Kitabı oku: «Kuş Kanadı», sayfa 2
“İşte bak inanmıyorsan.” diyerek çantamı açtım, yolda bakmak üzere yanıma aldığım en son yayınlanan iki kitabımı ve yazar kimliğimi gösterdim. O, bir resimlerime, bir bana baktı, inanmış gibi oldu.
“Size yazık değil mi? Daha çok gençsiniz.”
“Ne yapabilirim, bırakamıyorum.”
“Sana kim içiriyor?”
“Kimse. Eşime inat içiyorum.”
Ben ona askerde yaşadığım olayı anlattım kısaca.
“İşte esrarın kokusunu uzaktan alma özelliğini öyle edindim kızım.”
“Ağabey inanır mısınız, ölmek istemiyorum.” diyerek kendini geriye attı ve gözlerini kırpmadan dik dik bana baktı.
Yüreğim cız etti. Şu genç kadının intihara girişme ihtimali çok yüksekti. Ölüm ile yaşamın arasında kalmıştı zavallı. Yavaş yavaş hayat hikâyesini anlatmaya başladı.
“Eşimle aynı kolejde okuduk. Yakışıklı bir çocuktu, güzel giyinir, güzel konuşurdu. Ona nasıl bağlandığımı kendim de anlamadım. O zaman kilolu, yapılı ve güçlüydü. Sonradan çok zayıflayıp çöktü. Hamile kalınca çaresiz evlendik. Karnım burnuma geldiğinde fark ettim ki uyuşturucu kullanıyor. Doğum yaptıktan sonra beni bırakıp gitti. Delirecek gibi olup sigara kullanmaya başladım. Babamlar, ‘Rezil şey gözümüz görmesin seni! Git, kocanın ayaklarını öp, onun evinde kocamalısın, onun kapısından çıkmalı cesedin.’ dediler, yanlarına yaklaştırmadılar. Kovdular. Sonunda kendimi toparlayıp çocuğumu kucağıma aldım ve Almatı’ya gelerek kendisini buldum. Böylece tekrar bir araya geldik. Kocamın, “Git, beni özgür bırak!” diye dövmesine de, sövmesine de dayanmaya çalıştım. Nihayetinde kölesi gibi olmuştum, bir kuruşluk değerim kalmamıştı. Ruh gibiydim, artık sigara da yardım etmiyordu. Hep hüngür hüngür ağlamakla geçiyordu günlerim abisi. Kocam okulu tamamen bıraktı, arkadaşlarının hepsi kendisi gibi uyuşturucu düşkünleri. Gündüzleri camları karartıp odayı kapatır ve bütün gün kedi gibi mışıl mışıl uyur. Geceleri ise esrarını içer ve kafayı bulup dışarı çıkar. Ne parası var, ne de yararı. Biz ise aç ve çıplağız, kira borcuna batmış durumdayız. Çocuğumla ikimizin ağlamaktan başka çaremiz kalmıyor. En ufak şeyde dövme, tekme vurma alışkanlığı edindi. Bazen beş-altı erkek evimizde toplanıp evi duman içinde bırakırlar, zevkten dört köşe olup kahkaha atarak ağızlarına gelenleri söylerler. Kocam da ‘Yemek getir!’ diye bağırır. ‘Yok’ dediğimde hayvanmışım gibi tekme tokat atar, her tarafımı morartır. Tek yaptığım ağlamak olur, ağlaya ağlaya gözyaşlarım tükendi. Bazen intihar etmek istiyorum, ancak bebeğime kıyamıyorum. Onu kucağıma aldıkça içim alev alev yanıyor. Günlerin birinde onun sarmış olduğu esrarı buldum. Meraktan bir tanesini içtiğimde, sis basan gözlerimin güneş açtığını fark ettim. Rahatlayıverdim, moralim de yükseldi hemen. ‘Şu şeyin harikaymış bee!’ diyerek arada bir gizli gizli içmeye başladım. İçer içmez her şeyi unutuyordum, rahatlıyordum. Öyle öyle farkında olmadan alışkanlık edinmişim.”
“Eşin itiraz etti mi?”
“Yok ya. Öyle bir sevindi ki. Yine çok güzel bir dayak yiyeceğimi düşünmüştüm. ‘A ne güzel oldu, artık ikimiz birlikte arayacağız.’ diyerek neşelendi. Görmeliydiniz.”
“Ne kadar üzücü.”
“Bazen hayattan umudumu tamamen kestiğim olur. Yaşamak istemem. Beni bu hayatta tutan tek şey biricik oğlumdur. Yavruma kıyamıyorum. Bir yaşında, bu aralar annemlerde. Resmini görmek ister misiniz?”
“İsterim.”
El çantasını tık diye açıp avuç kadar bir resim çıkardı. Çok sevimli bir bebek gülümsüyordu resimde. Melek gülümsemesi…
“Oğlun çok sevimli imiş, melek gibi.”
“Çok akıllı. Annemlerde şu anda. Beni arıyor, özlüyor, bekliyor. Sık sık gitmek için param olmuyor. Arada bir ziyaret ederim. Bugün de yanaklarından öper, özlem gideririm herhâlde.”
“Kocan neden Aspara’da kaldı?”
“Abi, eşimle bir gün geberip gideceğiz muhtemelen. O iyice zayıfladı, bir deri bir kemik kaldı. Zamanlıca içmediğimde benim de kollarım ve bacaklarım kasılır, yataktan kalkacak güç bulamam.”
“İrade lazım, bırakırsınız.”
“Nerdeee? Jorik iyice müptelası oldu, iğne bile kullanıyor. Poliste kayda alınmış durumda. Bazen geceleri polisler götürür. Geceyi geçirince bırakırlar.”
“Neden hapse atıp tedavi etmiyorlar?”
“Aynasızlara zengin müşteriler lazım. Jorik gibilerden kimlik bilgilerini alır, geri bırakırlar. Onlar da geceleri dolaşıp bulduklarını paylaşırlar. Bizimki gibi tamamen fakiri tutup da ne yapsınlar?”
“Allah Allah, ne kadar zormuş.”
“Arkadaşları çok kötü, hepsi esrar içer, iğne kullanır.”
“Hepsi Kazak mı?”
“Çoğu. Üniversite öğrencileri de var, lise öğrencileri de. Anne babaları önemli görevlerde bulunanları, zengin aile çocuklarını takibe alıp ilgilerini çekerek uyuşturucuya alıştırırlar. Bir kişinin üç müşteri bulması gerekir, böylece kalabalıklaşırlar. Hepsi de yarım akıllılar. Siz kâhin gibisiniz amca.”
“Çoğu zaman söylediklerim aynen çıkar.”
“Jorik, sağ salim dönecek mi? Söyler misiniz amca?”
“Sadece hepsini anlat önce. O nereye gitti?”
O kulağıma fısıldamak için yaklaşıp başını eğince, sigara, duman ve esrar kokusu geliverdi burnuma.
“Jorik Aspara’dan inip arkadaşlarıyla birlikte Şu’ya, savaş alanına gitti.”
“Şu’da ne yapacak?”
“Orada uyuşturucu, deniz gibi engin bir bölgede yetişirmiş. Onları toplayıp getirecek, gizlice satacak. Yakalanırsa hapse atılacak, mahvolacak. Sağ salim dönerse de hayatımız kurtulacak, borçlarımızın tamamını ödeyeceğiz. Belki de zengin olacağız. Yakalanırsa iş bitecek. Zaten sağlığı iyi değil, güç kuvvet kalmadı. Bu sefer elimize bol para geçerse tedavi ettirmek istiyorum.”
Genç kadın iki eliyle yüzünü kapatıp hüzünlendi. Sıtmaya yakalanmış gibi omuzları sarsılarak titredi:
“Ağabey, otobüsün arka kapısının ön basamağına gidip sigara içip gelebilir miyim?” diye izin istedi.
“Git, git…”
“Siz içmiyorsunuz değil mi?”
“O olaydan sonra elime sigara tutmuş değilim.”
“Ya, öyle insan da olur muymuş?”
Yüzü böbrek biçimli genç kadın, kısacık kesmiş saçını arkaya atmış, ilerideki kapıya dayanarak esrarı büyük bir iştahla içine çekiyordu. Küçük buzağılar annelerini emerken başlarını sağa sola sallarlar, sevinerek büyük bir keyif alırlar ya, aynı onun gibi… Esrarı zevkle içine çekiyordu. Esrarın midemi bulandıran kötü kokusu geldi burnuma. Kusacakmış gibi oldum, zor oturdum. Genç kadın, sonrasında hızla gelip tekrar yanıma oturdu. Gözlerine kıvılcım gelmişti, parlıyordu. Yanaklarına da kan gelmişti, gülücük saçıyordu.
“Abi, abiciğim, savaş meydanından sağ salim dönerse, hem Jorik’i, hem kendimi tedavi ettirmeyi planlıyorum.”
Bir şey demedim. Ne diyeyim? Onun kendi kendini kandırdığı sözlerine nasıl inanayım?
“Annen ve baban biliyor mu?”
“Hepsi de biliyor. Kızıyorlar, arada bir hocalara, halk hekimlerine götürüyorlar beni. Kırgızistan’daki ünlü bir hocaya kadar gittik. Hiç de etkili olmadı. Zehir tüm bedenini sarmış.”
“Ya kendin?”
“Benim için artık fark etmiyor. Hayatım var ya ağabey, rüya gibi. Kafam, içine binlerce sivrisinek ve büve girmiş gibi karışır. Uyuduğumda ise rüyama yılan girer. Yalın ayaklarla, tıslayan beyaz, kırmızı, simsiyah yılanların üzerinden geçiyor görürüm kendimi. İlk zamanlarda çok korkardım, ödüm kopardı. Artık alıştım. Beyaz kafalı, uzun, ince, alacalı yılanım önüme geçip yol gösteriyor, ben de peşinden takip ediyorum.”
İç çektim, kendi kendime, “Hey erkenden solan lale gibi güzel kızlarımız, hey yaşamı rezil olan güçlü, kuvvetli yiğitlerimiz, hey! Dinç, taze gençlerimiz hey! Siz kanlı savaşta hayatınızı kaybetseydiniz, size şehit derdik. Siz de cennete giderdiniz. Peki şu binlerce insanı beyninden edip deliye çeviren, aklını alan zehir için yola çıkıp onun uğrunda vakitsiz öldüğünüzde, sizin arkanızdan ne diyeceğiz?” diye düşündüm.
“Abi söylemediniz ki, Jorik savaş meydanından sağ salim dönecek mi, dönmeyecek mi?”
Dünyanın hangi köşesinde olursa olsun dilleri aynı imiş…
Eskiden askerde Valdemar da esrar bölgesine gitmeyi ‘savaş meydanına gitme’ derdi.
“Çok zor…”
“Ağabey, biliyorum, biliyorum. O bedbahtım dönmeyecek, tuz gibi yok olup gidecek desenize. Rüya görmüştüm, çok kötü bir rüya. Gitme diye yalvarmıştım. Mahvolacak artık. Bitti desenize!”
Daha demin gülücük saçan, böbrek yüzlü genç kadın, gözyaşlarını akıtıp hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Ben ineyim kızım, Taraz’a geldik.”
Elimden sımsıkı tutan kadın, gözleri yaşlara dolup sesli sesli burnundan soluyarak:
“Ağabeyciğim, o gelsin, geleceğini söyleyin. Köleniz olayım!” diye silkelemeye başladı.
“Bilmiyorum kızım. Bıraksana, midem bulanıyor.”
Otobüsten iner inmez arkama dönüp baktım. Genç kadın, yüzünü cama dayamış bir şeyler söylüyordu. Yediklerim ağzıma gelmişti, midem bulanıyordu. Kafam zonklarken, duraktaki direğe dayanarak ayakta zor durabildim. Koca göbekli kırmızı otobüs, dumanını kustuktan sonra soluk soluğa yoluna devam etti.
* * *
İki-üç gün boyunca ateşim yükseldi, yediklerim geri çıktı, sürekli mide bulantısı çektim. İç organlarım olduğu gibi ağzıma gelmişti sanki. Burnumdan esrar kokusu gitmek bilmiyordu, bir türlü kendime gelemiyordum.
İki-üç gün boyunca televizyondan Şu bölgesinde büyük bir esrar grubunun yakalandığı haberi yayınlandı tekrar tekrar. Alaca çuvalı sırtına almış, çökük ve zayıf yüzlü, gözleri parlayan, bir deri bir kemik Jorik’i hemen tanıdım.
“Hey bedbaht, hey zavallı genç!”
BEYAZ PERDE
Yoğun bakım ünitesi, ölüm ile yaşam arasındaki savaş alanına benzer. Bu ünite odasında kalan hastaların da bu dünya ile öbür dünya arasındaki sınırda bulunduklarını düşünmeliyiz. İki kişilik odada uzun boylu, saçları erken ağarmış, sivri burunlu oda arkadaşım hüzünlü bir şekilde yatıyordu. Sadece arada bir, of diye göğsünü parçalarcasına derin bir nefes alıyordu. Ayağa kalkıp dolaşamayınca sıkılmıştım. Oda arkadaşımla konuşarak zaman geçirmek istemiştim. İhsas ederek onu konuşmaya çekmeye çalışıp doğru dürüst cevap alamayınca, sıkılıp yorulmuştum. Ancak üçüncü gün sırık gibi uzun boynunu kaldırıp yatağında dizlerinin üstüne oturdu. Gözlerime ilk ilişenler, hızla aşağı yukarı hareket eden boğazı, kat kat olan cildi ve biçimsiz uzun boynu oldu.
Konuşurken ipince parmakları durmadan hareket ediyordu, iki avucunu ovalayıp duruyordu. Oda arkadaşımın adı Amir’miş. Koskoca bir bakanmış. Ben de pek çok yazardan biriydim. O gün konuşmaya istekli görünüyordu.
“Senin kalbin neden rahatsız?” dedi.
Bir yaş büyük olmasından istifade ederek, resmiyeti kaldırmış, hemen ‘sen’e geçmişti.
“Küçücükken öksüz kaldık… Gülle gibi sıkıntıların hepsi tek kalbe baskı yapmıştır.”
“Hımmm…” Durmadan çıtlattığı parmakları nereye koyacağını bilmiyordu sanki. “Kalbim beni bir kere bile rahatsız etmiş değildir.” Kıs kıs güldü. “Ben genel olarak hastalık nedir bilmeden büyümüş bir insanım. Buna inanır mısın? Annem ve babam sağlar, altı kardeşimin hepsi önemli görevlerde çalışır.”
Ben oda arkadaşıma kıskançlıkla baktım. Bir insanın nasıl olur da her şeyi tam olurdu, bir insana nasıl da döke saça her şey verilirdi. Önünde annesi ile babası, ağabeyi ile ablası, arkasında kalabalık kardeşleri olanları gördüğümde yalnızlığım ve öksüz oluşum aklıma gelir, yüreğim yanmaya başlardı ya… İşte, kimi insanlar hastanenin ne olduğunu bilmeden büyürken, benim şu kemiği açılmış beyin gibi olan güzelim ürkek kalbim, çarparak ağzımdan fırlayacak gibi oluyordu. Yılda birkaç defa, ister istemez hastaneye yatıyordum. Cebimde ilacım eksik olmazdı, azıcık yorulup takatim kesildiğinde, hastalıklı kalbim kafese atılan aslan gibi göğsümü parçalarcasına içeriden vurmaya başlardı. Kurşun yemiş yaralı hayvan misali, yarı baygın bir hâlde yaşamaya ne kadar devam edeceğimi kim bilebilirdi? Yaradan Allah’a yalvararak ondan istediğim tek şey çocuklarımın aynı sıkıntıyı çekmemeleri, kimsesizlik, yoksulluk derdine maruz kalmamalarıydı.
“Beni hasta eden ne biliyor musun? Aşk!” dedi oda arkadaşım beklenmedik bir anda.
Düşüncelere dalmıştım, aniden kendime geldim.
“Neden gülüyorsun, inanmıyor musun?” diye sordu.
İstemeden kulaklarıma doğru yayılan dudaklarımı hemen toparladım. Kimi canının derdindedir, kimi de malının. Üç gün boyunca ağzından doğru dürüst kelime çıkaramadığım oda arkadaşıma ilgi gösterip başımı kaldırdım ve dik oturup dinleme isteğinde bulundum.
“Sen gül, gül. Evet, beni hasta eden aşktır! Aşk denen şeyin böyle bir zehir olduğunu kim bilebilir ki? Ooof! Dinle, yoksa her an patlayabilirim. Ben otuz yaşıma kadar hiç evlenmedim, bekâr kaldım. Yiyecek, giyecek sıkıntım yoktu. Her şey vardı, her şey yeterli idi. Ancak kız konusunda pek şanslı değildim, kimilerini ben beğenmedim, kimileri de beni beğenmedi. Öyle zaman geçerken akranlarımın hepsi evli barklı oldu, tek bekâr ben kaldım. Üniversiteyi bitirmiştim, çok da güzel işim vardı. Hayatı boyunca kadın cinsine yaklaşmayan erkek, yaşı ilerledikçe çekingenlik gibi kötü bir alışkanlık edinir, kendi kendinden şüphelenmeye başlarmış. Öyle derken kızın birine deli gibi âşık oldum. Adı ne kadar güzel, Aydolu! O zamanlar liseyi bitirenlerin tamamen çiftliğe, koyun bakmaya gitme modası vardı. Bu modanın da tam zirvede olduğu dönemdi. Aydolu da çiftlikte süt sağardı. Gencecik, on yedisini yeni doldurmuş çok güzel bir kızdı. Of! Ben, İlçe Komsomol Komitesi Sekreteriydim. Komsomol gençlerden kurulan ekiplerin çalışmasına bakmak için sık sık çiftliğe gittiğimden kızı iyice tanıma fırsatım oldu. Babası çobandı, kendi de çok sade bir kızdı. Hep ‘siz’ diye kibarca konuşurdu.
Bütün kış çiftliğe gide gele epey cesaret toplamıştım. Kucağıma alıp sarıldığımda saf saf, uslu uslu bir oturuşu vardı! Küçük çocuk gibi her şeye hemen inanıverirdi! Onun için bu dünyada benden daha eğitimli, daha bilgili kimse yoktu. Benden gözünü almadan uzun uzun bakması, her söylediğime hayret edip hayranlık duyması… Her görüştüğümde değişik değişik şeyler anlatırdım. Bende yüksek makam aşkı da vardı. Falanca başkanla birlikteydik, filanca kişiyle konuştum diye övünürdüm!
Eh Aydolu, eh! Sonunda ilkbahara doğru evine gittim. Annesi ile babası, Serektas denen yere yaylaya taşınmışlardı. Güney tarafı kırmızı taşlarla dolu dar boğaz, kuzey tarafı ise yavşan otu yetişen bir bölgeydi. Bir köşeye diktikleri keçe bir evde oturuyorlardı. 1 Mayıs bayramı kutlamaları bittikten sonra Genel Sekreter’in arabasını isteyip yola çıktık. Aydolu önceden söylemiş olmalı ki, annesi güler yüzle karşıladı. Ancak babası ağzını açıp bir kelime demedi, selamlaşırken dudaklarını hareket ettirmekle yetindi. Bir koyunu hızlıca kesiverip etlerini parçaladıktan sonra otlağa gitti. Annesi yemek yaparken bana bir şeyler sorunca Aydolu:
“Anne rahat bıraksana, utanmasın.” diye bir annesine, bir bana nazlı nazlı baktı.
Annesini hemen beğendim. Güzel annesi, çok mutlu görünüyordu. Of! Aydolu’nun annesinden bir şey gizlemediği belli oluyordu, anlaşılan birbiriyle açık konuşuyorlardı.
“Nasip olursa annemle babam istemeye gelecek, bu ayın sonunda evlenmeyi düşünüyoruz.” dedim.
Kavurma yedikten sonra yeşil alana, koyunların otlandıkları bölgeye çıktım. Kuzuları ayrı tutma zamanı bitmişti. Koyunlarla kuzular birlikte otlanıyordu. Her taraftan kuzu ve koyun melemesi duyuluyordu, hoş ve ilginç bir ortamdı. Hava da çok güzeldi, insanı güzelce sallayan hafif ve ılık bir rüzgâr esiyordu. Taşların arasından ve sert toprak tabakasından göz taşı gibi biten yavşan otu görünüyordu orada burada. Koklayınca da kokusu baş döndürüyordu. İnsanı rahatlatan güzel bir ortamdı. Pır pır uçan kuşların sesleri ne kadar hoştu!
Kızın babası, benim müstakbel kayınpederim, ilkbaharın güzel ve ılık havasına rağmen kalın giyinmişti, kafasından kalın kürkten yapılmış eski şapkasını çıkarmamıştı henüz. Kızı, geldiğimiz sırada üzerini değiştirmesini söylemiş gibiydi. Hiç tepki vermedi. İki kişi, koyunların tamamını vadinin alt tarafındaki yavaşça şırıl şırıl akan tertemiz nehre su içmeye indirdik. Sonra da yüksekçe bir tepenin üzerine geçip oturduk. Oradan etraf net görünüyordu. Yamacın üzerine güneşte iyice kuruyup yanan kıpkırmızı taşları yığmışlardı.
“Bunu neden bu şekilde yığmışlar?” diye sordum kırmızı yanaklı çobana.
“Buna kurgan derler. Serektas Kurganı burası işte. Her yerin kendi adı vardır, her yüksek tepenin üst kısmına bunun gibi kurganlar yaparlar. Şurada gördüğün iki kurganlı tepenin adı Koskudık3, şu vadideki suyun aktığı yöndeki bir sonraki vadinin adı Kızılsay, şu tarafımız Kakpaktı, şu uzakta bulanık bir şekilde görünen Buvırlı’dır.”
“Neden Serektas dediklerini biliyor musun?”
“Eskiden Serik denen yakışıklı bir delikanlının Aymankül adlı kıza âşık olduğu söylenir. İkisinin düğünü yapılırken yurda düşman saldırınca düğüne son verilmiş. Daha beyaz perdelerinin arkasına geçmeden, damat yurttaki diğer erkeklerle birlikte savaşa gitmiş. Aymankül her gün kendi çadırının yanına bir taş getirip bırakmaya başlamış. Böylece günler geçmiş, aylar geçmiş. Yıllar da geçmiş yavaşça. Serik ve diğerlerinin düşmanı kutsal Türkistan’ın ilerisinde takip edip kovaladıkları haberi gelmiş. Aymankül, her gün bir taş getirip örmeye devam etmiş. Kocaları savaşta olan diğer kadınlar da bunu görünce her gün bir taş getirip bırakmaya başlamışlar. Serik ve diğerleri düşmanla kırk yıl savaşmışlar, 40 yerden yara almışlar. Gencecik delikanlı, 60 yaşını geçmiş yaşlı ve zayıf ihtiyar olarak dönmüş yurduna. Özlemden iyice yaşlanıp ihtiyar bir kadına dönüşen Aymankül’ün ördüğü taşlar 40 yılda yüksek bir dağ olmuş. Her gün o dağın başına bir taşı taşıyıp bıraktıktan sonra kocasının gittiği yöne bakarmış gözleri iyice yorulana kadar. Bu şekilde bakıp otururken kayınbiraderleri yüksek sesle müjde isteyerek gelmiş koşa koşa. O haberi aldığında Aymankül, yüreği dayanamamış, kendi yükselttiği taşlı tepenin üzerinde yaşamını yitirmiş. Serik, eşinin yanına gelmiş, kafasını kaldırmış ve gözyaşları sel olana kadar, bir gün bir gece ağladıktan sonra o da yaşamını yitirmiş.
Ondan sonra bu tepe ‘Serik’in Taşı’, ‘Seriktaş’, ‘Serektaş’ adını almış. Buraya gelen giden yolcular geçerken bu tepeye birer taş getirip bırakırlar, oğlum git sen de bir taş getirip şu kurgana bırak.” dedi Aydolu’nun babası. Of!.. Babasının bu efsaneyi bana neden anlattığını düşünüyorum son günlerde sık sık. Neden anlattı?
Of! Bir taşı kaldırıp tepenin başındaki kurgana bıraktım. Aydolu’nun evinden beşparmak4 yemeği yedikten sonra döndük. Dönerken Aydolu’nun babası: ‘Oğlum, düğün yapılmadan, kız istenmeden damadın kız tarafına gelmesi doğru değildir.’ dedi. Of!
Bir hafta geçtikten sonra beni askerlik komitesine çağırdılar. O zamanlar askerlikle ilgili yasanın sert olduğu zamanlardı. Elime askere çağırma yazısını tutuşturup altı aylığına askere gönderdiler. Altı ay asker çizmesi giyip Novosibirsk’te yer tekmeledim. Kız isteme, evlenme konuları ertelendi elbette. Yapacak iş kalmadığı zamanlarda mektup yazdım. Ondan gelen mektupları okumak da çok ilginç oluyordu. Ne kadar saf bir insandı… Ne kadar güzel ve temiz duygulardı…
Askerden sonbaharda döndüm. Geldikten sonraki ertesi gün işe başladım. Aydolu telefon edip ‘Hemen geliyorum.’ dedi. Şuradaki Şiyen’de oturur. Öğleye doğru büroma geldi. Çok özlemişim, hemen sarıldım. Hüngür hüngür ağlamaya başladı, gözyaşları sel gibi aktı!
Aydolu’mu elinden tutup derhâl Tilemis adlı dostumun evine gittim. Dostum ve eşi gelişimize çok sevinerek büyük ilgi gösterdiler. İçkili sofra kurup kutladık, eğlendik. Ardından yapılacak düğün konusu konuşulmaya başladı. Zavallı Aydolu, gözleri yaşarmış hâlde bana bakıp duruyordu. ‘Çok özlemiş anlaşılan zavallım!’ diye düşündüm. Ancak gözlerinde bir sıkıntı vardı sanki, namus ve şeref miydi bulunan yoksa? ‘Özlem denen çok zor bir şeydir gerçekten! Ben de çok özledim, artık birlikteyiz canım. Birlikteyiz.’ diyordum içimden. Of!”
Oda arkadaşım, oflaya puflaya yerinden kalkıp pencereye yaklaştı. Dışarıda ıslık çalan ayaz vardı, her taraf kırağı tutmuştu. Avucuyla camı silip bir süre sessizce dışarıyı seyretti. Ne düşünüyordu acaba? Sırık gibi uzun, ipince, kürek kemikleri kalkık adam, tekrar tekrar cama üfleyerek gözlerini dışarıya dikip öyle uzun uzun baktı ki… Kalp rahatsızlığına genelde şişman, kilolu insanlar yakalanırlardı. Şu adamda ise bir gram fazla yağ yoktu.
“Of!” dedi yine ve yatağına oturup bacaklarını aşağı sarkıtarak anlatmaya devam etti.
“O geceyi Tilemis’in evinde geçirdik. İkimize aynı odaya yatak yaptılar; benim için yere, Aydolu için kanepeye. Tilemis’le eşinin yüzlerinden tebessüm eksilmedi. Mahsustan böyle yaptık diyorlardı sanki. O, soyunmadan kanepeye bitkin bir hâlde oturuverdi. Işığı kapattım. Cesurdum. Kız çekindikçe cesaretim artıyordu. Sürüklercesine getirip yanıma yatırarak üstündekileri çıkardım. Kız, artık razı olmuştu. Meğerse… Of!”
Oda arkadaşım, iki eliyle kalın, güçlü ve beyazı artmış dağınık saçlarını sımsıkı tutup derin bir ah çekti.
“Keşke şimdi sigara olsaydı. On sene önce bıraktığım sigarayı şimdi canım öyle bir çekiyor ki. Of!.. Ne diyebilirim, kız gözyaşlarını öyle bir akıttı ki! Otuz yaşına gelen ben bilmiyormuşum, kızın kendisi nefesi kesile kesile hepsini anlattığında tüylerim diken diken, sinirlerim alt üst oldu.
Meğerse… İnek çiftliği ilkbahar gelince dağın eteğine yerleşmiş, inek sağanlar da her gün köyden oraya gidip gelmeye başlamışlar. Öyle akşamların birinde köye bırakma teklifinde bulunmuş Kızılmurın5 adlı elli yaşındaki çiftlik başkanı. Millet gerçek adını unutmuştur, sürekli içki içerek kızarmış burunla dolaştığından Kızılmurın adını almıştır. Yolda giderken iri yapılı koca herif, oğlak keser gibi bildiğini yapmış. Kız, öleceğim diye hüngür hüngür ağlamış, hapse attıracağını söylemiş. Kızılmurın, ‘Bir kişiye bile söyleyecek olursan kafanı kavun gibi kesiveririm.’ demiş.
Bu olay ben gider gitmez olmuş. Ertesi gün inek sağma işini bırakmış. O gün bu gündür işsizmiş. Üniversiteyi de kazanamamış. ‘Sen beni affedemezsin, biliyorum affedemezsin canım.’ diyordu yüzünü elleriyle kapatıp ağlayarak.
Tan yeri ağarıncaya kadar gözlerimi kırpmadım, o da tan yeri ağarıncaya kadar bükülerek yattığı gibi uzun uzun ağladı. Ben bedbahtın ise dili tutulmuştu, koca taş gibi sertleşmiştim. Tan ağarır ağarmaz ev sahiplerini uyandırmadan evi terk ettik. O, büroya kadar benimle birlikte geldi:
‘Amir, Allah huzurunda affet ya da öldür beni. Ben seni sadece bu dünyada değil, öbür dünyada da çok seveceğim, inanır mısın canım!’ dedi.
Tepki vermedim.
‘Artık ben senin için yokum! Sen benim için kaybolmuş insansın!’ diye yüzüne söyleyiverdim. Kız, için için ağlayarak sırtını dönüp gitti. Of! Hayat işte! Herkese evleneceğimi duyurmuştum bile! Çaresizce, beklenmedik bir şekilde şimdi beni ziyaret eden yengenle evlendim. Evde kalmış öğretmenmiş. O günden bu yana inanır mısın yirmi bir yıl geçti aradan. Hızlıca gelip geçermiş zaman. Unutmuşum, unutuyormuşum. Gelen mektubu olmasaydı.”
Yastığının altından elleri titreyerek çıkardığı zarfı bana verdi.
“Kendin okusana.”
Sesi titriyordu, kalbi hızlı çarpıyor olmalıydı. Hastanelerde çok kalan insanın hekim gibi olup hastalıklarla ilgili her şeyden bilgili olma özelliğini edindiği malumdur. Mektup, bildiğimiz kareli okul defterinin orta iki sayfasına yazılmıştı.
“Amir,
Nasılsın? İyi misin? Seni hep merak eder, sorarım. Gazeteden Bakan olduğunu okuduğumda nasıl sevindiğimi bir bilsen! Ben senin istediğini mutlaka elde edeceğinden hiç şüphe duymamıştım, emindim. Bugünlerde nasıl olduğunu çok merak ediyorum!
Ben mektubu sana özel olarak gönderdim, sadece senin açıp okuman için. Sen beni tamamen unutmuşsundur. Ben, Aydolu. Serektas’taki Jakıpbay çobanın kızı var ya! Hatırladın mı? Aydolu ne diye mektup yazıyor diye kızmayasın. Kusuruma bakma. Söylemek istediğim… Ne olduğunu biliyor musun? Seninle son görüşmemizden sonra ya delireceğimi ya da intihar edeceğimi düşünmüştüm. Ne ölü, ne de canlı biri olmuştum. Öyle yaşarken hamile olduğumu öğrendim. Kimden mi dersin, senden. Senden çocuğum olacağını öğrendiğimde yaşama karşı sevgim uyandı. Senden çocuğum olacağı için çok sevindim. Sen güleceksin belki, ancak benim yaşamamı sağlayan bir tek o oldu. Anneme sırrımı açtım, kadıncağız ağlayarak akıl verdi. ‘Amir evlenmek istemezse evlenmesin, çocuğumu doğuracağım.’ dedim. Annem çözümünü buldu. Kendi memleketinden bekâr birini bularak iki ay sonra evlendiriverdi. Altı ay sonra doğum yaptım. Etrafa süresinden önce doğduğu söylentisini yaydık. Adını da senin adına benzeterek Abil koydum. Aynı sen, aynı! Daha sonra altı çocuk daha doğurdum. Böylece yedi çocuğun annesi oldum. Kocam yumuşak huylu, iyi bir insandı. Geçen sene vefat etti, yüksek tansiyondan. Geçenlerde vefatının birinci yılı nedeniyle mevlit okuttum. Ben de sık sık baş ağrısı yaşar, bazen yataktan kalkamaz duruma düşerim.
Amir! Bu çocuk senindir. Buna önce Allah şahit, sonra seninle ben şahidiz. Oğlun Abil yazın evlenmek istiyor. Büyüdü, eskiden sen nasıl idiysen, aynı senin gibi ince ve uzun boylu. Artık ona gerçeği söylemeye cesaretim yok, soyadı farklı, babası ayrı. Şayet bana bir şey olursa ona göz kulak olasın.
Sen, Abil’in kendi çocuğun olduğundan şüphe duyuyorsundur. İnanmıyorsan, gizlice gel de bak. Anladın mı? Yüce Allah huzurunda, rahmetli annemle babamın ruhları huzurunda Abil’in babasının sen olduğunu söylüyorum Amir! Yalan söylüyorsam ruhların ruhu çarpsın! Benim bedduamdan olmalı ki Kızılmurın aynı yıl trafik kazasından vefat etmiş köpek! Köpeğe köpek gibi ölüm işte!
Amir! Bu mektubu sadece kendinde saklayasın, sonra yaşlandığın zaman olur da oğlunu arayacak olursan kendisine gösterirsin. Ben senden önce gideceğim herhâlde. Fakat ben hayattayken ne benim yanıma, ne de oğlumun yanına yaklaş! Ben o sıkıntıyı kaldıramam. Anladın mı? Ölürüm, utancımdan, özlemden, dertten! Anlıyor musun?
Sen kendine iyi bak, bu oğluna, doğacak torunlara lazımsın. Genel Sekreter’in kızıyla evlendiğini, daha sonra şehre taşındığını duydum. Ben uzaklara evlendim. Şimdilerde nasıl oldun acaba?
Peki canım! Sen beni hâlâ affetmemişsindir. Biliyorum, ama ne yapabilirim? Ben senin için dua ediyorum. Sana beddua etmem, kızmıyorum. Şu mektubu tam üç gün yazdım. Başım çok ağrır oldu son zamanlarda.
Hoş ve sağlıkla kal canım!
Selamlar Aydolu.”
Bu satırlardan sonra oturduğu evin adresini belirtmişti.
Amir, kirpiklerini bile kıpırdatmadan dik dik bana bakıyordu. Sopsoğuk bakışları içime işlemişti. Yüreğim yerinden oynadı. Gözleri çakmak çakmak olmuş, beti benzi atmıştı.
“Ne diyorsun?” dedi.
“Ne diyeyim? Yazık olmuş.”
“Kime?” dedi ani bir tepki vererek. “Kime yazık olmuş? Bana mı? Oğluma mı? Sen ne bilebilirsin ki?”
Dar odanın içinde bir ileri, bir geri gidip avuçlarını birbirine sürüp durdu.
“Kimse bilmiyor. Ben bahtıma tekme attım. Aydolu, benim kısmetim idi. Ya Allah’ım!” Titreyen elini iç cebine götürdü, ilaç çıkararak içti. “Bende kalp yoktur, kalbim o eski zamanda yumruya dönüp sertleşmiştir. Aydolu’yu kovduğum gün taş olmuştur muhtemelen. Biz, insan denen mahluk, acımayı, affetmeyi, anlamayı neden bilmeyiz? Neden? Ha?”
Bakan, ileri geri yürüdükten sonra:
“Size yürümek, ayağa kalkmak yasaktır, dinlenin.” dediğime hiç kulak asmadı.
Bir türlü sakinleşemeyip dışarı çıkmıştı, biraz sonra hemşire elinden tutup getirdiği gibi yatağına yatırdı ve her ikimize de iğne yaptı.
“Sigara bulur musun kızım!” dedi.
Hemşire sert biri imiş:
“Sizin sigara içmemeniz gerektiğini eşiniz söylemişti. Yasak!” dedi sert bir şekilde bakan olduğuna bakmadan.
Oda arkadaşım biraz sakinleşmiş gibi göründü.
“Hey gidi zaman!” dedi hayret edercesine, âdemelması aşağı yukarı hareket etti. “Beni şeytan azdırmıştır. Sen biliyor musun? Sen bilmezsin, bu mektubu aldıktan sonra ben hepsini özledim. İçimdeki pişmanlık göğsümü doldurarak kalbimi ağzıma getirir oldu. İçimdeki pişmanlık tutuşarak alev alev yandım sanki. Makam, görev, saygı ve ilgi deriz ya hep, ne için lazım onların hepsi, ne için ha? Eğer sen kendi yuvanda mutlu değilsen, soyunu devam ettiremiyorsan… Of, canım of! Evet, evet… Biliyor musun benim hiç çocuğum yok. Allah bana süt kokusu yayan bir bebek nasip etmedi, etmedi. Bir bebeği öpüp sevmeden, soyumu devam ettirmeden mi gideceğim bu dünyadan? Bunu kabullenmek istemiyorum. Ne yapabilirim? Of! İlçe başkanının kızı ile evlendikten sonra görevde durmadan yükseldim. Ne içeceğimizin, ne yiyeceğimizin endişesini duymadık, dünyanın yarısını gezip gördük, rahat rahat eğlendik. Ancak çocuk sahibi olamadık. Bir yıl geçti, iki, beş, on yıl geçti… Eşimin gitmediği doktor kalmadı, her çeşit tetkik yapıldı. Sorun bende gibiydi. Meşhur bir profesöre götürdü beni. Doktor, eşimle ikimizi iki-üç muayeneden geçirdikten sonra korkunç haberi duyurdu. Muayene sonuçları sorunun tamamen bende olduğunu gösteriyordu. Hayatta çocuk sahibi olamayacakmışım. Eşim sapasağlammış. Hamile kalmasına bir engel yokmuş. Bütün sorun bendeymiş. Ne yapacağım diye çıldırdım? Gerçekten de karım somun gibi tombuldur. Yanakları da pespembedir. Bense ölmek üzere olan deve gibiyim ve zayıfım. O kadar üzüldüm, o kadar gururum kırıldı ki… Karım, ‘Ben seninle öbür dünyada da birlikte olacağım. Allah vermezse yapabilecek bir şey yok. Böylece, anlayış içinde, birbirimizi üzmeden geçinip gidelim.’ dedi. Beni bir çocuğu sever gibi teselli etti. Ne yapabilirdim? Of! Çocuk evlat edinmek amacıyla yetimhaneye de gittik, cesaret edemedik. Anne babalarının nasıl insanlar olduklarını bilemezdik. İnsanın üç gün sonra mezara da alıştığını söylerler ya, o doğruymuş. İkimiz de durumu kabullendik ve güzelce yaşamaya devam ettik. Kaderimize razı olduk. Yaraya tuz basmamak için çocuk konusunu bir daha açmadık. Ya, ulu Allah, insanların tamamına verdiği küçücük bebeklerden birini neden bana, neden şu bedbaht kuluna vermemişti? Yaşıtlarımın aslan gibi oğulları ile ceylan gibi kızlarını gördüğümde için için yanardım. Kendi kendimi yemeye başlamıştım. Eşimin karşısında kendimi suçlu hissediyordum, yerin dibine geçmek istiyordum. Buna iyice inandırmıştım kendimi. Kötü kaderime bin defa lanetler yağdırarak dertten yanıp yakılsam da belli etmemeye çalışıyordum. Ancak tam da o dönemde, Aydolu’nun mektubunu aldığımda aklımı yitireyazdım. İnansam mı, inanmasam mı? Bir değil, bin defa okumuşumdur mektubu. İnansam mı, inanmasam mı? Oğlum varmış. O zaman ben baba oluyordum, baba! Soyum devam edecekti. Doğanın kanunudur bu. Ancak profesör baba olamayacağımı, doğuştan sıkıntım olduğunu söylememiş miydi? Ne bileyim, küçücük kafam kazan gibi oldu. Of! Allah’ım! Sonunda düşüne taşına gizlice doktora gittim muayene için… İnanır mısın, sapasağlammışım. Ona da güvenmeyip bir başkasına daha gittim. O da ‘Siz yüzde yüz sağlıklısınız!’ diyerek elime mühür vurulmuş bir kâğıt verdi. Gözlerim yuvalarından fırlayacakmış gibi olmuştu. O profesörü aradım. Kayınpederimin yakın dostu idi, yaşlanmış, hastalanıp yatalak olmuş. Aslında mühür vurulmuş kâğıdı gözüne sokmak için, sinirden tir tir titreyerek ortalığı yıkmak için yanına gelmiştim. Oysa beni görür görmez ‘Oğlum gel, otur!’ deyip ağlayıverdi. ‘Hayatımın sayılı günlerini yaşıyorum, senin hayatını kararttım. Eşinle kayınpederin yalvarıp yakardıklarından, çok istediklerinden sana yalan söylemek zorunda kalmıştım. Aslında kısır olan eşin. Kayınpederin kızının kocasız, kendisinin de senin gibi başarılı damatsız kalacağından korkarak üsteleyip beni ikna etmeyi başarmıştı. Ahrete gitmeden önce rica ederim beni affedebilirsen affet. Ya da şimdi kendi ellerinde boğ ve öldür. Ben buna razıyım. Ancak o şekilde mezarda rahat edebilirim.’ dedi iyice güçten kuvvetten olmuş profesör hırıldayarak, yataktan başını kaldırmaya gücü yetmeyip ağlarken.