Kitabı oku: «Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar»
ÖN SÖZ
Mükerrem Kâmil Su, Cumhuriyet Dönemi öncesi ve başlarında yetişmiş bir eğitimci olmasına rağmen sade ve arı dili ile dikkat çeken bir yazardı. 1920’li yıllarda öğretmenlik mesleği ile birlikte sürdürdüğü yazım hayatını bir ömür boyunca devam ettirdi. Aşk ve maceranın konu edildiği, kahramanları arasında zaman zaman kendi yaşantısından kesitler yansıttığı ilk yapıtlarına 1970’lerden itibaren çocuk kitaplarını ekledi. Ülkenin geleceğinin sağlam temeller üzerine kurulmasının eğitim ile mümkün olacağına inandığından, en kıymetli yatırım malzemesinin gençler olduğunu savundu. Dilimize yönelik hızlı bir yabancı kelime istilası başladığında, endişesini dile getirerek, kültür hazinemizi korumamız için Türkçeye sahip çıkmamızın önemini vurguladı. Çok sevilen bir eğitimciydi, benim de ilk öğretmenimdi. Ondan aldığım bilgiler ve nasihatler ışığında yetiştim. Kendisinden, 1.Dünya Savaşı yıllarının yokluklarını, Çapa Kız Öğretmen Okulunda öğrenciyken şahit olduğu İstanbul’un işgalini dinlerken özgürlüğün önemini öğrendim. Babaannem ile ilgili çok şeyler yapmak istedim. Bu sade ve mütevazı ama hatırlanması gereken edebî değerin eserlerinin yeni nesillere tanıtılmasının önemini kavradım. Bunca yılın emek ve çabasının birkaç sahafın raflarında gizlenmesine razı olamadım. Yeni kuşakların onu tanıması, eserlerinden istifade etmesi sevincim, benim için çok değerli olan anısını yaşatabilmek gururum olacaktır
Mehmet Ali TANAYDIİstanbul, Şubat 2009
ÇIRPINAN SULAR
BİRİNCİ KISIM
Yemek salonuna geçileceği sırada gelmişti. Kapıda görünür görünmez bütün gruplarda bir heyecan rüzgârının esişi belli oldu. Başlar ona doğru çevrildi. Birçok kalplerde çırpıntı başladığı kolayca sezilebiliyordu. Üstünde zarif bir gece elbisesi vardı. Boynu, saçlarının siyah dalgası ile robunun siyah ipeği arasında nefis, beyaz bir çizgi hâlinde görünüyordu. İnce ve pek düzgün vücudunu yumuşak okşamalarla saran ipeğin, gecenin karanlığına dökülen bir çağlayan şeklinde belden aşağı inişi vardı. Arkası çok açıktı. Kollarının açıkta kalan kısmıyla sırtının mat rengi gözleri kamaştırıyordu. Az dalgalı, parlak saçlarını yandan ayırarak ensesinde toplamıştı. Geniş, esmer alnı üstünde ince, uzun kaşları, düz ve sık kirpikleri, harikulade canlı ve büyük gözleri vardı. Burnu, eski Yunan güzellerinin burunlarındandı. Pürüzsüz, esmer yüzünde kızıl dudakları ihtiras yaratıyordu. Çenesinde gülerken ve konuşurken beliren tatlı bir çukur göze çarpıyordu.
Bir bakışta çeken, sürükleyen, kendine bağlayan ve geri alınmaz aşklara basıp geçen bir yaradılışı vardı.
Yüzünün çizgileri ayrı ayrı incelense belki hiç de güzel değildi. Fakat geniş alnı üstünde kaşları harekete geçince o alın manasını büsbütün değiştiriyor; birbirine dolanan gür kirpikleri aralanınca siyah elmaslardan daha koyu ve ışıklı gözleri harikulade canlı bakışlar ile ona herkesten ayrı bir mana veriyordu.
Kapalı iken sadece arzuyu ateşleyen dudakları, gülerken, konuşurken o kadar değişiyordu ki… Küçük, biraz seyrek, çok fazla parlak dişleri insana o anda nefis bir inci yağmuru başlayacak hissini veriyordu.
Sesi biraz kalın ve tahrik ediciydi. Tanrı’yı en yüksek sanatkâr olarak kabul edenlere göre, bu kadının, onun en muhteşem bir eseri olmak lazım gelirdi. Şüphesiz ki, o da yaratıcılığının sonsuz hazzı, heyecanı, ihtirası ve coşkunluğu içinde bir aşk hummasına tutulduğu sıralarda onu bu topraklara vermiş olmalıydı.
Ama niçin? Belki aşkın en yükseğini tanıtmak belki de insanları ızdırabın sonsuzluğuna atarak olgunlaştırmak için… Kim bilir, belki bunlar değil de sadece şekil güzelliğini hiçe indiren yüksek mananın ne demek olduğunu öğretmek emeliyle…
Salonda göründüğü dakikada kalplerin vuruşları gibi yürüyüşler de hızlandı. Erkekler çabucak etrafını sardılar. Kadın başlarında kıskançlık fırtınası birçok iyi ve güzel duyguyu kökünden sarstı. Ve gayet nefis boyanmış, güzel dudaklar yavaşça, tatlı gülüşlerin paravanı arkasında harekete geçtiler:
“Bu elbisesini hiç görmemiştim. Arkasını pek fazla açık bulmuyor musunuz?”
“Hemen hemen bele kadar sırtı tamamen açıkta kalmış.”
“Tabii, güzelliğinden emin!”
“Siz de onu, birçokları gibi güzel mi buluyorsunuz?”
“Yook, ne münasebet. Bir kere ben zaten esmerlerden hoşlanmam.”
Ufak tefek, pek frapan giyinmiş bir genç kadın:
“Ama sarışınları gölgede bırakıyor.” diye çıngıraklı bir kahkaha ile söze karıştı.
Erkekler saygılarını açığa vurmak için birbirleriyle yarışa çıkmış gibi görünüyorlardı. Ve o, salonun havasını karıştıran varlığının engininde hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi ev sahibi ile konuşmaya başladı.
Yemeğe giderken Sermet, dakikalardan beri gözlerini üstünden ayıramadığı genç kadının arkasından sürüklenir gibi olduğunu fark etti. Hayata yeni atılmış, tecrübesiz bir gençti. Uzun tahsil yıllarından, daima kapalı geçen okul hayatından sonra sosyeteye yeni katılıyordu. Gayet iyi arkadaşlarından Mahir’in ısrarı neticesinde bu yemek çağrısını kabul etmişti. Uzun boylu, açık yeşil gözlü, geniş omuzlu, zayıf bir çocuktu. Kemikli yüzünde göze çarpan şey, yalnız çok tatlı ve munis bakan gözleriydi.
Şimdiye kadar bulunduğu birkaç toplantıda güzel, iyi giyinen, konuşmasını ve toplu hayat icaplarını bilen kadınlar tanımıştı. Kendi aralarında, yakın arkadaşlar muhitinde de cana yakın kızlarla ahbap olmuştu. Onların şen kahkahaları, kıvrak hareketleri, yadırganmayan temiz bakışlarıyla sosyete âlemine alışmaya başlamıştı. Tanıdığı kızlar arasında dostluklarını, ileride bir gönül arkadaşlığı derecesine intikal ettirebilmeyi düşündükleri de vardı. Bunlardan Vacide’yi dürüst hareketleri, kuvvetli mantığı yüzünden çok beğeniyordu. Orta boylu, kumral, çocuk bakışlı, sempatik bir kızdı. Tanıştıklarından birkaç ay sonra, belki ileride onunla evlenir, sağlam bir yuva kurarım, diye düşünmüştü.
Yıldız’ı pek hoppa, fazla şımarık bulmakla beraber, karşılaştıkları sırada çekiciliğinden kendini kurtaramadığını da pek iyi hissediyordu. Sarışın, minyon, boncuk mavi gözlü, pek hareketli bir şeydi. Daldan dala atlayan zarif bir kelebeği andırıyor, kızdığı zamanlarda da can yakan arılardan farksız görünüyordu.
Sermet, bu genç kızın müşekkel1 güzelliğine kapıldığını, onun rengine, neşesine ve içinden taşan çılgınlıklara hayran olduğunu anlıyordu. Ama onunla hayatını birleştirmeyi düşününce daima içinde buruk bir his kıpırdıyor, kalbine açılan yolun karşısına kafasının düşünce dikenleri çıkıyordu.
Ve sonra Oya karşısında açık bir emniyet hissediyor; onda geleceğin tatlı, yumuşak bir aynasını görür gibi oluyordu. Oya güzel değildi. Hayatını çalışarak kazanmak mecburiyetindeydi. Vacide ve Yıldız’la okul sıralarında yapılan bir arkadaşlıkları olduğu için ara sıra bu toplantılarda bulunuyordu.
Sermet âşık tabiatlı bir gençti. Hayatında ilk görüşte kapıldığı kadınlarla deli gibi tutulduğu kızların hayali çoktu. Bazen tramvayda rastladığı bir kadının güzel gözlerine bağlanır; haftalarca, aylarca her gözlerini kapayışta bu bir çift gözün rüyasını görürdü. Sonra bir başkasının nefis vücudu, bir diğerinin biçimli başı ve nihayet yine birinin saçlarının rengi onu bağlandığı güzelden uzaklaştırıverirdi. Ve bu, yirmi beş yıllık hayatı içinde daima böyle olmuştu. Büyük boşluk içinde müddetini doldurup da sönen yıldızlar gibi, hiçbir zaman aşk diye isimlendirilmeyecek hevesler, istekler, sevgi sanılan iğreti hisler gelip geçmiş ve genç adam daima kendi kurduğu hayal cihanı içinde tatlı bir gençlik hayatı sürmüştü.
Fakat Nahide’yi görür görmez hislerinin kamaşması ötekilerle ölçülecek mahiyette değildi. Garip bir baş dönmesine tutulmuştu. Bakışları genç kadının bakışlarına değdikçe bulanıyor, kalbinde güç isim verilecek bir karışıklık oluyordu.
Yemekte tam onun karşısına oturmayı büyük bir şans olarak kabul etti. İçinde birbirini kovalayan zıt hisler vardı. Bu hislerin en kuvvetlileri sonsuz bir hayranlık ve korku ile ifadelendirilebilirdi. Ona, bir bakışta hayran olduğu muhakkaktı. Fakat niçin korkuyordu? O da şimdiye kadar hayalinde çakıp sönenler gibi gelip geçici bir hevesten, bir gün kaybedilmesi pek tabii olan bir eski rüyadan başka bir şey mi olacaktı? Tanımadığı, fakat elinde almadan varlığı etrafında zincirlenip kaldığı kadının bakışlarındaki ışıklı karanlığa dalan gözleri kendini tutamasa yaşlarla dolacaktı. Niçin?
Yüreğini yakıp geçen, çırpınan duygular nereden geliyordu? Gözyaşları niçin göz kapaklarını yakıyor, niçin lokmalar boğazında düğümleniyordu?
Bazen bakışlarını başkalarının üstünde dolaştırmak istiyor; gelişigüzel birine derin derin bakmak, başka renklerin, başka güzelliklerin ve kokuların tesiriyle, düştüğü perişanlıktan kurtulmak istiyordu.
İşte ileride gayet şık giyinmiş, sarışın, iri lacivert gözlü bir genç kadın… Bakışları karşılaştıkça daima gülümseyen, ümit veren, vaatlerle dolu, büyük, ateşli gözler…
Biraz ötede, en müşkülpesent erkekleri yatıştırıp dizleri dibine düşürecek kadar kudretli görünen, muntazam bir kadın başı… Ve nihayet gülen, söyleyen, konuşan, çeken, alıp giden birçok kadın… Fakat hayır. Hiçbiri, artık hiçbiri onun gönlünü ardından sürüyüp alamıyor. O, nefis bir ay ışığı gibi doğalı, ötekiler az ışıklı birer yıldız olmaktan kurtulamayacaklar.
Etrafındaki erkeklere dikkat ediyor. Evlilerde bile göze çarpan bir heyecan görülüyor. Hele onun pek yakınında oturanlar, ona, bu muhteşem sofrada yardım edebilmek mazhariyetini o kadar açık hissettiriyorlar ki…
Sermet, ondan kaçırmak istediği bakışlarının, yine onun muğlak bakışlı gözlerine doğru çekildiğini hissediyor, ürpermekten kendini alamıyordu.
Hayır, hayır… Katiyen bu, diğerlerine, hiçbirine benzemiyordu. Sever gibi olduğu, beğendiği üç genç kız ve zaman zaman hayalinde çakıp sönen bütün ötekiler, hepsi birden birbirine zincirlenmiş gibi çekilip gidiyor; ruhunun enginlerinde başka duygulara yer kalmayacak bir şekilde bir saltanat kuruluyordu.
Henüz ismini öğrenemediği meçhul bir kadın saltanatı!..
Onun kim olduğunu düşündüğü dakikada bakışları delice bir çabuklukla uzun parmaklı ellerine değdi. Sol elinin yüzük parmağında tek taşlı, iri bir pırlanta yüzük vardı. O kadar… Demek, demek ince bir halka ile hayatında bir başka kalbin varlığını taşımıyordu. Bu, genç adamın çılgın çırpınışlarla göğsünü yoran yüreğine garip bir ferahlık verdi.
Yanındakiler ona olan hayranlıklarını ispat edebilmek için en küçük fırsatları kolluyorlardı. Hele solundaki esmer adam! Bir an oldu ki, Sermet, içinde, karşısındaki fazla şık ve bu hayata pek alışık görünen orta yaşlı adamı tokatlamak ihtiyacını duydu. Dövüşmek, ona iltifat edenlerin boğazlarına sarılmak istiyordu. Ve o, tecrübesiz başında kasırgalar koparan meçhul kadın, bir kere bile yüzüne bakmak lüzumunu hissetmeden daima ötekilerle, hepsini kendine azılı birer düşman olarak telakki ettiği erkeklerle meşgul oluyordu.
Yemek ne kadar devam etti, neler yedi? Yahut yemek istemediklerini ne şekilde reddetti, farkında değildi. Sofra adabına aykırı hareket ettiğini de henüz anlamamıştı. Eğer yakınında oturanlar, hislerinin ince yolları ve arzularının ılık rüzgârı içinde çalkalanmamış olsalardı falsoları çabucak meydana çıkar, alabildiğine gülünç olurdu. Fakat obunları değil, esrarlı bir genç kadın başına bağlanan talihinin kendisini nerelere doğru çekip sürükleyeceğini düşünüyordu.
Belki onu da diğerlerini olduğu gibi unutabilirdi, yine bir başka cazibeye kapılıp giderek… Fakat şimdilik buna imkân görmüyordu. Konuşurken, gülerken yüzünün ince çizgilerinde tüten manaya baktıkça, dize gelip ona tapmaktan başka aklına bir şey gelmiyordu.
Salona dönüldüğü zaman yine bir esir gibi onun arkasından sürüklendi. Oturdular. Genç kadının pek yakınında yer aldı. Onun biraz kalın, fakat ürpertiler veren sesini dinlemek, gülüşlerini yakından görmek, bakışlarında çakıp sönen ışıkların büyüsüyle sarhoş olmak, genç kalbinin genç duyguları için önüne geçilmez bir ihtiyaç hâlini aldı.
İri yapılı, esmer bir adam, çok zengin ve yüksek bir mevki sahibi olduğunu bildiği Hakkı Raşit, herkesten fazla genç kadınla meşgul görünüyordu. Uzun bir konuşmaya dalmışlardı. Sırasında Nahide iğneli sözler söylüyordu. Fakat Hakkı Raşit, ondan gelen her şeyi gülümseyerek karşılıyor, onu her şeyiyle benimsemiş görünüyordu.
Bir aralık Sermet, mağrur tanıdığı erkeğe karşı içinde kıskançlığı yutan garip bir acıma duydu. Genç kadınla aralarında kalbî bir anlaşma olduğunu düşünerek bozuşmaları ihtimaliyle titredi. Leke düşmemiş yüreğinde, görüp tanıdıkları, hatta hiç tanımadıkları için iyi duygular taşıyordu. Onlarda sevişen iki kalp, fakat sevgilerini karşılıklı bir hırpalanışla gizlemeye mahkûm bir ruh hâleti sezer gibi oldu. Birden, mesut olmalarını, anlaşmalarını, aralarındaki suitefehhümün2 kalkmasını candan istedi. Bu tehlikeli kadın bir başka erkeğin hayatına çekilip giderse dinleneceğini, geniş bir nefes alacağını düşündü ve bu hissine kendi de güldü.
Bir an lüzumsuzluğunu kavrayamadan onların münakaşalarına karışıverdi:
“Lakin hanımefendi, Hakkı Raşit Bey size çok kıymet verdikleri için sözlerinizin üstünde bu kadar duruyorlar.”
Kır saçlı, hâkim bakışlı erkek garip bir gülümsemeyle genç adamın yüzüne baktı. Nahide, Sermet’ten tarafa hafifçe döndü. Bakışlarında ürkütücü ışıklar yanıp söndü. Dudakları nefis bir kıvrımla, ince bir azarı andıran manalarla aralandı:
“Elbet kıymet verecek!..”
Elbet kıymet verecek… İnsan ruhları üzerinde ılık bir nefes gibi dolaşan bu ses, genç adamın maneviyatını olanca kuvvetiyle sarstı. Benliğinin hudutsuz yollarında binlerce ses, hep birden dakikalarca bu üç kelimeyi tekrarladı durdu.
Gözlerine değen koyu renkli bakışlarda neler vardı? O anda Sermet gözlerini yummak, yaşadığı yerlerin havasını değiştiren bu bambaşka kadının ellerine kapanarak “Ölünceye kadar sana bağlı kalacağım! Arkandan yürüyeceğim! Ateşe, ölüme, aşka ve ızdıraba kadar!..” demek istedi.
Gecenin, tayin edemediği bir saatinde ayrıldıkları zaman Sermet, düştüğü şaşkınlıktan henüz kurtulmuş değildi. O, ardından sürüklenip giden gönüllerin buhranını hiçe sayarak, varlığı etrafında dolanan hislerin ateşini fark etmiyormuş gibi görünerek gecenin karanlığına dalıp gitmişti.
Otomobilinin uzak bakışlı, sarışın bir göz gibi ışıldayan lambalarına bakarak caddenin bir köşesinde kalan genç adam, kendini ayakta tutabilen kuvvete şaşıyordu.
Niçin gitmemişti?
Niçin otomobilin kapısını açan şoförün yerinde değildi?
Niçin, niçin onun arkasında bir aşk hummasına tutulmuş gibi kendinden geçmişti?
Rastgele sokaklara dalıp çıkarak neden sonra evine dönebildi. Orada en sevdiği üç şeyin karşısında kalbiyle yüz yüze geldi:
Annesinin resmi,
Kütüphanesi,
Kedisi.
Annesinin ince yüzünde sanki içli bir hatıranın dumanı tütüyordu. Kitapları her zamanki dost bakışlarının karşılığını boş yere beklediler. Kedisi, boynunu okşamayan sahibinin hüznü karşısında türküsünü kesti. Ve sabaha kadar genç adam masasının başında binbir hayale, vehme, karmakarışık hislere şekil vermeye çalışarak boş yere uğraştı.
Mahir’e uzun bir mektup yazarak bir gece içinde düştüğü perişanlığı anlatmak istedi, vazgeçti. Çünkü o, bu saçma şeye yine her zamanki gibi gülecek, “Yenisi belirince bu da unutulmayacak mı?” diye eğlenecekti.
Kendisi de bunun böyle olmasını istiyordu. Onu o kadar erişilmez yüksekliklerde görüyordu ki, hiçbir zaman aşkına cevap veremeyeceğini, kalbinin derin duyuşlarını açığa vurduğu zaman “çılgın” diye hakaret edeceğini, müstehzi bir bakış, kırıcı bir kahkaha ile uzaklaştıracağını düşünüyordu.
Onu düşünmemek, bir gecenin rüyasını bir daha tekrarlamamak üzere unutmak lazımdı. Kurtuluş ümidiyle, beğendiği, karşılarında zaman zaman zaafa kapıldığı üç genç kızı gözlerinin önüne getirdi. Fakat ne yazık ki onlar da yaldızı, boyası dökülmüş, soluk birer resim çerçevesi hâlinde manasızlaşmışlardı. Nasıl olup da onları cana yakın bulduğunu, bir gün onlardan herhangi biri ile hissî bir anlaşma yoluna sapacağını ve bir yuva kurabileceğini düşündüğüne şaşıyordu. Hiç uyumadan sabahı buldu. İşine gittiği zaman yine kafası onunla meşguldü.
Dosyaların, imzalanacak kâğıtların yığını içinde bocalanırken telefonun zili öttü. Arkadaşı Mahir, bu gece Bay Rasim’le Reyhanlarda buluşacağını haber veriyordu. “Gelemem, imkânı yok, başım ağrıyor, kırıklığım var.” gibi sözlerle bu çağrıyı reddetmeye çalışırken birden elektriklenmiş gibi yerinde sarsıldı:
“Biliyor musun? Nahide Hanımefendi senin kim olduğunu sordu.”
“Kime?”
“Bana.”
“Ya?!”
“Pek şaştın. Fakat hak veririm dostum. Çünkü onun gibi bir kadının alakasını çekmek, gökten yıldızları yere indirmek gibi bir şeydir.”
Boğazına bir yumru takıldı. Artık karşılık veremiyordu. Kulakları uğulduyor, gözlerinden ateş böcekleri gibi parıltılı bir şeyler uçuyordu. Bu, haddizatında, belki de gayet basit bir tecessüsten ibaretti. Fakat bütün bir gece bir tek kadını, o bir tek meçhul kadını düşüne düşüne asabı gerilen genç adama bu alaka, aklı hayali durduracak bir şeymiş gibi geldi.
Akşamüstü evine döndüğü zaman yüreğinde tatlı bir çarpıntı vardı. Onu tekrar görmek, bir kere daha gözlerinin yangınında eriyip kül olmak, ona buruk bir haz, bambaşka bir zevk verecekti.
Fakat onu görmedi. Gecenin çok geç saatine kadar kapılarda kalan bakışları, en küçük seslerle çırpınan yüreği, boşuna bekledi.
Sevilen, beklenilen, arzulanan birini bekleyip de bulmamak ne fecidir. Onu görmek ümidini kaybettikten sonra artık hiçbir şeyle oyalanmanın imkânı yoktur. Kendisini toplantıdan toplantıya sürükleyen arkadaşının kolunda boş sokaklara dalınca ince bir isyanla ürperdi:
“Artık bu gezintilere son vermek istiyorum Mahir. Bıktım. Gece yarılarına kadar uykusuz, sigara dumanı, kahkaha, espri, dedikodu ve ne bileyim, bir sürü seremoni içinde bocalamaktan bıktım. Artık evime çekilmek, gündüzleri daha salim bir kafayla çalışmak, geceleri de bol bol okumak istiyorum.”
“Seni anlıyorum. Ve bu isyanın sebebini de keşfediyorum dostum!”
“Ne demek istiyorsun?”
“Anladığın şeyi.”
“Ben bir şey anlayamıyorum.”
“Açayım öyleyse… Deli gönlünün yine dizgine vurulmaz bir hâle geldiğini söylemek istiyorum.”
“Yanılıyorsun.”
“Zannetmem.” “Görürüz.”
“Evet, görürüz ileride… Fakat dikkat et! Sen de yanarsın…”
“Demek yananlar o kadar çok?!”
“Evet, bir araya gelseler bir hayli yer işgal ederler.”
“Kim bu kadın?”
“Bayan Nahide!”
“İsmini sormadım.”
“İsmini söylemek kâfidir. Ateş, kan, aşk ve ızdırap arkasından gelir.”
“Tehlikeli bir şey desene?..”
“Fark etmedin mi sanki?..”
“Evet, haklısın ama ben bu hissi yenmeye çalışacağım. Gerçi ben alımlı bir kadını görür görmez benimser gibi olan, onun herhangi bir şeyi için aylarca hayal kuran bir adamım. Fakat artık çocukluk, çılgınlık, gençlik çağı geçti. Daldan dala atlamak yasak. Uzakta yaşayan, daima sevilen kadından gizli kalan, öyle çocukça hisler ve hevesler, talebelik hatıraları arasına karıştı artık. Bundan sonra çok temkinli hareket etmek lazım geldiğini anlıyorum.”
Mahir güldü.
“Yok, eğlenme. Dün geceki tesadüf, hayatta rastladığım hadiselerin hiçbiri ile kabili kıyas değildir. Hem, benim maymun iştahlı bir adam olduğumu söylersin ama kime benden kötülük geldi? Bir beğendiğim, sevdiğimi sandığım, gece gündüz rüyasını gördüğüm kadınların hangisi gönlümün deliliklerinden haber aldı?
Hiçbir gün bu çılgın heveslerim, bu çocukça tasavvurlarım dudağa düştü mü? Fakat şimdi öyle değil. Hiç öyle değil!.. Bu defa bambaşka bir ruh hâleti içindeyim. Müthiş bir buhrana kapıldım, ateşe doğru koştuğumun farkındayım. Çünkü ben görür görmez tutuluşun, bir bakışta âşık olmanın normal bir şey olmadığına herkesten fazla inananlardanım. Göreceksin, mantıkla bu davanın içinden çıkabileceğim.”
“Bunu çok isterim Sermet! Fakat bilmem muvaffak olacak mısın? Aşk öyle bir kudrettir ki, mantığa, iradeye yol vermez, her şeye basıp geçer. Düşünce uçurumuyla karşılaşan bir hissin esasen köklü bir şey olduğuna inanılmaz.”
“Onu tanımıyorum, şeklinden başka hiçbir şeyini bilmiyorum.
Belki ruhu harikulade mükemmel belki de korkunç, iğrenç bir şey!
Onu tanımaya kalkışmadan uzaklaşmak bence en kestirme yoldur.”
“Bence de öyle.”
“Şu hâlde beni mazur göreceksin, artık onunla karşılaşmak ihtimali bulunan toplantıların hiçbirinde bulunmayacağım.”
“İtikâfa çekileceksin demek?”
“Lazım değil mi?”
“Eh, orası ancak senin bileceğin iş dostum!”
“Macera, belki güzel bir şey, fakat benim harcım değil. Ben kalbimi verdiğim insanı mutlak hayatımda da görmek isterim, niye gülüyorsun?”
“Bana saray maceralarını hatırlattın Sermet. Henüz çok gençsin, şimdiye kadar hayalinden ve kalbinden gelip geçen kadınları bu dileğine bağlamaya kalkışsaydın onları nerelere sığdırırdın diye düşündüm.”
“…”
“Saraylara, hatta belki de şehirlere sığmayacaklardı.”
“Ne mübalağa! Zaten ne yapsam, ne söylesem hakkımdaki kanaatlerini değiştiremeyeceğim. İyisi mi susayım.”
“Maksadım şakalaşmak azizim, meseleyi ciddi bir şekilde tahlil etmeye kalkışacak olursak en doğru yol, hakikaten kaçmak, uzaklaşmaktır. Sen toy bir çocuksun, onu sık sık görmek senin için tehlikeli bir şey olacak. Çünkü o, cidden güzel konuşan, duyan, sükse yapan bir kadındır. Senin gibi mesleğinin ciddiyetiyle taban tabana zıt bir hayal hastası, mazur gör, sana hasta diyorum, onun karşısında iğnelenmiş bir balon, üflenmiş bir sabun köpüğü gibi sönmeye mahkûmdur. Seni iyi tanırım, bir kere yakalanırsan kolay kolay kurtulamayacağa benzersin dostum. Hele onun gibi muğlak bir kadın kalbinin ağına düşecek olursan… Çünkü onu hiçbir zaman hayatında görmene imkân yoktur.”
“Bu imkânsızlığı ben de kavramış bulunuyorum. Hem ilk gördüğüm dakikalarda… Ona, “Karım ol!” demek cesaretini hiçbir zaman kendimde bulamayacağım.”
“Bunu teklif etmek nasıl gülünç bir şeyse farzımuhal olarak evlenmeniz de o nispette fecidir. Bu rabıta,3 ikiniz için de meşum olur.”
“Niçin?”
“Çünkü o seni beğenmez. Bak, dikkat et, sevmez demiyorum. Sevgi bambaşka bir şeydir. Gönül öyle başıboş bir kuştur ki, rastgele bir yere konuverir. Fakat bütün bir ömür için bağlanacak insanlara yalnız sevgi kâfi gelmez, değil mi? Erkekle kadın önce birbirlerini beğenmelidirler dostum. Bu esasa dayanmayan bir bağlılığın düğümü biraz gevşek olur. Er veya geç çözülüp gider. Ama diyeceksin ki, bir insan sevdikten sonra meselenin en güç noktasını halletmiş sayılır. Bu da yanlış bir hesap. Sevgi, uzun bir hayat beraberliği içinde öyle ufak tefek arızalara rastlayacaktır ki, bir gün aşınmamasının imkânı olmayacak. Bana göre, önce kafalar anlaşmalı, sonra kalbe yol vermelidir.”
“Bu anlaşma pek kupkuru bir şey olmaz mı?”
“Öyle anlaşmış, pek mesut olmuş karı kocalar tanırım ki, yuvalarının yollarını sevgilerinin ışığı içinde bulmuşlardır.”
“Ben de öylelerini tanırım ki, kendilerini bir çıkmaza sürükleyen sevgilerine lanet etmekte gecikmemişlerdir.”
“İki ayrı insanın, yuvada, bir bakımdan bir tek vücut hâline gelmesi muhakkak ki güç bir şey. Bu, öyle çetin mevzu ki, derinlerine dalmak cesaretini henüz kendimde bulamıyorum.”
“Sadede gelelim. Bir de diyeceksin ki, benim nemi beğenmeyecekmiş? Ne kusurlarım var? Mesleğim, tahsilim, gençliğim, istikbalimin bazı şeyler vadetmesi ona kâfi gelmez mi? Bunlar, birçok genç kıza fazla bile gelir. Fakat ona asla yetişmeyecektir yavrum, asla…”
“Ondan pek etraflı bir şekilde bahsediyorsun. Hususiyetiniz var mı Mahir?”
“Onu epey eskiden tanırım. Annemin çok beğendiği bir kadındır. Öyle zannederim ki, mazisi ve yaşı, muhitin telakkilerine aykırı gelmeyecek olsaydı, onunla evlenmem, annem için bir bahtiyarlık vesilesi teşkil edecekti.”
“Onu seviyor musun?”
“Bir zamanlar sevdin mi diye sormalıydın. Çünkü az daha bir felakete doğru gözü kapalı gidiyordum.”
“Nasıl kurtuldun?”
“Garip bir hikâye ve mesut bir tesadüfle… Liseyi bitirir bitirmez Avrupa’ya gönderilecek talebeler arasında benim de namzet4 seçildiğimi hatırlarsın elbet. İşte o sıralarda, ona deli gibi âşıktım, gözüm ondan başkasını görecek hâlde değildi. Kocasından henüz ayrılmıştı. Sürdüğü hayat da beni ürkütmüyordu, henüz bir talebe olduğumu, aramızda da yaş farkını ve hiçbir gün onun tarafından beğenilmeyeceğimi aklıma bile getirmiyor, çılgın gibi evinin etrafında dolaşıyordum. Annemle aralarındaki samimiyet, bu hissimi her gün biraz daha alevlendiriyordu. Bir akşamdı, onun sular kararırken bizden çıkıp gittiği bir sonbahar akşamı… Anneme, sayıklayan bir hasta gibi aşkımı itiraf ettim. Beni sonuna kadar sabırla dinledi, sonra gayet dertli bir sesle bana hayatının masalını anlattı.
Bu, sade bir şeydir, tek cepheli bir aşk ve ihtiras hikâyesi… Dinleyen için hiç de derin bir mana ifade etmez. Fakat bana o akşam, yaralı bir kadın kalbinin müthiş sırrı çok dokundu. Nahide’yi sevdiğim için ondan uzak kalmaya karar verdim.
Görüyorum ki, bu basit masalı anlamak istiyorsun.”
Mahir, ince büklümlerle havaya yükselen sigarasının dumanlarına uzun uzun baktı. Sonra biraz ezilmiş ve büzülmüş bir sesle devam etti:
“İstanbul’un eski, muhteşem yalılarından birinde, boğazın sayılı güzellerinden genç bir kadın yaşamaktadır. Eski paşalardan birinden dul kalan, gayet zarif, şen, sazdan sözden anlayan, hoş meşrep bir kadın… Günün birinde köyün fakir delikanlılarından birine delicesine âşık olmuştur. Çocuk henüz Tıbbiye talebesidir. Kendisinden sekiz on yaş büyük bir kadının çılgın sevgisinden tam dört yıl haber almamıştır. Kadın yaşını, mazisini, delikanlıyla aralarındaki yaşayış farkını ve nihayet muhit telakkilerini düşünerek bu aşka basıp geçmek istemiştir. Fakat ne boğaz sularını heyecanla ürperten saz geceleri ne cuma ve pazar günlerinde eğlence yerlerine muntazaman devam ediş ne de seyahat, hiçbiri kalbinin coşup taşan hislerine tesir yapamamışlardır. Kafasının hükmü, kalbinin istekleri karşısında zaafa uğrayınca genç kadın, bu müthiş aşkı nihayet sahibine duyurmuştur.
Mektebini henüz bitiren genç doktor, boğaz kıyılarını şiddetle alakadar eden bu harikulade kadının aşkını büyük bir lütuf olarak kabul etmiş, bu kalp davetine çılgın gibi koşmuştur. Ama ‘Çok koşan çabuk yorulur.’ derler. Genç doktor da bu kaideden kendini kurtaramamış, hızını pek çabuk kaybetmiş.
Birleşik hayatları, genç kadın için müthiş bir işkence hâlini almış, bir tarafta susturulmaz, sönmez bir aşk, diğer tarafta havai bir koca… Ve kıskançlık ateşi… Bu ateşi yenmeye çalışan asil bir gurur… Artık hayat, kadın için cehennemden farksızdır. Vefasız kocasının her hareketini sükûtla karşılamaktadır. Gözyaşlarından, izzetinefis isyanlarından, kalbinin onmaz yarasından kimseye bahsedememiştir. Derin bir tahammül içinde kararan gözlerinin arkasına takılıp sürüklenmiştir.
Doktor, nihayet karısını ve çocuğunu görmeyecek, düşünmeyecek bir şekilde bir başka aşka bağlanarak çekilip gitmiştir.
Giden ve bir daha asla dönmeyen, babamdır dostum. Onu çeken, sürükleyen, yuvasından, kadınından, çocuğundan alan kuvvet gençliktir. ‘Gençlik, gençliğin cazibesinden kurtulamaz!’ Mehmet Rauf’un romanlarından birinin tezi budur. Pek beğenirim, ne sağlam bir hakikattir bu!
Bedbaht olması için annemin ne gibi eksiklikleri vardı? Zamanına göre pekâlâ okumuş, müziğe aşina, hoşsohbet, zarif bir kadındı. Fakat buna rağmen babama karşı göz yumulmaz bir kusuru vardı: Ondan yaşlı olması. Ne yapsalar, her iki taraf da bütün hüsnüniyetlerine rağmen aradaki sekiz on yılın uçurumunu aşıp birbirlerini bulamayacaklardı.
Onları görünüşte hayat, yani bir kadın ayırdı ama dostum, asıl ayıran tabiattı. Tabiatın değişmez kanunlarından biri!
Aşk ve heyecan gençlerindir. Yaşlılara yasak…
Bir gün Nahide’yi ihtiyarlamış, benim henüz tam genç sayılacağım çağlarda çökmüş, saçlarına kır düşmüş ve yüzü kırışmış olarak tahayyül etmek beni ölümünden çok korkuttu. Ölen bir kadın, ama sevilen bir kadın için yas tutulur. Belki hatta arkasından gidilir. Fakat hislerimizin en çılgın demlerinde çöken, yıpranan, heyecanları solan, ihtirasımızı, aşkımızı aşındıran, yarıda kesen bir kadından nefret edilir.
Onu bu müthiş akıbetten korumak için ben aşkımdan geçtim. İmtihanı kazanmaklığım da ızdıraplarımı hazmetmeme çok yardım etti. Uzun tahsil yıllarında onu çılgın gibi aradığım, özlediğim olmadı mı? Dişimi sıktım, tatil aylarında cazibesinden kurtulunmayan maceralara atıldım. Değişik yüzler; renkleri, kokuları, huyları daima değişen bir sürü çılgın insan sinirlerimi hükümleri altına aldılar. Ve nihayet onu unutmaya muvaffak oldum.”
“Sen onu sevmemişsin dostum. Çünkü ilk aşkın izi her şeye rağmen yürekte kalır. Ve bir gün bu aşkın nüksetmesi ihtimali o kadar kuvvetlidir ki… Onu böyle harikulade bir mana ile canlı ve muhteşem görmek, nasıl oluyor da sende bir sarsıntı yapmıyor? Hem ondan öyle bir dille bahsettin ki, işiten, aranızda cidden mevzubahis olmaya değer bir yaş farkı var sanacak!
Hâlbuki nedir? Bir uçurum olarak gösterdiğin bu fark da nedir? Üç veya dört yıl gibi ehemmiyetsiz bir şey değil mi? Bugünün hayat telakkilerine göre bu sebep, ağza bile alınmaz.”
“Hissinden tarafa çıkarak konuşmak istiyorsun.”
“Hayır. Yakınlarımızda yaşayanları dikkatlice gözden geçirecek olursan sen de bana hak verirsin.”
“Sen ne dersen de, onu bir vakitler sevmiştim, fakat talebe aşkına bel bağlanır mı? Bence o çağlarda yaşayan aşklar, nefis bir kokudan ibarettir. Uzun veya kısa bir zaman duyulan, sonra da bir gün belirsizce kayboluveren bir koku.”
“Evet, üst üste sürülen losyonlara karışarak kaybolan nadide bir esans kokusu!”
“Seni dinleyeceğim yerde ben saçma sapan konuştum. Fakat ben bugünkü hâlimden memnunum yavrum. Hiçbir ciddi bağım yok. İşimin haricinde mükemmel bir şekilde eğleniyorum. Evlenmeyi şimdilik aklıma bile getirdiğim yok. Çünkü annemin idare ettiği bir evde bekârlık, mahrumiyeti duyulacak gibi değil. Her şeyim temin ediliyor. Ne sökük çoraplarımın örülmesini ne kahvaltımın hazırlanmasını ne de elbiselerimin ütüsünü düşünüyorum.”
“Kızlar senin bu manasız sözlerini duymasınlar! Sen karını bütün bu gibi maddi şeylerle meşgul olması için mi hayatına karıştırmak istersin?”
“Eh, aşağı yukarı öyle…”
“O hâlde derli toplu bir işçi kadın kâfi bu işe…”
“Ben de onun için değil midir ki evlenmeyi aklıma bile getirmiyorum.”
“Her insanın kendine göre zevkleri, hususiyetleri, telakkileri ve itiyatları vardır. Bunlara karışılmaz şüphesiz. Fakat ben senin gibi düşünmüyorum, hayatıma karışacak kadının, kafama ve kalbime hitap etmesini istiyorum. Kendisiyle her mevzu üzerinde dil sürçmeden konuşulmayacak bir kadını, ben aşkıma layık görmem Mahir!”
“Kadının diplomatı, evlilik yıllarında insanın başına öyle bir bela kesilir ki, durmadan işleyen çenesinden kaçmak için insan sokulacak kovuk bulamaz. Fazla zeki, fazla güzel, fazla alımlı ve iyi konuşan kadından da koleradan kaçar gibi kaçmalı yavrum!..”