Kitabı oku: «Cezmi»
Namık Kemal, 21 Aralık 1840’ta Tekirdağ’da doğdu. Asıl adı Mehmed Kemal’dir. Namık adını ona şair Eşref Paşa vermiştir. Çocukluğunu Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde geçirdi. Bu yüzden özel öğrenim gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. 1863’te Babıali Tercüme Odasına kâtip olarak girdi. Bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanıştı. 1865’te İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükûmeti eleştiren yazılar yazdı. Ali Suavi’nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı Muhbir gazetesinde yazmaya başladı. 1868’de Hürriyet adında başka bir gazete çıkardı. Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872’de İbret gazetesini kiraladı. Burada çıkan bir yazısı üzerine, dört ay süreyle kapatıldı. İstanbul’dan uzaklaştırılmak için Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı Vatan Yahut Silistre oyunu sahnelendiğinde olaylara neden oldu. Namık Kemal, birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Kalebentlikle Magosa’ya sürgüne gönderildi. 1876’da I. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi’yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. II. Abdülhamid’in Meclis-i Mebusan’ı kapatması üzerine tutuklandı. Midilli Adası’na sürüldü. 1879’da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884’te Rodos, 1887’de Sakız Adası’na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu, Bolayır’da gömüldü.
Tiyatro türüne özellikle önem veren Namık Kemal, altı oyun yazmıştır. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistre yalnız ülke için değil, Avrupa’da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrilmiştir. Celaleddin Harzemşah, Namık Kemal’in en beğendiği yapıtı olarak bilinir. Bu eserde Namık Kemal, İslam birliği düşüncesini kapsamlı bir biçimde sergilemiştir. Namık Kemal’in ilk romanı olan İntibah, 1876’da yayımlanmıştır. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsal ve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de İntibah Türk romanında bir başlangıç sayılabilir.
Eserleri: Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Celaleddin Harzemşah, Kara Belâ, İntibah, Cezmi, Tahrib-i Harâbât, Takip, Renan Müdafaanamesi, İrfan Paşa’ya Mektup, Mukaddeme-i Celal, Devr-i İstila, Barika-i Zafer, Evrak-ı Perişan, Kanije, Silistre Muhasarası, Osmanlı Tarihi, Büyük İslam Tarihi.
1
Hicretin IX. yüzyılı ki (miladi XV. yüzyıl) son senelerinde (1495) Osmanoğulları’nın onuncu padişahı Kanuni Sultan Süleyman dünyaya gelmişti.
Birbirinden önemli birçok tarih olayını ve büyük keşifleri içine alan bu yüzyıl, insanlık tarihinde üstün bir çağdır. Güya ki kudret eli, ancak birkaç bin yılın içine sığabilecek olayları bir araya toplamış da, bir mucize daha göstermek için, yüz yıldan ibaret bir zaman içine sıkıştırmıştı.
Gerçekten doğuda Müslimoğlu Kuteybe’nin idamı, batıda Abdurrahman El-Fehri’nin bozguna uğraması üzerine, uzunluğuna Pirene Dağları’yla Gobi Çölleri, genişliğine Güney Okyanusu ile Kıpçak sınırları içinde kalan Müslümanlık diyarı ve İspanya’dan başka Avrupa’nın birçok tarafını kaplayan Hristiyanlık âlemlerinde, Me’mun ile Şarlman’ın ölümlerinden sonra Tavaif-i Mülk ve Haçlı savaşlarından başka, tarih bakımından önemli ve bahusus insanlıkla ilgili hemen hiçbir olay görülmemişti.
İnsanoğlunun düşünüş ve yaşayışında sürüp giden bu durgunluk ve sessizlik, XIII. yüzyılda yeni icatlarla sona erdi. Mesela, barutun savaşlarda kullanılmasına bu yüzyıl içinde başlandı. Orta Çağı kapatıp Yeni Çağı açan, Büyük Türk Hakanı Fatih Sultan Mehmet H. XV. yüzyılda, topçuluk sanatında yaptığı bazı değişiklikler ve yenilikler sayesinde topu, o zamana göre en mükemmel silah hâline getirdi. XVI. yüzyılda barut, tüfeklerde de kullanılmaya başlandı. Askerler, savaş alanlarında birer azap melaikesi gibi, ellerindeki bu yeni silahlarla etrafa ateş saçmaya başladılar.
XV. yüzyılın büyük devlet adamlarından Timur, otuz beş senelik ciddi bir çalışma ile, uzunluğuna İzmir Körfezi’nden Moğolistan’a ve genişliğine de Kıpçak sahalarının sonuna kadar uzanan yerler içinde, o zamanlar mevcut olan dört yüz milyona yakın Müslüman’ı bir hükûmetin bayrağı altında topladı; güneyde Mısır ve Yemen’de hutbesini okuttuğu gibi, kuzeyde de Moskova’ya ve Lehistan’ın ortalarına kadar bayrağını dalgalandırmaya muvaffak oldu. İskender’in fetihlerini âdeta gölgede bıraktı.
Fakat XVI. yüzyıldaydı ki, Yavuz Sultan Selim I. dünyayı bir padişah için az gördü. Sekiz seneden ibaret saltanatında Mısır ile bütün Arabistan’ı ve Doğu illerini bir merkeze bağladıktan başka, Mısır seferinde halifeliğin de Osmanoğulları’na geçmesini sağladı. İskender’in, Cengiz’in ve hatta Timur’un içini yakan cihangirlik fikrinin İslamlık kuvvetiyle gerçekleşmesi için gerekli ortamı hazırladı.
Kültürün yayılmasında ve insan kafasının aydınlatılmasında en büyük rolü oynayan matbaayı XV. yüzyılda Foster icat etmişti. Hâlbuki Fust ile Gutenberg, hiç de hakları olmadığı hâlde, matbaanın mucidi bilinmektedirler. Onlar, yine XV. yüzyılın ortalarına doğru, daha da geliştirerek, mesela evvelce kullanılan tahta kalıplar yerine harf kalıpları yaparak bundan faydalanmışlardır. Gutenberg, bu yoldaki çalışmalarını olumlu bir sonuca erdirebilmek için, önce “Fust”, sonra da “Schoeffer” ismindeki sermaye sahipleriyle iş ortaklığı yapmış, fakat aralarında sonradan anlaşmazlık çıktığı için Gutenberg hayli güçlüklerle karşılaşmıştır.
XVI. yüzyılda matbaacılık, Avrupa’nın hemen her tarafına yayılmış bir durumdaydı. Fakat ne yazık ki, İslam ülkelerinin bundan henüz haberi bile yoktu. XVIII. yüzyılda İstanbul’da bir Damat İbrahim Paşa, bir İbrahim Müteferrika yetişmeseydi, daha da haberi olmayacaktı.
Yine XV. yüzyıl içinde meşhur Kristof Kolomb, Nuh’un gemisinden karayı aramaya giden güvercin gibi, şiddetli itiraz tufanları arasından çıkarak, Amerika’yı keşfetti; böylece insanlık âlemine, yine bu âlem içinde, yepyeni ve bambaşka bir cihan eklemeye muvaffak oldu.
XVI. yüzyıl içinde de, Avrupalılar, Amerika’nın hemen her tarafına sokularak, o zamana kadar kayıplarda kalmış ve hiç işlenmemiş olan bu yeni dünyanın her çeşit faydalı hazinelerinden hisse almaya başladılar.
XVI. yüzyılın üstünlükleri sadece bunlardan da ibaret değildir. Yine bu yüzyıl içinde, Büyük Türk Hakanı ve Türk Orduları Başkomutanı Kanuni Sultan Süleyman I. şanlı bayrağımızı, şafaklar içinde doğmuş bir hilal gibi, Viyanalarda, Tebrizlerde, İspanya ve Hindistanlarda dolaştırarak, dünyanın doğusunda, batısında şanla, şerefle dalgalandırıyordu.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, Büyük Türk Amirali Barbaros Hayrettin, savaş gemilerinin top dumanlarını, rahmet bulutları gibi ufuklara yaymış, Akdeniz’i bir Türk gölü hâline getirmiş, savaş ganimeti olarak da koskoca bir memleketi1 Osmanlı topraklarına katmıştı.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, Kırım hanlarından Devlet Giray II., ikinci hücumunda Moskova taraflarına istila ateşleri saçarak, kuzeyin kar ve buz sahaları içinde, üç yüz sene sonra gelecek olan bir cihangire2 güya ibret dersi ve Prusyalı generale3 uyulacak, bir örnek gösterir gibi, insan yapısı bir yanardağ peyda etmişti.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, Babür Han, dedesinin dedesi olan ve fetihlerinin çokluğuna, yaygınlığına göre büyük cihangir sayılan Timurlenk’in birkaç yüz bin asker ve bin türlü sefer meşakkatleri ile zapt edebildiği Hindistan’ı, sadece on beş bin kişi ile, ordusu yüz binleri aşan bir devletin elinden çekip almış, orada dünyanın muhteşem bir hükümdarlığını, Türk-Moğol İmparatorluğu’nu kurmuştu.
Yine aynı yüzyıl içindeydi ki, Şîr Han Ferit, Afganlı bir askerin oğlu iken yaradılışındaki cihangirlik kuvvetiyle Hindistan’ın kuzeydoğusunda, kendine mahsus bir devlet kurarak Babür saltanatı gibi ortaya yeni çıkan ve her bakımdan kuvvetli olan bir devleti parçalanmak derecesine getirmişti, ömrü vefa etseydi, o da Yavuz Sultan Selim gibi bir cihangir olabilirdi.
Yine aynı yüzyıl içindeydi ki, Turan’da “Şeybaniye Devleti” hükümdarlarından bilhassa “Ubeydullah” devrinde Altınordu Devleti’nin “Berke Han”4 zamanındaki satvetini, yeniden canlandırma ümitleri verecek kadar parlamaya başlamıştır.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, Sünnilerin silahıyla çevrilmiş, çelikten bir çember içinde kalan İran’da, Safevi taraftarlarının taassubu, mayasını kanla yoğurarak bir Şii Devleti kurmaya muktedir olmuştu.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, Almanya İmparatoru meşhur Şarlken Kanuni Sultan Süleyman’ın ezici kuvvetine karşı durabilmek için senelerce uğraşmaktan hiçbir sonuç elde edememiş; Viyana’yı Türk muhasara çemberi içinde, Macaristan’la Hırvatistan’ın birçok yerini yine Türk istilası altında gördükten sonra, kahrından, hükûmet sarayı yerine bir manastırı kendisine dünya mezarı olarak seçmiş ve oraya girip her şeyden elini eteğini çekmişti.
Yine aynı yüzyıl içindeydi ki, Almanya’da Luther (Marten 1483-1546) adlı bir din adamı, Katolik baskısına karşı Protestanlık adıyla yeni bir mezhep kurarak Hristiyanlığı ikiye bölmüştü.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, İspanyollar, medeni Granada’yı mazlum kanına, yarı vahşi Meksika’yı masum kanına boğarak doğuda, batıda temaşası insanlığa kan ağlatacak kadar dehşetli bir gurup tablosu meydana getirmişlerdi.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, dünyalara sığamamakta güneş ışınlarıyla rekabet eden bir zekâ,5 mutlak boyutları seyredercesine birtakım matematik incelemeleriyle güneşin, hep aynı yerde durduğunu ve dünyamızın da güneş etrafında döndüğünü fen yoluyla açıklamış ve ispatlamıştı.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, dünyaları kaplayacak bir marifet tufanını kafasına sığdırabilmek harikasına erişenlerden meşhur B. Diaz ve Vasco de Gama,6 açık denizlerde gizli kalmış olan Ümit Burnu’nu keşfederek geçmeye muvaffak olmuşlardı. Ağaçlarında altın meyveler sarkan ve bitkileri gümüş çiçekler açan Hindistan’ın zenginlik ürünlerinden, Portekizliler bu sayede Avrupa’yı faydalandırmaya başladılar.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, medeniyet âlemini istibdat ayakları altında ezmek için meydana çıkmış sanılan ve Napolyonları, Bismarkları bile hayli telaşlandıran Cizvit Kurumu7 kişizade iken dilenciliğe kadar düşmüş, gözü açık, fakat ayağı topal; suratı insan, fakat kendisi şeytan, acayip bir yaratığın taassup gölgesi altında kurulmuştu.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, Yemen’den kahve, Amerika’dan tütün gelerek birbiri ardınca, halkın heves sergilerine atılmış; biri sıvı, öteki duman, insanlar için iki siyah ihtiyaç belası daha belirmeye başlamıştı.
İşte, başından gelip geçenleri yazmak istediğimiz Cezmi de o yüzyılın ileri gelenlerindendir. Biyografisi pek öyle büyük olaylarla dolu olmasa bile, devletin büyücek bir savaşıyla da ilgisi olduğu için okunmaya değer bulduk. Onun içindir ki, romanı yazmaya cesaret ediyoruz.
2
Cezmi, 1546 yılında dünyaya geldi; fakat insan içine 1566’da karıştı. Yani o zaman, turfanda yetişmiş meyveler gibi, zihin açıklığı sayesinde, eserlerini vaktinden önce göstermeye başladı. Babadan kalma bir sipahi tımarı vardı. O zaman kendini insan bilerek, insan için gerekli geçim meseleleriyle uğraşmaya, insanları denemeye ve iş öğrenmeye başladı.
Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman, türbelerine çekilmişlerdi.
Barbaros’un kabrindeki ağaçlardan, çimenlerden, gemilerine yelken veya leventlerine kanlı kefen olmaya özenerek yaratılmış gibi, beyazlı kırmızılı çiçekler açılmaya başlamıştı.
Devlet Giray II.nin o, toprağı yanardağlardan alınmış kalbi; o, parlaklığı Kuzey Kutbu’nu bile imrendiren fikirleri, kara toprak altında, yokluk karanlığında örtülmüş kalmıştı.
Türkiye’de bu, büyüklere kılıcıyla, kalemiyle hizmet eden kudretli kimselerden Pir Mehmet Paşa, oğlu tarafından zehirlenmiş; Makbul İbrahim Paşa, Ahmet Paşa cellat elinde can vermişlerdi. Zembilli Ali Efendi, İbn-i Kemal, Ebussuut, Rüstem Paşa, Pertev Paşa, Tun-gutça Paşa, Piyale Paşa, Salih Paşa, Ramazan Paşa; hepsi hepsi ölmüştü.
(Bu roman sonuna kadar okununca anlaşılacağı üzere, Cezmi’nin Hint ile, Avrupa ile, Turan ile hiçbir ilgisi olmadığı için, oralarda ortaya çıkıp da adlarını yukarıda saydığımız büyük adamlardan tekrar bahsetmeyi gerekli görmüyoruz. Konumuz yalnız Osmanlı Türklerini, Tatarları ve İranlıları ilgilendirdiği için, biz de dünyanın sadece o taraflarından söz edeceğiz.)
3
Cezmi topluma karıştığı sıralarda, bunca devlet adamının göçüp gitmesine rağmen, büyüklerin defteri henüz dürülmemişti. Kılıç Ali Paşa; Barbaros’un, Turgutça’nın, Piyale’nin Avrupa’ya karşı Akdeniz’deki istila tufanlarının dehşetini sürdürüp gidiyordu.
Yemen’in, Tunus’un birinci fatihleri olan Hadım Süleyman Paşa ile Piyale Paşa, cennetteki köşelerine çekilmişlerse de, o yerlerin ikinci fatihi Sinan Paşa, Kubbealtı’nda, dördüncü vezirlik makamında oturuyordu.
Kıbrıs’ın fethinde olağanüstü yararlıklar gösteren sayılı Türk komutanlarından Kara Mustafa Paşa, üçüncü vezirdi.
Dört Büyükler diye ün salan ve devletin manevi kuvvetleri demek olan dört zatın birincisi, memlekette rüşvet ve dalkavukluğu icat eden Şemsi Paşa ise, ikincisi de doğruluğu, fedakârlığı, cesareti ve bilhassa medeni cesaretiyle ün salan merhum Hoca Sadrettin’di. O Hoca Sadrettin ki, 1589’da, Eğri Savaşı’nda bozguna doğru giden Türk ordusunun başındaki Padişah III. Mehmet’in morali bozularak savaş alanını terk etmesini, medeni cesaretiyle önlemiş ve zaferin kazanılmasını sağlamıştı.
Dört Büyükler’in üçüncüsü Gazanfer Ağa, dördüncüsü de Canfeda Kadın idi. İkisi de ve bilhassa Canfeda Kadın, padişah katında sözleri geçen insanlardı. Bu yoldaki nüfuzlarını da yüzde doksan iyiliğe sarf ederlerdi. Yemen’in gerçek fatihi sayılmaya layık olan genç kahraman Özdemiroğlu Osman Paşa, Yemen’de Sinan Paşa’nın ezici rekabetinden kurtularak lodos hızı ve hiddetiyle İstanbul’a gelmiş; bir müddet Sokullu’nun babaca, fakat aynı zamanda eğitmence şiddetlerine uğradıktan sonra, sancak beyliğiyle Anadolu’yu dolaşmaya başlamıştı.
Aşağıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, bozulmaya yüz tutan yeniçerilerin bir disiplin altına alınmaları yolunda mevkisini ve hatta hayatını tehlikeye sokan Revan ve Gence Fatihi Ferhat Paşa, mirahurluk ile devlet hizmetinde ehliyetini ispat edenlerden biriydi.
O devrin en büyük devlet adamı ise, Kanuni’nin en son sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa’ydı ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kanuni zamanındaki azamet ve ihtişamından canlı bir örnek hâlinde, gelecek padişahlara armağan kalmıştı.
Güneş battıktan sonra ışınlarını bir dereceye kadar sürdüren ay gibi, Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünden sonra onun ikbal ziyasını Sokullu korumakta ve etrafa yaymakta devam ediyordu.
Kanuni’nin ölümünden sonra meydanı boş bulan Almanya İmparatorluğu tarafından gösterilen düşmanlık belirtileri karşısında:
“Rahat durmazsanız iki hududun ortasında bir geçilmez çöl peyda eder de şerrinizden emin olurum!” tehdidiyle Avrupa’yı dehşetle titreten yine aynı Sokullu’ydu.8
Hazar Denizi yoluyla Asya içlerine doğru hükmünü yürütebilmek için Volga ve Don nehirlerini bir kanalla birleştirerek Yavuz Sultan Selim’in büyük ülküsü olan İslam birliğine o yönden bir ulaşma yolu açmaya çalışan yine aynı büyük adamdır.
II. Selim devrinde, Müezzinoğlu Kaptan Ali Paşa’nın idaresindeki Türk donanmasına, Donjuan adlı amiralin komutasındaki Haçlılar donanması İnebahtı (Lepant)’da saldırdı. Türk donanmasının tecrübesiz amirali, tecrübeli reislerin sözlerini dinlemedi. Kendi başına hareket etti. Bu yüzden Türk filoları müthiş bir bozguna uğradı (1571). O kan ve ateş tufanları arasında Uluç Ali Reis, komuta ettiği yirmi kadar gemimizi, düşman çemberini âdeta bir kılıç gibi yararak güçlükle kurtarabildi. Bu başarısından dolayı kendisine Kılıç Ali Paşa denildi.
Avrupa’nın bütün deniz kuvvetleri karşısında, o kadar dehşetli bir bozgun içinde bile yeise kapılmamış olan bu ünlü Türk amirali, Türk’ün bu çekilmiş kılıcı, Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa ile bir görüşme esnasında, ihtiyar Sokullu’nun ertesi seneye bir donanma yetiştirmesi emrini alınca durakladı; donanma için gerekli malzemenin kolay sağlanamayacağını söyledi. Bunun üzerine Sokullu, “Paşa, paşa, meyus olma! Bu devlet öyle bir devlettir ki, isterse bütün donanmanın demirlerini gümüşten, yelkenlerini atlastan, halatlarını da ibrişimden yaptırır.” cevabını verdi. Gerçekten de bir kış içinde kırk bin asker ve tayfa ile mücehhez iki yüzden fazla gemi yaptırarak, Amiral Kılıç Ali gibi ömründe feleğe baş eğmemiş bir kahramana bile bükülmez elini öpmek için huzurunda baş eğdiren yine Sokullu’dur.
II. Selim’in ölümünden sonra, Sokullu sarayda yavaş yavaş soğuk karşılanır bir duruma düşmeye başlamıştı. Çünkü II. Selim’in şehzadeliği esnasında Üveys Paşa gibi, Kadıoğlu gibi, hizmetinde bulunanlar, efendileri tahta geçer geçmez âdeta birer ikinci hükümdar olmaya yeltenmişlerse de, Sokullu’nun çelik iradesi yeni padişahın da kendisini tutması ve ötekilere pek öyle yüz vermemesi sayesinde hevesleri kursaklarında kalmıştı. II. Selim gerçekten hak tanır, insan kıymeti bilir, ihtiyar sadrazamının tecrübesine ve iyi niyetine güvenir, Sokullu’nun esasen makul olan bütün tekliflerini kabul ederdi. Bu bakımdan Üveys Paşalar, Kadıoğlular gerçi Sokullu’ya bir şey yapamadılar; fakat onun amcası oğlu ve Budin Valisi Mustafa Paşa’yı idam için Mirahur Ferhat Ağa’yı cellatlıkta kullanmaya; yine Sokullu’nun yakın adamlarından nişancısı, münşeat sahibi meşhur Feridun Bey’i ve kethüdası Hüsrev Ağa -ki, biri yazı, öteki icraat bakımından ihtiyar sadrazamın iki tutar eli demekti- hizmetinden ayırmaya muvaffak oldular. Hatta dairesinde bulunan bazı imtiyazlı kimselerin zeametlerini,9 tımarlarını bile zapt ederek gerek paşayı, gerek yakınlarını her türlü kuvvet ve haysiyetten mahrum bırakmaya çalıştılar. Fakat Sokullu’nun Tanrı vergisi meziyetlerini yok etmek ellerinden gelmiyordu. Sarayın bütün bu alçakça entrikaları karşısında ihtiyar sadrazam yine vakarını muhafaza ediyor; birçok yıldırım darbesine uğradığı hâlde, hak yolunda, doğruluk yolunda yükselen minareler gibi hepsinin üstünde dimdik duruyor; herkese Tanrı yolunu göstermeye çalışıyordu.
Cezmi’nin yetiştiği sıralarda imparatorluğun durumu işte bu merkezdeydi. Padişahın etrafını sarmış olan menfaat düşkünü birtakım kötü insanların bu çeşit davranışları yüzünden imparatorluğun iç bünyesinde ufak tefek çöküntü alametleri belirmeye başladığı hâlde, Sokullu’nun gayret ve dirayeti sayesinde devlet, dışarıya karşı eski azamet ve ihtişamını koruyabiliyordu.
4
O zamana göre İslam devletlerinin büyüklerinden sayılan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kuzey sınırlarında kurulmuş büyük bir ordu hükmünde bulunan Kırım Hanlığı da Devlet Giray devrindeki parlaklığını kaybetmeye başlamıştı. Çünkü Devlet Giray’dan sonra yerine gelen Semin (Semiz) Mehmet Giray, vücutça kanı kesilmiş, karnı su toplamış gibi, aşırı derecede şişko bir şeydi. Bundan başka âdeta bozulmuş, şişip kabarmış kötü bir kalbi vardı. Cengiz töresinin yenilenmesini İslam birliğinden, kendi istibdadını halifeliğin devamından üstün tutardı.
Fakat kendisi han olduğu zaman “Kalgay” yani veliaht tayin ettiği kardeşi Âdil Giray, ağabeyinin fikrinde ve yolunda değildi.
Âdil Giray, Cezmi’den birkaç ay önce, bir ilkbahar sabahı, güneşle beraber doğmuş ve doğar doğmaz da güya bu âlemin sonunun geleceğini ve insanoğlunun düşkünlüklerini biliyormuş gibi ağlamayı âdet edinmişti.
Güya ki, Şeyh Galib’in (Hüsn ü Aşk – Güzellik ve Aşk) adlı eserini süsleyen ninnisinin:
Uyu ey ay yüzlüm, bu az zamandır!
Feleğin maksadı sana yamandır;
Zira ki o çok sert ve bi-amandır;
Lütfetmesi bile ateşle kandır..
Sanırım sonunda harap olursun..”
kıtasını sanki Âdil Giray’ın dadısının ağzından söylemiş ve:
Ta doğduğum günden beri ağlarım
mısrasını sanki Âdil Giray’ı göz önüne getirerek yazmıştır.
Çocuk yavaş yavaş emeklemeye başladı. Bu, öyle bir emekleyişti ki, o zamanlar mahkûmlara takılan gülleler gibi, âlemin sıkıntılarından bir küre yapılmış da ayağına bağlanmış sanılırdı. İki adım attığı zaman -dünya dönerken nasıl üstün bir kuvvetin ezici pençesinde bitkin olduğunu gösterirse- o da hareketine kendi isteğinin üstünde bir kudretin mâni olageldiğini gösterirdi.
Çocuk büyümeye başladı. Bahçelerde oynayışı bile başka çocuklara benzemezdi. Bazen eline bir yaprak alır, havaya atardı. Yaprak, rüzgârın tesiriyle titredikçe üzerine rastlayan nurun gösterdiği hafif hafif dalgalanışlara bakar, gökyüzünde de çocuklar birbirlerine yaprak atıyorlarmışçasına görünen yıldızlar, o yaprakların parlaklığıymış gibi birtakım hayallere kapılırdı.
Bazen havada bir ateş böceği görür, aydan kopan bir parça yere düşmüş de ay gibi uçuyor sanırdı. Yaşı henüz araştırmalara ve bilgilerle uğraşmaya elverişli olmadığı hâlde, daha o yaşta, hayalinde kendine göre bir âlem yaratmış ve belki:
Bir düşünceyle sana bin âlem icat eylerim
mısrasındaki hayal gücünü gösterecek dereceye gelmişti. Çünkü doğuştan şairdi.
Şair nedir? “Tabiatın en sevdalı zamanlarındaki hüzünlü gülümsemelerinden yaratılmış bir mahluk!” Gülümseyişlerinde güldeki şebnem gibi gözyaşları, ağlayışlarında bulutlardaki eleğimsağma gibi gülümseme alametleri görünür; tabiata bütün yaratıklardan daha fazla esirken, tabiatın üstüne çıkmak ister; kendi kendini bile idare edemezken, dünyayı zayıf kollarıyla sürükleye sürükleye başka bir feyiz noktasına, başka bir olgunluk merkezine götürmeye çalışır. Bunca didinmeler içinde gücü, kuvveti kesilince de, ya kafeste siyah perdeler içinde mahpus bülbüllerin nağmesi kadar hüzünlü veyahut dünyamızdan teneffüse yeter hava bulamayacak derecede yükselip sonra aşağıya doğru hiddetle süzülen sahillerin haykırışı kadar acı feryatlara başlar.
İşte asıl şiir o feryatlar ve asıl şair de o karakterde, o yaradılıştaki insanlardır. Yoksa beş on kelimeyi aruz veya hece kalıplarına uydurmaya, yine birkaç kelimeyi birbirine kafiye yapmaya muktedir olanlar değil…
Konudan ayrılmayalım! Âdil Giray, doğuştan büyük bir şair yaratıldığı gibi, kisbî kabiliyetinin sair cihetleri de o nispette olağanüstüydü.
Artık öğrenim çağına gelmişti. Kendine okutulan kitapları, sanki dünyaya gelmeden önce okumuş bitirmiş gibi gördüğünü bir bakışta anlardı, öyle ki, henüz yirmi yaşlarında iken, zamanının bilginlerinden sayılıyordu.
Âdil Giray’ın bir üstünlüğü de, endamındaki güzellikti; yüzünün pembe ile süslü sarıya çalan tatlı bir rengi vardı. Derin mavi gözleri ise o tatlı renk içinde, gökyüzünün gurup bulutları arasından güçlükle belirebilmiş iki parçasını andırıyordu.
O bulutlar hep aynı renkte oldukları hâlde, ziyanın tesiriyle açıklaşarak, koyulaşarak nasıl birçok renkte görünürse, Âdil Giray’ın yüzü, saçları, kaşları ve bıyıkları da sarılık içinde türlü türlü sarılıklar peyda ederdi.
Kırım hanlarının, hanoğullarının ve hatta halkının elbisesi de İstanbulluların o zamanki esvaplarına benzemezdi. Arkalarına giydikleri şeyler, oldukça dar ve binaenaleyh vücutlarıyla orantılıydı. Başlarında kavuk yerine güzel siyah bir kalpak bulunurdu. Âdil Giray’ın bu biçim elbisesi ise, yüzüne, gecenin mehtap halesine yakıştığı kadar yakışırdı.
Âdil Giray, doğuştan şair olduğu kadar da asker yaradılışlıydı. Vicdanı temiz, kültürü kuvvetli, dindar ve hamiyetli bir insandı. Halifelik merkezi olan İstanbul’u dayanak noktası bilir; bağlı bulunduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun devamını kendi hayatından daha üstün tutardı.
Tarihlerden etraflıca anlaşılacağı üzere, o zamanlar Kırım’da kalgaylık; veliahtlık, sadrazamlık, başkomutanlık gibi birtakım yüksek hizmetleri ifade eden yüksek bir makamdı.
Hanların tayin ve azilleri, Osmanlı padişahının yetkisi içindeydi. Azledilen veya ölen hanların yerlerine de çok defa kalgaylar tayin edilegelirdi.
İşte Osmanlı başkentinde böyle bir yetkinin ve Kırım’da da Âdil Giray yaradılışta dürüst bir zatın bulunuşu, Mehmet Giray’ı kötü tasarılarını gizlemek zorunda bırakıyordu.
Dünya üzerinde birbiriyle birleşemeyecek iki son nokta bulunmadığı gibi, Cezmi’nin yaradılışı, görünüşte Âdil Giray’ın taban tabana zıddı sanısını uyandırıyorsa da, gerçekte herkesten fazla ona yakındı.