Kitabı oku: «Yazgi », sayfa 3

Yazı tipi:

Dördüncü Bölüm

Caitlin Francis Manastırı’nın ıssız odasında otururken açık pencereden dışarı, geceye doğru baktı. Ağlamayı bırakmıştı. Rahibin yanından ayrılmasının, yitip giden ço- cuğuyla ilgili kötü haberleri almasının üstünden saatler geç- mişti. O saatten beri ne gözyaşlarına hâkim olabilmiş, ne de işler başka türlü olsa yaşayacağı hayatı düşünmeyi bırakabil- mişti. Her şey çok sancılıydı.

Ne var ki geçen saatlerin ardından ağlamaktan bitap düş- müş ve geriye sadece yanağındaki  kurumuş gözyaşları kal- mıştı. Kendini oyalamak için pencereden dışarı bakıp derin bir nefes aldı.

Önünde Umbria kırları uzanıyordu ve şu an bulunduğu tepenin üstünden Assisi’nin bir yükselip bir alçalan tepele- rini görebiliyordu. Gökte dolunay vardı ve buranın haki- katen güzel bir kırsal alan olduğunu görebilmesine yetecek kadar etrafı aydınlatıyordu.  Arazide nokta nokta duran köy kulübelerini, bacalardan çıkan dumanları görmesiyle daha şimdiden tarihin sessiz sakin bir noktasında olduğunu seze- biliyordu.

Caitlin kafasını çevirip sadece ay ışığı ve duvardaki şam- danda asılı küçük bir mum tarafından aydınlatılan ufak odaya göz gezdirdi. Oda tamamen taştan yapılmıştı, köşede basit bir yatak vardı sadece. Her daim bir şekilde kendini bir manastırda bulmasının sanki kaderiymiş gibi gözükme- sini garipsedi. Burası Pollepel ile kıyaslanamazdı bile ancak bu ufak, Orta Çağ’dan kalma oda ona oradaki odasını ha- tırlatıyordu. Kalanın, kişisel bir muhasebeye girişmesi için tasarlanmıştı.

Caitlin düz taş zemini incelerken pencereden yalnızca birkaç santim ötede, insan dizi şeklinde belli belirsiz iki iz gördü. Kim bilir kaç tane rahip orada diz çökmüş ve dua et- miştir diye düşünerek hayret etti. Bu oda muhtemelen yüz- lerce yıldır kullanılıyordu.

Caitlin ufak yatağa gidip uzandı. Yatak denilen şey üs- tünde incecik bir hasır bulunan taş bir levhaydı. Bir tarafı- na uzanarak rahat etmeye çalıştı ve o sırada bir şey hissetti. Uzanıp o şeyi çıkardı ve ne olduğunu görünce keyfi yerine geldi: Bu, onun defteriydi. Ona tekrar kavuşmaktan duydu- ğu sevinçle defterini yukarı kaldırdı. Zamanda geriye doğru yaptığı yolculuktan hayatta kalan tek şey bu kadirşinas eski dostuydu. Bu temas edilebilir gerçek şeyi elleriyle tuttuğun- da tüm bunların bir rüya olmadığını anladı. Gerçekten bu- radaydı. Olan her şey gerçekten  olmuştu. Sayfaların arasın- dan modern zaman işi bir kalem kaydı ve dizlerine düştü. Caitlin onu kaldırıp inceledi ve düşündü.

Evet, kararını vermişti. Yapması gereken şey tam da buy- du. Yazmalıydı. Kafasındakileri dökmeliydi. Her şey o kadar hızlı olup bitivermişti ki nefes alacak zaman bulamamıştı neredeyse. Bunları kafasında tekrar oynatmaya, tekrardan düşünmeye, hatırlamaya ihtiyacı vardı. Nasıl olmuştu da buraya gelmişti? Neler olmuştu? Nereye gitmekteydi?

Cevapları kendisinin bildiğinden bile emin olamıyordu. Ancak yazmaya kalkışırsa hatırlayabileceği  umudu  vardı içinde.

Caitlin dolu sayfaları çevire çevire sonunda boş bir sayfa buldu. Oturur pozisyona geçip sırtını duvara yasladı, dizle- rini göğsüne çekti ve yazmaya başladı.

*

Nasıl oldu da buraya geldim, Assisi, İtalya, 1790? Bir ta- raftan, 21. yüzyılda New York’ta normal bir ergen hayatı yaşa- dığım dönemler çok uzak değilmiş gibi gözüküyor, diğer taraf- tansa sanki asırlar önceymiş gibi geliyor… Acaba  her şey nasıl başladı?

İlk hatırladığım şey, açlık sancıları… Onların ne olduklarını anlayamamam… Jonah… Carnegie Hall… İlk kez beslenişim… İzah edilemez bir şekilde vampire dönüşmem…  Bana melez di- yorlardı. Ölmek istiyormuş gibi hissediyordum. Tek istediğim diğer herkes gibi olmaktı.

Sonra Caleb çıktı ortaya. Beni o şeytani meclisten kurtar- dı. Onun meclisi Cloisters’daydı.  Beni kovdular çünkü in- sanlarla vampirlerin  ilişki kurmaları  yasakmış. Yine kendi başımaydım; yani, ta ki Caleb beni tekrardan kurtarıncaya kadar.

Babamı  ve insan soyunu vampirler arası bir savaştan kur- taracak mitolojik kılıcı arayışım  Caleb ile beni bir tarihî mekândan diğerine,  oradan oraya sürükledi.  Kılıcı bulduk ama onu elimizden aldılar. Her zaman olduğu gibi işleri ber- bat etmek için Kyle dört göz bekliyordu.

İşler düşündüğüm  gibi gitmedi. Caleb’i, eski karısı Sera ile gördüm ve aklımdan  olabilecek en kötü şey geçti.  Hatalıydım ancak artık çok geçti. O benden çok uzakta tehlikenin ortasına atıldı.  Bense Pollepel Adası’nda iyileştim, eğitim gördüm, daha önce hiç olmadığı kadar yakın -vampir-  arkadaşlar edindim. Özellikle de Polly. Ve Blake…  Gizemli… Yakışıklı… Neredey- se kalbimi çalıyordu. Fakat tam zamanında kendime geldim. Hamile kaldığımı ve  Caleb’i  bulup onu vampir savaşından kurtarmam gerektiğini öğrendim.

Caleb’i kurtarmaya gittim ama çok geç kalmıştım. Öz kar- deşim Sam bizi kandırdı. Bana ihanet etti, onu başka birisi olarak görmemi  sağladı. Onun yüzünden Caleb’in gerçekten Caleb olmadığını düşünüp onu, biricik aşkımı öldürdüm. Kılıçla, kendi ellerimle. Hâlâ kendimi affedemiyorum.  Ama sonra Caleb’i  Pollepel’e götürdüm. Onu canlandırmamın bir yolu olabileceğini düşündüm.  Aiden’a her şeyi yapacağımı, ne isterse feda edebileceğimi söyledim. Ondan bizi zamanda  geri yollamasını istedim.

Aiden beni bunun işe yaramayabileceği konusunda  uyardı. İşe yarasa bile tekrardan birlikte olamayabilirmişiz. Ancak ben ısrar ettim. Israr etmek zorundaydım.

Şimdi, işte buradayım;  tek başıma, yabancı bir zaman ve mekânda,  çocuğum yitmişken, hatta belki Caleb bile gitmiş- ken. Geri gelmekle hata mı ettim?

Babamı ve zırhı bulmak zorunda olduğumu biliyorum. Fa- kat yanımda Caleb olmadan, devam etme gücü bulup bulama- yacağımı bilmiyorum.

Kafam o kadar karışık ki bir sonraki adımda ne yapacağımı bilmiyorum.

Lütfen, Tanrım, bana yardım et…

*

Güneş ufukta kocaman bir gülle gibi doğarken Caitlin New York sokaklarında koşturuyordu. Kıyamet  gelmişti. Arabalar ters  dönmüştü, cansız bedenler  yerde yatıyordu  ve her yerde yıkım vardı. Hiç sonu gelmeyecekmiş gibi görünen bulvarlar boyunca Caitlin koştu.

O koştukça sanki dünya yörüngesi etrafında dönüyor, dün- ya döndükçe sanki binalar kayboluveriyordu. Manzara  değiş- ti; bulvarlar  çamurlu  yollara, beton bloklar da inişli çıkışlı tepelere dönüştü. Kendini zamanda geriye doğru, modern çağ- dan başka bir yüzyıla gidiyormuş gibi hissetti. Ona öyle geli- yordu ki sanki daha hızlı koşsa babasını  ufukta bir yerlerde bulabilecekti.

Ufak kır köylerinden geçti ve sonra bunlar da yok olup gitti. Çok geçmeden geri kalan tek şey beyaz çiçeklerle dolu bir alan- dı. Onların arasında koşarken babasının ufukta onu bekliyor olduğunu  görünce keyfi yerine geldi. Bu onun babasıydı.

Her zaman olduğu gibi güneş siluetinin  arkasından vuru- yordu, fakat bu sefer alışılmadık  ölçüde yakınmış  gibi geliyor- du. Bu defa Caitlin onun yüzünü, suratındaki  ifadeleri gö- rebiliyordu. Gülümsüyor, onun gelmesini bekliyor ve kollarını açmış duruyordu.  Caitlin ona yetişti. Onu kucakladı  ve kaslı göğsüne tutunarak sıkıca sarıldı.

“Caitlin” dedi sevgi dolu bir sesle, “Ne kadar  yakın  olduğu- nun farkında  mısın? Seni ne kadar sevdiğimi biliyor musun?”

Daha cevap vermesine kalmadan  yan tarafta bir şey  fark etti ve dönüp bakınca gördü ki arazinin öte yanında duran kişi Caleb’di. Ona doğru elini uzatmıştı.

Ona doğru birkaç adım attı, sonra durup babasına baktı. O da ona doğru elini uzatmıştı. “Beni Floransa’da bul” dedi babası.

Sonra Caleb’e döndü.  “Beni Venedik’te bul” dedi Caleb.

Caitlin  nereye gideceğini bilemez halde, bir ona bir diğerine çevirdi kafasını.

*

Caitlin sarsılarak uyandı ve yatağında doğrulup oturdu. Gözlerini kafası karışmış bir şekilde ufacık odanın içinde gezdirdi. Sonunda bunun bir rüya olduğunun farkına vardı.

Güneş doğarken pencereye gitti ve dışarı baktı. Sabahın erken saatlerinin  ışığında Assisi öyle güzel, öyle dingin gö- züküyordu  ki! Daha kimse dışarı çıkmamıştı ve halen baca- larda duman tütüyordu. Erken sabahın sisi arazide bir bulut gibi dolaşıp düşen ışığı kırıyordu.

Caitlin bir gıcırtı sesi duymasıyla aniden toparlandı ve kapının açıldığını görüp kendini hazırladı. İstenmeyen bir ziyaretçiye hazırlıklı olmak için yumruklarını sıkmış bekliyordu.

Gül gelmişti, burnuyla kapıyı açmaya çalışıyordu. “Gül!” diye bağırdı. Gül kapıyı tamamen açıp içeri koştu ve Caitlin’in kollarına atıldı. Caitlin mutluluktan ağlarken o onun suratını yalıyordu.

Caitlin  kurdu  kendinden  biraz uzaklaştırıp inceledi. Daha da semirmiş ve büyümüştü.

“Beni nasıl buldun?” diye sordu Caitlin.

Gül onu yalayıp havladı. Caitlin yatağının kenarına otu- rup onu okşarken uzun uzun düşündü. Gül zamanda geri gitmekten kurtulmuşsa belki Caleb de kurtulmuştu. Bu ona cesaret verdi.

Aklı Floransa’ya gitmesi gerektiğini söylüyordu. Arama- ya devam etmeliydi. Babasını ve zırhı bulmaya giden yo- lun anahtarının orada olduğunu biliyordu. Fakat kalbi onu Venedik’e çekiyordu. Caleb’in orada olabileceğine dair en ufak bir şans varsa, onu bulmalıydı. Bulmalıydı işte, ötesi yoktu.

Kararını verdi. Gül’ü sıkıca kollarına alıp koştu ve cam- dan dışarı atladı. Artık iyileştiğini ve kanatlarının açılacağını biliyordu.

Daha saniyeler geçmişti ki Caitlin, Umbria tepelerinin üzerinde uçmakta ve doğruca kuzeye, Venedik’e gitmekteydi.

Bölüm Beş

Kyle Roma’nın kadim mahallelerinin dar sokaklarından yürüyordu. Çevredeki insanlar dükkânlarını kapatıp günü sonlandırıyordu. Gün içinde en sevdiği, kendini en güçlü hissettiği zaman hep gün batımı olmuştu. Kan ba- sıncının arttığını, her geçen dakika daha da güçlendiğini hissediyordu. Tekrardan Roma’nın sıkış tepiş sokaklarında, bilhassa bu yüzyılda olmaktan dolayı pek mutluydu. Bu za- vallı insanlar daha teknolojiden, herhangi bir gözetimden yüzlerce yıl uzaktaydı. Bu şehri yerle bir etse yakalanmaktan endişe etmezdi.

Kyle Via Del Seminario’ya döndü ve saniyeler sonra kendini kocaman kadim bir meydanda, Piazza Della Rotonda’da buldu.

İşte orada durmaktaydı.  Kyle öylece dikilip gözlerini ka- padı ve derin bir nefes aldı. Tekrardan burada olmak çok iyi gelmişti. Tam karşısında duran yer asırlar boyunca evim de- diği, dünyanın en önemli vampir karargahlarından biriydi: Panteon.

Panteon yerli yerindeydi ve Kyle onu görmekten mem- nundu; her zamanki gibi büyük taş binanın kıç tarafı dışa doğru daire biçiminde çıkıntılı, ön tarafı ise devasa heybet- li taşlarla döşeliydi. Gün içinde, bu yüzyılda bile turistlere açıktı. Yakışık almayan bir insan kalabalığını barındırıyordu.

Fakat gece geldiğinde, tüm kapılar kapandıktan sonra, bu binanın gerçek sahipleri tüm güçleriyle ortaya çıkıyordu: Yüce Vampir Konseyi.

Büyüklü küçüklü meclislerden, dünyanın her yanından vampirler buraya tüm gece boyunca yapılan her toplantıya katılmak için akıyordu. Konsey tüm konularda hüküm veri- yor, izin çıkarıyor ya da yasak getiriyordu. Vampir dünyasın- da hiçbir şey onların haberi olmadan ve pek çok durumda da onların izni olmadan gerçekleşmezdi.

Her şey tam yerine oturuyordu. Bu bina ilk başta pagan tanrılar için bir tapınak olarak inşa edilmişti. Her zaman karanlık vampir güçleri için bir ibadet ve bir araya gelme yeri olmuştu. Gözünde sorun olmayanlar için her şey apa- çıktı: Her yerde pagan tanrılara adanmış övgüler, freskler, boyamalar ve heykeller vardı. Bu mekânın misyonunu anla- mak için yeterince zaman ayıran herhangi bir insan turistin buranın gerçek amacını anlamaması çok zordu. Ve eğer bu yetmiyorsa, aynı zamanda burada gömülü büyük vampirler vardı. Burası yaşayan bir anıtkabir, Kyle ve onun türünün tam da evim diyebilecekleri bir yerdi.

Kyle merdivenlerden inerken sanki eve dönüyormuş gi- biydi. Ön taraftaki devasa demir kapılara yürüdü ve metal tokmağı dört kez vurduktan sonra durup bekledi. Saniyeler geçmişti ki ağır kapılar birkaç saniyeliğine açıldı ve Kyle aşina olmadığı bir surat gördü. Kapı tam Kyle’ın içeri girmesine izin verecek kadar açıldıktan sonra hemen arkasından kapandı.

Kyle’dan bile daha uzun ve iri olan muhafız ona yukarı- dan bakıyordu. “Seni bekliyorlar mı?” diye sordu ihtiyatlı bir şekilde.

“Hayır.”

Kyle muhafızı görmezden gelerek odanın içinde tam ileri doğru birkaç adım atmıştı ki kolunda buz gibi soğuk bir el hissetti ve durdu. Burnundan soluyarak arkasını döndü.

Vampir muhafız da aynı şekilde burnundan soluyordu.

“Randevusu olmayan kimse giremez” diye çıkıştı. “Şimdi gidip başka zaman gelmek zorundasın.”

“Ben canımın istediği yere girerim” diye karşılık verdi Kyle. “Ve şayet elini bileğimden derhâl çekmezsen sonun kötü olacak.”

Muhafız ona baktı, gözleri birbirine kilitlenmişti.

“Bazı şeylerin hiç değişmediğini görüyorum” dedi bir ses. “Sorun yok, onu bırakabilirsin.”

Kyle kolundaki elin gevşediğini hissetti ve kafasını çevir- diğinde tanıdık bir yüz gördü: Lore. Konseyin baş danış- manlarından biri. Orada dikilmiş Kyle’a bakıyor ve gülüm- seyerek hafifçe kafasını sallıyordu.

“Kyle” dedi, “seni tekrardan göreceğimi hiç düşünmezdim.”

Kyle halen muhafızdan dolayı burnundan  solur halde ceketini düzeltip hafifçe kafasını salladı. “Konsey ile hallet- mem gereken bir işim var” dedi. “Bekleyemez.”

“Üzgünüm, eski dostum” diye devam etti Lore. “Bugü- nün  gündemi dolu. İçlerinden bazıları aylardır bekliyor. Görünen o ki dünyanın her köşesinden vampir işleri bas- tırıyor. Ancak eğer gelecek hafta gelirsen sana bir görüşme ayarlama…”

Kyle ileri doğru bir adım attı. “Anlamıyorsun” dedi ger- gin bir şekilde. “Ben bu zamandan değil, gelecekten geldim. İki yüzyıl sonrasından. Tamamıyla bambaşka bir dünyadan. Son hükmün zamanı geldi. Zaferin, mutlak zaferin kıyısın- dayız. Ve eğer onları şimdi görmezsem bunun hepimiz için ağır sonuçları olur.”

Lore ona bakmaya devam ederken gülümsemesi soldu, durumun ciddiyetini anlamıştı. Birkaç gergin saniyenin ar- dından boğazını temizledi. “Beni takip et.” Arkasını dönüp yürüdü, Kyle da hemen peşinden onu takip etti.

Kyle uzun ve geniş bir koridoru geçip birkaç saniye içinde büyükçe açık bir salona vardı. Uçsuz bucaksız ve enine ge- niş salonun yükselerek çıkan dairesel bir tavanı ve ışıldayan mermer zeminleri vardı. Salon daire şeklindeydi ve çevresi odaya bakan kaideler üzerine oturtulmuş sütunlar ve hey- kellerle doluydu.

Salonun dış çeperinde her ırktan, her tohumdan yüzler- ce vampir ayakta duruyordu. Kyle bunların çoğunlukla en az kendisi kadar şeytan olan paralı askerler olduğunu bili- yordu. Odanın uzak köşesinde Yüce Konsey, masasının ar- kasında oturup kararlarını verirken onlar sabırlı bir şekilde izliyordu. Kyle odadaki elektriği hissetti.

Kyle tüm bunları bile bile içeri girdi. Konsey’e gitmek yapılması gereken doğru şeydi. Gerçi onları görmezden gel- meyi deneyebilir ve Caitlin’i tek başına kovalayabilirdi fakat Konsey, istihbaratı sayesinde onu daha çabucak ona yönlen- direbilirdi. Daha da önemlisi, onların resmi izinlerine ihti- yacı vardı. Caitlin’i bulmak sadece kişisel bir mesele değil, aynı zamanda vampir ırkı için oldukça mühim bir hadisey- di. Şayet Konsey onu desteklerse ki Kyle böyle yapacakların- dan şüphe duymuyordu, sadece onların müsaadesini değil aynı zamanda kaynaklarını da arkasına almış olacaktı. Onu daha çabuk öldürüp daha hızlı bir şekilde geri dönebilir ve savaşın sonunu getirmeye hazır olabilirdi.

Müsaadelerini almadan o, başıboş serseri bir asker du- rumuna düşerdi. Kyle’ın bununla bir sorunu yoktu, fakat zamanını arkasını kollayarak geçirmek istemiyordu. Eğer onların iznini almadan hareket ederse arkasından onu öl- dürmeleri için vampirler yollayabilirlerdi.  Gerçi kendini savunabilirdi ama zamanını ve enerjisini bu yolda harca- mak istemiyordu. Eğer onun taleplerini reddederlerse de Caitlin’i ele geçirmek için ne gerekiyorsa kendi başına yap- maya hazırdı.

Bu  nihayetinde sonu  gelmez vampir formalitelerinin içinden yalnızca bir diğeriydi. Bu kurallar onların tüm vam- pirleri bir arada tutan bir tutkaldı. Ne var ki bu, asabının bozulmasına engel değildi.

Kyle yaklaştıkça gözlerini Konsey’e çevirdi. Tam da onları hatırladığı gibi duruyorlardı. Salonun uzak köşesinde büyük Konsey’in on iki hâkimi yüksek bir kürsüde oturuyordu. Si- yah ve sade cüppelerini kuşanmışlardı, hepsi yüzlerini örten kukuletalar takıyordu. Kyle yine de bu adamların kim ol- duğunu biliyordu. Onlarla asırlar boyunca pek çok kez yüz yüze gelmişti. Bir kez, yalnızca bir kez kukuletalarını geri çekmişler, Kyle da böylece onların bu gezegen üzerinde mil- yonlarca yıldır dolaşan grotesk ve ihtiyar suratlarını görebil- mişti. Bunu anımsayınca ürktü. Onlar geceye ait çirkin mi çirkin yaratıklardı.

Ne var ki onun zamanının Yüce Konseyi’ni oluşturanlar onlardı ve Panteon inşa edildiğinden beri burada oturmuş- lardı. Bu bina gerçekten de onların bir parçası gibiydi ve türün hiçbir ferdi, hatta Kyle bile onların hükümlerini çiğ- nemeye cüret edemezdi. Güçleri çok şiddetliydi ve ellerinin altında harekete geçirebilecekleri pek çok kaynaklar vardı. Kyle belki bir ya da ikisini öldürerek kaçabilirdi fakat dün- yanın her yanından çağıracakları ordular eninde sonunda onu avlardı.

Salonun içindeki yüzlerce vampir Konsey’in hükümleri- ne tanıklık etmeye ve onlara sorunlarını sunmaya gelmişler- di. Her zaman salonun kenarlarında düzgün bir şekilde sıra olur, dikkatle bekler ve çeperde büyük bir çember oluştura- rak odanın ortasını tamamen boşta bırakırlardı, yalnızca tek bir kişi için ki o kişi de onların kararını beklerken önlerinde dikilen kişi olurdu.

Şu andaysa karşılarında korkudan titreyerek duran zavallı ruh tek başına dikiliyor, verilecek kararı beklerken onların içi görünmez kukuletalarına doğru bakıyordu. Kyle daha önce o noktada bulunmuştu. Pek hoş bir tecrübe değildi. Eğer ki onların karşısına çıkarken sunduğunuz malzemeyi beğenmezlerse, sırf kapris uğruna sizi oracıkta öldürebilir- lerdi. Onların karşısına asla öylesine çıkamazdınız,  bu her zaman bir ölüm kalım meselesiydi.

Kalabalığın içinde ilerlerken Lore Kyle’a, “Burada bek- le” diye fısıldadı. Kyle çeperde durarak seyre koyuldu. Kyle olanları izlerken hâkimlerden biri belli belirsiz başını salladı ve iki asker vampir iki taraftan çıkıverdi. İkisi de Konsey’in karşısında duran kişinin bir kollarını kavradılar.

“HAYIR! HAYIR!” diye bağırdı adam.

Ne var ki işe yaramadı.  Askerler onu sürüklediler, adam ba- ğıra çağıra mücadele ederken ölüme götürüldüğünü  ve ne söy- leyeceklerinin ne de yapacaklarının hiçbir faydasının dokun- mayacağını biliyordu. Vampirin çığlıkları odanın içinde yan- kılanırken Kyle, götürülen kişinin Konsey’in karşısına onaylan- mayan bir şeyle çıkmış olduğunu fark etti. Sonunda kapı açılıp vampir dışarı çıkarıldıktan sonra kapandı. Oda tekrar sessizleşti.

Kyle diğer vampirler sıralarının gelmesinden korkarak birbirlerine bakarken odada yükselen gerginliği hissedebi- liyordu. Kyle, Lore’un Konsey’in yakınındaki bir görevliye gidip kulağına bir şeyler fısıldadığını gördü. Görevli bunun üzerine hâkimlerden birine gidip dizlerinin üstüne çöktü ve kulağına fısıldadı.

Hâkim kafasını belli belirsiz çevirdiğinde adam parma- ğıyla Kyle’ı gösterdi. Bu mesafeden bile Kyle hâkimin kuku- letasının altında kalan gözlerinin onu kestiğini hissedebili- yordu. Aksi yöndeki çabasına rağmen Kyle titredi. Nihayet, gerçek şeytanın karşısındaydı işte. Görevli başını salladı, ar- tık sıra Kyle’ındı. Kyle kalabalığın ortasında ilerlemeye baş- ladı ve doğruca ortadaki boşluğun merkezine doğru yürüdü. Odanın ortasındaki ufak çemberde, spotun altında yerini aldı. Şayet kafasını kaldırıp yukarı baksa tavanın ortasında gökyüzüne açılan boşluğu görebileceğini biliyordu. Gündüz vakti içeri bir miktar ışık sızıyordu. Şu an yani gün batımı sırasında ise ışık süzülüyor ve çok zayıf geliyordu. Oda ço- ğunlukla fenerlerle aydınlatılmıştı.

Kyle dizlerinin üstüne çöktü ve selam verdi, vampir gör- güsüne uygun bir şekilde onların kendilerini çağırmalarını bekliyordu.

“Kara Metcezir Meclisi’nden Kyle” dedi hâkimlerden biri yavaşça. “Bize haber vermeden gelecek kadar gözü pekmiş- sin. Eğer ki talebin kabul görmezse ölüm cezası riskiyle karşı karşıya olduğunu biliyorsundur.”

Bu bir soru değildi, uyarıydı. Kyle sonuçları biliyordu fa- kat s korkmuyordu. “Farkındayım, efendim” dedi Kyle sa- dece ve bekledi.

Nihayet, birkaç saniyelik hışırtının arkasından başka bir beyan geldi. “O zaman konuş. Bizden ne rica ediyorsun?”

“Ben başka bir zamandan geldim. İki yüzyıl sonradan.”

Odanın içini yüksek perdeden bir uğultu kapladı. Görev- lilerden biri zemine elindeki asayla üç kez vurdu ve bağırdı: “Sessizlik!”

Sonunda odadaki gürültü dindi.

Kyle sözlerine devam etti. “Yok  yere zaman yolculuğu yapmadım. Kaçınılmaz bir durum vardı. Gelecekte, yani be- nim yaşadığım zamanda, bir savaş olacak; büyük bir vampir savaşı. New York’ta başlayıp oradan yayılacak. Bizim hayali- ni kurduğumuz Vampir Kıyameti. Sonunda türümüz zafer kazanacak. Tüm insan ırkının kökünü kazıyıp onları köle- leştireceğiz.  Aynı zamanda iyiliksever  vampir meclislerini ve yolumuzun üstünde duran herkesi yok edeceğiz. Bunları biliyorum çünkü bu savaşın başında ben varım.”

Tekrardan bir uğultu yükseldi ve bunu asanın yere vurul- ması takip etti.

“Ancak savaşım henüz tamamlanmadı” dedi Kyle uğul- tunun arasından. “Başardığımız her şeyi yerle yeksan ede- bilecek, türümüzün bu şanlı geleceğini yok edebilecek tek bir kişi, sadece tek bir ayak bağım kaldı. Özel bir soydan geliyor, zamanda geri gidip benden kaçmak üzere. Buraya onu bulmak ve işini bitirmek için geldim. O zamana kadar gelecek hepimiz için bir muamma. Bugün önünüze çıktım çünkü onu öldürmek için izninizi istiyorum; yani burada, sizin yeriniz ve zamanınızda. Aynı zamanda onu bulmak için yardımlarınızı da rica edeceğim.”

Kyle tekrardan başını eğdi ve bekledi. Onların vereceği hükmü beklerken kalbi güm güm atıyordu. Elbette ona yar- dım etmeleri onların çıkarları için de en iyisi olurdu ve yar- dım etmemeleri için ortada bir sebep göremiyordu. Gelgelelim yine de milyonlarca yıldır hayatta olan, kendisinden bile yaşlı olan o yaratıkların ne yapacağı hiç belli olmazdı. Hiçbir zaman on ikisinin önündeki gündem nedir bilememişti  ve verdikleri kararlar kafasına göre esen yel kadar keyfi gözükmüştü  hep.

Yürek hoplatan sessizliğin ortasında bekledi.

Nihayet, bir boğaz temizleme sesi duyuldu. “Elbette, kimden bahsettiğini biliyoruz” dedi hâkimlerden biri son derece ciddi bir şekilde. “Caitlin’den bahsediyorsun, ileride Pollepel Meclisi’ne dâhil olacak olan fakat aslında farklı ve çok daha güçlü bir meclisten gelen. Evet, dün bizim zama- nımıza geldi. Elbette bunu biliyoruz. Ve sence biz de onu öldürmek isteseydik, bunu yapmaz mıydık?”

Kyle cevap vermeyecek kadar akıllıydı. Bu ufak gururlan- maya ihtiyaçları vardı. Öylece durup konuşmalarını bitir- melerini bekleyecekti sadece.

“Fakat azmini ve gelecekteki savaşını takdirle karşılıyo- ruz” diye devam etti hâkim. “Evet, çok takdir ediyoruz.”

Bir saniyeliğine daha yürek hoplatan bir sessizlik oldu.

“Onun peşinden koşmana izin vereceğiz” diye devam etti hâkim. “Fakat eğer onu bulursan öldürmeyeceksin.  Onu canlı yakalayıp bize getireceksin. Onu bizzat öldürmekten ve yavaş yavaş can verişini izlemekten  keyif duyarız. Oyunlar için muhteşem bir aday olur.”

Kyle içinin hiddetle dolup taştığını hissetti. Oyunlar. Ta- bii ya. Bu hastalıklı, yaşlı vampirlerin umurlarında olan tek şey buydu. Artık hatırlıyordu. Kolezyum’u vampirin vam- pirle, vampirin insanla, vampirin canavarlarla karşı karşıya geldiği sporları için bir arenaya çevirmişlerdi  ve hepsinin parçalara ayrılışını seyretmeye bayılıyorlardı. Zalimceydi ve Kyle buna kendince bir hayranlık duyuyordu.

Ne var ki Caitlin için istediği bu değildi. Onu ölü is- tiyordu. Nokta. İşkence çekmesini istemediğinden değil ama zaman kaybetmek, işi şansa bırakmak istemiyordu. Elbette, şimdiye kadar hiç kimse oyunlardan kaçamamış ya da sağ çıkamamıştı. Fakat yine de neler olabileceği bi- linmezdi.

“Fakat, üstatlarım” diye itiraz etti Kyle, “Caitlin sizin de belirttiğiniz gibi güçlü bir soydan geliyor ve hayal ettiğiniz- den çok daha tehlikeli biri. Onu derhâl öldürmek için izni- nizi istiyorum. Kaybedecek çok şey var.”

“Halen gençsin” dedi başka bir hâkim, “ve bu yüzden hükmümüzü yargılamanı  affedeceğiz. Başka biri olsa daki- kasında öldürmüştük.”

Kyle hafifçe başını eğdi. Çok ileri gittiğini anlamıştı. Hiç kimse hâkimlere karşı çıkmazdı.

“O Assisi’de. Buradan oraya gideceksin. Çabuk git ve oya- lanma. Artık lafını ettiği için gözlerimizin önünde ölümünü izlemek için sabırsızlanıyoruz.”

Kyle gitmek için döndü.

“Ve Kyle” dedi içlerinden biri.

Kyle arkasını döndü.

Birinci hâkim kukuletasını indirdi ve yumrular, siğiller, yarıklarla dolu, Kyle’ın gördüğü en grotesk suratlardan biri- ni ortalığa çıkardı. Ağzını açıp korkunç bir şekilde gülümse- di, sapsarı ve keskin dişleriyle parlayan kara gözleri vardı. Sı- rıtması daha da büyüdü. “Bir dahaki sefere haber vermeden geldiğinde  yavaş yavaş ölen kişi sen olacaksın.”

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺141,73
Yaş sınırı:
16+
Litres'teki yayın tarihi:
09 eylül 2019
Hacim:
232 s. 5 illüstrasyon
ISBN:
9781632910660
İndirme biçimi:
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,8, 6 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,8, 5 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre