Kitabı oku: «Peygamberimiz», sayfa 2
Toptan Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah’ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar. 23
Araplar arasında bir kere düşmanlık başladı mı yıllarca devam ederdi. Bir hakaret, bir at yarışında önemsiz bir olay, binlerce insanın kanının dökülmesine sebep olurdu. En kötü tarafı ise yenilenlerin, esir düşenlerin, galipler tarafından daima köle olarak kullanılmaları idi. İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in gıptaya şayan bir ahlak seviyesine yükselttiği millet, bu kadar alçalabilmiş bir milletti. İslam’ın Peygamber’i bu düşman ve nefret sahibi unsurlarda öyle ahenkli bir kardeşlik tesis etmiştir ki bu durumun dünya tarihinde başka bir örneği yoktur. Bu ne muazzam bir inkılaptır. Arap toplumunda kadının işgal ettiği mevki pek düşüktü. Hayvani şehvetin ifadesi olan aşk teranelerini bir tarafa bırakırsak kadın, hayvanların gördüğü muameleden farklı bir muamele görmüyordu. Çok kadınla evlenme Araplar arasında pek yaygındı. Bir erkeğin alabileceği kadınların sayıca hududu yoktu. Bu herkesin kendi arzusuna bağlı bir şeydi, çok kadınla evlenmekten başka her Arap istediği kadar sevgilileri ile gayrimeşru münasebette bulunabilirdi. Fuhuş bir meslek olarak yaygındı. Esir kadınlar, fuhuş yaparak efendilerine para kazanırlardı. Evli kadınların, çocuk doğurmak için başka erkeklerle münasebette bulunmalarına müsaade edilirdi. İstibdâ olarak isimlendirilen bu hareket Hinduların Niyoga hareketine benzer. Bundan başka, kadına bir eşya parçası gibi bakılırdı. Kadın, ölen kocasının, babasının yahut akrabasının malından bir hisseye sahip olamadıktan başka; kendisi, ölenin mirası arasında başkalarına intikal eder, vâris onu istediği gibi kullanırdı. İsterse onunla evlenir, isterse başkalarına verirdi. Babasının ölümü üzerine bir evlat, babasının mirası arasında üvey anasına da sahip olup, isterse onunla münasebet kurabilirdi. Araplar arasında boşanma çok yaygındı. Bir adam karısını bin kere boşar ve onun iddeti sona erdikten sonra yine alabilirdi. Bazı kere erkekler eşlerine yaklaşmamak için yemin ederler yahut kadınlarına anneleri gibi baktıklarını ilan ederler; bu suretle de kadın ne evli ne de boşanmış olur, ihmal edilmiş bir hâlde kalırdı. Bu hareket tarzı sırf kadınlara zarar vermek için seçilen bir yoldu. Zavallı kadın ise bunlar karşısında bir şey yapamazdı. Cinsi münasebeti ifade için Araplar, en müstehcen kelimeleri kullanırlardı. Aşk ve fuhuş hikâyeleri, edep ve ahlaka aykırı bir şekilde mağrurca bir eda ile söylenirdi. Yüksek ailelere mensup kadınlara aşk şiirleri ile sarkıntılık edilirdi. Araplar arasında kadının ne kadar düşük bir seviyede olduğu göz önüne serilince, kadınlığın İslam Peygamberi’ne olan şükran borcu, daha açığa çıkar. Hz. Muhammed (s.a.v.), kadını, zillet çukurundan şeref ve haysiyet mevkisine çıkarmıştır. Kadınlara, dış görünüşte sathi hürmetten başka bir bağlılığı olmayan medeni Avrupa bile, İslam dininin kadına verdiği hakların pek çoğunu vermemiştir. İslam’ın kadınlığa temin ettiği hürmet, onun iffetini temin etmek, erkekle müsavatını tanımak esasına dayalıdır ki Batı medeniyetinde böyle bir şeye tesadüf edilemez.
İslam dininin kadın hakları konusunda yaptığı ıslahatı ortaya çıkarırsak aradaki fark daha iyi anlaşılacaktır. Kur’an-ı Kerim, erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğunu ifade ettiği gibi kadınların da erkekler üzerinde bazı haklarının olduğunu ifade eder.24
Bu ayet-i kerime, kadınlığın hürriyet beratıdır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Sizin en hayırlınız zevcelerine en iyi muamele edendir.” Kadınlığı hakir görmekle aşırı gitmiş olan Arabistan muhiti, bu kadar yüksek ahlakla mütehassıs olmaya başlamıştı. Kız çocuklarını diri diri gömmeyi bir asalet alameti gören bir memlekette, kadınlara hürmeti yerleştirmek kolay bir şey değildi. Babalar, doğan çocukları kız olduğu zaman kederlenir, en derin endişeye düşerler, onu gömmeyi veya aileye yükleteceği zillete dayanmayı düşünürlerdi.25
Şayet baba, kızını diri diri gömmeye karar verirse yavrusunu alır, çöle götürür, onu eliyle kazdığı çukurun kenarına koyar; sonra onu çukura iterek, feryat eden o günahsızın yüzüne yığın yığın kumları atarak, onu öylece gömerdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir kere böyle bir hadiseden haberdar edildiğinde ağlamışlardı. Bazen de kız çocukları doğduğu takdirde, onun öldürülmeleri konusu, evlilik öncesi her iki taraf arasında karara bağlanırdı. Eğer bu durum hükme bağlanırsa çocuğun annesi, birçok kadını davet ettikten sonra onların gözü önünde bu işi yapardı. Bütün bu davranışlar, Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ile son bulmuştu. Bunun için Hz. Peygamber’in insanlığa ifa ettiği hizmet eşsizdir.
Bütün Arabistan’da yaygın olan çirkinliklerden birisi de içki idi. Araplar günde birkaç defa içki sofraları kurarlardı. Birkaç fıçı dolusu içkisi bulunmayan Arap evi yoktu. Kur’an-ı Kerim içkiyi de haram kılmıştı.26 Bütün içkiler dökülmüş, kapları da parçalanmıştı. Rivayet edildiğine göre içkinin haram kılındığı gün, Medine sokaklarında sel suyu gibi içki akmıştı.
Arap toplumunun o zaman içine düştüğü rezaletten biri de kumardı. Vakit geçirmek için Araplar devamlı kumar oynarlardı. Kumar oynamayanlara da sefil derlerdi. Müslümanlığın ruhani kudreti, bu felaketi de kaldırarak Arabistan’ı kurtardı.
Araplar, talim ve terbiyeden nasibini almış bir millet değildiler. Bunların aralarında okuma yazma bilenler çok nadirdi. Cehalet, hurafeleri takviye ettiğinden, Araplar arasında türlü türlü garip inançlar yayılmıştı. Araplar, cinlere, perilere inandıkları gibi, bunlarla konuştuklarını iddia ederlerdi. Cinlerle perilerin getirdikleri bir takım hastalıkları ortadan kaldırabilmek için efsunlar yapılır, tütsüler yakılırdı. Araplar, insan ruhunun, doğduğu zaman kişinin vücuduna giren küçük bir varlık olduğunu, insan öldüğü zaman da bu küçük varlığın insan vücudunu terk ederek kabrinin üzerinde uçtuğunu söylerlerdi. Kuraklık zamanında Araplar bir ineğin kuyruğuna kuru otlar bağlarlar bunları ateşler, hayvanı da dağa doğru salıverirlerdi. Başlarına bir felaket geldiğinde ise evlerine arka kapılardan girerlerdi. Araplar kuşların uçuşlarından çeşitli manalar çıkarırlardı. Yol üzerinde tesadüf edilen bir kuş sağdan sola doğru uçarsa Araplar bunu hayra yorarlar aksini ise şer kabul ederlerdi. Ahiret hayatına inanan Araplar ise kabirlerin üzerine bir deve bağlar ve açlıktan ölünceye kadar onu orada tutarlardı. Ölünün kıyamet günü bu deveye bineceğine inanırlardı. Ayrıca, insan ruhunun bedenden ayrıldıktan sonra bir baykuş şekline girdiğine ve kabrin üstünde uçtuğuna inanılırdı. Batıl inançlarına göre; Arap’ın birisi öldürülürse intikamı alınıncaya kadar kabrinin üzerinde dönüp dolaşan baykuş “Bana su verin, bana su verin!” dermiş.
Araplar falcıların, müneccimlerin sözlerini doğru sayarlardı. Sonuç itibarıyla cahiliye Arapları, bu çeşit yüzlerce hurafeye inanırlardı. Birkaç sene zarfında Hz. Peygamber bunları vâris oldukları esaret zincirinden kurtardı. Onları ahlak, irfan ve medeniyetin zirvesine ulaştırdı.
Araplar gibi çökmüş bir milletin nail olduğu ıslahı ve ona benzer yükselişin bir emsalini göstermek için cihan tarihinin sayfalarını boşuna çevirmeyiniz. İslam Peygamberi’nin bu başarısı, ona “Fahr-i Âlem” lakabını kazandırmaz mı?
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ARABİSTAN’DA YENİLEŞME HAREKETLERİ
Bu, babaları uyarılmadığından gafil kalmış bir milleti uyarman için güçlü ve merhametli olan Allah’ın indirdiği Kur’an’dır. 27
Hz. İbrahim’in peygamberliğinden önce ve risaletini takip eden yıllarda, Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde peygamberler çıkmıştı. Bu peygamberlerden bazılarının isimleri Kur’an-ı Kerim’de geçmektedir. Hz. Hud, Yemen’in Ahkaf diye bilinen bölgesinde oturan Ad Kavmi’ni ıslah için gönderilmişti. Hz. Salih ise Medine’nin kuzeyinde bulunan Hicr’de oturan Semud Kavmi’ne gönderilmiştir. Hz. Hud ve Salih peygamberler Hz. İbrahim’den önceydiler. Hâlbuki birbirini takiben ortaya çıkan İsmail ve Şuayb, Hz. İbrahim’den sonra Yemen ve Medine’ye gönderilmişlerdi. Eserler ve ananeler, Ad Kabilesi’ni çok kuvvetli bir kavim olarak göstermektedir. Bunlar Arabistan’ın hududunu aşan bir devlet kurmuşlardı. Hz. Hud’dan önce de bunlara peygamber gönderildiği anlaşılıyor. Hz. Hud, Ad’ın dünyaya bağlılık noktayı nazarlarından en alçak seviyeye düştükleri zaman gönderilmişti. Bu kavim, Hud Peygamber’in davetini kabul etmemiş ve çok şiddetli cezaya uğramıştı. Bunlar Ahkaf’ın şimalinde uzanan büyük çölün kum fırtınası ile helak olmuşlardı. Bu felaketi göz önüne alan Semud Kavmi de dağlara sığınarak, meskenlerini kayaları oyarak yapmışlardı. Fakat bunlar da cezaya çarptırıldıkları zaman yakayı kurtaramamışlar ve bir deprem ile helak olmuşlardı.
Arabistan haritasına bir göz attığımız takdirde, isimlerini saydığımız dört peygamberden Hud ile İsmail’in (a.s.) Güney Arabistan’a, Salih ile Şuayb’ın (a.s.) Kuzey Arabistan’a peygamber olarak gönderildiğini görürüz. Fakat Hicaz adı ile bilinen Arabistan’ın merkezine peygamber gönderilmediği anlaşılmaktadır.
Hz. İbrahim’in (a.s.) Mekke’yi ziyareti ve oğlunu orada bırakması, daha sonra Kâbe’yi inşa etmesi, buralarda birçok mekân ve makamların kendi adına izafe olunmasına sebebiyet vermiştir.
Beni İsrail peygamberlerinin risaletleri zamanında Arabistan’da putperestlik had safhasındaydı. Yemen meliklerinden biri Hz. Süleyman’ın irşadı ile tevhit dinini kabul etmişti. Bundan başka Arabistan’ın dinî hayatında ikinci bir hareket daha meydana gelmemiştir. Yahudilerin bir kısmı büyük bir ihtimalle milattan önce beşinci asırda Buhtu Nasır tarafından vatanlarından sürüldükleri zaman Arabistan’a hicret ederek oraya yerleşmişti. Son Peygamber’in Arabistan’da zuhur edeceğine dair haberler bunlar arasında yaygındı. Bunun için Yahudiler Arabistan’a geçerek Hayber’i âdeta bir Yahudi merkezi hâline getirmişlerdi. Yahudiler Hayber’e tamamen yerleştikten sonra Museviliği yaymaya başlamışlardı. Milattan yaklaşık olarak üç asır önce Yemen hükümdarı Zu Nüvas, Museviliği kabul etmişti. Bu hükümdarın Museviliği kabul etmesi Yahudilerin dinî faaliyetini kuvvetlendirmiş, zamanla bunların Arap Yarımadası’nda önemli bir mevki elde etmesine vesile olmuştu. Fakat Arapların, genellikle atalarından kalma putperestliğe bağlı kalmaları sebebiyle Yahudilerin dinî faaliyetleri kısa bir süre sonra tabii bir ölüme maruz kaldı. Araplar oldukları yerde kalakalmışlardı. Yahudilerin bu hareketini diğer bir yenileşme hareketi takip etti. Miladın üçüncü yüzyılında Hristiyan misyonerler her taraftan Arabistan’a akın ederek Necran’a yerleşmişlerdi. Arabistan’ın batıda Habeşistan, kuzeyde Roma İmparatorluğu gibi büyük Hristiyan devletlerle çevrili olması, Hristiyan misyonerlerinin bu iki devletin dünya nüfuzuna dayanarak dinî faaliyeti ileri götürmelerine sebep olmuştu. Sonuçta Asir ile Sana’da bulunan Necran ülkesi baştan başa Hristiyanlığı kabul etmişti. Fakat Hristiyanlık bu sahanın ötesine geçemeyip, şurada burada bir takım muvaffakiyetler kazanmakla beraber, Arabistan üzerinde kuvvetli bir iz bırakamamıştır. Nihayet bu ikinci yenileşme hareketi de başarısızlık ile sonuçlandı.
Arabistan’da meydana gelen üçüncü bir yenileşme hareketi dâhilî idi. İslam’dan kısa bir zaman önce “Mezheb-i Hanif” diye bilinen bir fikir hareketi başlamıştı. Haniflerin putperestliği terk ettikleri gibi Hristiyanlık ve Museviliğe de temayül etmedikleri bilinmektedir. Bunlar “Bir Allah’a” ibadet ediyorlardı. Fakat bunlar da memleketlerinin sosyal hayatını ıslah için hiçbir faaliyette bulunmamışlardı. Putperestliğe muhalif olan bu zümrenin bir kısmı, daha sonra Hristiyanlığa geçmişti, sayıları da çok azdı. Hz. Hatice’nin yeğeni Varaka bin Nevfel, Hz. Hamza’nın yeğeni Abdullah bin Cahş, Haniflerdendi.
Haniflerin çoğunluğu, ne Hristiyanlığı ne de Museviliği, insanı tatmin eder bir din olarak görmüşlerdir. Haniflerin en büyükleri Hz. Ömer’in amcası Zeyd b. Amr, Taif şehrinin reisi ve meşhur şair Ümeyye gibi şahıslar sayılabilir. Fakat bu şahıslar da yenileşme hareketlerini yaymaya ehemmiyet vermiyorlardı. Bütün yaptıkları şey putperestliğin çirkin bir şey olduğunu gizlememek, bir Allah’a inandıklarını söylemek, Hanifliğin Hz. İbrahim tarafından tebliğ edilen din olduğunu açıklamaktan ibaretti. Bu hareket pek zayıf olmakla beraber mevcuttu. Bunlar Arabistan’ın içtimai çöküşü ile zerre kadar meşgul olmamışlardır. Çünkü mücerret olarak tevhide inanmak bunlar için kâfi idi. Bundan dolayı, Hanifler de diğer dinî hareketler gibi Arabistan’ın ancak sathı hayatında görülmüş, daha derine inememiş ve Arap toplumunun üzerinde hiçbir önemli tesire muvaffak olamamıştır. Zaten bu hareket, Musevilik ve İseviliğe nazaran daha zayıftı.
Dikkate şayandır ki İslam’dan önceki bu üç hareketin hepsi de Arabistan’da bütün imkânlardan faydalandığı hâlde, çok da faaliyet göstermelerine rağmen, heba olmuşlardır. Bunlara karşılık daha sonra zuhur eden ve her türlü dünyevi yardımdan uzak olarak tek başına hareket eden bir fert, peygamberliğini en büyük muvaffakiyetle ifa ediyor, birkaç sene zarfında dünya tarihinde emsali bulunmayan bir inkılabı meydana getiriyor, Arabistan’ın köhneleşmiş olan putperestliğini kökünden kazıyarak, insanlığı çok üst seviyelere getiriyor.
Yahudilerin Araplarla aile yakınlığı vardır. İkisinin de menşei birdir. Bunların lisanları, anane ve âdetleri arasında ortak noktalar mevcuttur ve de çoktur. Her ikisi de Hz. İbrahim’i kabul ederler ve anarlar. Arabistan’ın en bereketli yeri olan Yemen’in hükümdarı Yahudi dini olan Museviliği kabul etmişti. Yahudiliğin lehinde olan bu şartlar, Museviliğin bütün Arabistan’da yayılmasını temin edecek derecede kuvvetliydi. Araplar ise bütün dış tesirlere karşı bir kaya gibi mukavemet etmişlerdi. Yahudiliğin tebliğinden sonra Hristiyanlık da yeni bir risaletle geldi. Hristiyanların tevhit diye isimlendirdikleri akitleri ise Arapların ilah düşüncelerine benziyordu. Araplar arasında yaygın olan putperestlik, Hristiyanlık üzerinde tesirini göstermişti. Hristiyanlığın teslis akidesi, onu doğuran Yunan putperestliğine pek yakındı. Kilise akidesinin gerçek kurucusu olan Sen Paul,28 Beni İsrail peygamberlerinin tebliğ ettiği tevhit akidesini diğer kavimlere cazip göstermek için, ona çekici bir renk vermişti. Netice olarak da Hristiyanlık, birçok kavim arasında kabul görmüştü. Hristiyanlığın Arapları cezbeden özellikleri de vardı. Hristiyanlık, dinî kanunlara riayet etmekte herkesi serbest bırakıyordu. Bu ruhsat ise Arapların hayat tarzına uygundu. Hareketleri düzenleyecek kanunları tanımayan ve taşımayan bu vahşi çöl yavruları ahlaksızlık çukuruna düşmüştü. Ayrıca Hristiyanlık şehevi arzuları tatmin için genişlik de veriyordu. Araplarca en az mukavemet gösterilen din Hristiyanlıktı. Kuzeyde Roma İmparatorluğu’nun, batıda Habeşistan Krallığı’nın bulunması, Yemen’de vilayetlerden birisinin bu dini kabul etmesi Hire ve Gassan’ın Hristiyanlaşması gibi sebepler Hristiyanlığın lehinde olan durumlardı. Bu şartlar altında, bütün Arabistan’ın bu dini kabul etmesi an meselesi sayılabilirdi. Hâlbuki Hristiyan kilisesi Araplar üzerinde takdire şayan hiçbir iz bırakmadığı gibi, Arapların içki, kumar ve fuhuş gibi kötülüklere meyillerini çoğaltmıştır. Üçüncü hareket yani Haniflik; bu hareket dâhilî olmakla beraber hedefi tevhit inancını putperestliğe karşı üstün tutmak ve putperestliği ortadan kaldırmaktı. Programı bundan ibaret olmasına rağmen Arap Yarımadası’nda hiç muvaffakiyet kazanamamıştı. Bu hareketin diğerlerinden zayıf oluşunun bir sebebi de maddi bir nüfuzu bulunmamasıydı. Bu vaziyeti gördükten sonra, Hz. Peygamber’in yirmi sene gibi kısa bir zamanda başardığı dinî, içtimai ve ahlaki inkılâpta, Allah’ın kudretini görmemek mümkün değildir. William Muir gibi İslam Peygamberi’nin insafsız bir düşmanı bile, Arabistan’ın mucizevi kurtuluşunu şu sözlerle ifade eder:
“Hz. Muhammed’in gençliğinde Arabistan, koyu bir muhafazakârlık içindeydi. Hiçbir devirde teceddüt, bu devirdeki kadar imkânsız sayılamazdı. Fakat Hz. Muhammed’in zuhuru ile Araplar yeni ve manevi bir uyanışa kavuştular. Araplardaki bu ani uyanışı bazıları, o sırada Arabistan’da bu uyanışın zaten beklenilmekte olduğuna bağlarlar. Hâlbuki Arabistan’ın mazisi ve İslam’dan önceki tarihi, bu görüşü geçersiz kılmaktadır. Hristiyanlık, Arabistan’da beş asır gibi bir zaman faaliyette bulunduktan sonra bile, ancak şurada burada birkaç insana bu dini kabul ettirebilmişti.
Velhasıl dinî bir bakış noktasından tetkik edecek olursak, Hristiyanlığın Arabistan’da çok zayıf sarsıntılar meydana getirdiğini, buna karşılık Museviliğin daha derin tesir icra ettiğini fakat umumiyetle Arapların hurafelere ve putperestliğe daldıkları görülür.”
Muir daha sonra diyor ki:
“Hz. Muhammed’in zuhurundan önce Arabistan dinî yenilenmeye olduğu kadar siyasi birlik ve millî bir uyanışa da müsait değildi. Arap dininin esası, derin, köklü bir putperestlikti. Bu putperestlik Mısır’dan ve Suriye’den Arabistan’a giden misyonerlerin tesirlerine mukavemet etmişti.”
Hz. Muhammed, diğer dinler erbabının bütün teşebbüslerine karşı koyan böyle bir kavme gönderilmişti. Araplar kendilerini ıslah edecek bütün teşebbüsleri akamete uğratmışlardı. Hz. Muhammed ise bu milleti ıslah hususunda, insanlık tarihinde emsali görünmeyen bir muvaffakiyet kazanmıştır. Bu hadise, bir millet ne kadar kötü olursa olsun, İslam’ın emirlerinin onu kurtaracağına ve yükselteceğine dair tarihi bir delil teşkil etmez mi?
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Bİ’SET-İ MUHAMMEDİYE’NİN MÜJDELERİ
“Bu dünyada ve ahirette bizim için güzel olanı yaz; biz sana yöneldik.” dedi. Allah: “Azabıma dilediğim kimseyi uğratırım, rahmetim her şeyi kaplamıştır; bunu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekat verenlere, ayetlerimize inanıp, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları, okuyup yazması olmayan Peygamber’e uyanlara yazacağız. O peygamber, onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan meneder; temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar; onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir. Bu Peygamber’e inanan, hürmet eden, yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar saadete erenlerdir.” dedi. 29
Peygamber Efendimiz’in gönderileceğine ait daha önce gönderilen mukaddes kitaplarda birçok müjde, haberler vardır ki bunlar o zamanki kavimler arasında yaygın olarak bilinmekteydi. Bu müjdeler, Yahudiler ve Hristiyanların Arabistan’a gidip oraya yerleşmelerine de sebep olmuştu. Çünkü gönderilmesi vadedilen Peygamber’in zuhur yeri olarak Hicaz, mukaddes kitaplarda bildirilmişti. Biz bu müjdelerin birkaçını mevzubahis etmek isteriz.
Kur’an-ı Kerim, Bi’seti Muhammedi’nin geçmiş peygamberlerde haber verildiğini, bunlardan ve mensup oldukları milletlerden, Peygamber Efendimiz’e tabi olmak için ahit ve misak alındığını beyan etmektedir. Vadedilen Peygamber’in en büyük özelliğinin bütün Peygamberlerin hak olduklarını tasdik edicilik olacağını bu milletlere bildirmişti.30
Yine Kur’an-ı Kerim, daha önce gönderilen kitaplarda peygam berimiz’in geleceğinin müjdelendiğini de açıklar.31 Kur’an-ı Kerim’in bu beyanatını Ahd-i Cedid’in sahifeleri de teyit etmektedir.32 Anlaşıldığına göre, geçmiş zamanda Allah, her milletin ıslahı için onlara bir peygamber göndermeyi irade buyurmuştur. O zaman, yeryüzünde yaşayan kavimler birbirlerinden tamamı ile ayrı idiler. Asrımızın kolay ulaşım imkânlarından o zamanın insanları mahrumdu. Daha sonra çeşitli dinlerin hepsini bir din hâlinde birleştirmek için bütün beşeriyete hitap eden bir peygamber gönderilmiştir. Binaenaleyh, bir taraftan bütün dünyayı hakk’a davet edecek Peygamber’in geliş müjdesi bütün peygamberlere haber verilmiş, diğer taraftan da O büyük Peygamber’in kendinden önce gelen peygamberlerce hak olduğunu tasdik etmeleri emrolunmuştur. Peygamberimiz bu sıfata sahip yegâne peygamberdir.
Hz. Muhammed, tebliğ ettiği dinin itikat esaslarından birisinin de bütün peygamberleri tasdik etmek olduğunu beyan etmiştir. Onlar sana indirilene de senden evvel indirilenlere de inanırlar. Ahirete ise onlar şüphesiz bir bilgi ve inanç beslerler.33 buyrulmaktadır. Yine Kur’an, her millete bir müceddit gönderildiğini beyan ederek der ki: Kendisine bir nezir gönderilmeyen bir millet yoktur.34 Daha sonra da peygamberlerden bir kısmının isminin Kur’an’da geçtiğini, bir kısmının da isminin zikredilmediğini kitabımız açıklar. Bundan dolayı her iki bakımdan Peygamber Efendimiz’in mevkii aşikârdır. Bir taraftan geçmiş peygamberlerin müjdeleri Resul-i Ekrem’in şahsında tamamen tahakkuk ediyor, diğer taraftan da önceki peygamberlere inanmayı, iman esaslarından sayan tek peygamber Hz. Muhammed oluyor. Aynı zamanda bütün peygamberlerce haber verildiği gibi, en son peygamber de budur.
Semavi kitapların, o büyük Peygamber’e ait haberleri ihtiva ettiği muhakkaktır. Eski kitapların en yenileri sayılan Ahdi Atik ile Ahdi Ce-did, Kur’an-ı Kerim’in dikkat çektiği birçok müjdeyi hâlen muhafaza etmektedir.
İsrailoğulları ile Hz. İsmail’in oğulları aynı dedenin yani Hz. İbrahim’in zürriyetidir. Hz. İbrahim’e gönderilen ilahi kitap bize intikal etmemiş ise de onun oğulları Hz. İshak ve Hz. İsmail’in zürriyetleri hakkında Cenabıhakk’ın vaatlerine dair ahd-i kadimde pek çok ayet vardır. Kur’an-ı Kerim bu emirlere işaret ederek der ki: Rabbi, İbrahim’i birtakım emirlerle denemiş, o da onları yerine getirmişti. Allah, “Seni insanlara önder kılacağım.” demişti. O “soyumdan da” deyince, “Zalimler benim ahdime erişemez.” buyurmuştu.”35
Bu suretle İbrahim Peygamber’in zürriyetine nübüvvet verileceği vadedilmiş ancak zulüm ettikleri takdirde bundan mahrum edilecekleri beyan edilmiştir. Hz. İbrahim ile İsmail’in Kâbe’deki duaları aynı şeyi göstermektedir. Bunlar diyorlardı ki: Rabb’imiz! İçlerinden onlara senin ayetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve hâkim olan ancak sensin.36 Tevrat, Hz. İshak ve İsmail’in dünyaya teşriflerinden önce Hz. İbrahim’e bildirilmiş böyle bir vahiy kaydeder. ahd-i kadimde deniliyor ki: Sizden büyük bir millet meydana getireceğim, sizin namınızı yükselteceğim. Sizi taziz edenleri izzete mazhar edeceğim. Size lanet edenlere lanet edeceğim. Sizinle bütün dünyanın aileleri izzete ereceklerdir.37 Bu ayetleri düşündüğümüzde, bunlarda İsmailoğulları’na, yani Müslümanlara işaret edildiği açıkça ortaya çıkar. Çünkü bütün insanlar arasında yalnız Müslümanlar günde beş vakit namazlarında Hz. İbrahim ve onun ehline rahmeti ilahi niyaz ederler. Derler ki: Ya Rabbi İbrahim ile onun ehlini nasıl rahmete mazhar kıldınsa Muhammed ile onun ehlini de rahmete mazhar kıl.
Kitab-ı Tekvin’de Hz. İsmail’den ismi ile bahsedilerek, hakkında deniliyor ki: İsmail’e gelince, seni dinledim. Onu rahmete mazhar kıldım. Onun semeresini devam ettireceğim. Onun zürriyetini çoğaltacağım. İsmail on iki emirin babası olacak. Ondan büyük bir millet vücuda getireceğim.38
Kitab-ı Tekvin’in Hz. İsmail’e ve zürriyetine ait olan bu beyanları ile İbrahim Peygamber’e ait olan beyanatı birbirine uymaktadır. Çünkü burada ilahi vaat çok güçlüdür. Benim ahdim şudur. Bu ahdi muhafaza edeceksiniz. Benimle sizin her birinizin zürriyeti arasında şu ahit meydana gelecektir: Her erkek çocuğu sünnet edilecek. Bu sizinle benim aramdaki ahdin bir nişanesi olacaktır.39
Sünnet olma işi, İsrailoğulları ile İsmailoğulları arasında bir zaman için müşterek bir âdetti. Fakat şu anda bu geleneğe, ancak Müslümanlar riayet etmektedir. İsrailoğulları’ndan bu âdete şimdiye kadar riayet edenlerin sayısı çok azdır. Peygamber Efendimiz’in geleceğine dair ikinci müjde Hz. Musa tarafından verilmiştir. Cenabıhak, Hz. Musa’ya vahyetmiştir ki: Onlara kendi kardeşlerinin arasından bir peygamber göndereceğim. Bu peygamber sana benzeyecek ve Benim emirlerimi irat edecektir.40
Hz. Musa’nın bu müjdesi gün gibi aşikârdır. Musa’dan İsa’ya kadar gelen bütün Beni İsrail’e ait peygamberlerin hiçbiri bu müjdede bahsedilen peygamber olduklarını ifade etmemişlerdir.
Musa’nın şeriatını tatbik için gönderilen Beni İsrail peygamberlerinin, Hz. Musa’ya benzemeleri apaçık sebeplerden dolayı mümkün değildi. Bu müjde Yahudiler arasında yaygındı. Bundan dolayı Yahudiler nesilden nesile Hz. Musa’ya benzeyecek olan bu Peygamber’i bekliyorlardı. Hz. Yahya ile kendisine kim olduğunu soranlar arasında şöyle bir konuşma geçmişti. Yahya’ya “Sen kimsin?” denildiği zaman, “Ben Mesih değilim.” demişti. Kendisine “O hâlde kimsin, İlyas mısın?” denilmiş, o “Hayır.” demişti. Bu sefer Hz. Yahya’ya “Sen yoksa o peygamber misin?” denilmiş fakat o yine “Hayır değilim.” demişti.41
Bu muhavere açıkça gösteriyor ki Yahudiler üç muhtelif peygamber zuhurunu bekliyorlardı. Birincisi tekrar geleceğine inandıkları İlyas’tı. İkincisi Mesih’ti. Üçüncüsü o kadar geniş bir şöhrete haizdir ki ona “O peygamber” denilmektedir. Kimin kastedildiğini beyan etmek için “O peygamber” demek kâfi geliyordu. Hz. İsa’nın gelişinden önce Beni İsrail, mukaddes kitaplarında belirtildiği üzere üç peygamber bekliyorlardı. Mesih, İlyas -ki ikinci kere gönderilecekti-ve Musa’ya benzeyen peygamber. Bunlardan ikisi gerçekleşmişti. İsa, Mesih olduğunu Yahya ise İlyas’ın ruhu ile gönderildiğini ikrar etmişlerdi. Fakat bunların hiçbirisi kendilerinin Musa’ya benzeyen peygamber olduklarını söylememişlerdi. Bunları tanıyanların hiçbiri de bu sıfatı iki peygamberden hiçbirine vermemişlerdi. Hz. İsa’nın peygamberliği ile Beni İsrail arasında devam eden nübüvvet silsilesi sona ermişti. Bu suretle Beni İsrail’in mukaddes kitaplarında gönderileceği müjdelenen peygamber, Beni İsrail arasından çıkmamıştı. Fakat dünya tarihinin sahifelerini karıştırdığımız takdirde Peygamber Efendimiz’den başka hiçbir nebinin Hz. Musa tarafından gelişi müjdelenen kimse olduğunu söyleyen olmamıştır. Kur’an-ı Kerim’den başka hiçbir mukaddes kitapta, bu müjdenin bi’seti Muhammediye ile tahakkuk ettiğini söylememiştir. Meydana gelen olaylar da bu neticeyi teyit eder. Hz. Musa’dan sonra gelen peygamberlerin hiçbiri yeni bir şeriat getirmemiştir. Şeriat sahibi olan Aleyhi’s-Selat-ı Vesselam Peygamber Efendimiz bu noktadan Hz. Musa’ya benzeyen peygamberdir.
Kur’an-ı Kerim diyor ki: Firavun’a bir peygamber gönderdiğimiz gibi, size de hakkınızda şahitlik edecek bir peygamber gönderdik.42
Hz. Musa’nın müjdesinde, “Biraderleriniz arasından bir peygamber gönderilecektir.” deniliyor ki bu cümledeki “biraderleriniz arasından” kelimeleri, vadedilen Peygamber’in, İsrailoğulları arasından değil, Hz. İsmail evladından çıkacağını ifade etmektedir. Bu da Hz. Musa tarafından verilen müjde ile Peygamber Efendimiz’in kastedildiğini ortaya koyar.
Kitab-ı Mukaddes’te sarih bir müjde daha vardır. Deniliyor ki: Tanrı, Sina’dan geldi. Sair’den onlar kıyam etti. Paran’dan ziya parladı. On bin aziz ile ileriye geldi. Sağ yanında onlara doğru parlak bir şeriat geliyordu. Sina’dan gelmek Musa’nın zuhuruna, Sair’den gelmek İsa’ya işarettir. Paran’ın ise Hicaz olduğunda şek ve şüphe yoktur. Çünkü Hicaz’ın eski adı Paran’dır. Hz. Peygamber burada İsmail Peygamber’in evladından zuhur etmiştir. Bütün dünya kahramanları içerisinde Mekke’ye on bin seçme mücahit ile giren tek tarihi şahsiyet Hz. Peygamber’dir. Sağ tarafında onlara doğru parlak bir şeriat geliyordu tabirinden de “Şeriat -ı Garrâ” murat edilir ki bu da Peygamberimiz’in şeriatının adıdır.
Dördüncü müjde de geleceği vadedilen Peygamber’in Arabistan’da zuhur edeceğini göstermektedir. Siz Arabistan’daki ormanda ikamet edeceksiniz. Ey dindarların yolcu arkadaşları, susuzlara onlar su verirler. Yeni arazinin sakinleri, muhacirleri ekmekle karşıladılar. Çünkü onlar sıyrılan kılıçlardan ve onların yaylarından harbin musibetlerinden kaçmışlardı.43 Bir kere bu cümlelerdeki Arabistan kelimeleri önem taşır. Sonra hicret edenlerden bahsedilmesi, müjdenin hedefini tayin etmektedir. Dünya tarihi yalnız bir hicret kaydediyor ki o da Hicret-i Muhammediye’dir. İslam tarihi bu hicretle başlamaktadır. Çünkü bu tarihi hadise, İslam’da, yahut bütün dünya medeniyet tarihinde yeni bir devir açmaktadır.
“Sıyrılan kılıçlardan kaçtı.” kelimeleri daha açık bir şehadeti ihtiva eder. Çünkü tarihin teyit ettiği gerçeklerden biri, Resul-i Ekrem’in, Hicret gecesinde kana susamış, kılıçlarını çekmiş, hane-i saadetlerinden çıkar çıkmaz onu öldürmeye azmetmiş düşmanlarla çevrili bulunduğudur. Hicret-i Muhammediye kadar büyük neticeler doğuran diğer bir hicret yahut Hz. Muhammed’den başka sıyrılan kılıçlar ortasından hayatını kurtaran bir peygamber bulmak için tarihi karıştırmak boşunadır.
Hz. Davud, Süleyman ve Beni İsrail peygamberleri tarafından buna benzer birçok müjde verilmiş ise de sözü kısaltarak bunları saymıyoruz. Yalnız Beni İsrail peygamberlerinin sonuncusu olan Hz. İsa’nın bazı müjdelerini tespit ediyoruz:
“Beni seviyorsanız emirlerime riayet ediniz. Ben de Rabb’ime tazarru ederim. O size diğer bir tesellici gönderir ki sizinle beraber kalır.”
“Fakat benim ismimle Rabb’imin göndereceği tesellici, Ruh’ul Kudüs size her şeyi öğretecektir.” 44
“Size doğruyu söylüyorum. Benim gitmekliğim sizin için lazımdır. Çünkü gitmeyecek olursam teselli verici gelmeyecektir. Fakat irtihal edersem onu size göndereceğim.” 45
Yine denilir ki:
Size söyleyeceğim başka şeyler daha var. Fakat siz onlara şimdi tahammül edemezsiniz. Bununla beraber o ruhu hakikat geldiği zaman sizi bütün hakikate irşat edecektir. 46
Bütün bu haberler Hz. İsa’dan sonra bir peygamberin geleceğini şeksiz ve şüphesiz bir şekilde ifade eder. Fakat Hristiyan ilahiyatçıları bu haberleri, Ruhu’l Kudüs’e intibak ettirmek için uğraşıp durmuşlardır. Hâlbuki Hz. İsa’nın sözleri tevile ihtimal vermeyecek surette açıktır. Hz. İsa diyor ki: “Ben irtihal etmezsem size teselliyet verici gelmez.” Acaba Hristiyan müfessirler, Hz. İsa’nın Ruhu’l Kudüs’ün refakatine mazhar olmadığını mı söylemek istiyorlar. Ahd-i Cedid, Hz. Yahya’nın doğumundan evvel bile bu ruhla meşbu olduğunu, sonra Hz. İsa ise Ruhu’l Kudüs’ü bir güvercin şeklinde anlatıyor. Demek ki Ruhu’l Kudüs İsa’dan önce ve onun zamanında insanları ziyaret ediyordu. O hâlde: “Ben gitmeyecek olursam tecelliyet verici size gelmeyecektir.” sözleri neye işaret etmektedir. Bu sözlerin Ruhu’l Kudüs’ü kastetmediği aşikârdır. Biz Müslüman olmak hasebiyle, Hz. İsa’ya hürmet etmekle beraber, onun havarilerinin de Ruhu’l Kudüs’ün refakatine müstahak olacak derecede temiz olduklarını kabul ederiz. Kur’an-ı Kerim, resullerin ashabının, Ruhu’l Kudüs ile müeyyed olduklarını beyan etmektedir.47