Kitabı oku: «Yırtık Ayakkabı»
AŞKTAN ÖTEYE GEÇMEK
İlhan, Üniversiteyi kazandığında ailesinin ve bütün akrabalarının sevinci görülmeye değerdi. Onları mahcup etmeden bir gün üniversite mezunu ve itibarlı bir meslek sahibi olacağına güvenleri sonsuzdu. Akşamdan kömür ateşli ütüyle ütülenmiş pantolon ve gömleğini sabahleyin giyerken duyduğu heyecan tarifsizdi. Annesinin yüzünde ise sevinçle hüznün karıştığı o kadar alenî idi ki, kahvaltıda gözlerini bir an bile ayırmıyordu oğlundan. İki katlı asırlık ahşap evlerinin önündeki yine asırlık ceviz ağacının gölgesinde, güneşin bir mızrak boyu yükseldiği saatlerde dualarla uğurlandı kara yağız delikanlı İlhan Ankara’ya… Yola çıktığında yepyeni bir hayat yolunun ilk kilometre taşlarını aşmaya başladığının da azıcık farkındaydı. Uyumadan, meraklı bakışlar ve gözlemlerle geçen yolculuk nihayete erdiğinde heyecanın yerini düşünceler almıştı. İnsan düşündükçe yaşadığının farkına varır; farkına vardıkça hayatın güzelliğini, çirkinliğini, kazandırdıklarını, kaybettirdiklerini, siyah ve beyazlarını anlar. Tabii ki anlayan için mesele dertten ziyade devaya dönüşürmüş.
Ankara’daki ilk günler, Üniversitedeki ilk dersler ve tanıştığı ilk insanlar çok farklıydı. Kalabalık şehrin içinde yalnız kalan ruhlar, kahkahalar arasında mutsuz yüzler, gürültüler arasında sükût etmiş diller ve karışık nağmeler arasında sağır kulaklar, kurşunî bulutlar arasında açılmayan kanatlar, yürümeden yorulan ayaklar, zor belâ alınan kirli nefesler vardı orada.
Daha önce yalnızca radyodan duyduklarıyla, gazeteden okuduklarıyla ve kısmen de televizyondan gördükleriyle vâkıf olduğu şehrin her yerini tanımak, gözlemleyip yeni bir ruh hâline bürünmek arzusuyla dolaşıyordu; kimi aydınlık, kimi süslü, kimi karanlık, kimi de sönmüş ruhların figan ettiği sokaklarda. Dünya gözüyle gördüklerinin daha doğru, can kulağıyla dinlediklerinin daha hakiki olduğunu kavradıkça ruhunun derinliklerinde fırtınalar esiyordu. Sanat ve kültür etkinliklerinin her birinin birer ders olduğunu, sinemanın ve tiyatronun bir seyirlik eğlenceden çok insana yeni bakış açıları kazandıran etkili bir araç olduğunu anlayıp kavramaya başlamıştı İlhan.
Önceleri çekinerek girdiği kitapçılarda raflardaki bütün kitapları okuyasım geliyor diyor; hele şu kıyıda köşede kalmış, tozlanmış kitapları yetim çocukların başını okşar gibi sevmek lazım geldiğini düşünüyordu. Dersten sonra fırsat buldukça uğradığı kitapçıların, sahafların tanıdığı sima olmaya başlamıştı… Okuduğu eski kitaplar arasında bazen okuyucunun notlarında ilginç sözler bulur; onlara gülerdi. Hele de altı çizilen cümlelerin gerçekten değerli olup olmadığını merak ediyor, böylece okuyucunun gerçekten anlayarak okuyup okumadığını fark etmeye çalışıyordu. Arada bir kitapların arasından çıkan küçük pusulalardaki notlar da yazılan sözlerin bile bir gün kıymete bineceğini sahaftan duyunca çok şaşırmıştı…
Ankara’nın nimetlerinden faydalanmak için her dakikasını boş geçirmemeye çabalıyordu. Ankara Türk Ocağı Salonunda her ay düzenlenen Klâsik Türk Müziği ve Türk Halk Müziğinin çok değerli üstatlarının ve koro şeflerinin yönettiği, hanende ve sazendelerinin icra ettiği eserleri dinleyerek musikinin zevkini tadıyor, kendini geliştirmeye çalışıyordu. Zaman zaman eşlik eden arkadaşlarıyla musiki ve sanat gecelerini ihmal etmeden ikinci bir üniversiteye devam ediyormuşçasına ciddi bir tavır içindeydi İlhan. Konservatuvar öğrencilerinden tek farkı, onlar gibi mezun olup diploma alamayacak olmasıydı. Öğrenmeye hevesli olduğu çalgılar ut ve tamburdu. Aldığı devlet bursu ve babasından gelen harçlıktan “Biriktirdiğim parayla ut alırsam kursa giderim ve musiki eğitimine bir heveskâr olarak başlamış olmanın hazzını da yaşamış olurum.” diyordu kendince. Cebeci’deki müzik âletleri dükkânına her gidişinde biriktirdiği paranın yetmediğini görüp üç beş ay aradan sonra yeniden aynı hayal kırıklığını yaşıyordu. Nihayetinde bu ut veya tambur alma konusu içinde bir ukde olarak kalacağına çaresizce inanmıştı. Musikiye olan sevgisinden dolayı bu alanda çok güzel ve belli bir düzeyde birikime de sahip olmaya başlamıştı. Klâsik Türk Edebiyatı derslerindeki mazmunları ve Divan şiirinin sanatlı ve ahenkli anlatımını kavramasının da önemli tesiri vardı. Kelimelerin, terkiplerin, mısraların ve beyitlerin manasının derinliği içinde mânâ âleminin semalarında ruhen dolaşıp huzur içinde bir haneye konuyordu. Konserlerde satılan plak ve kasetler içinde gözü gibi sakladığı ve gönlünü ve ruhunu huzur içinde hissettiğinde Itrî’nin “Tekbir’ini ve Şeyh Galib’in “Fâriğ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni” adlı eserini onlarca defa bıkmadan dinliyordu. Hacı Arif Bey’in suzinak makamındaki “Gözümden gitmiyor bir dem hayalin/ Meleksin ey güzel yoktur misâlin/ Beni ağlatır derd-i visâlin…”, şarkısı ve daha birçok eseri dinlemekten ya da ara sıra kendince meşk etmekten büyük haz duyuyordu. İlhan’ın müzik zevki yaşıtlarından çok farklıydı.
İlhan, dil ve edebiyat öğrencisi olarak sınıf arkadaşlarıyla -bir ikisi hariç- seviyeli, mesafeli ve özenli bir diyaloğu vardı. Bu da onu, etrafında gizemli bir insan kılıyordu. Kimilerine göre ciddi, kimilerine göre ağırbaşlı, kimilerine göre fazla gururlu görünüyordu. Az konuşması, daha çok dinlemesi, fazla esprili ve şakacı olmaması da onu birçoğundan uzak tutan sebeplerden olabilirdi. Derslerde az da olsa söz alıp soru ve yorumlarıyla bir miktar dikkat çeken İlhan’a cesaretle yaklaşıp onu anlamaya çalışan arkadaşlarından biri Elif’ti. Elif’le İlhan’ın dünya görüşü, hayat tarzları ve geleceğe bakışları tamamen farklıydı. Bu kadar zıtlık içinde ortak özellikleri de sanatseverlik çerçevesinde tiyatro, sinema, resim ve musikiye olan ilgileriydi. Arada bir, teneffüslerde yan yana oturup hafta boyunca seyrettikleri film, dinledikleri konser ya da Zafer Çarşısındaki resim sergilerini yorumlayarak birbirlerini daha iyi anlamaya çalışıyorlardı.
Elif, orta öğretim döneminde ailesinin ve çevresinin etkisinden çok öğretmenlerinin etkisinin izlerini taşıyan biriydi. Nispeten zengin sayılabilecek maddî güce de sahipti. Zaman zaman İlhan’ı da konserlere, sinemaya ve tiyatroya davet ediyor, her etkinliğin ardından oturdukları pastanede veya bir parkta saatlerce yorum yapıyorlardı. İki zıt karakter, sık sık bir fakülte kantininde ve kütüphanede de bir araya geliyordu. Her sabah fakülteye adım atar atmaz ikisinin de gözleri birbirini arıyordu. Buluşamadıkları zaman bir boşluk hissediyor ve buluştuklarında yüzlerinde güller açıyordu.
Elif, son dersten çıkıp eve dönerken mutlaka İlhan’a esenleme sözlerini söylüyor, ertesi gün buluşacakları yeri söylüyor ve “Sakın kaybolma! Anlaştığımız yerde buluşalım” diyordu. Öğle yemeği saatinde yemekhanedeki yemek, sevmediği bir yemek ise dışarda mütevazı bir lokantada yemeyi tercih ediyordu. İlhan, Elif’in “Dışarda bir yere yemeğe gidelim.” teklifinde bulunduğunda cebindeki harçlığın miktarına göre davranıyordu. Kız arkadaşının hesap ödemesi prensiplerine aykırı geliyordu. Her defasında bu tartışmadan rahatsızlık duyuyordu. Elif ise bu durumu fark ettiğinde yemeğe çıkarken İlhan’ın cebine iki kişilik yemek parasını ısrarla koymaya başlamış; “İkimiz de öğrenciyiz, benim davetlimsin ama hesabı bu şekilde ödersek daha iyi olur.” dediğinde İlhan, kız arkadaşını kırmamak ve onun ısrarlarına dayanamadığı için kerhen kabul ediyordu.
Elif’le İlhan’ın bu samimi dostluğu neticesinde ders notlarını ve bilgileri paylaşmaları, okudukları kitapları birbirlerine vermeleri rutin hâle gelmişti. Sıkı bir arkadaşlık ilişkisi çerçevesinde yılları kovalamaya devam ediyorlardı. Yaz tatili döneminde birbirlerine duydukları özlemi dile getirmek için sık sık mektuplaşıyorlardı. Bu mektuplarda tamamen arkadaşlık duygularını dile getirmekten, tatil döneminde yaşadıklarından haberdar etmekten başka bir şey yoktu. Elif, tatil boyunca kendisinden iki yaş büyük resim öğretmeni olan ablası Şengül’e ve annesi Ayşe Hanım’a İlhan’dan bahsetmediği gün yoktu. Gelen mektupları da sesli olarak kahvaltıda veya yemek esnasında okuyor ve ‘Ne kadar da duygulu ve samimi yazmış değil mi?’ diyerek aile efradının da onayını almak istiyordu. İlhan, Elif’ten gelen mektuplarla mutlu olsa da bunu paylaşabileceği kimse yoktu çevresinde. Yakında tanıştığı liseli kız Canan’a yavaş yavaş ilgi duymaya başladığı günlerde Elif’ten ona söz etmek pek de hoş olmaz diye düşündü. Yaz tatilinin bitmek üzere olduğu günlerde Canan’a ‘Ankara’ya gittiğimde ara sıra sana mektup yazsam bana cevap yazar mısın?’ demeye karar verdi. Ancak Canan’la konuşmak için buluşmak deveye hendek atlatmaktan zordu. Telefon ettiğinde karşısına çıkacak aile fertleri kızlarının ‘Tanımadık bir erkekle ne işi olabilir ki?’ demeleri kuvvetle muhtemeldi ve bundan dolayı İlhan, kısa bir mektup yazarak komşu kızı Sevda’yla göndermeye karar verdi ve öyle de yaptı. Mektuba “Sevgili Canan! İki gün sonra Ankara’ya dönüyorum. Sen de son sınıfa başlayacaksın. Senden çok hoşlandım, düşüncelerim ciddidir. İleride anlaşırsak hayat boyu arkadaş olabiliriz. İstersen senin uygun bulduğun bir yerde gizlice görüşebiliriz. Eğer zor duruma düşeceksen buluşmasak da olur. Sevda’nın adıyla göndereceğim mektuplara cevap yazarsan beni mutlu edersin.” diye yazdı. Canan, aldığı mektubu odasının kapısını kilitledikten sonra okudu ve defalarca okudu. Hayatında hiç böyle bir mektup almamıştı. Buna nasıl bir cevap yazacağını da bilmiyordu. Kendi kendine “Henüz liseli bir kızım ben. Annem duysa çok fena olur. Bu hâlde gizlice buluşmaksa büyük tehlike benim için. Bu mektubu bile saklamam zor olacakken kendimi nasıl gizleyip de görüşeceğim İlhan’la? Mümkün değil… Zaman iyi bir ilaçtır.” dedi. Ardından da mektubu kitapların arasına sakladı ve çok tedirgindi. Maazallah yakalanırsa birçok yaptırıma uğrayacağını biliyordu. Bu konuda en iyi örnek ablasıydı. İlhan, beklediği cevabı alamadığı için Canan’ı uzaktan da olsa son bir kez görmek istiyordu. Bütün gayretlerine rağmen bu da gerçekleşmeyince hafif bir hüzün çöktü içine. O artık aklındaki ve hayalindeki müstakbel sevgili olmalıydı. Görüşmek başka bahara kalmıştı böylece…
Sabahın erken saatlerinde Ankara’ya yola çıkarken gözü arkada kalsa da bir yandan da sevgili arkadaşı Elif’le özlem gidereceğine seviniyordu. Onunla konuşmayı, dertleşmeyi hatta onunla tartışmayı bile özlemişti İlhan. Kafası karma karışık durumdaydı ve bütün yol boyunca hep kendi iç dünyasındaki fırtınaları dindirmeye çalıştı.
Elif’le fakülte bahçesinde karşılaştığında onu ne kadar özlediğini biraz daha çok hissetti. Her zamanki gibi haftalık etkinlik programını belirlemek için tiyatro salonlarının açılmasını, salon konserlerinin başlayacağı zamanı beklediler. ‘Şinasi Sahnesi’nde ve Büyük Tiyatro’da neler var acaba?’ diye Kızılay’daki duyuru panosuna kadar yürüdüler. Akün Sineması’na gelen yeni filmlerin de tanıtım afişleri vardı. Şener Şen’in başrolünü oynadığı Selamsız Bandosu adlı filmin ilk seyircileri arasına girmek için heyecanla Kavaklıdere’ye koşar adımlarla gittiler. Film, farklı bir konuyu işliyor ve Şener Şen gibi bir usta komedyenin her zaman alışılmış filmlerinden değildi. Halkın devletten beklentilerini, bir belde belediye başkanının halkla birlikte neleri yapıp neleri yapamayacağını, imkânsızlıklara rağmen azimle nasıl bir sonuç alınacağını traji-komik bir vaziyette anlatan filmdi. Sinemada Elif, film seyrederken arada bir İlhan’ın yüzüne bakıyor ve “Özlemişim gerçekten seni arkadaş… Biraz yanmış, biraz da zayıflamışsın.” dediğinde İlhan sadece tebessüm ederek karşılık veriliyordu.
Öğrenciliğin son yılında İlhan, derslerden fırsat buldukça klâsik Türk musikisi alanında nota ve şan dersleri alıyordu. Ankara radyosunun değerli sanatçılarıyla öğrenci üstat ilişkisini istikrarlı bir biçimde geliştiriyordu. Elif ise, roman okuyarak, düzenlenen öğrenci münazaralarına katılıyor; dil, edebiyat, sanat, medeniyet konularında düşüncelerini paylaşıyordu. Arada bir sınıf arkadaşlarıyla kültür turizmi maksadıyla yakın bölgelere gidiyor, bu gezilere İlhan’sız gittiği her seyahatte canı sıkılıyor, asabileşiyordu. Kendisi de bu durumu İlhan’a anlatıyor ve sürekli katılmasını istiyordu. Son kez gittiği Yedigöller gezisinde de konuşacak, içindekileri dökecek, derunundakileri anlatacak kimse olmayınca gezideki bütün turistlere küskünmüş gibi bir hâl içinde dönmüştü Ankara’ya.
İlhan’ın aklının bir köşesinde hep Canan vardır. Çok az tanıdığı hâlde İlhan’ı Canan’a çeken bir şeyler var fakat bunu İlhan da tam ifade edecek bir söz bulamıyordu. Ona yazdığı iki üç mektuptan ancak birine cevap alıyordu. Aldığı mektubu günlerce cebinde gezdiriyor, sonra kilitli çantaya koyduktan sonra yenisini bekliyordu. Arada bir telefon etse de pek fazla konuşma imkânı olmuyordu. Her defasında birkaç dakika içinde kısa ve hâl hatır dışında konuşulacak söz bulamıyorlardı. İlhan, Canan’ı hayal ederken ona şunları dile getirmek istiyordu:
Canan’ım… Senin ay yüzünden saçılan o güzel, ela gözlerinin ışıltılarından aldığım ilham, gözlerimin güneşten korunurken aldığı hâldedir âdeta. Seni gördüğümde rüya âleminde uçan halıyla bulutlar üstünde hissediyorum kendimi. Yüreğimi yakan ateş ve o kalp kıpırtıları biraz sonra çarpıntılara, içimde esen meltemler fırtınaya, kasırgaya dönüşmektedir. Anlıyor musun beni? Aldığım mektuplarında bana yazdığın her harfin, her kelimenin ve her cümlenin içinde denizler kadar zengin ve cömert anlamlar buluyorum. Gönlümü öyle şad ettin ki, tekrarı bana haz verir.
Elif’in öğrenciliğin son zamanlarında İlhan’a olan yaklaşımının ve ilgisinin sıcaklığını kendisi kadar arkadaş çevresi de hissediyordu. İlhan ise soranlara “Biz sadece arkadaşız. Aramızda başka bir şey olamaz. Asla mümkün değil!” diyordu. Elif’e bu hususta soru sormaya, yorum yapmaya kimsenin cesareti yoktu. Çünkü kendi hissiyatı konusunda laf edilmesine, yorum yapılmasına, herhangi bir suizanda bulunulmasına izin vermeyeceğini onu tanıyanlar çok iyi biliyordu.
İlhan’ın musiki dersleri hızla devam ederken bir yandan da öğrencilik yıllarının sonu yaklaşmış, final sınavları ve “Geleneksel Vefa Gecesi” programından sonra herkes elveda öğrencilik diyecekti. Vefa Gecesi; Tarih ve Türkoloji Bölümü öğrencilerinin ilk mezunlarını verdiği 1939 yılından başlayarak -bazen aralıklarla yapılmış olduğu için- “40. Vefa Gecesi” olacaktı. Bu geceye emekli olmuş hocalara vefa, saygı ve kadirşinaslık göstermek, hayata tutunmalarını sağlamak niyetiyle yılda bir kez de olsa öğrencilerle, yeni kuşaklarla buluşmalarını sağlamak amacıyla iki bölümün son sınıf öğrencilerince ortaklaşa düzenlenmekteydi. Vefa Gecesi’nde yıldızı parlayan her öğrenci, mutlaka güzel sürprizlerle karşılaşırdı. Gece’nin eski yıllara oranla daha çok katılımlı olacağa benziyordu. Üniversitenin üst düzey yöneticilerinin de katılabileceği haberi herkesi heyecanlandırmıştı. Öğrencilerin de bu gece vesilesiyle mezun olduktan sonra buluşacakları öğretmenlik sınavı belki de son buluşma günü olacaktı.
Elif, son sınavların ardından İlhan ve arkadaşları “Geleneksel Vefa Gecesi”ne sıkı bir hazırlık yaptı. İlhan, Elif’in uyumlu kıyafetiyle, saç sitiliyle, takıları, çantası ve ayakkabısıyla baştan ayağa güzelliğiyle gecenin yıldızı olmaya aday değil; kabul edilmiş tek güzeli olacağından emindi. Gecenin özel konuğuymuşçasına salona girdiğinde herkesin gözü Elif’e takıldı. Elif de gülücükler dağıtarak arkadaşlarını selamladıktan sonra orta bölümde oturan hocalara ve eşlerine de selam verdi ve hemen gözleri İlhan’ı aradı. Aniden karşısında görünce “Nereye oturacağız?” der gibi bir işarette bulundu. Elif’in tarifsiz güzelliği karşısında şaşkın bir hâlde onu izleyen İlhan’ın, dalgalı simsiyah saçların çevrelediği ay gibi bir yüzün ortasında zümrüt yeşili gözlere takılmıştı gözleri. Başında bir kâinat güzeli tacı yoktu ama taçtan daha kıymetli beyni, zihni ve aklı vardı. İlhan’ın şaşkınlığını anlayan Elif, koluna girdi ve “Hangi masaya oturuyoruz İlhancığım? Neden bu kadar şaşkınsın?” dedi. Sahneye ve protokoldekilerle öğretim üyelerinin oturduğu masaya yakın bir yere karşı karşıya oturdular. İlhan’ın yanında can dostu ve özel misafiri hukuk öğrencisi olan Mustafa vardı. Mustafa’nın sağında ise kız arkadaşı Hatice oturuyordu. Elif’in yanındaki iki kişilik yer ise kendisinin İlhan’la tanıştıracağı sürpriz konuklar için ayrılmıştı. Bunu İlhan da merak ediyordu ve söyletmek için ısrar etse de Elif “Hayır! Söylersem sürpriz olur mu hiç?” diye cevap veriyordu.
Vefa Gecesinin sunucuları geceye katılan hocaların hocası olan değerli bilim adamlarını tek tek takdim ettiler ve alkışlattılar. Emekli hocaların isimlerini duyanlar:
– Aa.. Bu falanca kitabın yazarı hoca demek ki… İsminden kocaman bir adam olduğunu sanıyorduk, meğer ufak tefek birisiymiş… vb. yorumlar yapılıyordu.
Dekan, Bölüm Başkanından sonra İlhan’ı ve Elif’i sahneye birlikte davet edip bütün öğrenciler adına duygu ve düşüncelerini ifade etmelerini istediler. Hitabeti güçlü, etkili ve güzel konuşmasını bilen İlhan, kendisine uzatılan mikrofonu Elif’e vererek centilmenlik yaptı ve onun sözlerinden sonra konuşmayı tercih etti. Elif konuşurken onun heyecanını titreyen sesinden anlıyordu İlhan. Diğer yandan da süzgün bakışlarını da ayıramıyordu üzerinden. Onlar sahnedeyken masalarındaki boş iki koltuğa gelen Elif’in ablası ve eniştesi de yerlerini almışlardı. Ablası Selma Hanım’la göz göze geldiğinde heyecanı bir kat daha artmıştı. Selma Hanım eşine “Ne kadar da yakışıyorlar birbirlerine… Bizim kızın her gün adını dilinden düşürmediği İlhan bu çocuk galiba…” diyordu. Elif, arkadaşlarının alkışından dolayı hayatında duymadığı hazzı en yüksek seviyede yaşıyordu. Sıra İlhan’a geldiğinde alkışlar daha canlıydı. Geceye damga vuran anlamlı, içi dolu, coşkulu sözlerinden, güzel hitabetinden arkadaşları kadar hocaları da memnuniyet duymuşlardı. Mustafa da masalarına gelen misafir çiftin konuşmalarına ve hocaların sözlerine kulak misafiri oluyor ve onların İlhan’la ilgili takdir dolu sözlerinden dolayı arkadaşıyla gurur duyuyordu. Sahneden yerlerine geçerken Elif gayri ihtiyari İlhan’ın sol koluna girdi ve öylece masaya kadar gittiler. İlhan, masadaki konukları gördüğünde mütebessim tavırla, nezaket ve iltifat dolu sözlerle “Hoş geldiniz, safalar getirdiniz efendim!” dedi. Yemekli gecede ilk atıştırmalardan sonra gençler, çiftler ve herkes dansa davet edildiğinde İlhan yan masadaki hocalarıyla kısa bir sohbete dalmıştı. O sırada Elif’in bazı arkadaşlarından gelen dans tekliflerini “Ben İlhan’dan başka kimseyle dans etmem! Kusura bakmayın!” diyerek nazikçe geri çevirdiğini duyan Mustafa, “Bunu da İlhan’a anlatmalıyım!” diyor ve Hatice’ye de duyduklarını aktarıyordu. İlhan masaya döndüğünde abla Selma Hanım “Haydi hepiniz dansa, biz de kalkıyoruz, Mustafa ve Hatice! Siz de çıkın! Bu gece sizin geceniz!” dediğinde yine salondan büyük bir alkış koptu. İlhan, hayatında alışık olmadığı bu dansa, çekingen ve utangaç tavrını takınarak çıktı. Elif de asil bir hanım sultan gibi müziğin ritmine uygun bir biçimde İlhan’ı yönlendiriyordu. ‘Biz ilk defa birlikte dans ediyoruz’ deseler kimseyi asla inandıramazlardı. İlhan’ın titreyen ellerinin arasında Elif’in o nazik elleri, gül yaprağının tazeliğindeki yanakları daha yakından görünüyordu. Göz göze gelmeye utanırcasına ürkek bakışları dikkat çekiciydi. Romantik müziğin yavaşlayıp dansın nihayete ermesiyle birlikte tutuşan eller daha sımsıkı hâldeydi. Selma Hanım ve eşi, “Siz eğlenmeye devam edin, biz gidiyoruz. Allahaısmarladık!” diyerek veda ederken İlhan da onlara “Gecemizi teşrif ettiğiniz için teşekkür ederiz. Bu güzel ailenin kızı Elif’i birkaç saat sonra size teslim ederiz. Merak etmeyiniz, lütfen!” dedi.
Gecenin ilerleyen saatlerinde şiirler okundu, ardından emekli hocalarla mevcut hocalar arasında geçen gülünç anekdotlar, hatıralar gecenin en eğlenceli kısmıydı. Öğrencilerle faal hocalar arasında geçen tebessüm ettiren olaylar ve güzel hatıralar anlatıldı. Hocalar, gece geç saatlerde restorandan ayrılırken “Bugüne kadar görmediğimiz güzellikte bir program oldu. Düzenleyenlere teşekkür ederiz.” dediler. Herkes mutluydu Vefa Gecesi bir çeşit veda gecesi gibiydi. Herkes öğrenciliğe veda ederken hüznün en güzelinin yaşandığı Ankara gecesinde yıldızlar pırıl pırıldı. Ay bile el sallıyordu onlara âdeta. “Güle güle gençler! Güle güle yeni bir hayata!” diyordu sessizce… Elif’le İlhan da arkadaşlarına veda edip gece yarısının bir saatinde caddede beraber yürümek ve biraz da taze hava almak üzere Kuğulu Park’a doğru yürüdüler. Suskun geçen birkaç dakikadan sonra İlhan:
– Bu gecenin yıldızıydın demek bile fikrimi bütünüyle ifade etmeye yetmiyor arkadaşım. Hayatımda ilk ve galiba son defa seninle dans etmiş oldum. Gözüm hiçbir şeyi görmedi. Becerebildim mi, yoksa komik miydim?
– İlk olabilir ama son olmasın. Bu gece sen olmasaydın, ben gelmezdim. Sensiz bir gecenin ne anlamı olurdu ki? Yedigöller gezisinde sen yoktun da ne hallere düştüm bir bilsen!
– Anlıyorum seni ama ben de her geziye çıkmak istemiyorum. Seyahati çok sevmiyorum. Sadece gidilen yerdeki tarihî ve sanat değeri bulunan eserlerle kültürel ögelerin bulunduğu yerler hoşuma gidiyor. Yolculuklarda otobüsün içinde geçen zamanı, israf edilen anlar olarak görüyorum.
– Gecenin bu saatinde bu parkta oturacağımız hiç aklıma gelmezdi.
– Benim de… Tanıdıklar görse bunlar iki sevgili olarak Kuğulu Park’ta iki kuğu gibi oturmuşlar da çok romantik bir gecede mehtaba karşı sadece bakışıyorlar sanırlar.
– Sansınlar… Ne sanırlarsa sansınlar… Ne olacak ki?
– Yani… Şey… İki iyi arkadaş deseler daha iyi olacak tabii ki… Geç kalmadan gidelim artık. Seni beklerler Elif.
– Neden acele ediyorsun ki İlhan? Otur biraz daha canım… Bana söyleyecek hiçbir sözün yok mu? Seninle bir aradayken çok huzurluyum. Ablam “Şirketimizin arabasını göndereyim.” demişti. Ben de “Hayır, İlhan’la taksiye biner gelirim.” dedim. Suratsız şoför amcayla gecenin bu saatinde konuşmak ya da dert dinlemek istemedim. İlhan’la geçecek bir dakika bile önemli dedim içimden.
– Elif’im… Güzel arkadaşım… Çok iyisin vallahi… Sana gönlümdeki bütün güzel sözleri söylemek istiyorum ama içimde bir set var, hatta setler var. Birikmiş olan berrak sulardan oluşan çağlayanları setler yıkan bir sele dönüştürmek isterdim. Bunları ifade etmeye müsait bir ruh hâline sahip değilim şu an.
– Ah ne de güzel dedin… İşte ben de bazen öyleyim işte! İstediğin zaman o setler yıkılır. Konuşacağımız günler sayılı artık. Farkında mısın? Neyse… Hadi gidelim!
Elif’in evinin önüne gelene kadar takside pek de konuşmuş değillerdi. Sadece geceye katılmayan ya da katılamayan arkadaşların pişman olacağı, hayatlarında güzel bir hatıraya sahip olamadıklarından söz etti Elif. İlhan’ın ağzını bıçak açmıyordu ve içinden ‘Canan olsaydı yanımda… Mektup gelmiş olabilir bugün… Acaba ne yazmış olabilir?’ diye düşünüyordu. Çelişkiler yumağının içinde bunalmaya başlayacağı sırada Elif’in “Burada ineceğim!” demesiyle irkildi İlhan. Kapıyı açıp elinden tutarak Elif’i indirdi taksiden. Veda ederken Elif’in yanağına kondurduğu bûse de ilklerdendi. O gülümseyiş ve o eda ile ne kadar da güzeldi Elif. Romantik filmlerden birinde oynarken sadece kameralar ve yönetmen yoktu… Aynı taksiyle İlhan yola 10 dakika daha devam etti. Eve girip derin bir nefes aldı. Odasının ışığını yaktığında gözüne takılan şey, beklediği mektuptu. Ev arkadaşının mektubu posta kutusundan alıp masasına koymuş olduğunu gördü. Heyecanı had safhaya ulaşmıştı. “Elif’in güzelliği, dostluğu, arkadaşlığı ve her şeyi iyi ama onunla bir aile kurmam, geleceğe yönelik bir plan yapmam aklıma yatmıyor. Biz iki uyumlu arkadaş oluruz ama iki sevgili olamayız…” derken, diğer yandan da “Hayır hayır… Onu kaybedemem! Bir yanlışlık yapamam! Elif, zengin bir ailenin kızı ve sosyeteden biri yahu! Biz sadece iyi arkadaşız.” diyordu diliyle… Zihni bulanık, tereddütler içindeyken kalbi hızla çarpıyor, nefesi kabarıyordu. Gelen mektubu okuduğunda Canan’ın sadeliğinin, naifliğinin ve mütevazılığının bütün belirtileri hissediliyordu. İlhan uykuya daldığında rüyasına bile girmişti. Canan’la tanıştığında fark ettiği ilk tebessümü, uzun kirpiklerinin arasından ilk mahmur bakışları ve titreyen sesiyle “Ankara’ya gidince unutmazsın beni değil mi?” derken utangaç tavrı rüyasını süsleyen görüntülerdi.
Gecenin iki yıldızı, arkadaşlarının da dilindeydi. Fotoğrafçının en beğendiği görüntüyü İlhan’la Elif’in dansı esnasında aldığı tespit edilmişti. Görenlerin “Vay be!… Ne kadar da yakışmışlar!” dedirttiği bir fotoğraftı. Gecenin yarısından ertesi güne, daha sonra haftanın ilk iş gününe kadar devam eden ve dillerden düşmeyen “Elif-İlhan aşkı mı, yoksa yeni çıkılan sevda yolunda ilk romantik davranışlar mı?” sorusu etrafta fazlaca konuşulurken Canan’dan İlhan’a gelen mektubun ona başka bir heyecan yaşattığını kimseler bilmiyordu.
Sınavlar ve eğitim hayatı artık bitmiş ve Ankara’ya veda günü gelmişti. Elif, İlhan’la son kez Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminalinde buluştu. İlhan veda ederken öğretmenlik sınavı için Ankara’ya yakın zamanda döneceğini söyledi. Elif ise “İlhancığım… Sana bir mektup vereceğim. Bu mektubu Ankara şehir merkezini çıktıktan sonra okuyacağına söz ver! Tamam mı?” dedi. Merak içinde mektubu aldı ve iç cebine koyduktan sonra hüzünlü bakışlar ve nemli gözlerle “Söz Elif söz… Ankara’nın çıkışında Mamak Köprüsünü geçince açıp okurum. Bu da en çok yarım saat sürer. Allahaısmarladık Elif… Allaha emanet ol! Yakında görüşeceğiz. Mektup yazıp -postaya bile vermeden- doğrudan sahibine verilen ilk mektup bu olsa gerek.” dedi. Otobüsün hareketiyle birlikte gözden ırak olana kadar sallanan bir el ve diğer elle silinen gözyaşının sahibi çok seviyordu arkadaşını…
İlhan, söz verdiği gibi Ankara’nın şehir sınırlarının bittiğini işaret eden levhayı görene kadar söz verdiği gibi açmadı mektubu. Ardından özenle açtığı mektupta yazılanları okurken kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu. Mektupta Elif’in özene bezene yazdığı sözler şöyleydi:
Sevdiğim biricik arkadaşım, dostum,
Sen giderken bir yanımın değil dört yanımın eksik kalacağını anladım. Gözlerimin gördüğü her yerde arar oldum seni. Ah ah… Birdenbire fena tasvir ettim kendimi galiba… Senin yokluğuna üç günden fazla tahammül edemediğimi çoktan anladım… Bu defa çok zor gelecek senin yokluğun. Neden dersen eğer… Aslında bilmiyorum… Bilsem de bildiklerimin o kadar “çünküsü” var ki… Çünkü epey zaman yoksun, gidiyorsun. Yakında geleceğim desen de daha bu satırları yazarken özledim seni arkadaşım.
Galiba her sabah selamımı seher yelleri getirecek sana. Benim yerime “Günaydın!” desin sabah güneşi ilk nurlarını saçarken… Rüzgâr gitsin de arkadaşıma onu nasıl sevdiğimi anlatsın; çok mutluysa usulca gelip yanıma ve desin ki “Her gün saadetler diliyor hanımefendimiz size!”. Eğer mutsuzsa benim daima yanında olduğumu fısıldayıver kulağına ki unutmasın beni… Yüreğim daima onunladır” demek isterim. Arkadaşlık selden kalan balçık değil ki güneş vurunca kurusun da toz toprak olsun… Bizim arkadaşlığımız, dostluğumuz okyanus misali buharlaşsa da eksilmez, geri döner gelir yağmurla, daha saf, daha berrak, daha temiz bir hâlde. Aşkın gözü kördür ama dostluk o gözleri açar derdin bana hep… Yüreğine sevgiler, kulağına nağmeler, gözlerine renkler sunmak istedim senin için… Tebessümünü taklit etmeye kalktım da beceremedim, aynanın karşısında saatlerce… Benim sevdamın sesi suskunluktur ve suskunluğuna sevdalandığım dostumsun, arkadaşımsın sen. Yüreğinin derinliklerinde sakla bana ait olanları… İşte her neyse onlar benden sana emanet olsun…Çünkü senden emin oldum daima… Gülüşlerinde sakla benim sevgimi, dostluğumu. Ömrümüz boyunca sevgi ırmakları aksın gönlümüzün geniş vadisinden… Gönül vadisinin suları deryalara ulaşınca hayallerimizi yüzdürelim o enginlerde.
İlhancığım
Bizim birkaç yıllık arkadaşlığımız ne kardır ne yağmur ne de gelip geçen taze buluttur. Güneş gibi, ay gibi, yıldız gibi de değil… Bir doğup bir batan, bir görünüp bir kaybolan, bir parlayıp bir sönen bir şey değil…. Hep sabah olsun, hep güneşli olsun, belki bazen gurup vakti gibi gül kurusu renklerle dolu olsun gökyüzümüz. Seni kaybetmekten korktuğumu ama sana da her şeyi anlatacak cesaret ve kudreti bulamıyorum. Kalemimin gücü yetmiyor pek çok şeyi anlatmaya… Sen anlayışlı, hoş görülü, fedakâr ve yiğit bir insansın… Kısa zaman sonra dönüp gel… Özledim, özleyeceğim ve hasretle bekliyorum sevgili arkadaşım…
Elif…
Az kalsın “Şoför Bey! Sağda indirir misiniz? Ankara’ya acilen dönmem gerekiyor!” diyecekti. Yanında oturan yolcu da merak içinde İlhan’ı göz ucuyla seyrediyordu.
– Delikanlı! Çok heyecanlandın birdenbire ve elin ayağın titremeye başladı, nefesin kabardı… Seni rahatsız eden bir şey mi oldu? İstersen bir bardak su iç de rahatla!
– Şey… Yok bir şey abi… Mektubu okuyunca şaşırdım…
– Kötü bir haber mi yazıyor? Sevgilinden mi bu mektup? Sıkıntıdan çok terledin birdenbire…
– Hayır! Kız arkadaşımdan… Kötü bir haber değil de… Şey… Nasıl desem ki? Beni sevdiğini söylüyor galiba.
– Ne güzel işte… Neden bu kadar heyecanlandın ki? Öyle sanıyorum ki senin söyleyemediğini o sana söylemiş olmalı.
– Galiba öyle abi…
– Sakin ol ve gözlerini kapat! Onu düşün… Hayal kur… Sonra uyu… Yine olmadı dua et gönlünce…
– Teşekkür ederim size…
Yaklaşık beş saat süren yolculuk boyunca Elif’le birlikte geçen bütün günleri, yaşadıkları güzel ya da zor anları bir bir yeniden yaşarcasına film şeridi gibi hatırladı. Evine ulaştığında yol yorgunluğundan ziyade zihnî yorgunluğu yüzünden anlaşılıyordu. Her zamanki gibi kendisini karşılayan annesiyle hasretle kucaklaştı. Annesi merak içinde:
– Ne oldu yavrum? Pek hüzünlü görünüyorsun. Mezun olamadın mı yoksa?
– Mezun oldum anneciğim. Yol yorgunluğu var üzerimde, biraz da uykusuzum.
– İyi öyleyse… Aman başka bir sıkıntın olmasın da…
Akşam yemeğinden sonra kendisini kutlamaya gelen akrabaları ve arkadaşlarıyla konuşurken bile aklında Elif’in mektubunda yazılanlar vardı. Diğer yandan da Canan’ı göreceği anı sabırsızlıkla bekliyordu.
İlhan, gece yarısı misafirler gittikten sonra iki kız kardeşiyle evin ikinci katındaki odada konuşurken aklına birdenbire geleni yapmaya karar verdi. Fatma ve Sultan’la her şeyi konuşup onlarla paylaşabiliyordu. Onların fikrini alarak mektupta verilen mesajı anlamak istiyordu.
– Şimdi size bir mektup vereceğim; önce okuyun, sonra yorumlayın. Yorumlarınızı ayrı ayrı istiyorum. Mektupta isim görünmeyecek, mektubu yazanın cinsiyeti de belli değil… Tamam mı Fatma? Önce sen oku istersen.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.