Kitabı oku: «Kalemin İzindekiler», sayfa 3
– Hocam, Yeni Türk Edebiyatına Giriş dersinde hangi ders kitaplarını kullanacağız? Hangi konuları işleyeceğiz?
– Yeni Türk Edebiyatı da nerden çıktı? Bizim dersimiz Farsça değil mi arkadaşlar?
Sınıfın tamamı birden:
– Hayır Hocam! Burası Türk Dili ve Edebiyatı bölümünün birinci sınıfı!” dediklerinde Farsça hocasının sınıftan çıkışına değil, âdeta kısa metre koşucusu gibi hızla gidişine şahit olmuşlardı bütün öğrenciler. Çok kısa süre sonra sınıfa giren Ramazan Bey, işinin ehli, nur yüzlü, ciddi ve edebiyatı sevdiren biri olduğunu hissettirmişti.
İlk dersten sonra Orhan, danışmanı Kayahan hocayı nihayet bulmuştu. Bir gün önce odasında gördüğü hoca farklıydı. Kayahan Hoca ince yapılı, şen şakrak bir insandı. Orhan’ı TÖMER’e göndermeye çalışan hoca ince bıyıklı, alnı geniş, çenesi dar, beyaz tenli birisiydi. İşlemlerini yaptırdıktan sonra Öğrenci İşleri Müdürlüğüne gitti. Ders alma kartını verdiği memur, kayıt esnasında karşılaştığı Mehmet Bey:
– Orhancığım! Sen bu bölümü Türkiye birincisi olarak kazandığını biliyor musun?
– Hayır, nerden bileyim ki ağabey?
– ÖSYM’den gelen listeye göre en yüksek puan senin. Tebrik ederim, inşallah bölümü de başarıyla bitirirsin. Bu puanla başka fakülteleri de kazanabilirdin.
– Sağ ol Mehmet ağabey. Bu bölüm istediğim bölümdü. Çalışmaya ve başarılı olmaya gayret ederim.
***
Fakültede derslerin yoğunluğu, ortama alışma, arkadaş çevresi oluşturma, ödevler vs. derken günlerin nasıl geçtiğini anlamak imkânsızdı. Orhan, üç arkadaşıyla kiralık bir evde yaşıyor, onların her biri farklı üç karakter olup farklı dünyaların yakın dostlarıydı. Orhan, derslere devama önem verse de onun evde de ödev yaptığını, ders çalıştığını gören de olmuyordu. Kitap okumak, gazete, dergi okumak onun vaz geçemeyeceği alışkanlıklar arasındaydı. Biraz sanat müziğine ilgisi olsa da güzel olan her müziği dinlerdi. Arkadaşları dönemin taverna ve arabesk şarkıcılarını şevkle dinlerken Orhan, klâsik Türk müziğinden hoşlanıyor, en büyük arzusu da para biriktirip klâsik Türk müziği aletlerinden birini, özellikle ut veya tambur almaktı. Bekâr evinde intizama, temizliğe azami dikkat ettiğini, bu hususta otoritesini ilk günden hissettirmişti. Kaldıkları daire, mahallenin en eski apartmanın bahçe katındaydı. Yaklaşık iki dönüm kadar da bahçesi bulunan eski Ankara apartmanlarının güzel bir örneğiydi. Ev sahibi Vural Bey, Sanayi Bakanlığında üst düzey bürokrattı; bazen kiranın yarısını iade ederek “Sizin ihtiyacınız daha çok bu paraya.” diyen gözü gönlü tok hayırsever bir kişiydi. Bazı komşular bekârların orada kalmasından rahatsız olsa da onları tanıyanlar kimseyi rahatsız edecek tavırları olmadığını görünce de selamlaşıp hâl hatır sorarlar; hatta onlara zaman zaman pişirdikleri yemeklerden ikram ederlerdi. Özellikle ramazan ayında oruç tuttuklarını anlayan bazı komşular iftara davet edip sahur için de yemek göndermeye başlamışlardı. Orta hâlli geleneksel aile yapısını koruyan, genellikle muhafazakâr ve milliyetçi görüşe mensup ailelerin yaşadığı Keçiören semtinin o yıllardaki genel karakterini yansıtan mahallede çokça şeyler yaşadılar. Bir gün apartman yöneticisi Yozgatlı Ramiz -kızlarını kıskandığından olsa gerek- gençleri toplayıp “Bir an önce burayı terk edin!” demek için hazırlanırken ne olduysa birdenbire iftar yemeğine davet etti. Orhan bu durumu fark edip sordu:
– Ramiz amca! Davet ederken tavrınız bambaşkaydı. Bizimle akşam bahçede görüşeceğinizi söylerken tavrınız sertti; korkuttunuz bizi. Şimdi ise birden kendimizi sizin iftar sofranızda bulduk. Hayırdır inşallah!
– Bak evladım. Ben uzun yıllar yokluklar içinde yaşayıp çalıştım çabaladım ve orta hâlli bir işçi oldum, bugünlere geldim. İlkokuldan sonra okuyamadım, okula gidenleri gördükçe imrenirdim. Giyimlerine, tavırlarına, konuşmalarına ve neşe içinde güle oynaya gezmelerine özenirdim. Sizinle bir bağ kurmak istedim ama onu beceremedim. Nasıl ve ne şekilde davranacağımı bilemedim. Sevgimi de nefretimi de anlatmakta sıkıntım oluyor. Kızlarımı sizden kıskandım, ama yengeniz Naciye, “Meral kızımın ödevlerine yardım ettiler, ders çalıştırdılar ve yavrumun derslerindeki başarısı arttı. Teşekkürnâme aldı kızımız bu çocuklar sayesinde.” dedi. Büyük kızımız Nuran ise okumak istedi ama okuyamadı, sizlerle yaşıt sayılır. Ona da münasip bir iş bulabilsek belki bahtı açılır. Biz cahil adamız. Duygularımızı anında anlatırsak ne âlâ, yoksa hep sert konuşup kalp kırarız. Mübarek ramazan ayının hürmetine davetimize geldiniz; sağ olun. Bundan sonra size kimse yan bakamaz burada.
– Ramiz amca… Davetiniz için biz teşekkür ederiz. Bizim kimseye zararımız olmaz, aksine faydamız olur. Bizim de ailemiz sizden farklı değil. Aynı toprağın insanıyız. Bizden yanlış bir hareket göremezsiniz. Bakın, bizim üstümüzde oturan Fevzi amcanın ikiz kızları var, selamlaşırız onlarla. Onlar da Üniversite öğrencisi. Bahçede oturup ders çalışırız. Bunda yanlışlık yok. Fakat çevrede cahiller olabilir, işte onlar yakıştırma yapabilir, sıkıntı çıkmasını istemeyiz.
– Fevzi ağabeyin bu ikizleri de son sınıfta öğrenci ama onlardan da önce yine kız ikizleri vardı. Birkaç yıl önce gelin olup gittiler. Adamcağızın iki hanımından da ikiz kızları oldu. Böylece dört kızı var. Cennetlik adam yahu…
Celal söze girerken biraz da heyecanlıydı. İnce tiz perdeden çıkan sesiyle:
– Fevzi amcamız eski Ankaragücü futbolcusuymuş, bize ara sıra anlatıyor. Çok hoşsohbet bir insan olduğunu gördük. Ramazan girdiğinden beri pek sakin görünüyor. Neden acaba?
– O, ramazan ayı haricinde her akşam kafayı çekmeden eve dönmez. Mübarek ayın hürmetine böyle sükûnet içinde duruyor.
– Geçenlerde burnu kanadı, kanama durmayınca Numune Hastanesine biz götürdük de kurtuldu. “Erkek evladım olmadı.” diye içiyorum demişti. Eve döndükten sonra bizden çok memnun olduğunu söyledi.
– Gençler! Allah orucunuzu kabul etsin. İnşallah uygun zamanda yine soframıza bekleriz.
Beklenmedik davetten mutlu bir şekilde ayrılan gençler, böylece yeni davetlere adım atıyordu. Türk insanının derunundakileri anlatması bile sorun. Kimisi söz ustasıdır, kimisi de “Ben çok güzel şeyler demek istiyorum ama anlatmaya söz bulamıyorum…”, der. Kimisi de doğru sözü yanlış zamanda, yanlış yerde söyler. Ramiz amcanın durumu aslında öyledir ve Ramiz amcalar hep vardır bu memlekette.
***
Üniversite öğrenciliği pek de kolay geçmiyor Orhan için. Her öğrencinin derdi de başka, derdinin dermanı da başka. Kendi hâline şükrederken bir yandan da derslere eksiksiz devam ediyordu. Arada bir şehrin parklarına ve değişik semt ve mahallelerine gidip insan manzaralarını seyretmeyi seviyordu. Bir gün Ankara kalesine, başka bir gün Bahçelievler’e, bir hafta sonu Çankaya semtini gezdiyse, takip eden hafta Mamak’ta Boğaziçi Mahallesine gidiyordu. Ekonomik ve kültürel bakımdan farklı yerleri gezerken ülkenin değişik insan davranışlarına şahit oluyor ve böylece gözlemde bulunup kendince gelecekte sosyolojik yorumlar yapmak için birikim sağlıyordu. Arkadaşları bazen merak edip gerçekten niçin çok farklı yerleri geziyorsun, böylece ne elde etmek istiyorsun? diye soruyorlardı. Orhan’ın Ankara’daki eğitim hayatı yoğun geçse de zaten bu şehir içi gezilerini yaparken bedenen olmasa da zihnin ve ruhen dinleniyordu, en azından öyle hissediyordu. Kendisiyle musahabe hâlindeyken ummadık sözleri ve olayları hatırlıyordu. Orhan’ı ara sıra fakültede bazen de evinde ziyaret eden İlahiyat Fakültesi öğrencisi olan çocukluk arkadaşı Muzaffer de benzer yorumlar yaparken öyle demişti. Her zamanki gibi aralarında geçen bir konuşmada yaşamaktan maksat nedir ve hayattan ne anladıkları üzerine konuşurlarken Orhan Muzaffer’e:
– Yaşamak nedir sence?
– Yaşamak; hissetmektir. Hissetmediğinde “yoksun” demektir.
– Çok hissediyorsa insan ne yapmalı?
– Çok hissediyorsan, çok yoğun duygular yaşıyorsun demektir. Henüz derinlere gidecek ehliyete sahip değiliz. Bir gün elbet cevapsız sorulara kendimiz cevap veririz. Yine de cevap bulamazsak bilenleri aramakla geçer ömrümüz. Çok okumalıyız çok… Felsefe okumalıyız, düşünmeyi ve düşündüklerimizi anlatmayı öğrenmeliyiz. Henüz çok göğbaşız biz yani hamız kardeşim.
– Bir yanda varlık, bir yanda yokluk içinde bir hayat var bu şehirde. Özlemlerim var benim; bizim yörenin ifadesiyle bazı şeyleri pek göresidim vallahi.
– Nedir Orhan o göresidiğin şeyler?
– Adım attığımda her kapıdan aynı yağın, aynı aşın, aynı ekmeğin kokusu gelsin burnuma. Zenginle fakirin sofrasında çok fark olmasın. Ekmeğin, cevizli-haşhaşlı çöreğin kokusu ile kömüş yoğurdunun lezzetini göresidim.
– Azizim, sen geleceğe bak. Takılma bunlara… Bu şehirde ortak olan bir koku yok, kokular var; benzin, mazot, yakıt kokusudur. Kış gelince de berbat kömür ve is kokusudur. İster beğenirsin ister beğenmezsin. Bizim oraların çiğdem, menekşe ve nevruz çiçeklerinin, ardıç ağaçlarının kokusunu daha çok özleyeceksin.
– Tabiat yerine beton ve taş yapılar arasında bir de içindekileri düşünürsek vay hâlimize… Aslında yokluklar içinde büyük zenginliklere sahip olduğumuzu elbet bir gün daha fazla hissedeceğiz. O zaman köyümüzün ormanı, suyu, havası, dağı, taşı hissedildikçe yaşadığımızı da hissedeceğiz.
– Orhancığım! Nostalji diye bir kavram var, bu aralar moda oldu her konuşmada bu sözü kullanmak. Geçmişe özlem duygusu olarak ifade edersek herkesçe anlaşılır. Henüz genç bir üniversite öğrencisiyiz! Geçmişimiz ne kadar ki? Şimdilik geleceğe bakalım geleceğe…
Ders çalışmaktan başka ilgi alanı bulamayan Celal ise babasının yaşadığı sıkıntıları hissettirmemeye çalışsa da derdini paylaşacağı tek kişi Orhan’dı. Liseyi de devlet parasız yatılı öğrencisi olarak birlikte okumuşlardı. Kader birliği yapıp imkânlar çerçevesinde yine beraber okuma gayretindeydiler. Hemşerisi Ali Şakir, Hukuk Fakültesi öğrencisiydi. Arada bir konuşmaları, ziyaretleri Celal’i rahatlatsa da hafakanların bastığı anlarda içindekileri döktükçe döküyordu sabahlara kadar… Sınıfta yeni arkadaşlar edinse de bu devamlılık arz etmiyor ya hep ya hiç anlayışıyla uç noktalarda dolaşıyordu. Ev arkadaşlarından Recai’yle Faruk evde misafir gibiydiler, bazen sadece yatmaya geliyorlardı. Araştırma ödevleri için ilk başvurdukları Celal oluyordu. Yedi çocuklu ablasının yanında ikamet eden Aksaraylı Yücel de evin müdavimlerinden biri olup ders çalışmada, görev ve sorumluluk almada ideal öğrenci tipine sahip görünüyordu. Hamza Bey, sınıf başkanı olduğundan beri mümessil diye hitap ettiği için herkes de ona mümessil diyordu. Kalabalık sınıftan bazıları adının Yücel olduğunu bilmezlerdi. Yücel’in ziyaretleri evi kütüphane havasına sokuyor, Hakan’ın ziyaretleri ise şenlendiriyordu. Evdeki en güler yüzlü adam Orhan olsa da içinde yanan ateşi ve derunundakileri kimse bilmezdi. Arada sırada elektrik kesintisi olduğunda şarkılı türkülü geceler yaşanıyor, elektrik varken gürültü yapıyorsunuz diye onları arada bir uyaran üst kattaki komşu Hatice teyze de pek memnun kalıyordu. Torunu Sancar’ı gönderip türkü isteklerinde bulunması da pek hoş geliyordu gençlere. “Gesi bağlarında dolanıyorum” türküsünü rahmetli kocasına ithafen istediğini söylerdi bazen.
Semra, Orhan’la teneffüslerde bazen derslerde aynı sıraya oturarak günlük olağan öğrencilik hayatına dair konularla sınırlı konularda konuşuyor, Orhan’dan da dolayısıyla benzer içerikte cevap alıyordu. Derslerdeki tartışmalara girmiyordu, sadece dinleyip her zamanki gibi gözlemci tavrını sürdürüyordu. Aynı tavrın Orhan’da da olduğunu fark etmişti. Tartışmalar genellikle dilde sadeleştirme konusunda üstü örtülü biçimde siyasi düşüncelere endeksli yapılıyordu. Bilimsel gerçeklerin yerini siyasî ve ideolojik yaklaşımların bastırmasından rahatsızlardı. Yine hararetli bir tartışmanın yapıldığı Türkiye Türkçesi dersinden sonra Semra, Orhan’a kütüphanenin önünde biraz sohbet etmek istediğini söyledi:
– Tamam, ama fazla zamanım yok.
– Seninle ciddi konularda konuşmak için randevu mu almak lâzım?
Orhan’ın hiç beklemediği bir tavırdı bu. Biraz da kız arkadaşlarıyla hep mesafeli konuşmaya alışmış olan bir gencin Semra’ya cevabı son derece nazik oldu.
– Estağfurullah Semra. Hadi öyleyse, vaktimizi değerlendirelim.
– Zamanım yok diyerek başladın söze de onun için dedim.
– Millî Kütüphaneye gideceğim, orada aradığım kitapları bulurum.
– Millî Kütüphane 24 saat açık. Sen ilk kez gideceksin galiba. Millî Kütüphane yerinde durur, kaçmaz.
– Tamam tamam. İyi de neden kütüphanenin önünde oturalım ki? Kantine gitsek olmaz mı?
– Sigara dumanından çok rahatsız oluyorum. Üstüm başım kokuyor. Eve gittiğimde babam “Sigara mı içmeye başladın yoksa kızım?” diyor bana. Bir gün eğitim kurumlarının bütün alanlarında sigara içilmesini yasak ederler de kurtuluruz şu meretin ziyanından.
– Haklısın, aslında ben de kantine pek gitmek istemem ama bir çay içmek istedi canım.
– Çayı başka bir gün içeriz. Dışarda nezih yerler var. Sigarasız, içkisiz, oyunsuz yerler. Sadece okumaya, yemek yemeye, çay içmeye ve sohbet etmeye uygun mekânlar var.
– Gerçek bir kıraathane desene! Sahiden Ankara’da öyle yerler var mı?
– Kıraathane demeyelim ama nezih ortamlar çok az da olsa var…
– İşte geldik kütüphane önüne… Burası koskoca fakültenin küçücük de olsa oturma alanı. Birkaç bank dışında oturulacak yer yok. Kantin desen tilki ini gibi, duman altı yerler.
– Evet, sohbet edelim dedin Semra. Özel bir konu mu yoksa?
– Özel bir konu da değil, özel bir mesele de değil,. Birkaç sorum olacak sana. Sadece seni daha doğru anlamak için. Ne bileyim işte… Neden böyle düşündün dersen onu da ben bilmiyorum. Birdenbire içimden öyle geldi.
– Söze böyle başlaman hoşuma gitti. Rahatladım. Birden senden korktum biliyor musun? Yoksa Semra’ya karşı bir yanlışım mı oldu diye işkillenmiştim.
– Sınavlarda o kadar başarılısın, derslerde hiç aktif değilsin. Neden?
– İlginç. Böyle bir soruyu kimse sormadı bana. Onun için de çok ilginç geldi bu soru bana.
– Cevap vermek yerine yorum yapıyorsun Beyefendi.
– Aslında sorduğun soru, cevabı kendinden menkul soru değil mi?
– Hayır, çok merak ediyorum. Sınıf ortamından çekindiğin için mi, özgüven eksikliği mi, yoksa -tabirimi mazur gör lütfen- ezberci, inek öğrencilerden misin?
– Senin kanaatin nedir?
– Aman Allahım! Ben soruyorum, ama yine cevaplar benden isteniyor! Lütfen ciddi olur musun?
– O nasıl söz? Senin kadar ciddiyim. Daha fazla kızdırmak istemem seni. Biraz uzun anlatırsam sıkılmazsın değil mi?
– Zevkle dinlerim seni.
– Bazen susmak daha iyi cevaptır. Sorulmadan cevap vermeye alışamadık biz. Terbiyemizden, görgümüzden, ananelerimizden kaynaklanan sebeplerle susmanın da tesirli bir cevap olduğunu biliyoruz. Muhatabını çıldırtmak için bile kullanılabilecek bir araçtır sükût etmek. ‘Söz gümüşse, sükût altındır.’ demiş atalarımız. Kime ait olduğunu bilmediğim ancak beğendiğim bir sözde de ‘Konuşmak ihtiyaç ise susmak sanattır.’ Susma hakkımı değil, susma sanatını icra etmek daha mühim değil mi?
– Hep susan, konuşmayan, sus pus oturup öyle etrafı sadece dikizleyip bazen tebessümle, bazen istihza dolu bakışlarla, bazen de renksiz ve ruhsuz bir tavırla tartışmaları izlemek çok mu hoş yani?
– Amacımız muhatabımızı avlamak ise onun zaaflarını tespit edip, çelişkilerini önüne koyarsınız, tenakuz durumunda olduğunu kanıtlarsınız ve hedefinize ulaşırsınız. Mücadelede sizin silahınız ya da gücünüzün yerine muarızlarınızın zaaflarıyla galibiyet elde etmek bana pek etik görünmüyor.
– Üniversitelerdeki sınıflarda tartışmalar bilgiye, bilime ve kanıta bağlı değil maalesef… İdeolojik önyargılarla süslenmiş laflar argüman olarak kullanılıyor. Üstelik hâlâ olağanüstü hâl yasalarıyla yönetildiğimiz bir dönemde neleri tartışabiliriz ki? Sınıfımızda postallı veya sivil güvenlik elemanları var. Fikir hürriyetinin olmadığı durumlarda hakikat yerine laf ebeliği yapmak zorunda kalınması bana ters geliyor. Fikir hürriyetinden önce irade hürriyeti olmalı ki fikirler asıl o zaman hür olur.
– O zaman bilimsel temellere dayalı konuş! Dayanakların da pozitif bilimler olsun. Bilgilerini kullanarak güzel hitabetinle etkili olursun bence. Sendeki cevherin kaç kişi farkındadır bilemem. Ben öyle düşünüyorum ki, medenî cesaret eksikliği ve alışkanlık hâline getirilmiş suskunluğa sığınıyor ve kaçıyorsun.
– Üniversite nedir? Üniversal anlayışa sahip fikri hür insanların bilim ürettiği kurumlardır. Sorgulayan, yorumlayan ve analitik düşünce yapısına sahip genç dimağlar yetiştirmek yerine yalnızca yönlendirilmiş malumatları sözde bilim diye ezberleyerek muhataplarına yaralayıcı bir üslupla kabul ettirme yarışına giren aynı türde bir kişilik kazandıran sistem içinde neyi tartışalım, nasıl konuşalım? Münazara kavramı anlamını yitirdi ve yerini kavgaya bıraktı. Sana göre benim mutlaka konuşmam, tartışmam lâzım ve kazananın da yine ben olmam şart mı?
– Kesinlikle şart! Hep böyle kalamazsın. İçindeki cevheri gün ışığına çıkarmakla görevliyim. Sendeki istidadın farkına varmak da bana düştü Orhan!
– Hay Allah, senin ne kadar çok görevin varmış? Doğrusunu söylemem gerekirse psikolojik danışma ve rehberlik uzmanı gibisin. Bana katkın ve faydan olacağını düşünüyorum ama pek kolay olmayacak galiba. Bu hususta başarıya ulaşmak daha çok sana bağlı, bana değil.
– Tek düşüncem, müthiş yetenek sahibi müzisyenin şaheserinin notalarına dokunduğunda duyduğu ahengi hissetmek istiyorum. Seninle oturup konuştuğumuz andan beri yorgunluğumu, derdimi, tasamı unuttum bugün. Hep Billûr Annemle konuştuğumda iç huzuru bulurdum. Artık sen varsın.
– Aslında seninle pek de baş başa oturmadık. Sınıfta bazen aynı sıraya oturduğumuzu hatırlıyorum. Derdin, tasan, kaygın nedir sahi? Ben de onu merak ettim Semra. Ailenle berabersin zannediyorum. Dersten çıkıp eve gittiğinde yemeğin hazırdır, ders çalışmak için güzel bir odan da vardır. Bizim gibi kendin pişir kendin ye durumunu her gün yaşamıyorsun.
– Orhan! Babamın tayini çıktı. On beş gün içinde gidecekler Erzurum’a. Hiç ailemden ayrı yaşamadım, yalnız kalmadım. Buna alışmam gerekiyor ama kolay olmayacak. Sen yatılı okuldan başlayarak son beş altı yılda alışmış olmalısın ailenden ayrı yaşamaya. Aslında ben yalnızlıktan değil, paylaşamamaktan sıkılırım. Sevincimi, heyecanımı, beğendiklerimi, nefret ettiklerimi paylaşmaya alışmışım. Rahmetli nineme biz Billûr Anne demeye alıştık. Öldükten sonra da Billûr Anne diyoruz. Yüksek Kız Öğretmen Okulu mezunuydu. Bilge kadındı… O yaşasaydı birlikte kalırdım onunla… Şimdi arada bir resmine bakarak, kimi zaman fısıldayarak, kimi zaman da tatlı bir sohbetteymişiz gibi konuşuyorum.
– Hiç de öyle görünmüyorsun Semra. Sır küpü gibisin bence. Seni ilk tanıdığım günden itibaren lüzumsuz bir laf ettiğini duymadım. İltifat etmek için söylemiyorum ama bunu başkaları da söylemiş olmalı. Ailenin tesiri de vardır belki, babanın disiplini, annenin uyarıları vs. diyordum ama Billûr Anne muhteşem bir kadın olmalı. Eskiden Dârulmuallimât denen okula şimdi Kız Öğretmen Okulu, Dârulmuallimîn’e ise Erkek Öğretmen Okulu deniyor. Çok şanslısın…
– Bizimkiler gittiğinde yalnız kalmaya uyum sağlamak kolay olmayacak. Kapıdan çıkarken “Pencere mi açık kaldı? Ocağı yanar hâlde mi unuttum acaba? Sular kesikti, ben yokken sular gelirse fena olur, açık musluk kalmış mıdır?” gibi sorularla yeniden dönüp dönüp evi kontrol etmek var işin içinde. Annem varken bunları düşünecek hâlim yok tabii.
– Sen şimdiden başlamışsın yalnız yaşamaya. Hayırlısı olsun artık. Ne diyeyim ki? Bazı insanların kaderi göçmen kuşlara benzer. Dünya kuruldu kurulalı böyledir bu. Vakti gelince ne daha önce ne daha sonra… Göçmen kuşlar uzun bir yolculuğa çıkar. Onların hayat iklimi hep aynıdır.
– Orhan, sana teşekkür ederim. Bugün güzel bir gün geçirdim sayende. Şu bir saat içinde konuştuklarımız Üniversite öğrencisine yaraşır konuşmalardı, farkında mısın? Senin gibi üç beş kişi daha olsa iyi olur. Böyle kalabalığın arasında değil de kütüphane sessizliği gibi de değil, mütevazı bir etkinlik salonu olsa. Yuvarlak masa etrafında haftada bir iki saat seviyeli, temalı, güncel konularda konuşsak nasıl olur? Herkes fikrini beyan etmek için hazırlanır gelir. Dil edebiyat, sanat konularında kendimizi geliştirmiş oluruz. Dinleyiciler de olur, geniş bir kitle oluşur etrafımızda.
– Sevgili arkadaşım, ağzından bal damlıyor. O kadar güzel bir fikir sunuyorsun ki, beni bile ikna ettin hemen. İçimde biraz inatçılık vardır benim. Önerini beğendim ama kiminle nerede yapılacak bu? Senin önerin aslında bir temenni değil mi?
– Evet, temenni ama öyle bir şey olsa fena mı olur? Bu dönemde olmaz değil mi? Askeri yönetimin etkisi devam ediyor. Fakülte içinde Dekanlık bir yer verse güzel olur, bir girişimde bulunsak…Ne dersin?
– Paranoyak bir yönetim anlayışının olduğu bir dönemde böyle fikir özgürlüğünün tohumlarının atılacağı bir bahçe vermezler sana, bana, hatta kimseye. Verilirse sehven verildiğini zannederiz mutlaka.
– Haklısın galiba Orhan.
– Semra, ben Millî Kütüphaneye gidecektim. Arkadaşlarım bekliyor orada. Müsaade edersen gideyim artık. Çok sevindim güzel sohbetten dolayı. Şimdilik hoşça kal.
– Sağ ol ve güle güle Orhan, beni kırmadın ve doyurucu sohbetin kahramanı oldun. Görüşmek dileğiyle…
***
Semra her eve gidişinde babasıyla günün ya da gündemin gerektirdiği konularda konuşmaya alıştığı için Erzurum’a gittiklerinde konuşabileceği bir insan bulmanın sevincini yaşarken ‘Orhan inşallah değişmez, hep kendini geliştiren biri. Bu yaşta yüze yakın roman okumuş. Benim okuduğum kitaplar da az sayılmaz ama müthiş bir yorum yeteneği var. Farklı düşüncelere karşı sürekli argümanları var. Zihniyet olarak daha milliyetçi galiba’ diye düşünerek evin yolunu tuttu.
Orhan yürüme mesafesinde olsaydı otobüsle gitmeyecekti Millî Kütüphaneye. Otobüse binmesiyle birlikte başlayan gözlem ve yorum duygusuyla etrafa bakanlarla ve görenlerin farkını yorumladı zihninde. Beynin düşünme hızıyla, düşünceleri dile getirme hızı arasında da büyük fark vardı, bunun farkına varmıştı. Ardından “Keşfetmek mi, icat etmek mi esastır?” sorusunu sordurdu içindeki ben Orhan’a. O da:
– İcat için bilgi, tecrübe ve birikiminin yanı sıra onu gerektirecek ihtiyaç da olmalı… Billûr Anne benzer şeyler söylemişti Semra’ya. İhtiyaç duyulmayan hallerde icat da mümkün olmaz. Oysa dünyada her gün keşfedilecek çok şey vardır. Önce var olanı görmek için bakmayı bilmeli insan. En kolay keşif yolu gözlem, o da olmazsa kitaplar… Ara sıra iç dünyasında kopan fırtınalar, bir anda umulmadık keşiflerle karşı karşıya bırakıyordu. Öyle zamanlarda hep ‘içindeki ben’le konuşuyordu Orhan. Dinledi gözleri kapalı, zihnî melekeleri tam açık… Huşu içinde, can kulağıyla… Devamla:
– ‘Keşfetmenin yolu gezerek, görerek, dolaşarak ve yaşayarak açılır. Otobüsler de birer gözlemevi gibidir. Bin bir surat, bin bir sûret, bin bir karakter, bin bir dünya vardır görebilene. Bazen bir ormandır bu şehir. O şehirde yaşamak için aslanlarla, kaplanlarla, kurtlarla, sırtlanlarla ve çakallarla mücadele etmeniz, korunmanız, neslinizi devam ettirmeniz kolay değildir eğer bir ceylan iseniz. Bu şehirde avcılarla, kartallarla, alıcı kuşlarla, leş kargalarıyla her gün didişmeniz kolay değildir eğer bir keklik iseniz. Bu ormanda ardıç ağacı olmak lâzım, belki meşe olmak da iyidir. Ağaç olsaydım ardıç olmak isterdim; sarp kayayı yarıp kendine hayat bulacak köklere sahip olduğu için, kökünden gövdesine, dalından iğne yaprağına kadar sağlam bir fıtrata sahip olduğu için. Sarp kayalar bile ardıcın köküne tutunur ama sırtında taşıdığını zanneder. Kılıktan kılığa girmeyip dört mevsim hep bir renkte olmak, zümrüt yeşili güzelliğiyle tabiatın en asil rengini temsil etme vazifesi de ardıca verilmiş. Sırf bunun için ardıç olmak isterdim…
– ‘Eğer bir cami avlusunda ağaç olsaydım mutlaka çınar olmayı isterdim. Gölgemde nur yüzlü, aksakallı dedeler otursun da arada bir tarihi yâd etsinler ki kökler yeşersin. Çocukların, delikanlıların “Ey oğul!” diye başlayan nasihatleri dinleyecekleri bir gölgem olsun, dalıma salıncaklar kurulsun, gövdeme aşklarını ilan eden kalpler kazılsın. Çınar olursam ömrüm uzun olur, tarihe şahitlik ederim, Rabbimin nurunu her sabah ilk ben görürüm. Çınar olmak için önce toprak gerek; toprak senin ise kök salarsın derinliklere, kimseye ziyan vermeden sessizce. Kökler sağlamlaştıkça esen rüzgâr ve fırtınalar, kasırgalar dalını oynatamaz çınarın. Önemli olan dik durmak değil midir hayatta insana yaraşan? Bakın dünyada bütün hayvanlar yatay vaziyette, ağaçlar ve insanlar dimdik duruyor.’
‘Toprağa elimizden çıkan bir sürü pis ve kötü şeyler de atılır; fakat toprak çiçek, ağaç ve bereketiyle karşılık verir. Bu mümbit topraklara sahip vatanımız güzel, temiz, faydalı insanlar yetiştirdi. Bu topraklarda çınarlar var ve yeni çınarlar yetişecek.’ diyordu.
Orhan’ın iç dünyasında volkanlar patlıyor ama bu tür fikirlerini paylaşabileceği bir Semra, bir de Muzaffer vardı. Kendisini Millî Kütüphanenin önünde bekleyen Muzaffer, Orhan’la karşılaşınca:
– Zihninde fırtınalar kopuyormuş gibi gördüm seni kardeşim. Ne oldu yine sana?
– Önemli bir şey yok. Söz verdiğim saatte yetişemeyeceğimi sanmıştım, o sebeple biraz gerildim.
– Hayır, hayır… Sende bir şeyler var bugün. Öyle hissediyorum. Bazen kırk yaş olgunluğunda sanıyorum seni. Bazen de yirmi yaşın hakkını en iyi sen veriyorsun.
– Boş ver kardeşim. Yaşımı yaşamak istiyorum. Çiçek açmadan dal meyve vermez. Şimdi kütüphaneye geldik, aradığımız kitapları bulursak rahatlarım. Merak ettiğim şeyler var.
– Araştırma ödevinin konusu neydi Orhan?
– Faik Reşit Unat’ın harf inkılabının 10. yılında yaptığı konuşma metnini değerlendirip sınıfın huzurunda seminer olarak sunacağım. İyi hazırlanmalıyım. Harf inkılabı Türk tarihinde önemli bir hadisedir. Yıllardır tartışılıyor, bu tartışmanın sonu da gelmeyecek gibi…
– Sınıfta, derslerde tartışıyor musunuz? Bu konuda çok ciddi yorumlar olmalı. Bölümünüz Türk Dili ve Edebiyatı, fakülteniz de kendi alanında Türkiye’nin şu andaki en kaliteli ve tercih edilen akademik birimi.
– Derslerde bugüne kadar dilde sadeleştirme veya özleştirme vs. adlar altında klâsik hâlde tartışmalar yapılıyor. Konu bilimsel temeller çerçevesinde değil, ideolojik temellere ve yaklaşımlara bağlı, tartışanların her biri daha önceden angaje olmuş olduğunu belli ederek tartışıyor. Benim sunacağım konu da tartışmaların ciddi boyuta ulaşacağı hissini verdi bana.
– Gerginliğin ve merakın ondan mı? Sen aslında sakin bir insansın, baş edersin. Üstelik hitabetin ve diksiyonun da iyi sayılır. Hamza Hoca mutlaka dikkat eder telaffuza, vurguya, ifadenin akıcılığına diyordun. Bunların hepsi sende var. Sen tam bir Türkçe sevdalısı bir adamsın kardeşim. Daha önce tartışmalara girdin mi?
– Hayır girmedim. Bundan dolayı da çok ustalıkla eleştirildim. Seninle buluşmadan önce Semra diye bir arkadaşımız var; o söyledi. Bunca bilgi ve yeteneği, potansiyelini neden kullanmıyorsun diye adeta beni hâkim gibi sorguladı. Hiç beklemezdim ondan…
– Doğru demiş Semra. Gelecekte meslek hayatında nasıl açılacaksın? Öğrenci ve toplum huzurunda konuşacaksın ama nasıl? Belki münazaralarda, ilmî, felsefî ya da toplumsal konularda hatta dinî mevzularda fikrini, ilmini, bilgini sunmalısın ki faydalansınlar. Bu seminer konusunu sunacağın gün ben de geleyim dersinize. Sınıfınız kalabalık olduğu için benim dışardan geldiğim fark edilmez değil mi?
– Sık sık geldiğin için herkes seni bölümümüzden zannediyor, bilmiyorlar ki İlahiyat Fakültesi öğrencisi olduğunu. Modaya uygun giyim tarzından olsa gerek; tipinden de İlahiyat öğrencisi değil, Türk edebiyatı okuyan halis muhlis bir öğrenci gibisin, bazen de Alman filolojisi öğrencisi görüntün var. Şimdiki İlahiyatçılar eskiler kadar içine kapalı değil.
– Ön yargılardan hiç hoşlanmam. Kaportaya değil, motora bakalım. Neyse… Mutlaka haber ver ki merakla seni dinleyeceğim.
– Peki. Şimdi müsaadenle ben kitabımı görevliden isteyip hazırlanayım. Konunun 5-6 sayfa civarında olduğunu söylemişti Hocamız. Belki fotokopisini alırım.
– Sana fotokopi gerekmez, bir okuduğunu anlıyorsun, iki kez okuduğunda başkasına anlatacak kadar anlıyorsun, üç kez okuduğunda ezberlemiş gibi oluyorsun. Allah o hafızayı bana verseydi filozof olurdum. İşimizi bitirdiğimizde dışarda buluşuruz, akşam geçti neredeyse yatsı vakti oldu. Biz daha yemek yemedik. Bugün yemekler benden, ASPAVA’da yeriz. “Allah sağlık, para versin! Amin” sözlerinin kısaltmasıymış.
Orhan ve Muzaffer kütüphanede aradıkları kaynak eserleri bulup bir saat içinde çıkmaları veya sabaha kadar kalmaları gerekiyordu. Dolmuş ve otobüsler gece saat 10.30’dan sonra çalışmayınca Keçiören’deki eve yürümek zorunda kalacaktı Orhan. Yol uzun ve sokaklar pek de aydınlık değil tabii. Muzaffer’in evi ise nispeten yakın sayılırdı, Cebeci-Dörtyol’a uzak bir yürüme mesafesindeydi. O gece Muzaffer’e misafir olmak zorunda kaldı. Muzaffer, Din Felsefesi üzerine bir şeyler okumayı, Orhan ise dil tartışmaları, edebî eleştiri ve kültürel içeriğe sahip konulara ilgisi artmaya başlamıştı. Millî Kütüphanede her ikisi de aradıklarını buldular ama dışarı emanet kitap verilmesi söz konusu olmadığından yerinde okumak zorundaydılar. Bazı kitapları kitapçılarda da bulmak mümkün değil, keşke İstanbul Cağaloğlu’nda yaşasaydım da aradığım kitabı bulur okurdum diye düşünen Orhan, sırf kitap sevdasından dolayı imkân buldukça ya da ayda bir kez İstanbul’a gitmeyi o gece kafasına koymuştu. Muzaffer ise ailesinin Almanya’dan gönderdiği harçlığın neredeyse yarısını kitaplara veriyor, diğer yarısıyla da okul masraflarını karşılıyor ve hayatını idame ettiriyordu.
Kütüphaneden sonra yola çıktıklarında kış gecesi, Şubat soğuğu yani kuru ayaz donduruyordu Ankara sokaklarını. Herkes sıcacık evlerinde iken iki delikanlının bastıkları her adımda ayazdan kaskatı kesilmiş karlara bastıkça çıkan sesler bazen bir ritim hâlinde, bazen de farklı notaların ahengini yansıtıyordu sanki. Nefeslerinden çıkan buhar sigara dumanından fazla veya kaynayan demlikten çıkan buğu gibiydi. Yol boyunca çocukluk yıllarında birlikte geçirdikleri kış eğlencelerini ve hatıralarını anlattılar birbirlerine. Orhan’ın hafızasından silinmeyen bir kış gecesi başından geçen hadiseyi anlatmak istediğini söyledi Muzaffer’e:
– Hadise şöyleydi Muzafferciğim. Genellikle kışın on beş günlük yarıyıl tatillerinde kardeşin Ahmet’le sık sık bize gelirdiniz ya hani… Gerçi bütün mahallenin çocukları zaten bizdeydi biliyorsun.
– Annen ve baban -bizimkiler Almanya’da olduğu için-hep şefkat gösterdiler.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.