Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kuş Kanadı»

Yazı tipi:

Takdim

Canseyit TÜYMEBAYEV
Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi

Kazak edebiyatında öykü anlayışıyla günümüz okurlarının beğenisini kazanan Nağaşıbek Kapalbekulı, söz sanatının usta yazarı olarak özel bir ilgiyi hak etmektedir. Süyinbay Aronulı, Jambıl Jabayev gibi meşhur Kazak ozanlarının manevî mirasını tanıtmak ve gelecek nesillere aktarmak amacıyla birçok araştırma eserlerine imza atan yazar, Kazak tarih ve folklorundan bol bol istifade ederek kaleme aldığı edebî eserlerinde, millî değerleri yansıtmıştır. Hatta Kazak edebiyat ve söz sanatı tarihinde adı geçen ozanlar ile baturların hayatlarını öykü diliyle anlatmıştır.

Yazar, bağımsızlık döneminden önce ve sonra Kazak toplumunda yer alan değişimleri, yaşanmış olayları ustaca resmederek günümüze aktarmaktadır. Sade hayatın, temiz duyguların izlerini eserlerinde barındırarak gönül ferahlatıcı, hatta okşayıcı bir tarzla geleceğe ümitle bakmaya teşvik etmektedir. Öyle ki, hayatın elem dolu karelerine bile olumlu bakarak değerlendirebilmeyi öğretmektedir.

Türk dünyası kültür ve sanatıyla her zaman zenginliğini korumuştur. Manevî değerlerine sahip çıkarak daha çok gelişmeyi, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde yükselmeyi hedeflemiştir. Bu açıdan Türk dili konuşan halklarımızın birbirini daha iyi tanıması ve kültürel değerlerini benimsemesi önem arz etmektedir. Özellikle, edebiyat alanındaki çalışmaların farklı dillere çevrilerek tanıtılması kültür diplomasisinin gelişmesine büyük katkı sağlamaktadır.

Değerli Kazak yazarı Nağaşıbek Kapalbekulı’nın birçok öyküleri Türkiye’de sürekli çıkan çeşitli edebiyat dergilerinde, öykü antoloji kitaplarında yayımlanmıştır. Bu kitapta yer alan öyküler okurlarımızın ilgisini çekeceğinden eminiz. Eseri Türk diline çeviren Elmira KALJAN’a ve yayına hazırlanmasında emeği geçen Avrasya Yazarlar Birliği’nin “BENGÜ” yayınevine teşekkürlerimi sunar, bu kitabın okurlarımıza ve öykü severlere yararlı olmasını dilerim.

Takdim

Yakup ÖMEROĞLU
Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı

Türk dünyası kültür ve sanatının ayrılmaz parçası olan Kazak edebiyatı, oluşum tarihinden bu yana eşsiz ve emsalsiz ürünler vererek dünya söz sanatının gelişmesine büyük katkılar sağlamaktadır.

Abay, Mahambet, Jambıl gibi zamanları aşan çok değerli söz ustalarıyla çığır açarak Ahmet Baytursınulı, Muhtar Auezov, Beyimbet Maylin, Mırjakıp Dulatov, Mağcan Jumabayev gibi kamet-i balalarla temeli atılan, Gabit Müsirepov, Sabit Mukanov, Taken Alimkulov, Abdicemil Nurpeyisov, Şerhan Murtaza, Mukagali Makatayev, Kasım Amanjolov gibi aydınlarla gelişen, Abiş Kekilbayev, Dulat İsabekov, Beksultan Nurjekeulı, Kabdeş Cumadilov gibi yazarlarla yelpazesini genişleten Kazak edebiyatında, öykücülük geleneğini devam ettiren Kazak yazarı Nağaşıbek Kapalbekulı’nın birbirinden ilginç ve güzel öykülerini bu kitapta sizlere sunmaktayız.

Yazar Nağaşıbek Kapalbekulı ter-ü taze duygularla, samimi hislerle yazar. Karmaşık kurgulardan kendisini uzak tutarak basit bir olaya renk katar, boya çalar, böylece hayatın bir tek karesini insanın bütün bir ömrüne yayarak, alabildiği kadar genişleterek sığdırır. Yani efsaneleştirir, öyküye dönüştürür.

Nağaşıbek Kapalbekulı hayatı boyunca Kazak millî değerleriyle beslenerek millî kültür ve sanatın sesi ile soluğu olmuştur. Kalem erbabı için bu çok önemlidir. O, birçok Kazak ozanının hayatını inceleyerek bu millî değerleri eserlerine başarılı bir şekilde taşımış ve tanıtabilmiştir. Bundan dolayı eserinin Türkiye Türkçesine kazandırılması kardeş Kazak halkını tanıma adına önemli bir çalışma olduğu aşikardır.

Kuş Kanadı, Kazakistan bozkırlarına, yiğit Kazak insanının gönlüne doğru bir çırpınıştır.

Emeği geçenlere teşekkür ediyorum.

BİR DERİ BİR KEMİK

Arka taraftan nahoş bir koku geliverdi burnuma. İnler gibi sesler çıkaran koca otobüs, sallandıkça koku iyice burnuma geliyor, rahatsız ediyordu. Sonunda dayanamadım ve önümdeki gazeteyi düşürmüş gibi yaptım. Onu kaldırırken dönüp baktığımda, en arka koltukta oturan genç kızı ve delikanlıyı gördüm.

Delikanlı, mezar kaçkını gibi çok zayıftı. Yüzü morumsu bir renkte, gözlerinin etrafı kararmış idi. Yanında oturan, yüzü böbrek biçimli kızın gözlerinde hiç parlaklık yoktu. Yok olmaya yüz tutan, cansız bir taştı sanki. İkisine bakıp “Tamam, bunlar demek ki…” diyerek kızgın bir şekilde yerime oturdum.

Kaplumbağa gibi acele etmeden soluk soluğa hareket eden koca kırmızı otobüs, Korday Geçidi’ni geçtikten sonra oflaya puflaya durunca içindekiler kendilerini dışarıya attılar. Yolcular lokantaya girip yiyecek ve içecek alırken iki genç yolcu, biraz uzaklaşarak sigara içmeye başladı. Seksevil odunuyla kızararak pişen, yağı damlayan şişi iştahla çiğnerken göz ucuyla o tarafa baktım. Yüreğim ağzıma geldi. “Şunlara bak! Sigarayı sırayla ağızlarına alıp nasıl da hevesle dumanını içlerine çekiyorlar. Zavallıların her ikisi de esrarkeş demek. İnsandan köpek olarak doğmuş, çürük, azgın hayvanlar sizi! Acizler sizi!” dedim içimden.

İkili, ağızları kulaklarında lokantaya girdiklerinde, onların sigara içtikleri yere gittim, attıkları izmariti buldum ve ayağımla çevirerek baktım. Eski “Belomorkanal” sigarası idi. “Şerefsizler sizi!” Aniden midem bulandı, yediklerim ağzıma gelmişti.

“Es-rar, es-rar! Şu hayat ne kadar da esrar!”

Çok eskiden yaşadığım korkunç bir anı, gözlerimin önünde dans etmeye başladı.

* * *

Askerliğimi Uzak Doğu Rusya’daki Habarovsk ve Vladivostok denen şehirlerin ortasında, Lazo adlı küçük bir mezra yakınlarında, sınır eri olarak yapmıştım. Sınır eri olalı altı ayı geçmişti. Yazın kavurucu sıcak günlerinin birinde, iki er daha katılmıştı bize. İkisi de Moskovalıydı. Valdemar adlı kırmızı burunlu, cılız delikanlı, lezzetli yiyeceklerinden ikram ederek, beni kendine yaklaştırdı, bana samimiyet gösterdi. On dokuz yaşındaydım. Bir tekmeyle demiri koparacak kadar güçlü, o kadar da saf ve dikkatsiz gençlerdendim. Henüz rüyasını bile görmediğim elektrikli tıraş makinesi hediye edince sevinmiştim. Evinden sık sık büyük postalar geliyordu. Kendisine bir şeyler geldiğinde de beni unutmuyor, her zaman bana özel ilgi gösteriyordu. Hep şeker, çikolata türü tatlılar ikram ediyordu. Böylece aramızda bir yakınlık oluşmuştu.

Günlerin birinde ikimiz sınır nöbetinde iken:

“Sizde esrar yetişiyor değil mi?” dedi bana.

Esrar yetiştirme ile ilgili hiçbir şey duymamıştım. Arkadaşımı esrar hakkında bir şey bilmediğime inandırmaya çalıştım.

“Sen arkadaşlarına mektup yaz. Sizin oralara yakın bir ilçe var, orada çok bulunur. Tarladaki ekin gibi çıkan yabani bir ottur. Sana posta ile göndersinler. Parasını veririm. Hatta satar, zengin bile oluruz. Satın alacakları kendim bulurum.” dedi.

Aniden korku düştü içime. O zamanlar esrar, bizim için sadece yurt dışında olabilecek bir şey gibiydi. Esrarkeşliğin illet olduğunu az da olsa duymuşluğumuz vardı ama Kazakistan’da bolca ve rahatça yetiştiğine inanamamıştım. Esrar sözcüğü, kulağıma “cehennem”, “deccal” sözcükleri gibi gelmişti. O andan itibaren ondan uzak durmaya, onunla konuşmamaya, yanına yaklaşmamaya çalıştım.

Sonbahara doğru sınır ordugâhındaki direkleri düzeltme, temellerini sağlamlaştırma ve onarma işi çıktı. Bu iş için gruplara ayrıldığımızda, Valdemar’la ikimiz bir ekip olduk, en dip kısma gönderildik.

Valdemar, bizi oraya bırakanlar ayrılır ayrılmaz, etrafa göz gezdirdi. Sonra kırmızı burnunu ovaladı ve gözleri parlayarak kahkaha attı:

“Yaa, şuna bak! Şu güzelliğe bak! Muhteşem! Şu kayın ağaçlarının bulunduğu alandan bu tarafa kadar esrar yetişiyor. Hadi gel, göstereyim.” dedi. Sağa sola bakmadan, koşarcasına ilerlemeye başladı. Daima uyuşuk bir hâlde, yarı baygın dolaşan adam, sevinçten oğlak gibi zıplıyor, mutluluktan uçuyordu. Yaz sıcağında kavrulmuş ve tomurcukları kurumuş olan uzun uzun bitkileri uçlarından koparmaya başladı. O kadar keyiflenmişti ki, sihirbaz gibi gözlerini döndürerek kahkaha üstüne kahkaha atıyordu.

“Nikolay şu zenginliğe baksana! İşte, buraya gel!”

Kenevirin kurumuş tomurcuklarıyla birlikte kurumuş yapraklarını da kopardıktan sonra, asker gömleğini çıkardı, yakasını ve iki kolunu bağlayarak içini doldurmaya başladı.

“Bu, esrar! Artık çok keyifli bir yaşamımız olacak!” diyordu dikkatle toplarken.

Benim için tuhaf, ilginç bir şeydi. İnsanların yasaklara karşı duyduğu bir merak ve ilgi vardır ya… Onu izliyordum.

“Gel Nikolay, yardım et.” diye beni çağırdı.

Askerdekiler benim Kazakça adımı söyleyemediklerinden, bana Nikolay diyorlardı. Yanına gittim. Topladığı keneviri avuç içiyle ovalıyordu. Çok geçmedi, elinde kalan reçineyi temizleyip toplayınca, bıldırcın yumurtası gibi simsiyah bir top oluverdi. Topu alıp taşın üzerine atarak vura vura yumuşattı. Ondan sonra teneke bir kutuya aldı, altına ateş yakarak kuruttu. Çıtır çıtır kuruyan simsiyah reçinenin ucundan küçücük bir parça kopardı ve bunu ayrı bir gazeteye alıp iyice öğüttü. Cebinden sigara çıkardı. Bu sigaranın tütünü ile iyice öğütülmüş reçineyi karıştırdı, karışımı kâğıda tekrar sararak sıkıca doldurdu. Sigarayı yakar yakmaz dumanını dışarı çıkarmadan iki avucuyla kapatıp öyle bir keyifle içine çekmişti ki…

“Al, içer misin?” dedi ışıl ışıl gözlerle.

“Hayır, hayır! Ben hayatımda elime sigara almış insan değilim!”

“Eh Nikola, Nikolay! Ne kadar keyifli bir yaşamdan mahrum kaldığını bir bilsen! Bu büyük bir keyiftir. Cennettir, rahatistandır. İşte şu cigaraya dolma denir, dolmayı çektiğinde kafayı bulursun.”

Valdemar, sardığı sigarayı bitirmeden ucunu tükürükle söndürdü.

“Bu dolma üç dört kişiye yeter. Tamamını içersen kaldıramayıp ölebilirsin. Neştyak!” diyerek kıkır kıkır güldü.

Gözleri küçülmüştü. Taze et çorbası içen, yeni doğum yapmış kadın gibi terliyordu.

“Neştyak1!” diyerek yan yatıp keyifle gülmeye devam etti.

“Neştyak dediğin nedir?”

“Hey, onu da mı bilmezsin? Neştyak, muhteşem bir can rahatlığı demektir. Başka bir dünyada dolaşırsın. Keyif ise onun cennetidir. Ya ne kadar anlatırsam anlatayım anlamazsın sen.” diye kıpkırmızı olan küçük burnunu ovalıyordu.

“Moskova’ya getirilen mal, saf değildir, karıştırılır. Çeşitli kimyasal madde falan filan katarlar içine. Tam doğal değil yani. Aşırı pahalıdır üstelik. Kontrol etmeye zaman kalmaz, ölecek hâle gelince çaresiz istenilen parayı verirsin. Pek çok gencin parası yoktur, parası olmayınca da yapacak bir şeyi kalmaz. Oğlanlar hırsızlıkla, kızlar fahişelikle uğraşıp esrar satın alırlar.”

“Valdemar, sen de hırsızlık yaptın mı?”

“Yok ya. Benim babam tüm Rusya demir yollarının başkanıdır, durumumuz iyidir. Biricik oğluyum ya, beni uluslararası diplomatlar yetiştiren enstitüye kaydettirmişti. Orada bakan, general, başkan gibi yüksek makam sahiplerinin çocukları okurlar. Çoğu esrar kullanır, kötü işlerle meşgul olur. Ben de bir süre sonra atılacak duruma geldim. Ailem baktı durum ciddi, beni buraya, kimselerin ulaşamadığı ordugâha özellikle gönderdiler.”

“Ne zaman alıştın buna?”

“Bizde altıncı, yedinci sınıfa giden öğrencilerin sigara içmesi alışılmış durumdur. Ebeveynler hep iştedirler, sense evde tek başına sıkılırsın. Sıkılınca da arkadaşlarını çağırıp sigara ve şarap içersin. Üst sınıflara imrenerek esrar çekmeye başlarsın. Sonra da bırakamazsın. Özlemini çekip arar durursun. Ben de ilk başlarda can sıkıntısından içtim, yavaş yavaş tam esrarkeş olup çıktım. İçmeyince duramıyorum. Kriz gelince içmezsek hâlimiz harap olur. Allah korusun, o durumda bulunursan tüm kemiklerin sızlar. Etlerin parçalanır gibi olur. Bedenindeki sinirler çekilir, için tamamen kurumuşçasına kalırsın. Bedenin koca taş sokulmuş gibi ağırlaşır. Beynin zonklar, kafatasın çatlayacakmış gibi olur. En sonunda kendini koyacak yer bulamazsın, çıldırırsın. Gözlerine kan oturur. Ne yapıp ne ettiğinin farkında olmazsın ve bir çimdik esrar için ne tür suç olursa olsun yaparsın. Hatta birini öldürmeye bile hazır hâle gelirsin. En üst seviyesine ulaşınca da komaya girersin. Zihnin ve duyguların tamamen ölür, hayatta tek önemli şey esrar bulmaktır sanırsın. Başka hiçbir şey ilgini çekmez olur, bunun için her şeyi verirsin. Ne yapıp ne ettiğini kontrol edemezsin. Zamanlıca bulamazsan bu dünyayla vedalaşman da gerekebilir.”

“Annenle baban esrar kullandığını biliyorlar mı?”

“Bilirler. Gizlice tedavi ettirmeye çalıştılar. Tedavi eden doktora da para verip kullanmaya devam ettim. Okuldan atılacak gibi olunca, beni esrardan koparmak, içen dostlarımdan ayırmak için buraya, askere gönderdiler. Ama görüyorsun, bu da çare değil. Bırakamadım. Şunun gibi keyif âlemine nasıl kıyarsın? Nasıl bırakırsın? Bu bir cennettir, cennet!”

Valdemar, kıpkırmızı burnunu sıvazladı, konuşmayı kesti ve cebinden para çıkarıp bana verdi.

“Nikolay, sen bakkala gidip salam, kraker, kaymak getir. Dolmadan sonra iştah açılır, sürekli bir şeyler yemek gerekir. Sen gelene kadar ben de biraz keyfime bakayım.” diyerek sonbaharın ılık havasında uzandığı yerde uyuyakaldı.

Rusya’nın Uzak Doğusu’nun vızıldayan, uğuldayan kalabalık sinek ve böceklerine bana mısın demedi. Ordugâhtaki bakkaldan yiyecekleri getirdiğimde Valdemar, solucan gibi eğri büğrü bir biçimde ayakta durmuş, esrarını yakıyordu. Büyük bir hevesle, dumanını hiç dışarı vermeden içine çekti, yuttu. Biraz sonra gevşeyen bedeniyle rahatlayıp kıkır kıkır gülmeye başladı. Esrar içen birini hayatımda ilk defa görmüştüm.

“Bunu kimseye söyleme, hapse atarlar. Sovyet kanunu çok serttir. Oysa yurt dışında çok rahattır bu konu. Nerede ve ne kadar içeceğini kendin bilirsin. Oralarda çok da ucuz olduğu söylenir üstelik. Al Nikola, kendine bir şeyler alırsın.” diyerek üç som2 parayı cebime sokuşturdu.

O zamanlar sınır birliklerinde askerlik yapanlara ayda iki som verilirdi. Som, çok değerliydi. Zaten bu rezaleti söyleyip ne yapacaktım, başıma bela mı alacaktım? Onunla birlikte beni da hapse atarlardı.

O öyle keyfine bakadursun, ben akşama kadar sınırdaki yamulmuş direkleri düzelttim, ter içinde kalıp çalıştım. Valdemar, esrarı çekip kıtır kıtır krakerini çiğnedi, lıkır lıkır su içip kıs kıs gülerek yattı.

“Şu gerçek bir zenginliktir. Kenevirin kurumuş tomurcukları ile yapraklarını öğüterek sigaraya karıştırıp içmek de mümkündür. Ancak o şekilde yüksek kaliteli mal değil, ham madde elde edersin.” diyen Valdemar, dönüşte iki cebini de doldurmuştu.

Tüm sonbahar, nöbette olmadığımız zamanlarda, direkleri ve nehir suyunun alıp götürdüğü yol kenarlarını onaracaktık. Hem nöbete, hem çalışmaya Valdemar’la birlikte gidiyorduk. Ancak çalışan bir tek bendim, o bir ay boyunca esrarını çekip kafayı bulmakla meşgul oluyordu.

O sene, kış erken başlamıştı. Önce bir hafta durmadan soğuk yağmur çiseledi ve devamı kara dönüştü. Pasifik Okyanusu’ndan esen soğuk ve sert rüzgâr iliklere işliyor, insanı huzursuz ediyordu. Ordugâha kömür getirilmediğinden ve soba yakmak için henüz erken olduğu düşünüldüğünden, geceleri titreyerek geçirir olmuştuk. Soğuktan insanın uyuyası gelmiyordu.

Bu arada, Valdemar’in başkanlık ettiği bir grup asker, karanlık çöker çökmez Lenin Odası’na toplanırdı. Lenin Odası, dipteki siyaset derslerinin işlendiği ve görsel ders araçlarının bulunduğu özel bir salondu. Adı geçen odada toplanan kalabalık, bütün gece durmadan gümbür gümbür konuşur, yüksek sesle kahkaha atardı. Bazen ben de ısınamayınca ve soğuktan uyuyamayınca asker paltomu üzerime geçirerek yanlarına giderdim.

Daire oluşturarak oturan beş-atlı asker, bir tane sigarayı sırayla alıp büyük bir zevkle içlerine çekerdi. Kahkaha atıp zevkten mest olurlar, krakeri kıtır kıtır çiğneyerek çay içip sohbete dalarlardı. Mantıklı bir şey konuşulmazdı, olur olmadık şeylere gülüp yerlere yatarlardı. Çok mutlu görünürlerdi. Ortalarına da burnu kıpkırmızı Valdemar’ı alırlardı. Salonun camını battaniye ile kapatıp odayı karartırlardı. Bu grup, ilk başlarda dört-beş kişiydi, sonrasında sayı gitgide artmıştı. Kışa doğru soba yakıldı. Üst üste yağan kar, dizlere kadar gelmişti. Ona rağmen, bazen Valdemar’ın başkanlık ettiği gruptan iki-üç kişi:

“Savaş alanına gidiyoruz.” diyerek gece gece o kenevir alanına doğru yola koyulurlardı. Üstleri ve başları kırağı tutmuş bir şekilde, koca birer çuval sırtlarında, dağı koparmış gibi sevinçle dönerlerdi. Lenin Odası’nı dumanla doldurup bütün geceyi orada geçiren sapasağlam ve güçlü delikanlılar, ancak sabaha doğru camı açıp odayı havalandırırlardı. Gün ağarırken, gözleri kan çanağına dönmüş bir biçimde kendilerini yataklarına atarlardı. İlk aylarda esrar içen askerler, yemeğe doymak bilmemişlerdi. İyice beslenmiş, dolgunlaşmışlardı. Hatta beden eğitiminde dinçleşerek güçlenmişlerdi, kasları bile ortaya çıkmıştı.

“İşte gördün mü? Gerçek sporcu oldun. Bir bak aynaya, daha da güçlü olacaksın. Bunun yararlı olduğunu söylemiştim ya sana.” derdi askere Valdemar, sırtını sıvazlayarak.

Ancak dört-beş ay sonra, esrarcıların burunlarının üstünde kırmızı lekeler oluşmaya başladı ve gözleri çöktü. Artık yarı baygın hâlde, yorgun, bitkin ve aptal aptal dolaşır olmuşlardı. Altı ayın sonunda ise devamlı kullananlar, tamamen kuvvetten düşmüş, unutkan olmaya başlamışlardı. Eski gençlik enerjilerini kaybediyor, gözlerimizin önünde ruha dönüşüyorlardı. Çoğu iyice zayıflamıştı, kemikleri sayılacak hale gelmişlerdi. Canlı ruhlardı ortalıkta dolaşan sanki.

Gençlik dönemi değil mi, bu dönem her şeyin merak edildiği, olmadık şeylere imrenilen bir dönemdi. Kafayı bularak kahkaha atanların, gürültü patırtı koparanların sayısı arttıkça insanların ilgisi artıyordu. Ben de sık sık yanlarına gidip uzun uzun onlarla kalıyordum. Doğum günüm Mart ayının tam ortasındaydı. Lenin Odası’ndaki askerlere konserve, tatlı ve kraker getirmiştim.

“Gel Nikolay, doğum günün ya, şunu dene. Sadece bir-iki defa çek de bir bak.”

“Ya bu dolma muhteşemdir!”

“Kafayı bul! Doğum gününde seni göklere götürecektir bak.”

“Bak, şöyle çekeceksin içine, ne kadar güzel! Doğum günün kutlu olsun! Önemli bir yaş! Yirmi yaşına girdin! Bir şey görmeden mi geçeceksin bu hayattan? Yaşam ne için vardır? Bunun gibi zevkleri tatmak, eğlenmek için, mest olmak için vardır. Gel hadi.” diyen Sergey adlı Almatılı hemşerim, bıyıklı, güçlü kuvvetliydi.

Büyükçe sarılmış dolmasını itiraz etmeme bakmadan elime tutuşturdu. Yanındakiler de hep birlikte gürültü kopardı ve Sergey’e destek vermeye başladılar. Tadını bilen sınır askerleri, bunun enerji veren çok güzel bir ilaç olduğunu anlattılar.

“Bir delikanlı, kızdan ve dolmadan mahrum kalmamalı!”

“Bir defa çekiver!”

“Delikanlı dediğin her şeyi yaşamalı.”

“Hey esrar, esrar! Yaşam nasıl da esrar.” diyerek şarkı söylemeye başladılar.

“Bir dene sadece, beğenmezsen içmezsin! Nikalaş tut, doğum günün kutlu olsun!” diyen Valdemar ve arkadaşları, üzerime gelerek, kalınca sarılan sigarayı elime tutuşturduklarında, ağzıma nasıl götürdüğümü hatırlamıyorum.

“İçine çek! Güzelim değerli malı ziyan etme!”

“Haydi, haydi! Hızlı, hızlı!”

“Aferin! Bir daha çek! Bir daha!”

Gürültü koptu, herkes gülerek alkış tuttu.

“Hey esrar, esrar. Yaşam nasıl da esrar!”

Üç-dört defa çektiğimi hatırlıyorum. Duman boğazıma takılmıştı. Gözlerimden yaşlar aksa da üzerime geldiklerinden dolayı, çekmeye devam etmişim. Derken, bir an yer yerinden oynadı, her şey alt üst olup etraf dönmeye başladı. Oturduğum yerden kalktım, sallanarak yatağıma attım kendimi. Çok yorgun hissediyordum. Yatağa gidene kadar iki defa geriye doğru düştüm. Yüreğim ağzıma geldi, gözlerim yuvalarından fırladı. Hiçbir şey görmüyordum. Etraf alev alev yanıyordu, ben de yanıyordum sanki. Yoksa yüksek ve dimdik kayadan aşağıya mı düşüyordum? Azrail gibi, Albastı gibi, bir ağırlık üzerime çökmüş, boğuyor muydu beni? Neyse, dehşet verici anlaşılmayan anlardı. Azı dişlerini gıcırdatan, yumruk kadar kız biçimindeki binlerce veya milyonlarca şeytan, kahkaha atıp “Ecel! Ecel! Ecel!” diye etrafımda dönerek benimle dalga geçiyordu. Hıçkırarak ağlamak istedim, sesim çıkmadı. Zemin kelebek gibi fır fır dönüyordu, yürüyemiyordum. Ciğerlerim ağzıma kadar gelmişti, midem bulandı ve uzun uzun kusmaya başladım.

Birileri beni köpeği sürükler gibi sürükleyip lavaboya götürdü ve üzerimdekileri çıkarıp hortumdan akan buz gibi su ile öyle bir yıkadı ki… Üzerime binen cin ve şeytanlar, suda bağrışarak zıplıyor, katıla katıla gülüyorlardı. İç organlarım tamamen dışarıya çıkmıştı sanki. İçimde bir şey kalmamış olsa da midem bulanıyordu, hıçkırık tutmuştu. Kendimi koyacak yer bulamıyordum, beton zemin üzerinde bir ileriye, bir geriye geliyordum. Üzerime su döken askerler ise keyifliydi. İlginç bir film seyreder gibi eğleniyorlardı. Sonrasında bütün gece kendimden geçmişim meğer. Ne yapıp ne ettiğimi hatırlamıyordum bile. Sabaha doğru ayıldığımda, yatağıma bağlanmış olduğumu fark ettim. Susuzluktan bedenim iyice kurumuştu. Ölmek üzereydim. Yanıma nöbetçi yaklaştı ve:

“Kendine gelebildin mi?” diye sordu korkarak. “Sen tam delinin tekiymişsin. Zar zor bağlayabildik.” diyerek beni çözmeye başladı.

Bağlanmış kısımlar kanlanmış, morararak şişmişti. Bir gözüm açılmıyordu. Bedenimi kaldırmakta zorlanıyordum. Nöbetçinin getirdiği bir bardak suyu kafama diktim ve kendimi yatağa yeniden atınca uyuyakaldım. Üşüttüğümü, hastalandığımı düşündüklerinden, bana dokunmamışlar. Öğleye doğru uyandım. Geceki nöbetçi, bana yakınlık göstererek olanları anlattı.

“Hadi şu yemeğini ye, biraz kuvvet topla. Azmış şeytanlara uymuşsun. Esrar içen insan, sonunda kendini yitirir, hayatını kaybeder. Şeytanlar dumanla birlikte bedenine girer ve tüm iç dünyanı kemirerek yiyip bitirir. Sen onlardan farklı insansın, çok okuyorsun. Onlara yanaşma, bırak.” dedi Raşid.

Raşid, çok zayıf bir Tatar askeriydi. Bana akıl vermeye çalışıyordu. Haklıydı. Üzerime dökülen soğuk su nedeniyle ciğerimi üşütünce, kendimi hastanede bulmuştum. Habarovsk şehrindeki bu büyük askerî hastanede bir ay kaldım. İyice zayıflamış, ağzımın etrafı uçuklanmış bir hâlde çıktım hastaneden. Hiçbir şeye ilgi duymuyordum. Moralsiz, uykulu ve bitkin dolaşır olmuştum.

O taraflarda ilkbahar geç gelirdi. Ussuri Taygası’ndaki sık orman dibindeki üzerine hiç basılmamış kar, erimeden uzun süre kalırdı. Havalar iyice ısındığında bile kırmızı renkli suya dönüşür, toprak üzerinde kalmaya devam ederdi. Bölge, yazın bile tamamen kurumazdı, etraf çamur içinde olurdu. Yüzeye çıkan çamurlu suyun üst kısmı yeşilimsi, altı tamamen bataklıktı. Yazın sıcak havalarında çevre sinek, sivrisinek gibi haşerelerle dolup taşardı. Bunlar, vücudun açık yerlerini soktuklarında, zehir gibi acıtırdı canını. Bütün yaz kırmızı yaralar kaplardı sokulmuş yerleri.

Yazın, havalar ısınmaya başladığında hastaneden çıkıp ordugâha geldim. Benim hâlimi gören herkes çok korktu.

“Derin kemiklerine yapışmış. Seni melekler korumuş. Yoksa esrarkeş olup çıkardın.” dedi Raşid, beni özel ve samimi bir konuşmaya çekerek. “Sen büyük aydın olacaksın. Seni koruyan güçlü ruhlar var. Onlar senin kötü alışkanlık edinmeni engellediler. Benim babam hocadır, ben her şeyi bilirim. İçinden besmele çek, Allah’ı anmayı unutma.”

Böylece, Allah yüce ki, biri esrar koktuğunda hemen duymaya başlamıştım. Kokandan iğrenir, midem bulanarak ondan uzaklaşırdım.

Gece yarıları gürültü koparan Lenin Odası’na artık adımımı atmaz olmuştum. Ölümden döndüğüme bizzat şahit olan Valdemar ve arkadaşları, beni bir daha rahatsız etmediler. Esrar kullanmadan, kötü alışkanlıklar edinmeden sağ salim memleketime döndüm. Aradan uzun yıllar geçse de, bir yerde bulunan esrarı gördüğümde, içen birine rastladığımda, hemen kokusunu almam bu nedenlerledir. Kokuya alıştırılmış köpekler gibi, otobüslerde, minibüslerde, duraklarda esrarcıları hemen tanırım. Bugünlerde gün geçtikçe bu illete yakalananlar artıyor da artıyor.

* * *

İşte bu anılarım, bu kokuyla canlanmıştı. Otobüsteki gencecik iki insanın bu hastalığa yakalanmış olmalarına derin üzüntü duymaktaydım. Gençlik döneminde ben de Rusya’nın uzak doğusunda az daha aynı hastalığa kapılacaktım. Meleklerim mi korudu, ruhlar mı destekledi bilmem, hayatın sınırına gidip geldiğim bir gerçekti. O dönemlerde esrardan keyif almış, onu sevmiş olsaydım, ruha dönüşüp esrarkeş olarak kurumuş gitmiş, hayata çoktan veda etmiştim. Esrar düşkünü olanların ancak on-on beş yıl yaşadıklarını, yaşamlarının iyice kısaldığını sonradan öğrenmiştim.

Şimdi ise aynı otobüsü kullandığım bu çiftten buram buram gelen kötü koku, midemi bulandırıyor, beni öldürüyordu. Geğirerek kusacak gibi oldum. Kusarsam rezil olacaktım. Kim anlardı beni?

Arkada oturan ikili, kafayı bulmuş, gülüyordu. Mest olup ölmek üzere olan civciv gibi cıvıldaşıyorlardı. “Ne diye mest olurlar bunlar? Ne büyük sorunla karşı karşıya olduklarını biliyorlar mı zavallılar? Anne ve babaları vardır, onlar biliyorlar mı acaba?” diye düşündüm. “İnsan kılığındaki hayvandır bunlar. Küçük bir parça esrar uğruna hiçbir şeyden çekinmeyen zalim canilerdir. Suya atılmış deri gibi çekilmiş, büzülmüş canlı tulumdur hepsi. Etrafı sarmışlar, çoğalmışlar iyice.”

Ortaokullarda, yükseköğretim kurumlarında ve değişik iş yerlerinde çokça olduklarını biliyordum. ХХI. Yüzyılda ülkemizin dizginini kimlere güvenip de teslim edecektik? Artık altmış yaşımı geçmiştim. Yıllarca canla başla çalışmıştım, şimdi ise bir tek maaşla geçimimi sağlamaya devam ediyordum. Hayatım boyunca vicdanımın temiz olmasına özen göstermiştim. Bizim nesil böyleydi. Peki, bu nesil? Bunlar herhangi bir şeyle ilgilenmiyorlar, hiçbir şeyden etkilenmiyorlardı. Tek düşündükleri esrar, zehir, dumandı. Onun için her şeyi kurban etmeye hazırlardı. Rusya’da her dört öğrenciden birinin esrar içtiğini okuduğumda çok şaşırmıştım. Peki, bizde nasıldı?

Her sokak, her köy kimin ne kadar esrar kullandığını bilir, hissederdi. Ancak seslerini çıkarmazlar, görmezlikten gelirlerdi. O oburlar ise diğer gençleri kendilerine çekerek yiyip bitirirlerdi. “Keşke eskiden olduğu gibi sert cezalar kullanılsa… Bütün esrarkeşleri gözlerin görmeyeceği, kulakların duymayacağı uzak yerlere götürüp hapse atsalar. İçlerinden tedavi olabileceklerini tedavi etseler, iyice düşkünü olanları ise halktan uzak tutsalar… Onlar nasıl olsa adam olmayacaklar. Milleti içten çürüten kurt gibiler. ‘Hastalığını gizleyen ölür.’ dedikleri gibi ilerleyip kronikleşen bu illetten derhâl kurtulmazsak geleceğimiz tehlikeye girecek! Her şeyden önce okullarda öğrenciler grup grup içiyor. Çoğu kendi milletimizin çocukları, Kazak çocukları. Kazak milleti çok misafirperverdir, hem eli, hem kucağı açıktır. Ancak hem iyiden, hem kötüden çabuk etkilenir. Her şeye meyillidir. Zarar görebileceğimizi, sıkıntı çekebileceğimizi hiç düşünmeyiz. Son zamanlarda köy gençleri toplu olarak şehre göç etmekte. İş bulamayanlar, parasız pulsuz kalanlar, yaşam sıkıntısı çekip geçimini sağlayamayanlar çeşitli gruplara dâhil olmakta. Kimileri de hırsızlık yapmakta, seks ticaretine, haydutluğa karışmakta. Öylece sonunda kendilerinin yok olacakları büyük sıkıntılarla karşılaşmaktadırlar. İçki ile sigara, sonunda dermansız bir hastalık getirir. Bu hastalığa yakalanan da esrarkeş olup aklından ve bedeninden olur, cehennemin dibine gider.” diye düşünüyordum.

Yakınlarda büyük bir bakanın oğlunu defnetmiştik. Küçük yaşta uyuşturucu kullanmaya başlamış, ardından iğne ile alma alışkanlığı edinmiş. Fazla doz alınca hayatından olmuş. İkinci oğlunun tedavi gördüğünü söylüyorlardı. Ebeveynler iş peşine düştüklerinden çocukları yetiştirme işine bakamamışlar. Sokaktaki kötü niyetli, başıboş dolaşan çocuklar, onu tuzağa düşürmüş. Zengin çocuğu olduğu için, inek sağar gibi kullanmışlar, uyuşturucuya alıştırmışlar. Çocuklar bu şekilde katıldıkları kötü arkadaş çevresinin etkisi altında kalıp kötü alışkanlıklar edinirler. Anne karnından tertemiz bir melek gibi aydınlık dünyaya gelip pis bir illet yüzünden sıkıntı çekerek hayatında görmediği, bilmediği kötü bir alışkanlıktan rezil bir şekilde toprağın karnına girenlerin günahı ve sevabı kimde olacak?

Şu derde bak!

* * *

Otobüs, bir grip hastasının nefes alışverişi gibi sesler çıkararak, Merki yakınlarındaki Aspara adlı yeşil ve kamışlı bir yerde vagon-ev biçiminde sıra sıra dizilen yemekhanelerin orada durdu. Kalın enseli esmer şoför:

“İnip yemek yemeniz için 30 dakikanız var.” dedi gür bir sesle.

Öğle yemeği için yediğimiz yemek gerçekten çok lezzetliydi. Güneyin yemekhanelerinde, lokantalarında hazırlanan yemeklerin hepsi çok güzel olurdu genelde. Kımızı da kıvamındaydı. İki kâse içince alnım terlemeye başlamıştı. Orta boylu şişmanca genç kadın, elimize su döktü, havlu verip epey ilgi gösterdi.

Yatılı okulda ve askerde edindiğim alışkanlıkla yemeğimi çabucacık yer bitirirdim. Bu sefer de yemeğimi herkesten önce bitirmiş, sindirmek amacıyla ileri geri dolaşırken, sıra sıra duran vagon-yemekhanelerin arka tarafında otobüsteki kızı gördüm. Yüzü kızarmış, gözleri şişmişti, suratı asıktı. Anlaşılan ağlamıştı.

Yolcuların hepsi yerlerine geçip otobüs hareket ettiğinde yanındaki delikanlı yoktu. Kız arkamda tek başına oturuyordu. Merki’de düğün için gelen yolcuların hepsi inince, otobüste ancak üç-dört kişi kalmıştık. Yerimden kalktım ve kızın yanına gittim:

“Yanınıza oturabilir miyim?” dedim.

İsteksizce “Olur” dediğini dudaklarından anlayabildim.

Merki’nin devamındaki onarılmamış yol, çukur çukur olduğundan, otobüs sürekli sarsılıyordu. Şahdamarım bile kopacak gibi oluyordu.

“Nereye gidiyorsunuz kızım?”

Bana kötü kötü baktı. “Şu yaşlı adamın ne tür bir kötü düşüncesi var acaba?” diye düşündüğü, şaşkın ve nefret dolu bakışlarından belli oluyordu.

“Vannovka’ya.”

“Şimdiki adı Turar Rıskulov Köyü değil mi?”

“Evet öyle.”

“Deminki delikanlı neyiniz olur kızım?”

“Kocam. Niye sordunuz?”

“Hiç öylesine…”

O ise hiç konuşmak istemiyordu. Dudaklarını büzmüş, ruh gibi oturuyordu.

“Güzelim neden esrar içiyorsunuz?” dediğimde, genç kadın yerinden fırladı, kurt görmüş ceylan gibi ürkek ürkek yüzüme baktı, ne yapacağını şaşırmıştı.

“Ağabey, ağabeyciğim… Amca! Nereden biliyorsunuz? Kimsiniz? Kullanmıyorum ben…”

“Sakin ol kızım. Otur, sakinleş. Sessiz ol. Ben her şeyi biliyorum. Sen de, eşin de uyuşturucu kullanıyorsunuz. İtiraz etmene gerek yok.”

“Siz kimsiniz ağabey? Aynasızlardan mısınız?”

“Yazarım.”

“Emniyettenmiş gibisiniz.”

“Hayır, ben yazarım. Ancak her şeyi biliyorum. İkiniz de uyuşturucu düşkünüsünüz. Kocan daha çok içiyor, sen yakın zamanlarda başlamışsın.”

Sesini çıkarmadan, zavallı zavallı bakışlarla bir şeyler umarcasına duruyordu.

“Emniyet yetkilisi değil misiniz?”

“Değilim dedim ya.”

“Yemin edin.”

1.“Muhteşem” anlamına gelen Rusça argo kelimedir.
2.Sovyetler Birliği dönemindeki para birimi