada uzun bir sessizlik oldu, bunu kesen tek şey rüzgarın uğultusuydu.

Nihayet Rory:

"Biliyorsunuz bu yeri zapt edemeyiz. Burada kalmamız hepimiz için ölüm demek. Ne emredersiniz, Tanrıçam? Başkentten çıkalım mı? Teslim olalım mı?" dedi.

Volusia sonunda ona döndü ve gülümsedi.

"Kutlama yapmalıyız," dedi.

"Kutlama mı?" diye sordu şaşkınlıkla.

"Evet kutlamalıyız," dedi. "En sonuna kadar. Şehir kapılarını güçlendirip büyük arenanın kapılarını açın. Yüz gün sürecek ziyafet ve şölen ilan ediyorum. Ölebiliriz," diye bağladı gülümseyerek, "fakat gülümseyerek öleceğiz."

ALTINCI BÖLÜM

Beraberinde Ario, Merek, Akorth ve Fulton'la beraber şehrin sokaklarını geçen Godfrey, çok geç olmadan şehir kapılarına yetişmeye çalışıyordu. Arenayı sabote edip o fili zehirleyerek Dray'i ve ona en çok ihtiyaç duyduğu anda Darius’u bulmayı başardığı için hala kendiyle gurur duyuyordu. Onun ve Finli kadın, Silis'in yardımı sayesinde Darius kazanmıştı, arkadaşının hayatını kurtarmıştı böylece Volusia sokaklarında düştüğü pusudan dolayı hissettiği suçluluk bir nebze hafiflemişti. Elbette Godfrey'in rolü gizliydi, bu en iyi yaptığı şeydi. Darius, sırf kendi mertliği ve dövüş yeteneğiyle bu işten sıyrılamazdı. Yine de Godfrey'in küçük bir katkısı olmuştu.

Ancak şimdi her şey rahatsızlık verici bir hal almıştı. Oyundan sonra Godfrey, Darius'la yönlendirildiği şekilde stadyum kapısında buluşup onu serbest kılabilmeyi ummuştu. Darius'un arka kapıya kadar getirilip şehir boyunca eşlik edileceğini düşünmemişti. Oyunu kazandıktan sonra tüm İmparatorluk güruhu adını haykırmış ve sahip olduğu bu beklenmedik popülerlik karşısında İmparatorluk köle efendileri kendilerini tehdit altında hissetmişti. Bir kahraman yaratmışlardı ve gözlerinin önünde bir devrim yaşanmadan onu çabucak şehir dışına, başkentteki arenaya göndermek istemişlerdi.

Godfrey şimdi diğerleriyle birlikte, ona yetişmek ve çok geç olmadan yani Darius şehir kapılarından çıkmadan önce aceleyle koşturuyordu. Şehre giden yol Çöl'den geçiyordu, ıssız ve son derece korunaklıydı. Şehirden çıkarsa ona yardım etmenin bir yolunu bulamazdı. Onu kurtarmak istiyordu, aksi halde tüm çabaları boşa gitmiş olacaktı.

Godfrey, nefes nefese kalarak sokaklar boyu koşarken Merek ve Ario, koca göbekleri onlardan önce ilerleyen ve nefes almakta zorlanan Akorth ve Fulton'a yardım ediyorlardı.

"Durmayın!" diye bağırdı Merek, Fulton'a cesaret verip onu kolundan sürüklerken. Ario, Akorth'u sırtından tam anlamıyla ittiriyor, inletiyor ve yavaşladıkça üstüne çullanıyordu.

Godfrey, koşarken ensesinden boşalan teri hissediyor ve kendine bir kez daha o kadar çok bira içtiği için küfrediyordu. Yine de Darius'u düşününce, ağrıyan bacaklarını hareket etmeye zorlayarak bir sokaktan diğerine koşturmaya devam etti ve sonunda hep beraber uzun, taştan bir kemerden geçerek şehir meydanına ulaştılar. Buraya varır varmaz, uzakta, belki iki yüz metre uzaklıktaki şehir kapısı tüm heybeti ve yaklaşık elli metre boyuyla görünür oldu. Godfrey bu manzaraya baktı ve kilitlerinin ardına kadar açıldığını görünce kalbi sıkıştı.

"HAYIR!" diye bağırdı, gayri ihtiyari.

Godfrey, Darius'un atlarla çekilen, İmparatorluk askerleri tarafından korunan tekerlekli bir kafes görüntüsündeki arabanın içindeki halini izlerken telaşlandı.

Godfrey daha hızlı koşmaya başladı, gidebileceğinden hızlıydı ve sonunda tökezledi.

"Başaramayacağız," dedi Merek mantıklı bir tonla, elini koluna koyarak.

Fakat Godfrey kolunu kurtarıp koştu. Umutsuz bir çaba olduğunu biliyordu, araba şimdiden uzaktı ve çok iyi korunuyordu fakat yine de artık koşamayacak hale gelinceye kadar koştu.

Orada, meydanın ortasında dururken Merek'in eli onu sıkı sıkı arkasından tutuyordu, öne eğildi, ellerini dizine koyarak nefes almaya çalıştı.

"Gitmesine izin veremeyiz!" diye bağırdı Godfrey.

Ario yanına gelerek kafasını salladı.

"O gitti bile," dedi. "Kendini hırpalama. Bir başka gün savaşmak zorundayız."

"Onu bir şekilde geri alacağız," diye ekledi Merek.

"Nasıl!?"diye umutsuzca sordu Godfrey.

Kimsenin verecek cevabı yoktu, orada demir kapıların Darius'un ardından sanki ruhunun üstüne kapanıyormuş gibi kilitlenmesini izleyerek durdular.

Darius'un arabasının kapılardan çıkarak şimdiden uzaklaşıp çöle ilerlediğini kendileri ve Volusia arasındaki mesafeyi açtığını görebiliyorlardı. Hareketlerinden doğan toz bulutu git gide yükseldi ve kısa süre sonra gözden kaybolunca, bildiği son kişiyi, özgürlük için son umudunu yarı yolda bıraktığını hissettiği için Godfrey'in kalbi sızladı.

Sessizlik vahşi bir köpeğin çılgın havlamasıyla bozuldu, Godfrey dönüp de bakınca Dray'ın şehir sokaklarından havlayarak ve deliler gibi hırlayarak çıkıp avluya efendisinin ardından atıldığını gördü. O da Darius'u kurtarmak için çaresizce çırpınıyordu, demir kapılara ulaştığında sıçrayarak kendini üstlerine attı, ve nafile çabasıyla onları dişleriyle ayırmaya çalıştı.

Godfrey, İmparatorluk askerlerinin Dray'i görüp birbirlerine işaret vermesini dehşet içinde izledi. Biri kılıcını çekip onu öldürmek için köpeğe yaklaştı.

Godfrey o an içinde neler olduğunu bilmiyordu fakat bir şeyler harekete geçti. Bu, onun kaldırabileceğinden, çok fazlası, çok fazla adaletsizlikti. Eğer Darius'u kurtaramadıysa en azından köpeğini kurtarmalıydı.

Godfrey kendi bağırışını duydu, sanki kendine dışarıdan bakarken koşmaya başladı. Gerçek üstü bir duyguyla kısa kılıcını çekip durumdan haberi olmayan muhafıza doğru atıldı, muhafız dönerken kalbine doğru kılıcını sapladığını gördü.

İri cüsseli İmparatorluk askeri inanmayan ve fal taşı gibi açılmış gözlerle Godfrey'e bakarken orada dondu kaldı. Sonra yere düştü, ölmüştü.

Godfrey bir çığlık duyunca başka iki İmparatorluk muhafızının üstüne geldiğini gördü. Tehdit savuran silahlarını kaldırdıklarında onların dengi olmadığını biliyordu. İşte bu kapıda hayatı son bulacaktı ama en azından asil bir çaba sonucunda ölecekti.

Bir hırlama sesi havayı yararken Godfrey göz ucuyla Dray'in dönüp öne atıldığını ve Godfrey'i korumak için önüne geçtiğini gördü. Dişlerini boğazına sapladı ve muhafızı yere düşürerek adam hareketsiz kalıncaya kadar onu parçaladı.

Aynı anda Merek ve Ario öne atılırken ikisi de Godfrey'in arkasında kalan muhafızı kısa kılıçlarını kullanarak, Godfrey'i haklamadan hemen önce bıçaklayarak öldürdüler.

Hepsi orada sessizce duruyor, Godfrey önündeki katliama ne yaptığına inanmadan bakıyordu, böylesi bir cesaret karşısında nutku tutulmuştu. Dray hemen yanına geldi ve elinin tersini yaladı.

"Sende böyle bir cesaretin olduğunu bilmiyordum," dedi Merek hayranlık duyarak.

Godfrey şaşkınlıkla orada duruyordu.

"Ne yaptığımdan emin bile değilim," derken ciddiydi, tüm olanlar bulanıktı. Hareket geçmek gibi bir fikri yoktu ama yapmıştı. Hala cesur sayılabilir miydi? merak etti.

Akorth ve Fulton etraflarına İmparatorluk askerlerinden bir işaret var mı diye korkuyla baktılar.

"Buradan çıkmalıyız!" diye bağırdı Akorth. "Hemen!"

Godfrey üstündeki elleri ve onu sürüklemelerini hissetti. Döndü ve yanında Dray'la beraber diğerleriyle birlikte koşmaya başladı. Hepsi, onları kim bilir nelerin beklediği Volusia'ya geri koşmaya başladılar.

YEDİNCİ BÖLÜM

Darius, ellerinin ayak bileklerine bağlı olduğu, aradaki mesafede ağırlık bırakan zincirle demir parmaklıklara yaslanarak oturuyordu. Vücudu yara bere içindeydi ve sanki üstünde tonlarca kilo ağırlık hissediyordu. İlerlerken, araba bozuk yolda zıplıyordu, dışarı bakınca parmaklıkların arasından çöl göğünü gördü, yalnız hissediyordu. Arabası bitmek bilmeyen, çorak arazide ilerliyor, göz alabildiğine hiçlik görünüyordu. Sanki sonu gelmeyen bir dünyaya benziyordu.

Arabası gölgedeydi ancak güneş ışınlar parmaklıklar arasından süzülüyor ve baskıcı çöl ısısının dalgalar halinde ona ulaşıp gölgede olmasına rağmen onu terlettiğini ve rahatsızlığını arttırdığını hissediyordu.

Fakat bu Darius'un umurunda değildi. Tüm vücudu baştan aşağı yumrular içerisindeyken yanıyor ve ağrıyordu, arenadaki bitmek bilmeyen dövüş gününden sonra bitap düşmüş uzuvlarını hareket ettirmek zordu. Uyuyamıyordu, gözlerini kapatınca, anıların yok olmasını istiyordu ama ne zaman denese yanı başında ölen arkadaşları Desmond, Raj, Luzi ve Kaz'ı görüyordu. Her biri korkunç bir şekilde, sırf o hayatta kalabilsin diye can vermişlerdi.

Zafer onundu, imkansızı başarmıştı ancak şimdi bunun çok az bir anlamı vardı. Ölümün onun için geldiğini biliyordu, ödülü sonunda İmparatorluk başkentine gönderilmek ve daha büyük arenada daha korkunç düşmanlar karşısında seyircinin eğlencesi olmaktı. Tüm eylemlerinin, tüm mertliğinin ödülü ölüm olacaktı.

Darius tüm bunları yeniden yaşamaktansa şu an ölmeyi tercih ederdi. Fakat bu konuda bile söz sahibi değildi, zincire vurulmuş çaresiz haldeydi. Bu işkence daha ne kadar devam edebilirdi? Kendi ölmeden önce bu dünya üzerinde sevdiği herkesin ölümüne şahit olmak zorunda mıydı?

Darius yeniden gözlerini kapadı, anıları çaresizce kafasından atmaya çalışırken aklına bir çocukluk anısı geldi. Büyükbabasının kulübesinin önünde kir pasak içinde oynarken bir sopa tutuyordu. Asayla ağaca tekrar tekrar vurunca büyükbabası sopayı elinden kaptı.

"Sopalarla oynama," diye azarladı büyükbabası onu. "İmparatorluk'un dikkatini mi çekmek istiyorsun? Senin savaşçı olduğunu düşünmelerini mi istiyorsun?"

Büyükbabası dizleriyle sopayı kırınca Darius korkunç bir öfkeye kapıldı. O bir sopadan fazlasıydı: elindeki tek silahı, ona güç veren sopasıydı. O sopa onun her şeyiydi.

Evet, savaşçı olduğumu bilmelerini istiyorum. Bu hayatta başka hiç bir başka şekilde anılmak istemiyorum, diye düşündü Darius.

Fakat büyükbabası arkasını dönüp orayı terk ederken bunu yüksek sesle söylemekten çok korkmuştu.

Darius kırılmış sopayı alıp parçalarını elinde tutarken yanaklarından gözyaşları süzülüyordu. Bir gün hepsinden, hayatından, köyünden, içindeki durumdan, İmparatorluk'tan ve şu an kontrol edemediği her şeyden intikamını almak için yemin etti.

Hepsini ezip geçecek ve bir savaşçıdan fazlası olarak bilinecekti.

*

Darius uyandığında ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu ama hemencecik parlak çöl güneşinin öğleden sonra yayılan zayıf, turuncu bir güneş ışığına yerini bıraktığını fark etti, gün batımına doğru ilerliyordu. Hava çok daha serindi, yaraları sertleşmiş, hareket etmesini hatta bu rahatsız arabada yer değiştirmesini bile zorlaştırmıştı. Atlar, çölün sert zemininde ite kaka hareket ederken bitmek tükenmek bilmeyen metal sesi sanki ona çarpıyor ve kafatasının parçalara ayrıldığını hissettiriyordu. Gözlerini ovaladı, kirpilerine yapışmış tozları çekti ve başkentin daha ne kadar uzakta olduğunu merak etti. Sanki dünyanın sonuna kadar yolculuk etmiş gibi hissediyordu.

Gözlerini kırpıştırıp dışarı baktı, bir şeyler görmeyi umdu ama her zamanki gibi boş bir ufuk, koskoca bir çöl gördü. Ancak bu sefer onu şaşırtan bir şey daha vardı. İlk kez olarak biraz daha dik oturdu.

Araba yavaşlamaya başladı, atların sesleri biraz sakinledi, yollar daha düzgün hale geldi ve bu yeni araziyi incelerken Darius bir daha asla unutamayacağı bir manzarayla karşılaştı: orada, çölde uzanan bir çeşit kayıp uygarlık, devasa bir şehir duvarıyla beraber sanki cennete yükselir gibi göz alabildiğine uzanıyordu. Kocaman, parlak altın kapıları vardı, duvarları ve surları İmparatorluk askerleriyle doluydu. Darius hemen anladı, başkente ulaşmışlardı.

Yoldan gelen ses değişip, daha boğuk, ahşap sesini aldı ve Darius aşağı bakınca arabanın açılır kapanır köprüden geçtiğini gördü. Köprü üzerinde sıralanan yüzlerce askeri geçtiler, ilerlerken hepsi selama durdu.

Gürültülü bir ses göğü doldurunca Darius önüne baktı ve imkansız yükseklikteki altın kapıların sanki onu bağrına basar gibi açıldığını gördü. Arkalarındaki parlaklığı görüyordu, şimdiye dek gördüğü en muhteşem şehirdi burası ve hiç şüphesiz biliyordu ki buradan kaçışı olmayacaktı. Düşüncelerini doğrularcasına, Darius uzaktan gelen bir ses duydu ve hemen tanıdı bu sesi: arenadan yükselen bağırışlardı, yeni bir arenaydı, kana susayan adamların olduğu ve son yolculuğuna çıkacağı yerdi. Bundan korkmuyordu sadece başı dik, kılıcı elinde olarak son bir zaferle ölmeyi umuyordu.

SEKİZİNCİ BÖLÜM

Thorgrin altın ipi elleri titrerken son bir kez çekti, sırtında Melek vardı; yüzünden ter boşanırken nihayet kayalığa tırmanmış, dizleri yere değmiş nefes nefese kalmıştı. Döndü ve geriye bakınca yüzlerce metre aşağıya baktı; dik kayalıkların dibinde çarpan okyanus dalgalarını, buradan son derece küçük görünen sahildeki gemilerini gördü, ne kadar yükseğe tırmanmış olduğuna hayret etti. Tüm etrafında inlemeleri duyuyordu, dönüp bakınca Reece, Selese, Elden, Indra, O'Connor ve Matus'un tırmanmayı bitirerek kendilerini yukarı çekip Işık Adası'na çıktıklarını gördü.

Thor, kasları ağrıyarak orada çömeldi ve önünde uzanan Işık Adası'na bakınca yeni baştan hissettiği kasvetle kalbi kırıldı. Bu korkunç görüntüyü görmeden bile önce, yanan küllerin, havada asılı olan ağır dumanın kokusunu alabiliyordu. Isıyı, orada burada tüten alevler ve yaratıkların yok etmesinden sonra buradan geriye kalan zararı da hissedebiliyordu. Bir zamanlar cennet gibi olan ve yenilmez görünen bu karalanmış, yanmış, yok edilmiş ada artık küle dönmüştü.

Thorgrin hiç zaman kaybetmeden ayağa kalktı. Adada yürümeye başladı ve her yerde Guwayne'i ararken kalbi hızla atmaya başladı. Bu adada dururken bulabilecek olduğu şeyin düşüncesinden nefret ediyordu.

"GUWAYNE!" diye bağırdı Thorgrin sıra dağlar arasında koşuşturup iki elini ağzının kenarlarında tutarken.

Sesi ona sıradağlar arasından sanki onunla dalga geçermiş gibi geri döndü; sonrasında ise sessizlikten başka bir şey duyulmuyordu.

Birden yukarılardan bir yerlerden yalnız bir çığlık sesi duyulunca Thor yukarı bakıp hala daireler çizmekte olan Lycoples'i gördü. Aşağı iniyor, adamın tam ortasına doğru uçuyordu. Onu, oğluna yönlendirdiğine dair hissi hemen edindi.

Thor diğerleri de yanında koşmaya, köle dönmüş bu alanın her köşesine bakmaya başladı.

"GUWAYNE!" diye bağırdı tekrar. "RAGON!"

Thor, bu kararmış araziye bakarken çaresiz hissediyordu, buradan kimsenin canlı çıkamayacağına dair gittikçe emin olduğu bir hisse kapılıyordu. Bir zamanlar ağaçlar ve çimenlerle bereket saçan bu sıra dağlar artık yaralı bir araziye dönmüştü. Thor ejderhalar dışında ne tarz bir türün böylesi bir yıkıma imza atabileceğini daha da önemlisi onları kimin kontrol ettiğini, buraya gönderdiğini ve bunun sebebini merak etti. Birinin oğlunun üzerine bir ordu gönderecek kadar önemli olmasının sebebi neydi?

Thor onlardan bir iz bulabilmek umuduyla ufka baktı ama hiç bir şey göremeyince kalbi ağrıdı. Tepeleri kirleten kor alevlerden başka hiç bir şey göremiyordu.

Guwayne'in bir yerlerde, tüm bu yıkımdan kurtulmuş olmasını diledi ama bunun nasıl olabileceğini bilmiyordu. Eğer Ragon kadar güçlü bir büyücü buraya her ne güçle uğramış ve onları durduramamışsa oğlunu nasıl kurtarabilirdi?

Bu yolculuğa çıktığından beri ilk kez olarak Thor tüm umudunu yitiriyordu.

Hiç durmadan koşmaya devam ederken tepeleri çıkıp iniyorlardı, özellikle büyük bir dağa tırmandıktan sonra önde giden O'Connor heyecanla bir şey gösterdi.

"İşte!" diye bağırdı.

O'Connor yana doğru, şimdi küle dönmüş, dalları yanmış kadim ağacın kalıntılarını işaret ediyordu. Thor yakından bakınca altında hareketsiz yatan bir vücut gördü.

Bunun Ragon olduğunu hemen anladı fakat Guwayne'den bir işaret yoktu.

Thor dehşet duyarak hemen yanına koştu ve ona uzanıp yanı başında dizlerinin üstüne çökerek Guwayne'den bir şeyler bulmak için her yanına baktı. Belki de Guwayne'i Ragon'un cübbesinin altında ya da yanı başında, onu yakınlarda ya da bir kaya yarığında bulabileceğini düşündü.

Fakat hiç bir yerde bulamayınca kalbi acıdı.

Thor uzandı ve yavaşça Ragon'a döndü, cübbesi simsiyah olmuştu. Ölmemiş olması için dua ederken onu çevirdi ve Ragon'un gözlerini açmasını umut etti. Thor aşağı uzanıp omuzlarını tuttu, dokunurken hala bile sıcaktı. Başlığını geriye itince, yüzünün küle dönmüş olduğunu, alevler yüzünden şeklinin yandığını görünce dehşete düştü.

Ragon nefes alıp öksürmeye başlarken hayatı için mücadele ettiğini görebiliyordu. Onun, onlara çok nazik davranan bu güzel adamın şimdi önlerinde mahvolmuş, adasını ve Guwayne'i korumak için bu duruma düşmüş halini görünce kalbi parçalandı. Thor elinde olmadan kendini sorumlu hissediyordu.

"Ragon," dedi Thorgrin, sesi zar zor çıkıyordu. "Beni affet."

"Asıl ben senin affını diliyorum," dedi Ragon, sesi kupkuruydu ve kelimeler ağzından zorlukla çıkıyordu. Uzun süre öksürdükten sonra nihayet devam etti. "Guwayne..." diye başladı sonra sesi cılızlaştı.

Thor, sonraki kelimelerini duymak istemiyordu, kalbi göğsünde atarken en kötüsünü duyacağından korkuyordu. Gwendolyn'in yüzüne bir daha nasıl bakacaktı?

"Söyle, "dedi Thor ısrar edip omuzlarını kavrayarak."Çocuk yaşıyor mu?"

Ragon nefes almaya çalışarak uzun süre çaba verdi ve Thor, O'Connor'a işaret edince O'Connor uzandı ve ona bir tulum su verdi. Thor suyu Ragon'un dudaklarına dökerken Ragon hem kana kan içti hem de öksürdü.

Nihayet Ragon kafasını salladı.

"Daha kötüsü," dedi sesi sadece bir fısıltı halindeydi. "Ölüm onun için merhamet olurdu."

Ragon sustu, Thor konuşmasını isterken onu nerdeyse sarsacaktı.

"Onu götürdüler," diye devam etti sonunda Ragon. "Onu kollarımdan aldılar. Hepsi, buradaydı, sadece onun için gelmişlerdi."

Thor, bir tanecik çocuğunun o şeytani yaratıklar tarafından alınıp götürüldüğünü düşününce kalbi sıkıştı.

"İyi de kim?" diye sordu Thor. "Tüm bunların ardından kim var? Bunu yapacak kadar güce sahip senden bile güçlü kim olabilir? Senin gücünün, Argon'unkiyle eş, bu dünyadaki hiç bir yaratığın nüfuz edemeyeceği bir güç olduğunu sanıyordum."

Ragon kafasını salladı.

"Bu dünyadaki yaratıklar için, evet," dedi. "Fakat onlar bu dünyadan değiller. Cehennemden bile değil çok daha karanlık bir yerden Kan Ülkesi'nden geldiler."

"Kan Ülkesi mi?" diye sordu Thorgrin afallayarak. "Ben cehennemlere girip çıktım," diye ekledi Thor. "Daha karanlık nasıl bir yer olabilir?"

Ragon kafasını salladı.

"Kan Ülkesi bir yerden fazlasıdır. Bir eyalettir orası. Hayal edebileceğinden bile karanlık ve güçlüdür. Orası, Kan Lordu'nun hükmü altındadır ve nesiller boyu gücüne güç katmıştır. Hükümdarlıklar arasında bir savaş var. Şeytani olanlar ve ışığa ait olanlar arasında. İkisi de kontrol istiyor. Guwayne, korkarım ki bir anahtar. Her kim ona sahip olmayı başarısa dünyanın kontrolü ona geçecek. Sonsuza kadar. Bu, Argon'un sana hiç söylemediği bir sırdı. Henüz söylemezdi. Hazır değildin daha. Seni bunun için eğitiyordu: bilebileceğinden bile daha büyük bir güce karşı eğitim alıyordun.

Thor anlamaya çalışırken afallıyordu.

"Anlamıyorum," dedi. "Guwayne'i öldürmek için almadılar mı?"

Kafasını salladı.

"Çok daha kötüsü için. Onu kendileri için, kehanetin gerçekleşmesi adına ihtiyaç duydukları şeytani bir çocuk yetiştirip evrendeki tüm iyileri yok etmek için aldılar."

Thor'un dünyası dönüyordu, hepsini anlamaya çalışırken kalbi atıyordu.

"Öyleyse onu geri almalıyım," dedi Thor, bunu söylerken damarlarından soğuk bir kararlılığın aktığını hissediyordu özellikle de Lycoples yukarıda tiz çığlıklar atıp intikam isterken.

Ragon uzanıp Thor'un bileğini ölmek üzere olan bir adama göre şaşırtıcı bir güçle tuttu. Thor'un gözlerine onu korkutacak kadar yoğun bir şekilde baktı.

"Yapamazsın," dedi ciddiyetle. "Kan Ülkesi her hangi bir insanın hayatta kalabileceğinden çok daha fazla güç barındırır. Oraya girmenin bedeli çok fazladır. Sahip olduğun güçlerle bile, beni çok iyi dinle: oraya girdiğinde öleceksin. Hepiniz ölürsünüz. Henüz o denli güçlü değilsiniz. Daha fazla eğitime ihtiyacınız var. Öncelikle güçlerinizi yeşertmelisiniz. Şimdi gitmek aptallık olur. Oğlunu alamayacağın gibi hepiniz yok olursunuz."

Fakat Thor'un kalbi kararlılığıyla sertleşiyordu.

"En korkunç karanlıklarla, dünyanın en büyük güçleriyle karşılaştım," dedi Thorgin. "Kendi babam dahil. Hiç bir zaman korkunun bana engel olmasına izin vermedim. Bu kara lord'u bulup gücü her ne olursa olsun Kan Ülkesi'ne bir şekilde gireceğim. O benim oğlum. Onu geri alacağım ya da bu uğurda öleceğim."

Ragon öksürerek kafasını salladı.

"Henüz hazır değilsin," dedi sesi cılızlaşıyordu. "Hazır değilsin....Güce... ihtiyacın var... o... halkaya.." dedi ve kan kusmaya başlayarak sözü kesildi.

Thor, ölmeden önce ne demek istediğini anlamaya can atarak ona bakıyordu.

"Ne halkası?" diye sordu. "Vatanımızdan mı bahsediyorsun?"

Uzun bir sessizlik oldu, Ragon'un fısıltısı havadaki tek sesti sonunda nihayet çizgiye dönen gözlerini açtı.

"Kutsal.. yüzük."

Thor, Ragon'un ona cevap vermesini isteyerek omuzlarını tuttu ama aniden Ragon'un vücudunun elleri altında sertleştiğini hissetti. Gözleri dondu, korkutucu ölüm nefesini verdi ve bir an sonra son derece durgun bir biçimde nefesi durdu.

Öldü.

Thor içine doluşan bir acı dalgası hissetti.

Thor başını geriye atıp göğe doğru inleyerek "HAYIR!" diye haykırdı. Uzanıp Ragon'u oğlunu korumak için hayatını vermiş olan bu cömert adamı sararken hıçkırıklara boğuldu. Keder ve suçluluk altında boğuluyordu, içinde yavaşça ve istikrarlı bir biçimde yükselen yepyeni bir kararlılık duygusu hissetti.

Thor göğe bakarken ne yapacağını biliyordu.

"LYCOPLES!" diye çığlık attı, bir babanın çaresizlikle dolu acı haykırışıydı bu, öfkeyle doluydu ve kaybedecek hiç bir şeyi olmadığını anlatıyordu.

Lycoples bu haykırışı duyunca gökyüzünde çığlık attı, onun öfkesi de Thor'unkine denkti. Daha aşağıya inip daireler çizdi ve nihayet bir kaç adım ötesinde durdu.

Hiç tereddüt etmeden Thor ona koşup sırtına atladı, boynunu sıkıca tuttu. Yeniden bir ejderhanın sırtında olmak ona enerji yüklemişti.

"Bekle!" diye bağırdı O'Connor diğerleriyle birlikte öne gelip. "Nereye gidiyorsun?"

Thor ölü gözlerle onlara baktı.

"Kan Ülkesi'ne," diye cevap verdi. Hayatında hiç olmadığı kadar kendinden emindi. "Her ne olursa olsun oğlumu kurtaracağım."

"Yok edileceksin," dedi Reece endişeyle öne gelirken, sesi kederliydi.

"Öyleyse onurumla ölürüm," diye cevapladı Thor.

Thor yukarı, ufka doğru göz atınca yaratıkların izlerini gördü, gittikçe gözden kayboluyorlardı, nereye gitmesi gerektiğini biliyordu.

"Öyleyse yalnız gitmeyeceksin," diye bağırdı Reece. "Seni gemimizle takip edip orada yakalayacağız."

Thorgrin kafasını salladı ve Lycoples'i sıktı. İkisi aniden yukarı havalanınca Thor bildiği o duyguyla doldu.

"Hayır, Thorgrin!" diye bağırdı arkasından acı dolu bir ses.

Bunun Melek'in sesi olduğunu biliyordu ve ondan uzaklaşırken suçluluk dişlerini geçiriyordu.

Fakat ardına bakamazdı. Oğlu başka bir yerdeydi, ölü ya da diri onu bulup hepsini öldürecekti.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Yaş sınırı:
16+
Litres'teki yayın tarihi:
10 ekim 2019
Hacim:
214 s. 7 illüstrasyon
ISBN:
9781632917485
İndirme biçimi:
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 4, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,8, 6 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,8, 5 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre