Kitabı oku: «Celâleddin Harzemşah»
Namık Kemal, 21 Aralık 1840’ta Tekirdağ’da doğdu. Asıl adı Mehmed Kemal’dir. Namık adını ona şair Eşref Paşa vermiştir. Çocukluğunu Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde geçirdi. Bu yüzden özel öğrenim gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. 1863’te Babıali Tercüme Odasına kâtip olarak girdi. Bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanıştı. 1865’te İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükûmeti eleştiren yazılar yazdı. Ali Suavi’nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı Muhbir gazetesinde yazmaya başladı. 1868’de Hürriyet adında başka bir gazete çıkardı. Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872’de İbret gazetesini kiraladı. Burada çıkan bir yazısı üzerine, dört ay süreyle kapatıldı. İstanbul’dan uzaklaştırılmak için Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı Vatan Yahut Silistre oyunu sahnelendiğinde olaylara neden oldu. Namık Kemal, birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Kalebentlikle Magosa’ya sürgüne gönderildi. 1876’da I. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi’yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. II. Abdülhamid’in Meclis-i Mebusan’ı kapatması üzerine tutuklandı. Midilli Adası’na sürüldü. 1879’da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884’te Rodos, 1887’de Sakız Adası’na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu, Bolayır’da gömüldü.
Tiyatro türüne özellikle önem veren Namık Kemal, altı oyun yazmıştır. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistre yalnız ülke için değil, Avrupa’da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrilmiştir. Celaleddin Harzemşah, Namık Kemal’in en beğendiği yapıtı olarak bilinir. Bu eserde Namık Kemal, İslam birliği düşüncesini kapsamlı bir biçimde sergilemiştir. Namık Kemal’in ilk romanı olan İntibah, 1876’da yayımlanmıştır. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsal ve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de İntibah Türk romanında bir başlangıç sayılabilir.
Eserleri: Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Celaleddin Harzemşah, Kara Belâ, İntibah, Cezmi, Tahrib-i Harâbât, Takip, Renan Müdafaanamesi, İrfan Paşa’ya Mektup, Mukaddeme-i Celal, Devr-i İstila, Barika-i Zafer, Evrak-ı Perişan, Kanije, Silistre Muhasarası, Osmanlı Tarihi, Büyük İslam Tarihi.
Bismillahirrahmanirrahim
MUKADDİME-İ CELÂL
I
Memleketimizde ilerleme fikrinin meydana çıkmasından beri insanlığın yüksek değerlerinden elde edebildiğimiz irfan kaynaklarından biri de edebiyattır. Gerçekten bizde kalemin gösterdiği ilerleme, Batı’nın sanat eserleriyle karşılaştırılırsa(?) bu, büyük bir âlimin bilgisine nispetle yeni konuşmaya başlamış bir çocuğun söyleyebileceği üç beş kelime hükmünde kalır. Bununla beraber azlık, yokluk demek olmadığından, edebiyatımızda hasıl olan inkılap, asrın tarihi içinde küçük bir övünme başlangıcı olmaktan büsbütün uzak değildir.
Bundan on beş yirmi sene evvel muntazam bir mektup yazmak kitabet sanatının kendisi sayılırdı. Sıfat ve mevsuf uygunluğuna vâkıf olmak ise yazarlar için pek büyük bir marifetti. Hele kafiyeli bir dua ve birbiriyle alakalı birkaç beyit ile süslenmiş bir hulus kâğıdı tertip edebilmek milletin kültürünün beyni demek olan edebiyatta en yüksek bir mertebe kabul edilirdi.
Münşeat adıyla elde mevcut olan dergilerin hangisine bakılırsa bu davayı ispat için birbirine bağlı süslerle dopdolu olduğu görülür.
Hayat tecrübemin şahit olduğu garip olaylardan, İstanbul’un yangından korunması hakkında bazı araştırmaları kapsayan ve “Tasvir-i Efkâr”da yayımladığım makale bir dereceye kadar yenileşmeye uygun yazıldığı için Babıali’nin en yüksek makamlarında bulunan ve kalemleri otorite kabul edilen bazı kimseler tarafından olağanüstü bir şey sayılmıştı. Hem de aramızda fikir ve yol ayrılığı olmasına rağmen beni yeniden ikinci bir rütbe ile mükâfatlandırmış idiler. Hâlbuki o yolda bir makale yazılsa ediplerimiz tarafından mükâfat değil kelime süslemeciliği hevesiyle kaybedilen zaman için bilakis ayıplanırdı.
Ne kadar ayıplanırsa ayıplansın haksızlık edilmiş olmaz. Çünkü en kaba Türkçeyle yazılan eserlerde “fikr mekr ve zikr hakr” sözü gibi mutavvelde tenafürün en çirkin misali olarak söylenen “ve leyse kurbe habri, Harb’in kabrü” mısrasına rahmet okutacak parçaların varlığı hep o seci ve kafiye heveslerinden ileri gelmektedir.
İşte okuma bilenlerin çoğu edebiyat adı verilen eserlerimizi dinlerken yabancı dilde yazılmış bir dua zannıyla amin diyegelmişlerdir. Bunun için sade olduğu söylenen şiirlerin, birbirine bağlı sıraların arasından mana çıkarmak üst üste gelen dalgalar arasında dalgıcın inci avlaması kadar zordur. Zaten çıkarılan manalar da fikri doyuracak veya vicdana hoş gelecek şeyler cinsinden olmadığından milletin kulağına, gözüne ve düşüncesine hitap gibi altmış asırdan beri dünyaya ne kadar arif gelmişse hepsinin en arı ve parlak ifadelerini anlayışa muktedir iki hikmet kırıntısı ilave etmek isteyen araştırma zevki tamamen kaybolmuştu. Öyle ki düşüncenin hayat kaynağı olan okumaya, bir ilaç gibi yalnız zaruret anında üstelik bin türlü güçlük ve iğrenmeyle başvurulurdu.
Şiirimiz ise bir kısım münacat ve naatlar ve birkaç da ufak mesnevi ile güzel müfretler istisna olunursa gerçek ve tabiat âlemleriyle ilgisi olmayan vehimler dünyasından alınmış bir kısım münasebetsiz tasavvurlardan ibaretti.
Birçok şiirlerimizin beyit ve mısraları arasında bulunan mana karışıklığı parça bohçalarındaki renk karışıklığından daha fazladır.
Divanlarımızdan biri okunurken, insan taşıdığı hayalleri zihninde göz önüne getirse; etrafını maden elli, deniz gönüllü, ayağını Zühal’in tepesine basmış, hançerini Merih’in göğsüne saplamış kahramanlar; feleği tersine çevirmiş de kadeh diye önüne koymuş, cehennemi alevlendirmiş de yakı diye göğsüne yapıştırmış; bağırdıkça arşıâlâ sarsılır, ağladıkça dünya kan tufanlarına boğulur; âşıklar, boyu serviden uzun, beli kıldan ince, ağzı zerreden ufak, kılıç kaşlı, kargı kirpikli, geyik gözlü, yılan saçlı sevgililerle dopdolu göreceğinden kendini devler, gulyabaniler âleminde zanneder.
Yazık ki şiirimiz daha bu garip tarzdan kurtulamadı; ara sıra tabiata uygun ve zamanın fikir ustalığına layık bir şiir tarzı için başlangıç zuhuru addedilecek bazı eserler görünüyor ise de yeniliğe eğilim şairlikte kâtipliğin bütün bütün aksine bir tesir hasıl ederek, şiirin yeni yolda olması için mesela; zihaflı veya bütün bayağı sözler kafiyeli bir satıra yazılır da arası parmakla silinmiş gibi bir yerden kesiliverirse şiir zannedildiğinden; kulağı tırmalayarak dinlenilen birçok kaside ve gazel taklidi ve millet şarkısı modaları arasında güzel söylenmiş sözler de kurbağalı bahçelerde tesadüf eden bülbül nağmeleri gibi araya karışıp gidiyor.
Şayanı teessüftür ki şiirimizin tutumu, seçkin kimselerin o yola rağbetini çekmeye yararlı olmadığı için manzum eserler arasında bir ilerleme sabahının yakınlaşmasına iyi başlangıç sayılabilecek bir kanaat numunesi yoktur.
Fakat mensur olan ebedî eserlerimiz eski tarzın esaret zincirinden kurtulduğu zamandan beri millete serbestçe pek çok hizmetler etmeye istidat gösterdiği ve ulaştığı mertebenin gerçek bir ilerleme olduğu pek kolay ispat olunabilir.
Yirmi sene evvel çıkan bir gazeteyi, içindekiler ne kadar ehemmiyetli olursa olsun beş yüz kişi okumazdı. Bugün yayımlanan gazete sayfalarının her nüshası evlerde, kıraathanelerden şehirlerde, kasabalarda en az on beş bin elden geçiyor. Yeni yazılan kitapları vatandaşın, on üç on dört yaşındaki yavruları zevkle okuyor; eğlenerek faydalanıyor.
On seneden beri kadınlarımız arasında okuyucuların sayısı bire yüz arttı. İstanbul’da dükkâncılar, uşaklar gazete okuyor, hiç olmazsa dinliyor.
Devlet hukukuna, vatan sevgisine, hamiyet feyzine, askerlik şanına ve harp olaylarına dair kısa bile olsa bilgi sahibi oluyor. Herkesin bilgi ufuklarında hasıl olan bu genişlik yeni tarz sayesinde değil midir? Milletin, vatanın korunması ve devletin istiklali; yoluna kanının en son damlasını, milletin en son akçesini sarf edecek kadar gösterdiği hamiyet coşkunluğunda vicdanlara tercüman olan neşriyatın edebiyat dilindeki tesiri kadar hizmet etmiş bir kuvvet var mıdır?
Bu hakikatler meydanda iken bahis ve münazara meclislerinde “Bizi gazeteler, hikâyeler mi terbiye edecek?” gibi büyük birtakım sözler işitilmekte olduğuna teessüf olunur. Milletimiz maarifçe öyle her mahallesinde bir üniversite bulunduracak, her sokağında bir büyük âlim yetiştirecek mertebelerden uzak olduğu için aramızda gazeteden, hikâyeden faydalanma ihtiyacından uzak, pek çok ve belki pek az adam bulunduğuna kolaylıkla ihtimal verilemez. Bununla beraber, şurasını da aksi sabit olmayacağından tamamıyla emin olarak iddia edebiliriz ki gazete ve hikâyeden istifadeye muhtaç olmayacak kadar kültürlü olanlar, gazete ve hikâyelerin bir milletin terbiyesinde olan terisini inkâr edemezler. Çünkü böyle bir fikirde bulunmak medeni memleketlerin her tarafında ispata ihtiyaç göstermeyen bir hakikati inkâra yeltenmektir. Avrupa’da zamanı altından kıymetli bilen düşünce sahipleri aydınlar, ömrünün büyük bir kısmını öldürmek için gazete okumaya ayırmaz. Evladının terbiyesini hayatının muhafazasına tercih eden hikmet sahipleri çocuklarına zevzeklik için hikâye kitabı okutmaz.
“Edebiyat-ı Cedide”nin daha doğrusu yeni edebiyatçıların uğradığı bir tariz de edip unvanına nail olmakla beraber hâlâ imla bilmemektir. Eğer ediplerimiz bu yersiz hücumu eski tarzın taraflarından görmüş olsalardı “Biz zaten manasını ve konusunu kaybetmiş ve devamlı kullanma ile telaffuzu bütün bütün değişmiş olan Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçe şivesinde yazıyorsak bunda da yine sizin ve hatta hocalarınızın tuttuğu mesleğe tabi oluyoruz.” derler ve sonra “Siz niçin “aybe”yi “heybe”; “druger”i “dülger” yazmakta serbest olasınız da biz “masal” yerine “mesel”; “çamaşır” yerine -manasız olarak- “câme-şuy” yazmaktan geri kalalım?” diye söylenirler ve haklarını her insaf sahibine teslim ettirirlerdi. Fakat imla bilmemek tarizi eskiye taraftar olanlardan gelmiyor; Türkçe kelimeleri üreme kaynağından ayırmamak için nevayî tarzının taklitçisi olmak ve dili zenginleştirmek için (homurdanmaya) kafiye tedarikine bir zaruret görünmüş gibi (umursanmak) yolunda birtakım tabirler icat etmek eğiliminden geliyor da onun için karşılığında “İstanbul’u Buhara’ya ve zamanı Baykara asrına çevirmek bizim yapabileceğimiz şeylerden değildir. Biz ileri gitmek için yedi sekiz asır evvelki hâllere tekrar dönmeye çalışırsak aradığımız netice ile teşebbüs ettiğimiz sebepler arasında gereklilik yerine tenakuza uğrarız.” demekle yetinmek lazım geliyor.
Edebiyat-ı Cedide, eski tarz taraftarlarının da hücumundan kurtulamamıştır. Onların dediklerine göre yeni eserler iki büyük eksikliği içinde taşıyormuş. Bunlardan biri, kelime süslemeciliğinden uzak olması, biri de cümlelerin kesik kesik yazılmasıdır.
Eski tarzda gördüğümüz kelime süslemeciliği alışılmamış kelimelerle, çoğu atf-ı tefsir sayesinde vücuda gelen kafiyelerden ibaret değil midir?
“Lügatın tercümesi yanında
Yer eder ehl-i dilin canında.”
İki sayfalık bir yazı okumak için seksen defa “Kamus” veya “Burhan”a müracaat zorunda bırakılmak niçin maariften sayılsın?.. Garip sözlerle rengin manalarını gizlemek; güzel bir çehreyi allı, beyazlı düzgünlerle letafetten mahrum etmek demektir. Yine bir çirkin manayı kelimeyle süslemeye çalışmak ise bir zenci karısını telli pullu duvaklarla saklamak kabilinden olmaz mı?
Arap ve Batı’nın hayal tasvircilerinin idrak bakışı önüne irfan nurundan yaratılmış, temyiz ruhundan yapılmış nice yüz bin nazende edebiyat örneği arzıendam edip dururken milletin gençlik hakkındaki düşüncelerinin ve duygularının o yürekler acısı zavallı şekillere esir olup kalması mümkün müdür?
Cümlelerin kesikliğini tenkit edenler ise ilahi mucize olan Kur’an-ı Kerim’in kutsal fesahatına bir kere korkmadan baksalar tuttukları edebî yolun batıl olduğuna kolayca inanırlar zannederiz.
Yeni eserler için yapılan tenkitlerden biri de bütün bütün bayağı, bütün bütün terbiyesizce ifadeler ve düşüncelerdeki geçerlikle beraber birtakım neşriyatta görülen cesurane cehalettir. Hakikatte herkes kabul eder ki bir millette edebî bir dil hasıl etmek için onu meydana getiren unsurların terkibi demek olan ifadelerini en aşağılık kimselerin konuşmalarından seçmek çocukların terbiyesini Ayvaza havale etmek kabilinden olur. Fakat insaf ile düşünülürse pek kolay anlaşılacağı üzere, dünyada nişan atmaktan âciz veya cinayete meyilli birkaç kişi bulunmakla, yeni silahların fena ve kötü olması lazım gelmeyeceği gibi yeni yazılmış bazı eserlerin hatalı ifadesi veya aşağılık temayülü yeni tarz edebiyatın mahiyetinden değil kötü kullanılmasından ileri gelmektedir.
İnsan “Yuhkî bi-şekvetihi bi-elfi lisân” vasfına mazhar bir yaratık olmasına rağmen ifade eski tarzda kalmış olsaydı, o türlü bayağı ve cahilce söz yazmak isteyenlerin kalemlerine hiç şüphe yoktur ki kitâbetin irtibat silsilesi cüret kırıcı bir mâni olmazdı. Eskilerin eserlerinden “Köroğlu masalları”, “Küfri divanları” bu iddiaya kâfi delil sayılır.
II
Yeni tarzın zuhurundan beri her alanda yazılan kitaplar başka bir açıklık, başka bir hikmetli fikir peyda ve hatta dostlar arasında karşılıklı gönderilen kâğıtlar bile samimiyet namına ikiyüzlülükten, edep ve terbiye adına sahte yaltaklıktan kurtularak fikrin tercümanı ve vicdanın dili sayılabilecek bir meziyet hasıl etmeye başladığı gibi, edebiyatta üç yeni şube meydana geldi ki bunlar siyasi makaleler, roman ve tiyatrodur.
Vakıa İstanbul’da neşriyat “Takvim” ile başlamış ve sonra buna “Ceride” de ilave olunmuştu. Fakat bunlarda bent denilecek bir şey varsa resmî ilanların bir diğer şekliyle yazılışından ibaret olduğu için memleketimizde resmî makalelerin zuhuru merhum Şinasi’nin eserleriyle neşriyatımızı süslediği zamanlardır.
Edebiyatımız daha yeni doğuş hâlinde bulunduğundan tabii siyasi bahislerde Batı milletlerinin binde biri mertebesine varamadık. Şu kadar var ki onlar da neşriyatlarının başlangıçlarında edebî kısımların bu şubesinde bizim kadar bile genişlik ve sürat gösterememişlerdi. Hele o yolda olan neşriyatın münasebetlisi münasebetsizinden ayrılıp da bir yere toplanmak lazım gelse zannederiz ki altı yüz seneden beri yazılan kitaplar içinde bugün faydalanılması mümkün olanların hepsine üstün bir mecmua meydana gelirdi.
Roman kısmını da yeni bir tür kabul edişimize şaşılmasın: Eski eserlerde “İbretnüma”, “Muhayyelat”, “Aslı ile Kerem” gibi birtakım hikâyeler vardı. Fakat geleneksel kütüphanemizde mevcut olan birkaç tercümeden anlaşılacağı üzere romandan maksat; geçmemişse bile geçmesi imkân dâhilinde olan bir olayı ahlak, âdetler, hisler ve ihtimallere dayanan her türlü tafsilatıyla beraber tasvir etmektir. Romanlara nadiren ruhani varlıkların karıştırıldığı vardır; lakin o türlü hayallere ne fikir ile müracaat edildiği meselenin tasvir şeklinden açıkça ortaya çıkar. Hâlbuki bizim hikâyeler tılsım ile define bulmak, bir yerde denize batıp müllifin hokkasından çıkmak, ah ile yanmak, külünk ile dağ yarmak gibi bütün bütün tabiat ve hakikatin dışında birer konuya dayandırılmış şekil ve tasvirden ibaret olup ahlaki tasvirler, âdetlerin tafsili ve duyguların izahı gibi edebî şartların bütününden mahrum olduğu için roman değil kocakarı masalı nevindendir. “Hüsn-ü Aşk” ve “Leylâ ile Mecnun” çeşidinden olan manzumeler de gerek konularına ve gerekse yazılış şekillerine göre âdeta birer tasavvuf risalesidir.
Avrupalılar roman yolunu o derece ileri götürmüşlerdir ki bugün her medeni milletin dilinde ahlakça ve hatta bir dereceye kadar maarifçe istifade olunacak binlerce hikâye bulunabilir. Hele içlerinde Valter Skot gibi, Şarl Dikkens gibi, Viktor Hügo gibi, Aleksandır Düma gibi şöhretlerin bazı hikâyeleri asrımız medeniyetine iftihar kaynağı olan ölmez eserlerdendir (Şayanı hayrettir ki Viktor Hügo’nun “Les Miserables” adlı hikâyesi daha telif olunurken dokuz dile çevrilmiş ve Fransızca birkaç defa farklı şekillerde basıldıktan sonra bir de büyük boyda resimli basılarak yalnız bu çeşidinden yüz elli bin nüsha satılmıştır.). Bizde ise hikâye türü edebî mahsullerimizin en eksik yönüdür. Dilimizde lezzetle okunacak belki üç hikâye bulunamaz. Batı dillerinden aldığımız romanlar çoğu kez fena tercüme edilmiş, millî eserlerden sayılı olan hikâyeler ise ne kadar fena yazılmış ise birkaç kat da fena düşünülmüştür. Bendeniz de “Son Pişmanlık” adıyla bir hikâye yazmış ve maarif tarafından adı “İntibah” olarak değiştirildikten sonra yayımlanmasına muvaffak olabilmiştim. Hikâye; dilin mahiyetinin o yola olan yeteneklerini deneme yolunda düzenlenmiş ise de düşünce ve tasvirde bir zorluğa düşmemek için konusunu gayet sade tuttuğum hâlde, yine istidat yetersizliği yüzünden gönlümün istediği derecede olmamıştır.
III
Tiyatroya gelince; bu edebî tür gayet masraflı bir sahne ile millî ahlakımıza göre pek güç elde edilen bir oyuncu grubuna muhtaç olmasına rağmen dilimizde hikâye kısmından birkaç kat fazla ilerleme gösterdiği meydandadır. Bugün neşriyatımız içinde telif olsun tercüme olsun en güzel hikâyelerimizden daha güzel yirmi beş otuz oyun bulabiliriz.
Zannederim ki tiyatro dalında yazılan eserlerde bu ilerlemeye tiyatronun haddizatında romana olan üstünlüğü ile beraber İstanbul’da bir sahnenin varlığı sebep olmuştur. Hakikaten tiyatromuz sahneleri ışıklandırılmış ve perdeleri mükemmel olmadığı gibi oyuncular hareketlerinde zararsız fakat konuşmalarında seyir zevkinin yarısını yitirecek kadar kusurludurlar. Bununla beraber hayatın hakiki lezzetini bilenlere göre bu kadar noksanlarıyla beraber yine “Hayal” gibi kötü edebiyatı öğreten yerlerden bin kat daha ehvendir. Hayatımızın yarısı demek olan geceler boyunca ev hayatını hapishaneye çevirmek veyahut kahvelerde komşularla laklaka ile zaman kaybetmekten ise ne kadar kusurlu olursa olsun bir oyun seyri ile eğlenmek daha hayırlı olduğu için tiyatroya rağbet fazla değilse bile büsbütün yok da değildir.
Sonraları, yani bundan takriben beş sene önce bazı kalem sahipleri bir encümen yaparak tiyatromuz için eserler tertibini üzerlerine aldılar. Bendeniz de liyakatsizliğimle beraber aralarında bulunmuştum. Encümenin eserlerinden en evvel sahneye “Vatan yahut Silistre” konuldu. Bu oyun tiyatroyu bulunduğu durumdan kırk elli derece ileri götürmüş ve bundan başka “Silistre”nin ortaya çıkışı dilimizde o edebiyat türü için bir ilerleme çağına başlangıç olmuştur.
“Silistre” âcizane eserlerimden iken yukarıdaki sözlerin söylenişine cesaretten utanmayışım mazhar olduğu rağbetin övülmesinin nefsim için olmadığındandır. Çünkü oyunun hasıl ettiği neticeye sebep tertip şekli değil konusudur. Tiyatro sahnesinde o zamana kadar görülen şeyler çoğunlukla başka milletlerin ahlakı, örfleri, şekil ve süslemeleriyle örtülmüş birtakım kalbi hisler ve hikmetle dolu tenkitlerden ibaretti. Herkesin büyük teessürleri belki hayatının gayesi demek olan vatan sevgisi, Osmanlı silahının en şanlı eserlerinden bir hamiyet cihadının tarif edilmesi arasında seyircilere gösterilince, tabiatıyla tarihî mefahirimizin aksetmesinden dolayı tiyatroya millî faziletlerimizin aksettiği bir ayna nazarıyla bakıldı. O bakımdan rağbet ümitlerin bin kat üstüne çıktı.
“Vatan”ın doğuşu bir ilerleme çağına tarihî bir başlangıç olmuşsa da bundan sonra yeni yetişen kıymetlerin tiyatro yazmaya ve okuyucuların o yolda yazılan eserleri okumaya gösterdiği rağbettir ki bunun övünme hissesi de milletin güzel tabiat ve yüksek yaradılışına aittir. Bunda bendenizin hakkım olabilecek bir meziyeti varsa vatan evladının kahramanlığını en fazla övmek istediğim için birkaç garazkârın aldatmasıyla otuz sekiz ay bir bela zindanında vatanın harap olmasına çalışmış gibi çifte karakol altında baykuşlara, yılanlara şaşkın arkadaşlık ve sıtmalara, hummalara tecrübe tahtası olmaktan ibaret kalışımdır.
Avrupa’da iken bir zata yazdığım mektupta tiyatro hususunda olan fikrimi şu şekilde açıklamıştım:
“Bir güzel oyun okumak, oynandığını görmek kadar lezzet vermese bile yine roman mütalaasından iyidir. Çünkü oyunda hayat daha şiddetli tasvir ediliyor. Tamamlanmış bir şekilde gelen tarifler ve katkılar ise hikâyelerde olduğu kadar karışık olmadığından insanın üzüntüleri birtakım zevk kırıcı boşluklara uğramıyor.” İstanbul’da görüştüğüm edebiyatçılardan pek çoğunu bu fikirde bendenizle müşterek bulmuştum. Hatta tiyatromuz Avrupa’dakiler gibi mükemmel olmadığı için fikir teatisinde bulunduğum şahıslar oyunun seyredilmesiyle okuması arasındaki farkı bendenizden bile az buluyorlardı.
Tiyatro okunmasında millette hasıl olan rağbetin derecesini daha açık, daha genel bir başka delil ile de kati kanaate vardım:
Dilimizde şimdiye kadar yayımlanan hikâyeler içinde en fazla ilgi görenlerin birincisi değilse biri, değersizliği ile beraber “İntibah” idi. Hâlbuki âcizane eserlerimden yayımlanıp da oynanmayan tiyatroların gördüğü ilgi “İntibah”ı çok çok geçti. Galiba böyle bir tecrübe üzerine olmak gerektir ki Osmanlı edebiyatında imtiyazlı bir yeri bulunanlardan Hamit Beyefendi “Duhter-i Hintu”yu -tiyatronun temsilden doğacak yardımdan uzak olduğuna ilan ile beraber- sırf okunmak için yazılmış bir kitap gibi herkesin görüşüne arz etmiştir. (Duhter-i Hintu’nun okunmasından ise edebî aşinalığın lezzetiyle seyredilen oyunların pek çoğundan bir kat fazla zevk duyulduğundan eminim.) (…)1
Âcizane eserlerimden yayımlandıklarını söylediğim tiyatrolar “Gülnihal”, “Akif” ve “Zavallı Çocuk”tur ki Magosa dünya cehenneminde bulunduğum sırada basılmışlardı. O vakitler ise sürgün bulunanların galiba isimleri de kendileri gibi bir kaleden dışarı çıkmamaya mahkûm olduğu için hiçbirine imza koymak mümkün olamadı.
“Gülnihal”i, “Vatan”ın oynanmak üzere provaya verildiği esnada, “Zavallı Çocuk”la “Âkif”i de sürgünde karakol altında yazmıştım.
Birincisini çıkarmak her neden ise “Son Pişmanlık”ın başına geldiği gibi ismini “Raz-ı Dil”den, “Gülnihal”e geçirmeden yayımlamak izin olmadığından mümkün olmadı. Hatta “Son Pişmanlık”tan bile bedbaht imiş ki en mühim parçaları ve en güzel ibareleri düzeltmek ve fazla görünenleri çıkarmak gibi bir meziyet budalalığına uğradığından beni yayımladığıma ve belki yazdığıma pişman etti.
Gerek “İntibah”ta ve gerekse “Akif”le “Zavallı Çocuk”ta birtakım hatalar, noksanlıklar var ise de “Gülnihal”deki gibi mananın ruhunu öldürecek derecede değildir.
Yine Magosa’da iken “Kara Bela” isminde bir oyun yazmıştım ki iyi niyetime mükâfaten halkın hakkımda gösterdiği rağbeti aczimin kâfi derecede olmasından daha belalı gördüğüm için -zaman müsait olursa- yukarıda sayılan eserlerin düzeltilmişleriyle beraber neşrine cesaret edeceğim. Sürgün hayatımda zamanın ölümüne vesile olmak ihtimali ve heyhat!.. Belki geriye kalan isim gibi ebedî hayattan pek de aşağı kalmayan bir saadete bile hizmet eder gibi boş bir hayalle yazmaya teşebbüs ettiğim bir eser de şu mukaddimenin yazılmasına sebep olan “Celâl”dir.
Bu oyun kendi nevinden olan diğer âcizane eserlerim gibi bizim şimdiki tiyatroda oynanmak için yazılmadığından perdelerini lüzumu kadar çoğaltmakta, şahısları oyuncular kadrosunun müsait olduğu dereceye düşürmektense konunun icap ettirdiği miktara çıkarmaktadır.
Bu kalem hürriyeti bir de konunun ulviyetini içine aldığından “Celâl”i şu telif tarzında istediğim dereceye götüremedimse de yazdığım diğer tiyatroların fevkine çıktığımı zannederim.
Fransa’nın en büyük ediplerinden Kornev birçok tiyatrosu için yazdığı muhakemeler sırasında en aşağı bir eserini oyunlarının bütününe tercih etmişti. Bendeniz de “Celâl”i bu yolda olan hakirane eserlerime nispeten daha zararsız görmekte yanılmış isem bir küçük hatada bir büyük şaire benzeme ile teselli bulurum.
Bununla beraber “Kuzgun yavrusunu anka görür.” sözü sırf hakikat olduğundan mıdır nedir, şu tabiatın evladında göreceğine ümit-var olduğum rağbete velev zerre kadar olsun bir liyakat tasavvur ettiğim için okuyuculardan hüsnüniyetli bir bakış dilemek yolunda birtakım izahata girişmekten kendimi alamadım. Bu açıklamalar ise ilk iş olarak tiyatroya dair birtakım düşünceler ileri sürmeye ihtiyaç gösterdi. Vakıa gazetelerimiz ona dair pek çok şey söylemişti. Fakat güneş her gün doğarken ışığı kimseyi usandırmadığı gibi hakikat de tekrar tekrar parlamakla insana usanç getirmez inancındayım.
Sansür kesmiş.
[Закрыть]