Kitabı oku: «Yazılmış », sayfa 2
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Sage gün doğarken havada uçarak ilerliyordu, güneşin ilk ışıkları gözünden yanağına akan bir damla yaş üzerinde parladı, Sage bu gözyaşını hemen sildi. Çok yorulmuştu, bütün gece uçup Scarlet’i aramaktan gözleri bulanıklaşmıştı. Gece boyunca birkaç defa onu bulduğunu sanmış, aşağı inip baktığında bunun tanımadığı bir kız olduğunu görmüş, kız onun gökyüzünden böyle indiğini görüp şaşırmış, sonra yeniden havalanmıştı.
Scarlet’i hiçbir yerde bulamıyordu ve Sage bunu bir türlü anlayamıyordu. Aralarındaki bağ çok güçlüydü, onun nerede olduğunu hissedebileceğimden, onun kendisini yönlendireceğinden emindi. Ne olduğunu anlamamıştı. Yoksa ölmüş müydü?
Sage sadece Scarlet’in çok yoğun bir duygusal dönemden geçtiğini, sezgilerinin bundan dolayı kapalı durumda olduğunu ve bundan dolayı da nerede olduğunu tespit edemediğini umuyordu veya belki de tıpkı diğer tüm vampirlerin insanlardan ilk defa beslendikten sonra yaptığı gibi derin bir uykuya dalmış da olabilirdi. Bazıları için bunun ölümcül bir şey olabileceğini biliyordu ve onun kim bilir nerelerde tek başına olması fikri onu çok üzüyordu. Acaba uyanacak mıydı?
Sage alçaktan, kimsenin fark edemeyeceği kadar hızlı uçuyor, onunla birlikte gittiği, tanıdığı yerleri geçiyordu – okul, evleri, aklına gelebilecek diğer her yer – üstün görüş yeteneğine sahip gözleriyle tüm ağaçları ve sokakları tarayarak onu arıyordu.
Saatler geçtikten ve güneş yükseldikten sonra Sage sonunda onu aramakla bir sonuca varamayacağını anlamıştı. O ortaya çıkana veya onu nerede olduğunu anlayana kadar beklemeliydi.
Sage hiç olmadığı adar yorulmuştu. Yaşam gücünün yavaş yavaş azalmaya başladığını hissediyordu. Ölümüne kadar sadece birkaç günü aldığını biliyordu ve göğsünde, kollarında ve omuzlarında bir ağrı daha duyduğunda, içte içe ölmek üzere olduğunu hissetti. Çok yakında yeryüzünü ter edecekti-ve bu gerçeğe alışmıştı. Sadece son günlerini Scarlet ile geçirmek istiyordu.
Aramadığı yer kalmayan Sage ailesinin Hudson nehri kenarındaki büyük malikânesi üzerinde daireler çizerek uçmaya başladı. Bir kartal gibi daireler çizerken düşündü: onları son bir kez daha görmeli miydi? Bununla neyi amaçlayabileceğini bilemedi. Şu anda hepsi Scarlet’i onlara getirmediği için ondan nefret ediyorlardı ve itiraf etmek gerekirse kendisi de onlardan nefret ediyordu. En son orayı terk ettiğinde kız kardeşi onun kollarında ölmüştü ve Lore Scarlet’i öldürmek üzere evden çıkmıştı. Onlarla yeniden yüz yüze gelmek istemiyordu.
Ve şu anda gidebileceği hiçbir yer yoktu.
O şekilde uçarken Sage bir çarpma sesi duydu ve aşağı doğru baktığında kuzenlerinden birkaçının elinde tuttukları birtakım tahtalarla pencerelere vurduklarını gördü. Eski malikânelerinin tüm pencerelerini tek tek tahta çakarak kapatıyorlardı ve Sage onlarca kuzeninin uçuşa geçtiğini gördü. Bütün bunlar ona ilginç gelmişti. Bir şeyler odluğu kesindi.
Sage’in bunu mutlaka öğrenmesi gerekiyordu. Bir tarafı nereye gittiklerini, ailesine ne olacağını öğrenmek istiyordu-ve diğer ve daha güçlü olan tarafı ise Scarlet’in nerede olduğunu hakkında bir fikirleri olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Belki içlerinden birisi onu görmüş veya bir şeyler duymuş olabilirdi. Belki de onu Lore esir almıştı. Bunu bilmeliydi, tek çıkış yolu buydu.
Sage ailesinin malikânesine doğru dalışa geçti, mermer kaplı avluya, büyük antik Fransız stili kapılara giden arka girişin büyük merdivenleri önünde yere indi.
Kapıya yaklaştığında kapılar aniden açıldı ve annesiyle babasının ona doğru yürüdüklerini ve ona sert, onaylamayan bakışlarla baktıklarını gördü.
Annesi sanki istemediği bir ziyaretçi gelmiş gibi, “Burada ne arıyorsun?” diye sordu.
Babası, “Bizi bir kere öldürdün,” dedi. “Sen olmasaydın ırkımız yaşamaya devam edebilirdi. Bizi bir kez daha öldürmeye mi geldin?”
Sage kaşlarını çattı; anne ve babasının bu sözlerinden bıkmıştı.
Sage, “Nereye gidiyorsunuz böyle?” diye sordu.
Babası, “Sence nereye olabilir?” diye tersledi. “Bin yıldır ilk defa Büyük Konseyi toplantıya çağırdılar.”
Sage şoke olmuş bakışlarla karşılık verdi.
“Boldt Kalesi mi?” diye sordu. “Bin Adalara mı gidiyorsunuz?”
Anne ve babası kaşlarını çatarak karşılık verdiler.
Annesi, “Sana ne?” diye cevap verdi.
Sage duyduklarına inanamıyordu. Büyük Konsey neredeyse tarihin başlangıcından bu yana hiç toplanmamıştı ve türlerinin tamamının bir yerde toplanması iyiye işaret değildi.
“Ama neden?” diye sordu. “Hepimiz öleceksek niye toplanıyoruz ki?”
Babası öne çıktı ve parmağını kaldırıp Sage’in göğsüne bastırırken gülümsedi.
“Biz senin gibi değiliz,” diye homurdandı. “Biz savaşmadan pes etmeyeceğiz. Bizimkisi gelmiş geçmiş en büyük ordu olacak, ilk defa hepimiz tek bir yerde olacağız. İnsanoğlu bunun bedelini ödeyecek. Öcümüzü alacağız.”
Sage, “Ne öcü?” diye sordu. “İnsanoğlu size hiçbir şey yapmadı. Masum insanlara neden zarar vereceksiniz ki?”
Babası gülümseyerek yanıt verdi.
“Bu kadar aptal olma,” dedi. “Bunu neden yapmayalı ki? Kaybedecek neyimiz kaldı? Bize ne yapacaklar, öldürecekler mi?”
Babası güldü ve annesi de ona katıldı, ikisi kol kola girip onun yanından geçip gittiler, giderken de onun omzuna çarptılar ve uçmaya hazırlandılar.
Sage arkalarından bağırdı: “Bir zamanlar asil olduğunuzu hatırlıyorum,” dedi. “Ama şimdi, hiçbir şeysiniz. Hiçbir şeyden bile betersiniz. Sizi çaresizlik mi bu hale getirdi?”
İkisi dönüp yüzlerini ekşittiler.
“Sage, senin sorunun bizden birisi olmana rağmen ırkımızı bir türlü anlamaman. Her zaman tüm istediğimiz yok etmek olmuştur. Sadece sen, bir tek sen farklısın.”
Annesi, “Sen her zaman bir türlü anlayamadığımız çocuğumuz oldun,” dedi. “Ve bizi her zaman hayal kırıklığına uğrattın.”
Sage bir acının vücudunu boydan boya kestiğini duyumsadı ve kendisini cevap veremeyecek kadar zayıf hissetti.
Dönüp oradan ayrılmaya hazırlanırlarken, güçlükle nefes alan Sage bütün gücünü toplayıp bağırdı: “Scarlet! O nerede? Lütfen söyleyin!”
Annesi döndü ve gülümsedi.
“Ah, onu sakın merak etme,” dedi. “Lore onu bulup hepimizi kurtaracak. Veya bunu yapaya çalışırken ölecek. Ve yaşamaya devam edersek sakın hayatımızda senin için bir yer olacağını düşünme.”
Sage’in yüzü kıpkırmızı oldu.
“Sizden nefret ediyorum!” diye bağırdı. “İkinizden de nefret ediyorum!”
Anne ve babası gülümseyerek döndü, mermer tırabzanların üzerine çıkıp gökyüzünde süzülmeye başladılar.
Sage orada durup onların gidişini, gökyüzünde kayboluşlarını izledi, kuzenleri de onlara katılıyordu. Orada, pencereleri tahtalarla kapatılmış eski malikânelerinin önünde tek başına kalakalmıştı ve burada onun için hiçbir şey kalmamıştı. Ailesi ondan nefret ediyordu – ve o da onlardan nefret ediyordu.
Lore. Sage onu düşünürken içinde yeni bir güç uyandı. Onun Scarlet’i bulmasına izin vermezdi. Hissettiği tüm acıya rağmen tüm gücünü son bir kez daha toplaması gerekiyordu. Scarlet’i bulmak zorundaydı.
Ya da bulmaya çalışırken ölecekti.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Caitlin kamyonetlerinin yolcu koltuğunda yorgun ve kalbi kırık bir şekilde otururken, Caleb saatlerdir 9 numaralı otoyolda çılgın gibi bir ileri bir geri gidip sokaklara göz atıyordu. Şafak söküyordu ve Caitlin ön camdan garip bir görüntüdeki gökyüzüne bakıyordu. Havanın bu kadar hızlı aydınlandığına inanamıyordu. Bütün geceyi arabada geçirmişlerdi, ikisi önde, Sam ile Polly arkadaydılar ve gözleriyle yol kenarlarını tarıyor, her yerde Scarlet’i arıyorlardı. Bir keresinde aniden fren yapıp durmuşlar ve Caitlin onu gördüğünü sanmıştı – ama bunun bir korkuluk olduğunu görmüştü.
Caitlin bir an için gözlerimi kapadı, göz kapakları çok ağırlaşmış ve gözleri şişmişti; gözlerini kapamasına rağmen tıpkı bütün gece olduğu gibi arabaların ışığını, yanlarından geçip giden farlarını ve akan trafiği görebiliyordu. Ağlayacakmış gibi hissetti.
Caitlin içinde büyük bir boşluk hissediyordu, Scarlet’e yeteri kadar destek olamadığı için kötü bir anne olduğunu düşünüyordu – ona inanmadığı, onu anlamadığı, ihtiyacı olduğu her zaman onun yanında olmadığı için. Caitlin bir şekilde bütün bunlardan kendisini sorumlu tutuyordu. Ve kızını bir daha göremeyecek olma düşüncesi onu çıldırtıyordu.
Caitlin ağlamaya başladı ve gözlerini açıp hemen gözlerini sildi. Caitlin uzanıp elini tuttu, ama Caitlin onu istemedi. Cama dönüp dışarı baktı; biraz kendi kendine, yalnız kalmak – hatta ölmek istiyordu. Küçük kızı olmadığında hayatında yaşamaya değer hiçbir şey yoktu.
Caitlin omzunda yatıştırıcı bir elin varlığını hissetti. Dönünce Sam’in ona doğru eğildiğini gördü.
“Bütün gece arabadaydık,” dedi. “Hiçbir yerde ondan en ufak bir iz yok. 9 numaralı otoyolun her yerine baktık. Polisler de burada ve bir sürü arabaları var. Hepimiz çok yorulduk ve onun nerede olabileceği hakkında hiçbir fikrimiz yok. Evde bizi bekliyor bile olabilir.”
Polly, “Katılıyorum,” dedi. “Bence eve gidelim. Biraz dinlenmemiz gerek.”
Birden acı bir korna sesi geldi ve Caitlin kafasını kaldırıp baktığında ters yönde olduklarını ve bir kamyonun üstlerine doğru geldiğini gördü.
Caitin, “CALEB!” diye bağırdı.
Caleb bir anda direksiyonu kırdı ve son anda kendi şeritlerine girdi, kamyon bir karış kadar yanlarından geçip gitti.
Caitlin ona baktı, kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu ve yorgun Caleb de kıpkırmızı gözlerle ona baktı.
Caitlin, “Neler oluyor?” diye sordu.
“Üzgünüm,” dedi. “Uyuyakaldım.”
Polly, “Bunun hiçbir faydası yok,” dedi. “Dinlenmemiz gerek. Eve dönmeliyiz. Hepimiz çok yorulduk.”
Caitlin düşündü ve sonunda uzun bir aradan sonra kafasını salladı.
“Pekâlâ. Bizi eve götür.”
*
Caitlin güneş yükselirken koltuğunda oturmuş, içinde Scarlet’in fotoğraflarının bulunduğu albümü karıştırıyordu. Onunla, Scarlet’in farklı yaşlarıyla ilgili bütün anıları gözünün önüne geliyordu. Caitlin parmaklarını bu fotoğraflar üzerinde gezdiriyor ve Scarlet’in şu anda yanında olmasını her şeyden çok istiyordu. Bunun için her şeyi verirdi, hatta kendi kalbini ve canını bile.
Caitlin kütüphaneden aldığı kitaptan çıkartıp sakladığı yırtık sayfaya baktı, Caitlin zamanında dönmüş olsaydı Scarlet’i kurtaracak olan, onun bir vampire dönüşmesine engel olacak olan o eski ritüelin yazılı olduğu sayfaya. Caitlin bu sayfayı yırtıp küçük parçalara ayırdı ve yere attı. Sayfalar birtakım sesler çıkartıp Caitlin’in yanına kıvrılan köpeği Ruth’un dört bir yanına dağıldı.
Bir zamanlar Caitlin için çok anlamlı olan o sayfa, o ritüel artık faydasızdı. Scarlet artık insandan beslenmişti bile ve hiçbir ritüel onu kurtaramazdı.
Onunla aynı odada olan Caleb, Sam ve Polly’nin her birisi kendi dünyalarına gömülmüşleri bir koltuğa veya sandalyeye kendisini atmış, uyuyor veya yarı uykulu bir halde duruyorlardı. Hepsi sesiz bir şekilde duruyor, Scarlet’in bir anda içeri girmesini bekliyordu – ve hepsi bunun asla gerçekleşmeyeceğinden korkuyorlardı.
Bir anda telefon çaldı. Caitlin yerinden sıçrayıp titreyen elleriyle telefonu açtı. Telefonu ahizesini birkaç defa elinden düşürdü ve sonunda tutup kulağına götürmeyi başardı.
“Alo, alo, alo?” dedi. “Scarlet, sen misin? Scarlet!?”
Bir erkek sesi, “Hanımefendi, ben Memur Stinton,” dedi.
Arayanın Scarlet olmadığını anlayınca Caitlin hayal kırıklığına uğradı.
“Henüz kızınızdan herhangi bir ize rastlamadığımızı bildirmek için aradım.”
Caitlin’in morali iyice bozuldu. Telefona umutsuz bir şekilde iyice sarıldı.
“Yeterince çaba göstermiyorsunuz,” diye çıkıştı.
“Elimizden geleni yapıyoruz hanımefendi-“
Caitlin memurun sözlerini tamamlamasını beklemedi. Ahizeyi çarparak kapadı ve daha sonra 80’lerden kalma koca telefonu aldı, kablosunu duvardan kopardı, başını üzerine kaldırdı ve yere çaldı.
Caleb, Sam ve Polly uykularından sıçrayarak uyandı ve aklını kaçırmış gibi Caitlin’e baktı.
Caitlin yere, telefona baktı ve belki de gerçekten aklını kaçırmış olabileceğini düşündü.
Caitlin hızla odadan çıktı, kapıyı açıp geniş verandalarına çıktı ve yalnız başına sallanan sandalyeye oturdu. Şafak vakti hava soğuktu ama bunu umursamıyordu. Dünyada olan biten hiçbir şeye karşı ilgisizdi.
Kollarını göğsünde sıkı sıkıya kenetledi ve Kasım ayının serin havasında sallandı durdu. Yeni günün ışıklarında önünde uzanıp giden boş sokağa baktı, görünürlerde tek bir kişi, tek bir araba yoktu, evler hala karanlıktı. Her şey hareketsizdi. Şehir dışında sessiz, sakin bir sokaktı, olmaması gereken yerde bulunan tek bir yaprak bile yoktu, her şey tertemiz ve olması gerektiği gibiydi. Olağanüstü normaldi.
Ama Caitlin hiçbir şeyin normal olmadığını biliyordu. Birden yıllardır sevdiği bu yerden nefret etti. Sessizlikten, her şeyin hareketsiz olmasından, düzenden nefret etti. Kaos için, bu hareketsizliğin bozulması için, biraz ses, biraz heyecan ve kızının ortaya çıkması için her şeyi feda ederdi.
Bir yandan ağlarken gözlerini kapayıp, Scarlet, diye dua etti, bana dön bebeğim. Lütfen bana geri dön.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Scarlet havada süzülüp gittiğini hissediyordu, kulaklarında milyonlarca kanat sesi duyarken, giderek daha da yükseldiğini duyumsuyordu. Etrafına bakındığında dört bir yanının bir yarasa sürüsüyle, milyonlarca yarasa ile kaplandığını, bunların gömleğinden onu tuttuklarını ve onu havada taşıdıklarını gördü.
Scarlet bulutların arasından, hayatında gördüğü en güzel şafak sökme manzarasının içinden ilerliyordu, bulutlar dört bir yana dağılmıştı ve açılıyorlardı, baştan sona turuncu gökyüzü adeta ateş içindeydi. Scarlet ne olduğunu anlayamıyordu, ama bir şekilde korkmuyordu. Yarasalar dört bir yanında çığlık atıp kanat çırparken, onu çevreleyip sanki onlardan biriymişçesine onu taşırlarken, kendisini bir yere götürdüklerini biliyordu.
Scarlet ne olduğunu anlayamadan, yarasalar onu hayatında gördüğü en büyük kalenin önünde nazik bir şekilde yere bıraktılar. Kalenin çok eski taş duvarları vardı ve Scarlet devasa kemerli bir kapını önünde duruyordu. Yarasalar uçarak kayboldu ve kanat sesleri duyulmaz hale geldi.
Scarlet kapının önünde durdu ve kapı yavaş yavaş açıldı. İçeriden bal renginde bir ışık geldi ve Scarlet içeri girme isteğine karşı koyamadı.
Scarlet kapının eşiğinden içeri adımını attı, ışığın içinden geçti ve hayatında gördüğü en büyük odaya girdi. İçeride tamamı siyahlar içerisinde, yüzleri ona dönük ve kıpırtısız bir şekilde sıralanmış duran bir vampir ordusu vardı. Scarlet bunların üzerinde bir süre dolaştı, sanki liderleriymiş gibi onlara tepeden bakıyordu.
Hepsi aynı anda avuçlarını yukarıya kaldırıp göğüslerine vurdular.
Hep birden, çok yüksek sesle, “Bir ulusun doğmasını sağladın,” dediler, sesleri duvarlardan yankılandı. “Bir ulusun doğmasını sağladın!”
Vampirler coşkulu bir şekilde haykırdı ve Scarlet bu coşkuyu memnuniyetle kabul etti, sonunda ait olduğu topluluğu bulduğunu hissediyordu.
Scarlet kırılan cam sesini duyduğunda gözlerini hemen açtı. Kendisini betonun üzerinde yüz üstü yatarken gördü, yanakları soğuk ve nemli zeminin üzerine bastırılmışı. Etrafında karıncaların dolaştığını gördü ve avuç içlerini beton zemine koydu, doğruldu ve karıncaları süpürdü.
Scarlet üşümüştü ve ağrı içerisindeydi, rahatsız bir vaziyette uyumuş olduğundan boynu ve sırtı tutulmuştu. Daha da önemlisi, kafası karışmış, kontrolünü kaybetmişti ve çevresini tanımıyordu. Küçük bir köprünün altındaydı ve şafak sökerken bu köprünün altındaki beton yokuşun üzerinde uzanıyordu. Her yer idrar ve bira kokuyordu ve Scarlet yere baktığında tüm betonun grafiti ile kaplı olduğunu, boş bira tenekelerinin, atılmış, kullanılmış iğnelerin bulunduğunu gördü. Kötü bir yerde olduğunun farkına vardı. Gözlerini kırpıştırarak etrafa bakındı; nerede olduğu veya buraya nasıl geldiği hakkında hiçbir fikri yoktu.
Daha sonra kırılan cam sesi yeniden geldi ve bunu ayak sesleri takip etti; Scarlet hemen döndü, tüm duyuları sonuna kadar açıktı.
Birkaç metre ileride eski püskü giysiler içerisinde dört tane serseri vardı, sarhoşlardı veya uyuşturucunun etkisindeymiş gibi görünüyorlardı – veya sadece olay çıkartmak için gelmişlerdi. Kirli sakallı ve kendisinden yaşlı adamlar ona bir oyuncakmış gibi, yüzlerinde çapkın bir gülümsemeyle bakıyor, çürük sarı dişleri görülüyordu. Ama Scarlet onların güçlü olduklarını anlayabiliyordu, hem uzunlardı hem de omuzları genişti ve yürüme tarzlarından - birisi bir bira şişesini köprünün altına çarpıp parçaladı ve yere attı- pek iyi niyetleri olmadığı anlaşılıyordu.
Scarlet buraya nasıl geldiğini hatırlamaya çalıştı. Burası kendi isteğiyle kesinlikle gelmeyeceği bir yerdi. Onu buraya başkası mı getirmişti? İlk düşüncesi belki de tecavüze uğramış olabileceği oldu; ama baktığında tamamen giyinik olduğunu gördü ve bunun doğru olmadığını anladı. Başından geçenleri düşündü ve bir gece öncesini hatırlamaya çalıştı.
Ama zihninde tek bulabildiği şey acı verici bir bulanıklıktı. Scarlet küçük detaylar hatırlıyordu: 9 numaralı otoyolun yanındaki bir bar… bir kavga… Ama her şey çok bulanıktı. Tüm ayrıntıları hatırlayamıyordu.
Yaklaşan serserilerden birisi “Bizim köprümüzün altında olduğunu biliyorsun, değil mi?” dedi. Scarlet telaşla elleri ve dizleri üzerinde doğuldu ve ayağa kalktı, onların karşılarına dikildi; içi titriyordu, ama korkmuş olduğunun anlaşılmasını istemiyordu.
Bir diğeri, “Buraya ücretini ödemeden kimse gelemez,” dedi.
“Üzgünüm,” dedi. “Buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum.”
Bir başkası, derin, kısım bir sesle “Bu senin hatan,” dedi ona gülümseyerek.
Scarlet, sert görünmeye çalışsa da titreyen sesiyle, “Lütfen,” dedi ve geri adım attı, “Sorun çıkartmak istemiyorum. Burayı şimdi terk edeceğim. Üzgünüm.”
Scarlet oradan gitmek üzere döndü, kalbi çarpıyordu; tam o sırada birisinin koştuğunu duydu ve daha sonra boğazına bir kolun sarıldığını, boğazına doğru bir bıçak tuttuğunu hissetti, bira kokan iğrenç nefesi doğrudan yüzüne geliyordu.
“Hayır gitmiyorsun, tatlım,” dedi. “Daha tanışmadık bile.”
Scarlet kurtulmaya çalıştı ama adam onun için fazla güçlüydü, adam yüzünü onun yüzüne sürerken kirli sakalı Scarlet’in yanağını acıtıyordu.
Kısa bir süre sonra diğer üçü de geldi ve Scarlet başarısız bir şekilde kurtulmaya çalışırken bir çığlık attı ve adamların iğrenç ellerini karnından aşağı doğru ilerlediklerini hissetti. İçlerinden birisi kemerine kadar ulaşmıştı.
Scarlet eğilip bükülüyor, kaçmaya çalışıyordu – ama çok güçlüydüler. İçlerinden birisi eğildi, kemerini çıkartıp attı ve Scarlet kemerin betonda çıkarttığı sesi duydu.
Scarlet kıvranırken, “Lütfen beni bırakın!” diye bağırdı.
Dördüncü serseri eğildi ve Scarlet’in pantolonunu belinden yakalayıp onu çekip çıkartmaya başladı. Scarlet bir şeyler yapmazsa kısa bir süre sonra başına kötü şeyler geleceğini anladı.
İçinden bir şeyler kıpırdandı. Bunun en olduğunu bilmiyordu, ama bu onun aklını başından aldı, içinde bir enerji akıyor, ayaklarından bacaklarına, oradan da gövdesine yayılıyordu. Bu keskin bir sıcak gibiydi ve bunu omuzlarında, kollarında ve parmak uçlarına kadar her yerde hissediyordu. Yüzü kıpkırmızı oldu, tüm vücudundaki kıllar diken diken oldu ve içinde bir ateşin yandığını hissetti. İçinde ne olduğunu anlayamadığı bir güç hissetti, kendisini bütün bu adamlardan, hatta tüm evrenden daha güçlü hissetti.
Daha sonra bir şey daha hissetti: İlkel bir öfke. Bu yeni bir duyguydu. Artık kaçma arzusu duymuyor-bunun yerine burada kalıp bu adamlara yaptıklarını ödetmek istiyordu. Onları paramparça etmek istiyordu.
Ve sonunda bir şey daha hissetti: Açlık. Beslenmeye ihtiyaç duymasına neden olacak derin, dayanılmaz bir açlık.
Scarlet kendisini geriye doğru verdi ve hırladı, bu ses kendisini bile korkutmuştu; geriye doğru eğilip pantolonuna asılan adamı tekmelerken ağzının iki yanındaki kesici dişler uzamıştı. Tekme o kadar güçlüydü ki, adam havada on metre kadar uçtu ve beton duvara çarpıp durdu. Yere düştüğünde bilinçsizdi.
Diğerleri onu bırakıp geri çekildiler, ağızları şaşkınlık ve korkudan ağzına kadar açılmış, gözlerini Scarlet’e dikmişlerdi. Çok büyük bir hata yaptıklarını anlamış gibi görünüyorlardı.
Onlar herhangi bir şey yapamadan Scarlet etrafında döndü ve onu tutan adama bir dirsek attı, çenesine öyle sert bir darbe indirdi ki, adam kendi etrafında iki kere dönüp bilinçsiz bir şekilde yere yığıldı.
Scarlet hırlayarak döndü ve avının peşindeki bir canavar gibi diğer ikisinin karşısına dikildi. İki serseri gözleri korkuyla ardına kadar açılmış bir şekilde orada kalakaldı ve Scarlet bir ses duyup da baktığında bunlardan birisinin altına işediğini gördü.
Scarlet eğildi, yerden kemeri aldı ve ileri doğru rastgele yürüdü.
Adamlar korlu içerisinde düşe kalka geriye gittiler.
Adam, “Hayır!” diye bağırdı. “Lütfen! Bizi yanlış anladın!”
Scarlet ileri atıldı ve kemeri adamın boğazının etrafına doladı. Daha sonra onu tek eliyle kaldırdı, ayaklarını yerden kesti; adam zorlukla nefes alıyor, kemeri tutuyordu. Scarlet sonunda hareket etmeyi kesinceye kadar onu baş hizasından yukarıda o şekilde tuttu; ölmüştü.
Scarlet dönüp ağlayan ve kaçamayacak kadar korkan son serserinin karşısına çıktı. Dişleri uzamıştı, Scarlet ileriye doğru birkaç adım atıp dişlerini adamın boğazına geçirdi. Adam Scarlet’in kollarında titredi ve daha sonra kan deryası içerisinde hareketsiz kaldı.
Scarlet uzaktan bir ses duydu ve dönüp baktığında ilk serserinin inleyerek yavaşça ayağa kalktığını gördü. Adam ona baktı, gözleri korkuyla açılmıştı ve daha sonra elleri ve dizleri üzerinde emekleyerek kaçmaya çalıştı.
Ağlayarak, “Lütfen bana zarar verme,” diye inledi. “Bunu yapmak istememiştim. Kim olduğunu bilmiyorum ama beni yanlış anladın.”
Karanlık, insanlık dışı bir sesle, “Kesin öyledir,” dedi. “Tıpkı senin de şimdi yapacaklarımı yanlış anlayacağın gibi.”
Scarlet onu gömleğinin arkasından tuttu, çevirdi ve tüm gücüyle havaya fırlattı.
Adam bir roket gibi yukarı gitti, köprünün altına çarptı ve kafası ve omuzları betonu yarıp köprünün üst tarafına doğru çıktı, köprüden çıkan molozların düşme sesi her yerden duyuldu. Adam orada o şekilde asılı kaldı, ayakları köprüden aşağı sallanıyordu.
Scarlet tek bir sıçrayışla köprünün üstüne çıktı ve vücudunun üst kısmı betonun içinde kalmış olan adamı gördü, kafası ve omuzları görünüyor, ancak hareket edemiyor, acı acı feryat ediyordu. Kurtulmak için kıvranıp duruyordu.
Ama kurtulamıyordu. Köprüden geçecek tüm araçlar için açık bir hedef oluşturuyordu.
Adam,” Beni buradan çıkar!” diye yalvardı.
Scarlet gülümsedi.
“Belki bir dahaki sefere,” dedi. “Trafiğin keyfini çıkart.”
Scarlet döndü ve sıçrayarak havada süzülmeye başladı, yukarılara doğru çıktıkça adamın bağrışları giderek daha uzaktan gelmeye başladı; Scarlet buradan uzaklaşırken nereye gittiğini bilmiyordu ve bu umurunda bile değildi. Kafasında tek bir kişi vardı: Sage. Sage’in yüzü, biçimli çenesi ve dudakları, anlamlı bakışlarıyla her an aklındaydı. Sage’in kendisi için beslediği sevgiyi hissedebiliyordu. Ve o da aynı duyguları onun için besliyordu.
Bu dünyada evinin neresi olduğunu artık bilmiyordu, ama Sage ile birlikte olmadıktan sonra umurunda da değildi.
Sage, diye düşündü. Beni bekle. Sana geliyorum.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.