Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kutlu Ant», sayfa 2

Yazı tipi:

Biraz önce de anlattığım gibi; birkaç yıl önce yaralanıp da Malkarbiylerde tedavi görürken, geceleri gökyüzüne baktığımda, Çolpan Yıldızı’nın yanında Culduz’un yüzünü görmüştüm. Şimdi yıldızlardan daha güzel olan Culduz’un yüzünü, mağaranın tavanında görüyordum. O güzel yüz, mucizevi bir şekilde taşlara kazınmıştı. Yaşlı Elkırgan’a, ‘Bu kızın resmi nasıl işlenmiş buraya?’ diyecek oldum ama konuşacak gücüm kalmamıştı. Hâlimi gören Kam Elkırgan konuşmaya başladı:

‘Sana sadece kızın yüzünün yanındaki yıldız hakkında biraz bilgi verebilirim! Yıldızdaki her köşenin bir anlamı var. Yıldızın köşeleri; yeri, göğü, havayı, ateşi, suyu ve toprağı simgeliyor. Ayrıca ortadaki boşlukta da güneş var. Yine her köşe ayrı birer yıldızı, bu yıldızların her biri de demiri, altını, gümüşü, bakırı ve adını hatırlayamadığım iki madeni temsil ediyor. Şimdilik bu kadar yeter! Bir zamanlar sana; ‘Şimdi anlatacaklarım seni üzecektir, lakin ben sana bunları anlatmalıyım!’ dediğimde konuşmama izin vermemiştin! Bugün, sana söyleyeceğim şeyler için sen kendi ayaklarınla buraya geldin! Bu resimler ve yazıların bu taşlara ne zaman kazındığını kimse bilmez, çok eskilere dayanır. Şimdi anlatacaklarımı iyi dinle! Misafirimsin, seni üzmek istemezdim. Başına gelecekleri yaşayarak da göreceksin ama bazı şeyleri sana anlatmakta daha da geç kalmamam gerekiyor. Yoksa hastalara şifa dağıtan ellerimde sihir kalmayacak. Börükaya! Umarım, bunları sana söylediğim için beni düşman gibi görmezsin! Çegembay Eli’nde görüp sevdiğin kız, yani Culduz seni sevmektedir. Senin de yüreğin yanıyor, kavruluyor biliyorum. İşiniz çok zor; kavuşmanız imkânsız görünüyor. Bu yıl, bu elde bir uğursuzluk var nedense! Gelinlik kızlar ve genç yiğitler yitip gidiyor. Bilebildiğim kadarıyla; sevdiğin kızın çok yakını, belki babası, belki de erkek kardeşi Culduz’u öldürecek! Sen ise ömrünün sonuna kadar onun yasını tutacaksın. Evlenip çoluk çocuğa karışsan bile bu acıyla yaşayacaksın. Culduz’un senin yüreğine verdiği acıyı hafifletmek için kendini dağlara taşlara vuracaksın! Karşılaştığın kişilere, hatta çocuklara bile bu aşkını anlatacaksın! Culduz sana bir gümüş kama hediye edecek. Hayatında tek değer verdiğin şey bu kama olacak! Sakın ola ki onu kınından çıkarma!

Öyle görünüyor ki bu ülkeden uzaklaşıp dünyanın öbür ucunda yaşamayı da deneyeceksin. Culduz, öleceği günden birkaç gün önce kendinden küçük kız kardeşi Külsünay’ı seninle evlendirmeleri için ailesine yalvaracak, vasiyet edecek! Ama ailesi onun hiçbir isteğini kabul etmeyecek. O çok genç yaşta bu acundan göçüp gidecek, lakin binlerce yıl sonra bile büyük aşkınız dillerden düşmeyecek, türkülerde yaşayacak…’

Elkırgan’ın anlattıkları ne kadar sürdü bilmiyorum, güneşin ilk ışıkları mağaranın kapısından içeriye sızmaya başlamıştı. Geceyi nasıl geçirdiğimizi anlayamadan sabah oluvermişti. ‘Artık yola çıkmam gerektiğini’ söyledim. Sölgentaşlık Mağarası’nın üst kısmındaki yıldıza ve Culduz’ın yüzüne son kez bakarak çıktım. Oradaki ‘Maen Şulpaen! Utukün edgeç!’ yazısı daima aklımda kalacaktı. Culduz’un güzel yüzünün aynısını ve altı köşeli yıldızı bu gizemli mağaraya işleyen efsanevi sanatkâr kişi, o yazıyı yıldız için mi, yoksa Culduz’umun yüzü için mi yazmıştı? Bu, sonsuza kadar cevapsız kalacak bir soruydu.

Ben bu yazıyı düşünürken, iki yıl önce Çegembay Eli’nde, Elkırgan’ın bana söylediği: ‘Gökyüzüne bakınca ne görüyorsun?’ sözü aklıma geldi, bu soruyu neden sormuştu Elkırgan Kam? Bunu da öğrenemeyecektim… Elkırgan Kam atımı getirdi, yanak kayışlarına da boncuklar takmıştı. ‘Atımın dizginlerini ve kantarmasını26 değiştirdiğini, bunların sihirli olduğunu, atıma ve bana uğur getireceklerini’ söyledi. Hunnuçay’da ‘kak et’27 denilen kurutulmuş etten, bir deri torbaya bolca koyduktan sonra ‘Dikkatli git! Gideceğin yöndeki Çınaçıklı Dağları’nı çok kar tutar. Aç kurtlar o dağlarda sürüler halinde dolaşır. Kökboyunlu Vadisi de tehlikelidir, kan emici Emegen’ler ve Saruvbek’ler zaman zaman bu karanlık vadiyi mesken tutarlar. Bu korkunç yaratıklar nehirlere ve göllere girdiğinde kuyruğunu hafif kımıldatsa bile sular ikiye yarılır. Çok korkunç bir sesi vardır, onun sesini duyan hamile canlılar anında düşük yaparlar. Bazıları ağzını bulutlara kadar açabiliyor, göklerde dolaşabiliyor. Göklerde dolaşanların adı Celmavuz’dur. Çok büyük bir yaratık olan Celmavuz acıktığında veya kızdığında gökteki Ay’ı bile yutuveriyor. Gerçi benim taktığım boncuklar ve afsunlu kantarma bu güzel atının üzerinde durdukça, seni de atını da kötülüklerden koruyacaktır. Yine de dikkatli ol. Kırk gün sonra yine görüşeceğiz, yolun açık olsun!’ diyerek uğurladı. Oradan ayrılırken içimi bir hüzün kaplamıştı. Elkırgan’ın söyledikleri aklımı allak bulak etmişti. Elkırgan’ın; ‘Binlerce yıl sonra bile büyük aşkınız dillerden düşmeyecek, türkülerde yaşayacak!’ sözlerini çocukluğumda masallarda duymuştum. Yaşlı Kam, belki bana masal anlatmıştı. ‘Belki o da aşk acısı yaşayıp aklını yitirmiş biridir!’ diye düşünerek yola çıktım.

Elkırgan Kam da, Culduz da kırk gün sonra görüşebileceğimizi söylemişlerdi. İkisi de bana aynı süreyi nasıl vermişlerdi? Culduz ve Elkırgan kırk günlük sürede anlaşmış olabilirler miydi? Karmakarışık düşünceler içinde, karlı dağları aşarak doğduğum köy Orhunuya’ya vardım. Bekleyecektim… Benim için kırk günlük bir zaman çok uzundu; önümdeki uzun ve zor günleri geçirmek için hemen hemen her gün ava çıktım. Çok sık avlandığım için, Av Tanrısı Apsatı’yı da kızdıracağımdan korkuyordum.

Bana kırk yıl gibi gelen bu sürenin sonunda Culduz’u görmek için Çegembay Eli’ne yola çıktım. Çok soğuk bir hava vardı, bu kadar soğuk bir havada karlı dağları aşmaya kalkmak delilikti. Elkırgan Kam’ın atıma bağladığı boncukların ve “sihirli kantarmanın” kötülüklerden koruyacağına kendimi inandırmaya çalışıyordum. Yorucu bir yolculuktan sonra akşamüzeri, Çegembay’a girmeme yakın, yolda yine Yağız Atlı Elkırgan ile karşılaştım. Bu durum hiç hoşuma gitmedi açıkçası. Oldukça üzgün bir ses tonuyla beni selamladı. Onun tavrından, kötü şeyler olduğunu hissederek, ‘Elkırgan, nedir bana söyleyeceğin? Şimdiye kadar bana hep uğursuz haberler verdin! Şimdi yine öyle mi olacak?’ diye sordum. Elkırgan’ın sesi kısılmıştı adeta, ağlamaklı bir sesle söze başladı. ‘Börükaya! Şimdiye kadar söylediklerim olacaklarla ilgiliydi! Anlattıklarım sana masal gibi geliyor, biliyorum. Şimdi, olanları anlatmak için buradayım. Ben sana daha önce de Culduz ile kavuşamayacağınızı söylemiştim. O gece, sen Culduz’a, evdeşin olmasını söyleyecektin; Kız da evdeşin olmak için söz verecekti. Culduz zaten senin geleceğini biliyordu. Akşam yapılacak olan şölene katılarak seninle görüşmek istiyordu. Tam evden çıkmaya hazırlanırken, durumu öğrenen erkek kardeşi, kızın çıkmasına engel olmak istemiş. Orada, sizi kıskananların da kışkırtmasıyla, kardeşi, Culduz’un kaburgalarını kırmış. İşte Culduz’un ölüm nedeni bu olacaktır.’ Elkırgan Kam ne kadar da uğursuz biriydi! Yıllardır bana felaket çağırmaktan başka bir şey yapmamıştı. O anda, aklımdan Elkırgan Kam’ın kafasını kılıcımla koparmak geçtiyse de, kendimi tuttum.

Culduz o geceden sonra yataklara düşmüş, kırılan kemikleri bir türlü iyileşmek bilmemiş. Baksılar28 kartkurthalar,29 atasagunlar ve otaçılar30 onun derdine aylarca çare aramışlar. Culduz, öleceği günden bir gün önce annesini yanına çağırarak, kendinden küçük kız kardeşi Külsünay’ı benimle evlendirmelerini istemiş. Bu Culduz’un son vasiyeti olmuş!

Aşk acısı ile dolu hikâyesini uzun uzun anlatan Börükaya, bir süre bakışlarını ufka çevirerek öylece durduktan sonra;

– İşte böyle Talayhan Tiginim! Bana onu yâr etmek istemeyen kötü niyetli kişiler, belki de kara büyücüler Culduz’un ölümüne neden oldular. Uzun süredir anlattığım bu acı dolu hikâyem de bitti. Ben uzak diyarlara gideceğim, sana veda etmeye gelmiştim. Burada çok uzun kaldım, hoşça kal, deyip gitmişti.

* * *

Börükaya’nın yıllar önce yaptığı bu konuşma Talayhan’ın aklına takılıp kalmıştı. Uçurumlarla dolu yol boyunca Börükaya ile Culduz’un aralarındaki bu kara sevdayı düşündü. Kızın ölüme gidişi, Börükaya’nın anlattıkları ve onun yitip giden hayatı gözünün önünde canlanıp duruyordu. Bu acı dolu hikaye, Talayhan’ı derin düşüncelere sokmuştu…

Orunordu ile Nartlana arası yedi günlük yol idi. Atlı araba, Nartlana’dan Orunordu’ya gelirken Hunnuçay’ın birçok kent, köy ve kasabalarından geçecekti. Talayhan’ın içinde ayrı bir sıkıntı daha vardı. Aklı, Nartlana’dan çıkmadan önce Nartbilgiç’in söylediklerinde idi. İç sıkıntısının etkisiyle geçtiği yerlerdeki güzelliklerin farkına bile varamıyordu. İkinci gün sıkıntısı azaldı. Yemyeşil köylerden, kentlerden geçtikçe, dağları nehirleri aştıkça morali düzeldi. Geçtikleri yerlerde ülkesinin büyüklüğünü gösteren; yazılı, resimli ve tamgalı31 taşları görmek onu rahatlatıyordu.

Arabanın sürücüsü Kumukbek Onbaşı, yanındaki arkadaşına sessizce sordu;

–Bu taşlardaki resim, tamga ve yazıların anlamı ne olabilir ki?

Talayhan soruyu duymuştu. Kumukbek’in bunu bilmediğine şaşırdı, “Öylesine arkadaşını konuşturmak için sordu galiba,” diye düşündü. Talayhan yine de Onbaşı Kumukbek’e açıklama yaptı;

–Kumukbek! dedi. Bu taşlara işlenmiş “buv”32 denilen erkek geyikler ve “acir”33 denilen erkek at kabartmaları, yazı veya diğer işaretler milletimizin büyüklüğünü gösterir. Aynı zamanda bazı yazı ve şekiller; yolcuların gidecekleri yerlere kaybolmadan ulaşması ve rahat hareket etmesi içindir. Tamga dediğimiz işaretler de aslında iletişim için kullanılıyor. Hunnuçay’da boyların-sülalerin kendilerine ait tamgaları vardır. Sürülerimizi, atlarımızı hatta at koşum takımlarımızı dahi tamgalıyoruz ki karışıklık yaşanmasın.

Onbaşı Kumukbek, Talayhan’ın bu açıklamasından hem memnun, hem de mahçup olmuştu. Üstelik onun bu bilgili komutanı tigin34 idi, gelecekte kağan olacaktı. Kumukbek, Hunnuçay’ın sanatkâr yazıtçılarının ve bilgiçlerinin taşlara kazıdığı bu resimleri, kaya yazıların ve tamgaların anlamını arkadaşına sorduğu için komutanından utanmıştı. Onbaşı, “Keşke sormasaydım! Şimdi benim hakkımda; ‘On sekiz-yirmi yaşlarında bir Hunnuçay’lı memleketini iyi tanımalıydı, atalarının yaptığı bu muhteşem eserleri çok daha küçükken bile öğrenmiş olmalıydı’ diye düşünmüşlerdir” diye aklından geçirdi.

Yol uzundu, belli ki yorucu olacaktı. Talayhan da düşünceliydi. Nartlana Şehri’nden çıkmadan önce duyduğu, “Büyük bir aşkın tutsağı olacaksın! Yüreğine od düşecek!” sözleri ara ara aklına geliyor ve vücudunu sıkıntı kaplıyordu. Eğer bu garip sesleri duymasaydı, Baybatır ve bu yiğit iki asker ile yapılan yolculuk çok daha zevkli geçerdi. Talayhan’ın sıkıntılı hâlini gören Baybatır,

– Tigin’im! Uzun yolculuklardan sıkılmazdın eskiden! Bu sefer sanki yolculuktan pek memnun değilsin, hoşuna gitmeyen bir durum mu var? diye sordu.

– Doğrusu, biraz sıkılıyorum sütkardeşim Baybatır! dedi Talayhan. Ben böyle uzun yolculukları severdim aslında! Hunnuçay’ın neresinde seyahat edilirse edilsin şehir ve kasabaların güzelliği, insanların misafirperverliği, tabiatın muhteşem görüntüsü beni adeta büyülerdi. Ama nedense de Orunordu’ya gittiğime sevinemiyorum bu sefer!

Üzerine resimler yapılmış bir kayanın yanından geçiyorlardı. Baybatır, o kayayı işaret ederek, – Bu yazılı ve resimli kayalar Hunnuçaylı’ların ne kadar sanatkâr ruhlu olduklarının açık göstergesidir. Halkımızın içinden yetişen yetenekli ve kutlu kişiler, geçmişin ve bugünün hatıralarını gelecek kuşaklara aktarmak için bu resimleri ve yazıları bengü taşlara kazıyorlar. Geçen yıl bizim El’de “atların tamgası töreni”35 yapılmıştı. O törene katıldım ama atların canlarının yandığını görünce biraz üzüldüm. Tamgalama işi bitince, tertiplenen şölende Göktanrı’ya kurbanlar kesildi, halka yemek verildi, dedi Baybatır.

Yolculuk esnasında birçok konu konuşuluyor, atlar yorulmadıkça pek mola da verilmiyordu. Konuşmaya Talayhan devam etti.

– Kayalarda gördüğünüz tamgalar da yazı ve resimler gibi toplumumuzun geçmişi ve bugünü için bilgi veriyor. Fakat bildiğiniz gibi Hunnuçay’da tamgaları sadece kayalarda değil, evlerimizin kapısında, kılıçlarımızda, keçeden yaptığımız halılarımızda, “kurgan” taşlarda ve daha birçok yerde görebiliriz. Tamga aleti, genellikle demirden yapılır ve ateşte kızdırılan alet, hayvanın vücüdunun belli bir yerine basılır. Hayvana acı verir biraz. Atlarımızdaki tamgalar genellikle sülalerin soy tamgalarıdır. Vücudunda tamga olan ata, kolay kolay göz değmez ve vahşi yaratıklar zarar veremez. Küçükbaş hayvanların tamgaları da “en” diye adlandırılır ve genellikle kulaklarında olur.

– Küçüklüğümde bir masalda bazı büyük kayaların ikiye ayrılıp kapandığını duymuştum! dedi Baybatır.

– Masalda duyduğunu söylüyorsun Baybatır! Demek ki sadece masalmış! Hunnuçay bir masal ülkesi değil midir zaten? Hayatımız da bu masallar gibidir. Bir varmışız, bir yokmuşuz, öyle değil mi Baybatır! Seninle aynı anadan süt emmişiz, sütkardeşi olmuşuz. Bu da gelecekte masallara konu olacak! Süt-kardeşliği çok önemlidir, kandaşlık, yani öz kardeşlik ile aynı değerdedir. Sütkardeşi olan bir kız ile bir erkeğin, töremize göre evlenmesi tamamen yasaklanmıştır, evlenemez! Cezası ölümdür! Tabi bunları bilmeyenimiz yok, konusu geçince konuşuyoruz o kadar. Yolumuz uzun Baybatır, aklıma gelenleri anlatayım; belki ilgini çeker. Yıllar önce Sümergeriy adlı bir kam’dan dinlemiştim; uzak bir yere seyahata gittiğinde, bir kaya üzerindeki şu yazıyı görmüş: ‘Bir insan çocuğunu sütanneye verirse ve bu çocuk da bir şekilde ölürse, bu sütanne de kimsenin haberi olmadan başka bir çocuğu emzirirse, töreye göre o kadının memeleri kesilir!’ Yani bir kadın, kimseden habersiz sütünü farklı çocuklara emzirirse, ileride bilinmeden sütkardeşler arasında bir evlilik sözkonusu olabilir. Bu çok tehlikelidir, bir felâket demektir! Onun için sütkardeşler birbirini mutlaka bilmeli, tanımalıdır.

Yolculuk, sohbetle pek zevkli geçiyordu. Sözü bu kez Bay-batır aldı.

– Sütkardeşliği tabi ki öz kardeşlikten farksızdır, elbette töremizdeki yeri de çok önemlidir. Demek ki başka ülkelerde de kanunları kayalara yazan budunlar36 varmış. Bu, hoşuma gitti doğrusu. Memleketimizdeki bazı yüksek kayalar kutludur, ‘Halk adına Göktanrı’ya hizmet ederler’ diye inanılır ve bu kayalara adaklar adanır. Biliyorsun; yağmuru yağdırmak, tarlalardan bol ürün almak, hastalıklardan korunmak için yapılıyor adak adama işi. Orunordu’da Kadav Taş adlı göklerden geldiğine inanılan kapkara bir kayaya adaklar adandığını, onun etrafında el ele tutuşarak şarkılar söylendiğini, danslar yapıldığını çocukluğumuzda kaç kez birlikte görmüştük. Hunnuçay’a kıtlık, açlık gelmemesi için sık sık Kadav Taş’a dualar edilir, adaklar adanırdı.

Talayhan, Baybatır’ın bilgili bir komutan olduğunu biliyordu, onun anlattıkları hoşuna gitmişti. Baybatır’a dönerek;

–Hunnuçay’da bahsettiğin ele ele tutuşarak şarkılar söylenmesi, çocukluğumda benim de çok hoşuma giderdi, dedi. Senin anlattığın Kadav Taş’tan başka; Eliya Kaya ve Çoppa Taş’ın etrafında da aynı şeyler yapılırdı. Biliyorsun Hunnuçaylıların “bereket tanrısı” Çoppa’dır. Yine Eliya da gök hareketlerinden; yani yağmur, bulut ve şimşek gibi olaylardan sorumludur. Her ikisi de Göktanrı’nın yardımcıları olan tabiatüstü varlıklardır. Halkımız; acılarını, kıvançlarını, oyunlarını, şiirlerini kısacası yaşam biçimini, gelecek nesillere şarkılarla aktarmıştır. Binlerce yıl sonra dahi şarkılarımız dillerde olacak. Bizler dokuz katlı gök aleminde bu şarkıları dinleyeceğiz. Senin de bildiğin gibi Hunnuçay’lı zirveleri hep kutlu bilmiş. Sadece ucu göklere uzanan taşları değil, dağları ve ağaçları da kutlu bilmiş. Mavi göklerin, kara yerin, dağların, taşların, suların ve ormanların ayrı ayrı koruyucu ruhları olduğuna inanmış. Kötülükler, kıtlık ve hastalıklar gelmesin diye bu ruhlara adaklar adamış, kurbanlar kesmiş. Hunnuçay’lı güneşi, ayı ve yıldızları yöneten Tanrı’yı gökte bilmiş. Bengü hayatta, göklerde yaşamak, sevgiliye kavuşmak, yani kat kat göklerde yaşadığına inandığı Göktanrı’sına ulaşmak istemiş. Tabi ki canlılar için tehlikelerden korunmanın en iyi yollarından biri de yükseklerde olmaktır. Bu da işin bilinen bir kısmı…

* * *

Orunordu’ya iki günlük yol kalmış, atlar da yorulmuştu. Navruz Onbaşı, yanına aldığı “cavrun kalak”37 da denilen koyun kürek kemiğine bakmaya bugün gerek görmemişti. Önceki gün kuşluk vakti kemiğe bakmış; “Arkada herhangi bir tehlike olmadığını, geriden takip edilmediklerini” söyleyerek tekrar deri torbanın içine koymuştu…

Günortasında, Uçkulankök Vadisi’nden geçiyorlardı. Biraz ileride bir taş yığının üzerinde hareketlilik olduğunu farkettiler. Yaklaştıklarında başında başlıkları, ayaklarında dizlerine kadar uzayan deri çizmeleri ve üstlerinde de yamçıları olan üç kişi ile karşılaştılar. Talayhan arabanın durdurulmasını söyledi, birlikte arabadan indiler ve onlarla tek tek selamlaştılar. Talayhan adamlara “nerelisiniz” diye sordu.

Yaşça diğerlerinden büyük olduğu anlaşılan kırsakallı adam;

– Biraz ileride birbirine yakın İskitav, Canbalık ve Karaçuk adlı üç uluş var, her birimiz ayrı ayrı bu “uluş”38 dediğimiz köylerden geldik.

– Ne yaptığınızı öğrenebilir miyiz? dedi Talayhan.

– Burası bir Obur’un mezarıdır, son günlerde bununla ilgili şikâyetler çoğaldı. Geceleri mezardan kalkıp, kedi kılığına girdikten sonra, köylerimize kadar gelip beşikteki çocuklarımıza musallat oluyormuş. Onların süt kokulu bedenlerini yalamayı çok severmiş. Obur’un bedenini yaladığı çocuklar gelişip serpilemezmiş. Bazen bu bebekleri boğduğu da oluyormuş. Tekrar köyümüze gelip çocuklarımıza zarar vermesin, boğmasın diye uzun kazıklarla onu yerin dibine kadar çaktık!

–Sizi görünce bir selamlaşalım diye durduk, bizden bir isteğiniz var mı? Yolumuz uzun biz gidelim, dedi Talayhan.

– Çok aceleniz yoksa sizi köylerimizde misafir edebiliriz, dedi kır sakallı adam.

Talayhan “Bir an önce gitsek iyi olur” diye ısrar edince, kır sakallı kişi “Madem aceleniz var, yanımızda bolca “kuvut”39, “kak”40 ve “cörme”41 var. Bu yiyecekleri size verelim, yolda yersiniz,” dedi. Talayhan “Keçeli arabada her şeylerinin olduğunu” söyleyerek köylülere teşekkür etti ve vedalaşarak ayrıldılar.

Karşılaştıkları bu insanların yapmaya çalıştıkları Talayhan’ın biraz tuhafına gitmişti. Obur dedikleri, aslında bir insandı, mezarına kazık çakarak onu zararsız hale getirmeye çalışmalarını düşünerek gülümsedi ve Baybatır’a dönerek,

– Bu yamçılı adamlara ne diyorsun? Obur’u etkisiz hale getirebildiler mi sence? Daha önce böyle bir şeyle karşılaştın mı?” diye sordu.

– Böyle şeyler küçüklüğümüzde konuşulurdu, Obur masalları çok söylenir, bazen çocukları onunla korkuturlardı, dedi Baybatır.

– Dağda bayırda karşılaştığımız insanların şu misafirperverliğine bakın! Bu konukseverlik gurur verici bir şey. Zaten Hunnuçaylı’ların en büyük özelliği; konukseverliği değil midir? Halkın konukseverliği “konaklık” adıyla kurumlaşmış ve en büyük kültür zenginliğimiz olmuştur, dedi Talayhan.

Baybatır, Talayhan’ın sözlerine karşılık verdi ama Talayhan onu dinlemiyordu, bir anda içine garip bir sıkıntı doğmuştu. “Atlar da biz de yorulduk, bir an önce Debetcurt Kenti’ne girsek” diye düşünürken, “Büyük bir aşkın tutsağı olacaksın! Sevgiline, ancak uçmağa vardığın zaman kavuşabileceksin!” seslerini yine duyar gibi oldu. Sanki sesler gökten geliyordu. Arabadakilere göz ucuyla baktı, hiç kimsede ses duymuş bir durum görünmüyordu. “Galiba yorgunluktan kısa süreli de olsa uyukladım, rüya görmüş olmalıyım.” diye düşünerek kendini rahatlatmaya çalıştı…

İlk Baskın

Atların kulaklarını dikleştirmesinden uzaklarda da olsa önde bir hareketlilik olduğunu anlayan Onbaşı Kumukbek, arabayı durdurdu. Arabanın aniden durması Talayhan’ın hoşuna gitmemişti, Kumukbek’e sordu:

– Kumukbek Onbaşı! ne oldu da durdun?

– Atlar önde bir hareketlilik sezdiler komutanım!

Baybatır da bir tehlike karşısında olduklarını anlamıştı; Navruz’un aklına kürek kemiğine bakmak geldi. Hızlı bir şekilde deri torba içindeki kürek kemiğini çıkardı. Talayhan sordu;

–Tulumdan çıkardığın nedir Navruz?

– Koyun kürek kemiğidir Komutanım, hemen bir ateş yakıp, bakmam lazım.

Talayhan gülümseyerek;

– Telaşlanma Navruz Onbaşı! dedi, arabayı bir kenarda durduralım, sen rahat rahat ateşini yak. Hem neden özellikle koyun kürek kemiği? Dağ keçisi kemiği bulamadınız mı?

–. Yola çıkmamız biraz ani oldu komutanım!

– Hunnuçay’ın bazı yörelerinde kürek kemiğinine “cavrun kalak” da denir bunu biliyor muydunuz? dedi Talayhan.

– Evet, bizim elde de buna “cavrun kalak” diyoruz.

– Peki, neden kürek kemiği dendiğini de biliyor musun? dedi Talayhan ve yine kendisi cevapladı.

– Hayvanın ön bacaklarının gövdeye birleştiği yassı kısım, üçgen şeklinde olduğundan, bezetmeden dolayı kürek kemiği adını almış. Geniş coğrafyamızda “Cavrun kalak” da, kürek kemiği de aynı sözdür, dilimizin töremizin zenginliğindendir bu.

Baybatır, Navruz’a dönerek buyurdu;

–Şu çıraları ve meşe dallarını hemen ateşle! Kürek kemiğine beraber bakalım!

– Emredersiniz Baybatır Komutanım!

– Navruz Onbaşı! Geleceği daha iyi görmek için kürek kemiğinin belli bir yaşı olması gerekli diye biliyorum. Bu cavrun kalak kaç yaşındaki bir koyundan alındı? dedi Baybatır.

–Komutanım! Kürek kemiğinden en doğru bilgiyi almak için; koyunun veya keçinin en fazla üç yaşında olması gerekir. Aksi durumda doğru bilgi alamıyoruz, ayrıca geleceği iyi okumak için bu kürek kemiğinin kaynatılmaması da gerekir, diye cevap verdi Navruz.

–Bu konuda çok bilgilisin onbaşı! dedi Baybatır.

Navruz kemiği aldı, baktı, baktı…

–Komutanım! Kemiğin yüzeyinde çok karmaşık, dolambaçlı çizgiler, küçük çatlaklar var; bunlar bir tehlike, bir uğursuzluk olduğunu gösterir! dedi.

Baybatır’nın aklına o an Hunnuçay’da sık söylenen bir atasözü geldi; “Kürek kemiği karışırsa memleket karışır!” Navruz da yol boyunca kürek kemiğine daha sık bakması gerektiğini ve tedbir almadığını düşündü, canı sıkıldı. Arabadakiler, kemikte karışık çizgiler, değişik noktalar ve küçük çatlaklar oluştuğunda, bunun uğursuzluk işareti olduğunu zaten biliyorlardı.

Atlardaki huysuzluğun arttığını gören Talayhan, Baybatır’a; “Arabadaki silahların indirilmesini, atların koşumlarını bırakmalarını ve zırhlarını giymelerini” söyledi. Zırh önemliydi, göğüs göğüse vuruşma anında atların altında kalsalar dahi zırh hayatlarını kurtarırdı. Talayhan, Nartlana’dan çıkmadan önce, karargâhta gördüğü rüyayı ve yıldız kaymasını hatırladı. “O garip rüya ve yıldız kayması; bir uğursuzluk veya tuzakların, günlük tehlikelerin habercisi miydi acaba!” diye düşündü. Belki de yüreğine aşk acısı düşeceğinin habercisiydi. Talayhan “Bu karmaşık düşüncelerden bir an önce kurtulmalıyım!” diyerek, Baybatır’a ve askerlere baskın anında neler yapılması gerektiğini anlattı…

* * *

Nartlana, Islavorus ve Çınakıtay devletleri ile sınır şehri olduğu için, haydutlar bir şekilde sarp ormanlardan içeriye sızabiliyorlardı. Hunnuçay’da yaşayan Kucurbet kabilesinden bazıları da bu haydutlarla işbirliği içindeydiler. Bir grup atlı haydut, Nartlana’dan beri sık ormanlıklara gizlene gizlene, önden takip etmişlerdi arabayı. Baybatır, “Yolculuk boyunca kürek kemiğine daha sık baktırsaydık daha iyi olurdu” diye düşündü. Gerçi Navruz bu işi biliyordu, kemiğe bakmıştı bakmasına ama sadece geriyi kontrol etmiş, bu yüzden tehlikeyi sezememişti…

Günbatımına yakın Debetcurt Kenti’nin sınırlarına yaklaştıklarında on beş kişilik bir haydut grubunun saldırısına uğradılar. Haydutların amacı Talayhan’ı kaçırmaktı, ancak bunun kolay olmayacağını da biliyorlardı. Önce Baybatır’ı öldüreceklerdi. “İki askeri nasıl olsa etkisiz hale getiririz.” diye düşünüyorlardı. Sonra da teslim alacakları Talayhan’ı Islavorus Devleti topraklarına götüreceklerdi.

Atlı on beş haydut, Hunnuçay savaşçılarından gördükleri gibi, arabayı çember içine alarak saldırıya geçti. Haydutlar kalabalık olduklarına güvenerek atlarından indiler, göğüs göğüse çarpışma başladı. Talayhan tek kılıç darbesiyle haydutları biçiyor, Baybatır da kılıcı ve kalkanıyla onu koruyordu. Kumukbek ve Navruz da hançer ve mızraklarıyla haydutlara göz açtırmıyorlardı. Çok kısa süren bu baskında haydutların tümü yok edilerek tekrar yola çıkıldı. İlk defa böyle bir baskına maruz kaldığı için Talayhan’ın canı sıkılmıştı, demek ki bir şeyler eksik yapılıyordu. Ülkede böyle bir saldırıya cesaret edilebilecek haydutların olması Talayhan’ı düşündürdü; “Sınır kentlerinde casusların çoğalmaya başlaması iyiye işaret değil. Bu çaşıtlar,42 Hunnuçay ülkesine tabi olup da kendini yabancı gören birtakım halkları, kolayca kandırıp karışıklık çıkarabilirler. Kötü niyetli kişileri kullanan komşu devletler, kandırılmaya müsait bu insanları isyana teşvik edebilir,” diye aklından geçirdi…

Talayhan bu baskını kurultaya taşıyacaktı; Orunordu’ya gider gitmez Kumanbay Kağan’a da anlatacaktı…


26.Kantarma: Atların zaptedilmesi amacıyla ağızlarına yerleştirilen ve her iki ucuna dizginin bağlandığı metal parça.
27.Kak et: Karaçay-Malkar Türklerinde genellikle kış mevsiminde tüketilmesi amacıyla, tuzlanarak gölgede kurutulan et.
28.Baksı: Geleneksel yöntemlerle halk hekimliği yapmanın yanı sıra; büyülü sözlerle kötü ruhları kovmak, din adamlığı, ozanlık gibi görevleri olan kişi.
29.Kartkurtha: Karaçay-Malkar Türrkleri’nde akıllı, tecrübeli, herhangi bir sorun olduğunda danışılan, bilgiç, yaratıcı özellikleri olan kadınlara verilen ad. Kartkurthalar aynı zamanda kemik kırık ve çıkıklarını da tedavi eder.
30.Otaçı: Çeşitli bitkilerle hastalıkları tedavi eden kişi. Eczacı, hekim anlamlarında da kullanılır.
31.Tamga: Bir şeyin üzerine basılan nişan, mühür, işaret. Ön Türklerin tarih boyunca iletişim aracı olarak kullandığı bu semboller; Türk etnolojik tarihini oldukça aydınlatıcıdır. Tamgalar mağara duvarlarında, kaya resimlerinde, topluluk, boy, soy ve ailelerin tanıtılmasında, at, sığır, koyun gibi hayvanların vücütlarının değişik yerlerinde, mezar taşlarında, kilim ve halılarda, at koşum takımlarında, heybe ve çuvallarda, ziynet eşyalarında, evlerin kapı ve duvarları gibi pek çok yerde kullanılmış ve halen daha da kullanılmaktadır. Örnek olarak, Orhun Yazıtları’ndaki Göktürk Harfleri’ni tamga olarak değerlendirebiliriz. Aynı şekilde Karaçay-Malkar Türkleri’ndeki sülale tamgalarının maddi ve manevi kültürdeki etkisi günümüzde de devam etmektedir.
32.Buv: Karaçay-Malkar Türkçesinde erkek geyik.
33.Acir: Karaçay-Malkar Türkçesinde erkek at, yılkıyı yöneten aygır.
34.Tigin: Türklerde kağanın oğlu, şehzade, prens.
35.Atların tamgalanması: Yakın tarihe kadar Karaçay-Malkar Türk kültüründe iyi cins atlara, halkların sülale damgalarının vurulduğu görülmüştür. İki yaşını dolduran atların sağrısına (Bel ile kuyrukları arasındaki dolgun bölüm) kızgın metal ile sülale/soy tamgası vurulur. Tamgalama işi topluca yapıldıktan sonra, kurbanlar kesilerek ziyafet verilir ve şölen düzenlenirdi.
36.Budun: Millet, ulus, kavim, boylar birliği, köken.
37.Cavrun kalak: Karaçay-Malkar Türkçesinde kürek kemiğine verilen ad. Kürek kemiği Dîvânü Lûgati’t-Türk’te de “yarın” olarak geçmektedir.
38.Uluş: Dîvânü Lûgati’t-Türk’te köy, şehir manasında kullanılmıştır.
39.Kuvut: Karaçay-Malkar kültüründe mısır ununun kavurulmasıyla elde edilen yiyecek türü. Yoğurt veya kaymak ile yenilebilir. Tereyağı veya bal ile karıştırılarak yumak haline getirilip deri tulum içinde aylarca muhafaza edilebilir.
40.Kak: Karaçay-Malkar kültüründe, mısır unu kullanılarak yapılan lapa. Mısır unu bulunmaz ise buğday unu da kullanılabilir. Kavurma, tereyağ, bal, pekmez veya yoğut karıştırılarak yenilebilir.
41.Cörme: Karaçay-Malkar Türklerine ait yiyecek türü, Bir çeşit işkembe dolması. Koyun bağırsağının içine İşkembesi ve yağı küçük küçük doğranarak doldurulur. Suda haşlandıktan sonra kurutulur. Tuzlu olduğu için uzun süre bozulmadan kalabilir.
42.Çaşıt: Casus, ajan.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺17,64

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
14 s. 24 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6494-42-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin PDF
Ortalama puan 1, 1 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre