Kitabı oku: «Cezmi», sayfa 2
5
İran’da İsmail Safevi’nin yerine Şah Tahmasp (saltanat: 1524-1577) geçmişti. Fakat bu, öyle bir tahta çıkıştı ki, Yavuz’un ve Kanuni’nin keskin kılıçlarının hâlâ devam edegelen korkusuyla Tahmasp, kendine bir başkent bile bulamayacak kadar dehşet içindeydi. Bununla beraber; bu korkak ve hain herif, Şehzade Sultan Bayezit kadar asil bir misafirini bazı menfaatlere kurban ettiği gibi, bütün tebaasını soyarak Asya’nın yarısından ziyadesini yağmalamış, Cengiz’inkine yakın mal ve mülk toplamıştı. XVI. yüzyılın sayılı zalimlerindendi; yaptığı zulümler insan tahammülünün kat kat üstündeydi.
Babası Şah İsmail Safevi zamanında kurulan devletini, Osmanlıların ve Şeybanilerin ezici yumruğundan ve istilasından koruyabildiği için yine aynı yüzyılın büyük adamlarından da sayılabilen Şah Tahmasp, elli üç senelik uzun bir saltanattan sonra 1577’de ölmüş, daha doğrusu layık olduğu cezaevine göçmüştü.
XVI. yüzyıl, devlet adamı yetiştirmekte bereketli bir çağ olduğundan mıdır nedir, İran da Tahmasp’ın ölümünden sonra değerli idareciler çıkarmaktan geri kalmadı.
Tahmasp’ın sekiz erkek çocuğu bir araya toplansa hepsi bir adam etmezdi; hepsi de birbirinden aşağılık şeylerdi. Fakat bir kızı ile bir gelini politika alanında, bir torunu da kahramanlık meydanında kendisi kadar ve belki kendinden ziyade şan ve şeref kazanabilecek yaradılıştaydılar.
Kızı Perihan, gelini, en büyük oğlu Mehmet Hüdâbende’nin karısı Begüm Şehriyar, torunu da, Hüdâbende ile Şehriyar’ın çocukları Hamza Mirza idi.
O zamanlar on sekiz, on dokuz yaşlarında bulunan Perihan, Tanrı’nın özene bezene yarattığı, gerçekten eşsiz bir dünya güzeliydi. Ahlak ve karakter bakımından da emsali yoktu. Çok cesur ve her bakımdan kuvvetliydi. Çelik gibi sağlam bir iradesi vardı.
Begüm Şehriyar’a gelince: Kırkına yaklaştığı hâlde, tazeliğini ve güzelliğini henüz kaybetmemişti; renkli bir güzellik içinde göze çarpardı. Yılan gibi görünüşte zayıf, fakat gerçekte kuvvetli bir bünyesi vardı. Âciz kaldığı zamanlar yılan gibi yerlerde sürünür; fakat eline fırsat geçer geçmez insanı sokardı. Amacına varmak için, izini kaybettirecek eğri büğrü bir yol takip ederdi. Velhasıl acayip bir rüzgâr gibi eser dururdu.
Perihan’ın bir gonca gülü andıran güzelliği yanında onun güzelliği zakkum çiçeğinin güzelliğinden farksızdı. Ahlak ve ruh bakımından da Perihan’ın taban tabana zıddıydı. Şahsi menfaatlerini her şeyden üstün tutardı.
Yaş bakımından tecrübesi daha fazla olduğu gibi, hareketleri de, maddecilikle, menfaatle fazla uğraşanların hareketleri gibi dolambaçlıydı. Bu bakımdan entrika alanında saf Perihan’dan üstün olması -bu alçak dünyanın gidişatına göre- normal bir şeydi. Cesaret bakımından sıfırdı. Perihan’ın cesareti ise, ancak büyük kahramanlarla kıyaslanabilecek derecedeydi.
Hamza Mirza’ya gelince: Bu zat, annesine hiç benzememişti. Şehriyar yılan karakterinde, kendisi ise kaplan tabiatındaydı. Yılandan kaplan doğabileceğini kim umar? Fakat Ulu Tanrı en olmayacak şeyleri bile yaratmaya kadirdir. Hamza Mirza son derece cesurdu. Dünyada hiçbir tehlikeden çekinmez, gözünü budaktan esirgemezdi. Askerlikte de büyük bir istidadı vardı. Hatta aşağıda görüleceği üzere, Özdemiroğlu gibi zamanının en büyük ve en tecrübeli askeriyle uğraşmaya muvaffak olmuştu. Fakat nefsine son derece düşkündü. Can yakmaktan, kan dökmekten hiç çekinmez, bundan âdeta zevk duyardı.
Tahmasp’ın ölümü sırasında bu üç üstün kuvvetten, yani Perihan, Şehriyar ve Hamza Mirza’dan, yanında yalnız kızı Perihan vardı. Asker ise, Gürcü ve Çerkez reislerinin etkileri altında bulunuyordu. Gürcülerin reisliğini Mirza Ali Han-ı Cürî ve Hüseyin Kuli Halife, Çerkez beylerinin reisliğini de Dağıstan Hâkimi Şemhal yapıyordu.
Şemhal Perihan’ın dayısıydı, Hüseyin Kuli Han ile Ali Han Gürcü’nün de Tahmasp şehzadelerinden Mirza Haydar’a anne tarafından yakınlıkları vardı.
Fakat asker takımının en düzgün ve en kalabalığı, sarayın muhafızlığında bulunan ve bizim o zamanki bostancılar hükmünde olan koruyuculardı; onların komutanı da Hüseyin Bey Yüzbaşı adında gayet cüretli ve kahraman bir zattı.
Tahmasp ölünce, Hüseyin Bey Yüzbaşı, şehzadelerden birini kendi kuvvetiyle tahta çıkarmak ve bu sayede kendisi de manevi bir saltanat kurmak hevesine düşerek, tekmil koruyucuları başına topladı. Gürcü takımını da Çerkez takımından daha kuvvetli gördüğü için, Gürcü reislerinin birliğine girdi. Saltanata en münasip olarak Haydar Mirza’yı düşünüyordu. Zaten Tahmasp, daha ölüm döşeğinde can çekişirken, saray entrikacıları Haydar Mirza’yı gizlice saraya sokmuşlar ve şah son nefesini verdiği anda, içerideki taraflarının yardımıyla, başına bir de taç oturtmuşlardı.
Tahmasp’ın öldüğü dışarıda duyulur duyulmaz, gerek Hüseyin Bey, gerek Gürcü reisleri, seçtikleri yeni şahı alkışlamak için, silah elde saray civarına saldırdılar. Dua ve tebrik sesleri ayyuka çıkıyordu.
Tam bu sıradaydı ki, sarayın küçük kapılarından biri şiddetle açıldı. At üzerinde bir garip yaratık, açılan kapıdan alana atıldı. Bindiği at beyazdı; fakat vücudundaki yer yer kan damarlarından benekli bir kaplana benziyordu. Binicisinin uzun saçları, hayvanın üzengilerine kadar dökülüyor ve bu saçlar, güneşin batacağına yakın ufukta görünen siyah bulutları andırıyordu.
Gözleri tıpkı birer yıldız gibi parlıyor, etrafa nur saçıyordu. Henüz açılmamış iki goncaya benzeyen kırmızı dudaklarından dokunulsa kan akacak sanılırdı. Arkasında, hafif ve beyaz bir bulutun mehtabı örtebileceği kadar, vücudunu örten ve hatta üzerinde kan damarlarından hasıl olan lekelere bakılırsa, buluttan ziyade ay etrafındaki nur çemberine benzeyen bir gömlek vardı. Elinde, rüzgârın şiddetinden bir dal gibi kavisleşmiş, çiçeği leylak dalları renginde ve şeklinde bir kılıç tutuyordu.
Böyle tabiatüstü bir vücut, hiç kimsenin beklemediği, hatta düşünmediği bir anda, etrafına dehşet saçarak alana atılınca, saray kapısı önünde bulunan askerler, başka bir âlemden inme bir yaratık görmüş gibi birden irkildiler, büyük bir şaşkınlığa uğradılar. Gürcülerin elleri ayakları titremeye, ellerindeki silahlar yere dökülmeye başladı.
Alana atılan binici, hemen oradaki halkın üzerine doğru atını sürdü ve hiç lakırtı söylemeye lüzum görmeksizin sadece kılıç işaretiyle dağılmalarını emretti.
Askerlerin yaktığı meşalelerden, yüzünün bir tarafına korkunç bir kızıllık aksetmiş, öte tarafına da sanki parlak bir ışık eklenmişti. Bu durumu ile, gerçekten dünyamızın dışında başka bir âlemde yaratılmış da sonra dünyaya inmiş nurdan bir cisim gibi görünüyordu.
Bu müthiş binici, Perihan’dan başkası değildi. Haydar Mirza’nın alkışlarını, Haydar Mirza taraftarlarının saray içinde sağa sola saldırışlarını uykusu arasında işitmiş, hemen yatağından fırlayarak gecelik kıyafetiyle dışarı atılmış ve birinin kanına susayan, birini boğmaya çalışan iki atlı arasından bir koruyucunun yere düşen kılıcını kaptığı gibi başka bir koruyucunun merdiven başında bıraktığı hayvana atlayarak kapıdan dışarı fırlamıştı.
Saray içinde birbirine saldıranların bir tarafında Hüseyin Bey Yüzbaşı’nın askerleri, öte tarafında da Şemhal taraftarları bulunuyordu. Çünkü Şemhal, Tahmasp’ın ölmek üzere olduğunu yeğeni Perihan’dan öğrenmiş, Gürcülerle koruyucuların Haydar Mirza’yı tahta çıkarmaya uğraştıklarını da kendi adamlarından haber almış ve bunun üzerine kendi taraftarlarını karşı taraftakilere mağlup ettirmemek için, yanındaki Çerkezlerle sarayın başka bir kapısından içeriye dalmıştı.
Hüseyin Bey Yüzbaşı’nın divan kapısını zorlayarak kırdığı ve içeri hücum ettiğini görünce, o da işe karışmaya karar verdi.
Saray dışındakiler, meşalelerle, sevinç çığlıklarıyla, Haydar Mirza namına, âdeta düğün şenliği yapıyorlardı. İçeriye girenler ise, hançerlerle, kılıçlarla, dışarıdaki şenliğe karşı, bir matem yuvası hazırlamakla meşguldüler.
Perihan, o belalı yerden kurtulup da, cüret ve cesaretiyle kimseye benzemeyen kılık kıyafetinin yarattığı şaşkınlık sayesinde, ortalığa hâkim olarak Gürcü takımını bulundukları yerde şaşkın şaşkın dolaştırdığı sıralardaydı ki, Şemhal, saraydaki Haydar Mirza’yı taraftarlarıyla birlikte mahvetmiş, girdiği kapının muhafazasına bıraktığı silah arkadaşlarının imdadına koşmuştu.
Yukarıda tasvir ettiğimiz garip cismi görünce, o da şaşırdı kaldı; o da karşısında birkaç adım atamamak derecesine geldi. Bir hayli durakladıktan sonra, gökten inmiş bir melek yahut yerden çıkmış bir peri sandığı vücudun, yeğeni Perihan olduğunu nihayet anladı. Ve ancak ondan sonra yanına yaklaşmaya cesaret edebildi.10
Şemhal, Tahmasp’ın karılarının hangi milletten olduğunu ve çocuklarının her birinin hangi karısından doğduğunu bilemezdi. Bildiği yalnız Perihan’ın annesi kendi kız kardeşiydi ki, o da on dört yıl önce ölmüştü.
Bununla beraber, İran’ın o zamanki durumu:
Her bir aşiretin Beyi bir başka Padişah
mısrasındaki anlama tıpatıp uygundu. İleri gelenlerden hangisi rakiplerini yenerse, hükûmetin kendi kabilesi tarafından kurulmasını isterdi. İşte bu geleneğe uyarak Şemhal de, Tahmasp’ın Çerkez anadan doğma bir oğlunu İran tahtına çıkarmak fikrine düştü. İçlerinde kan ve soy bakımından hangisinin Çerkez olduğunu yeğeni Perihan’dan sordu.
Perihan, o zamana kadar, bazen bulutlarda görünen elektrik kızıllığını andırır korkunç bir hâlde dururken, birdenbire yıldırım kadar parlak, yıldırım kadar müthiş bir kahkaha ile:
“Dayı, içlerinde Çerkez olarak yalnız ben varım! Fakat sen, haşa, Tanrı değilsin ki, beni erkek yapıp tahta çıkarmak elinden gelsin!” dedi.
Şemhal, Gürcü takımının en sözü geçen reisi Hüseyin Kuli Halife’yi saraya getirtti. Aralarında birçok görüşme oldu. Sonunda yine Perihan’ın fikrine uydular. Tahmasp’ın oğullarından o zaman Kahkaha Kalesi’nde11 bulunan II. İsmail’i tahta çıkarmak için davet ettiler.
Perihan’ın bu makama İsmail’i seçmesine sebep, o zamana kadar kendisinde göregeldiği sessizlik, yumuşak huyluluk ve adalete karşı gösterdiği yapmacık sevgiydi. Eline bir fırsat geçerse, milleti mesut edecek ve hususiyle İranlıları Sünnileştirecek gibi görünür ve Perihan’a karşı -bütün kudretlerini entrikadan alan haris kimselerin yüksek düşünceli olgun insanlara daima ödeyegeldikleri- yaltaklık vergisinde devam eder dururdu.
İsmail, gerek hâli, gerekse kalemiyle, fakat en ziyade hilekârlığı ve düzenbazlığı sayesinde, Perihan’ın gözünde kendisini oldukça insana benzer bir şey olarak göstermeye muvaffak olmuştu. Kendisi ise, kardeşinin fıtri kabiliyetlerini sadece bir icra vasıtası telakki eder; kız kardeşine, bazı katillerin adam öldürdükten sonra kırıp bir tarafa atıverdikleri silah gözüyle bakardı.
Nitekim, tahta çıkar çıkmaz evvela Perihan’ın taraftarlarıyla uğraşmaya başladı. Şemhal’i öldürtmeye çalıştı, muvaffak olamadı, fakat Şirvan’a kadar kaçmak zorunda bıraktı. Bununla da yetinmedi; kardeşlerinden, akrabasından sağ kalanların gözlerine, o zamanların melun âdeti üzere, mil çektirdi.
Kahkaha’dan Kazvin’e gelinceye kadar “Pederim” diye hitap ettiği, Kazvin’de evine indiği ve hükûmetin idaresini güya onun eline teslim ediyormuş gibi, hakkında birçok güven belirtisi gösterdiği zavallı Hüseyin Kuli Halife’yi de birkaç gün içinde, arkadaşları ve akrabası gibi, göz nurundan mahrum bıraktı.
Feleğin çemberinden geçmiş bir tilki kadar hilekârdı. Tahta çıkıncaya kadar, yumuşak huyluluğu ve cömertliğiyle olağanüstü bir ün kazanmış olan II. İsmail şah olur olmaz garezciliğini, kinciliğini o dereceye götürmüştü ki, yukarıda durumundan söz ettiğimiz Hüseyin Bey Yüzbaşı’yı, yegâne kurtuluş yeri bilerek sığındığı Bağdat’tan bin bir çeşit desise ve tedbirle getirerek derhâl idam ettirdi.
Perihan’a gelince: Bütün bu işler olup biterken o, en yüksek dağlarda bulunup da ayağının altındaki bulutların yıldırım, şimşek ve yağmur gürültülerini eğlence tarzında görenler gibi, II. İsmail’in hareketlerini kayıtsızlıkla, fakat dikkatle takip ediyordu. Çünkü aklı kudretince kardeşinden kat kat üstün olduğunu biliyor ve Şah II. İsmail’in, oturduğu iktidar koltuğundan aldığı şiddetin kendisine değil, hatta eteklerine bile yetişemeyeceğine emin bulunuyordu.
Şah II. İsmail’in aptalca bir kanaati vardı. İtiraz edenler mezara girerse, itirazın arkası kesilir, gözlere mil çekilirse tenkitçi bakışlar da kapanır zannederdi. Hâlbuki şairin üç yüz bu kadar sene sonra, Osmanoğulları’nın 33. padişahı Sultan II. Abdülhamit’e hitaben söylediği:
beyitten de anlaşılacağı üzere, hürriyet fikri zulümle, adaletsizlikle asla yok edilemezdi.
Müstebit İsmail’in zulmüne uğrayanlar, yine onun emriyle idam edilen reislerin çocuklarını, mezar kadar sessiz, ölü gibi sır vermez birer intikam aleti yaptılar. Ve Şah II. İsmail tahta çıkışından bir buçuk yıl sonra, bir ramazan gecesi, has nedimi Helvacıoğlu Hasan Bey’le beraber, bir odada ölü bulundu.
İsmail’in ne suretle öldüğü bir türlü anlaşılamadı. Odalarının kapısı açıldığı arada şah ölmüştü; Hasan Bey de henüz can çekişmekteydi; bir iki dakika sonra o da öldü. Binaenaleyh, bu çifte ölüm olayının nedeni ve nasılı anlaşılamadı. Hiç değilse, Hasan Bey’in ifadesinden olsun tarihe bazı üstünkörü malumat kalması dahi nasip olmadı. Yalnız, sebepleri gizli kalmış olayları daima birisine mal etmeyi âdet edinen hayal sahipleri, şahın ölümünü Perihan’dan bildiler. Fakat bu zan hiçbir müspet delile dayanmıyordu.
Bizim tarihçilerden bazılarının rivayetine bakılırsa, II. İsmail bir yandan İran’da Sünnilik kuvvetiyle kendi saltanatını kuvvetlendirmeye çalıştığı hâlde, bir yandan da Şiilik kuvvetiyle Osmanlı Devleti’ne karşı koymak fikrindeydi.
Kalpleri kötü, akılları kıt kimseler çok defa ikiyüzlü, iki meşrepli, iki mezhepli olmayı büyük bir maharet sayarlar; birbirine zıt şeyleri bir araya getirmenin aklen de, mantıken de imkânsız olduğunu düşünemezler. Karlar, tipiler içinde birtakım izler görüp de hiçbirine güvenemedikleri hâlde, yine hiçbirini kaybetmemek için bir yönden öbür yöne habire koşan acemi yolcular gibi, iki yol arasında boşuna helak olur dururlar.
Tarihlerimizin bir kısmı da, Sokullu’nun faydasız görmesine rağmen açılan ve 1577’den 1639’a kadar muhtelif fasılalarla yarım asırdan fazla sürüp giden Osmanlı-İran savaşlarının bu safhasını, Osmanlıların İran’dan bazı yerler koparmak tamahkârlığına bağlamak istemişlerse de, işin doğrusu öyle değildir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Kanuni devrini andıracak ve Köprülü devrine gelinceye kadar en son ve bir dereceye kadar en parlak silah parıltısı sayılabilecek o savaş, gerçekte Şah II. İsmail’in, yukarıda söz konusu ettiğimiz acayip fikirlerinden ileri gelmişti.
Perihan’ın, canını dişine takarak koskoca bir saltanat tahtına çıkarttığı Şah II. İsmail o yüksek makamdan kendi münasebetsizlikleri sebebiyle, hatta hayatını da kaybederek gitmişti. Yerine gelen Muhammed Hüdâbende, gözlerine mil çekilmiş zavallı bir âmâ idi. Yıllardır dünyayı görmekten mahrum kalmış müebbet zindan mahkûmları gibi, hayatını saran koyu karanlıklar sebebiyle, yaşamak kendisi için belki çekilmez bir azap olmuş; vücut rahatından başka dünyada her lezzetten yoksun bulunduğundan, kimse ile uğraşmak şöyle dursun, dünyasından bile bütün bütün usanmış bir adamdı.
Yeni şahın komutan ve yakınlarının çoğu da, Şah II. İsmail tarafından gözlerine mil çektirilmiş Hüseyin Kuli Halife ve o kabilden felaket arkadaşlarıydı. Bununla beraber, yine de Türklerle savaşmak arzusundan geri kalmazlardı.
İran’ın o zamanki hükûmetine, gerek maddeten, gerek manen, körler âlemi denilse yeridir.
O yıllarda İran’ı idare edenlerin hemen hepsi gerçekten kördü ki, Perihan’ın her işinde, her davranışında parlayan zekâ ışıklarını bir türlü göremiyorlar; Begüm Şehriyar’ın gidişatındaki hainliği de, bazı çiçeklerdeki zehirler gibi yüzünün güzelliği örttüğü için, bir türlü fark edemiyorlardı.
Henüz, pek genç olan Hamza Mirza’nın istidadını yaşıyla, cellat kudretini de boyu ile ölçüyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun servetini ise, ancak Yavuz Sultan Selim’in Kanuni Sultan Süleyman’ın zatlarıyla kaim sandıkları için, Türk milleti ile savaş alanında boy ölçüşmeyi kolay sanıyorlar; birtakım boş hayallere kapılmaktan kendilerini alamıyorlardı.
İşte o arzuların, o huyların sonucuydu ki, Safevî Devleti’yle Osmanlı Devleti birbirine harp ilan etti.
6
Devrin sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa, bu savaşı faydasız görüyor ve yapılmasını istemiyordu. Çünkü Don Nehri’yle Volga Nehri’ni birleştirip, Hazar Denizi üzerinden Turan’a bir ulaşma yolu açmak ve böylece İran’ın tepesinde bir tehdit yumruğu yaratmak umudunu kaybetmişti. Esasen askerin durumu da malumdu. İran Seferi’ni istememekte Sokullu’nun iki düşüncesi daha vardı.
1- Donanmamızın İnebahtı bozgunu (1571) siyaset yönünden gerçi hiçbir etki yaratmamıştı. Fakat Osmanlı Devleti, Yıldırım’la Timurlenk arasındaki Ankara Meydan Savaşı’ndan beri hiçbir yerde yenilmemiş, bahusus kuruluşundan beri Avrupa’nın karşısında böyle bir yenilgi görmemişti. Binaenaleyh, İnebahtı bozgununun sonucu olarak zafer güveninin bizde bir dereceye kadar azalması ve Avrupalıların Osmanlı İmparatorluğu’nun ikbal güneşini söndürme ümitlerinin artması tabii idi. Bu takdirde ise, Avrupa’da aleyhimize yine bir Haçlılar birleşmesi ortaya çıkabilirdi. İşte bu kuvvetli ihtimali göz önünde tutan ihtiyar ve tecrübeli sadrazam, elindeki kuvvetlerin bir kısmını doğuda harcamak istemiyor; hepsini batıdan gelebilecek bu tehlikeye karşı hazır bulundurmak istiyordu.
Sokullu’nun bu düşüncesi çok doğruydu. Zira imparatorluğun başında, bir yandan Avrupa’nın bağrına kadar uzanırken, bir yandan da İran’ı titretecek olan bir Yavuz Sultan Selim, bir Kanuni Sultan Süleyman yoktu. Kendisi ne kadar büyük bir adam olursa olsun, iktidar mevkisinde padişahtan sonra geliyordu. Hem İran’a yeni bir savaş açtığımız takdirde Avrupalılar bunu fırsat bilerek üstümüze çullanmazlar mıydı? Aksini kim iddia edebilirdi? Bu takdirde, hem doğudan hem batıdan gelecek iki tehlikeye karşı durmak kolay bir iş değildi. Binaenaleyh, tehlikeyi kendi üstüne davet demek olan bu savaşı ihtiyatsızlık sayıyor, faydasız ve neticesiz buluyordu.
2- Avrupa zengin bir bölgeydi. Yeniçeriler ve sipahiler Avrupa seferlerinde birçok ganimet elde ederlerdi. Bundan başka gittikleri yerlerin menzilleri az, mevkileri bayındır olduğundan, savaşlarını daha kolaylıkla yaparlar ve netice olarak savaşların hep Avrupa’da olmasını isterlerdi. Çaldıran’a giderken yeniçeriler, Yavuz gibi bir cihangirin çadırına bile kurşun sıkarak hoşnutsuzluklarını açığa vurmamışlar mıydı?
İran ise, Cengiz’in, Selçuklukların ortaya çıkışından beri, birkaç yüz sene içinde belki kırk elli defa istila belasına uğramış, yağma edilmişti. Bundan başka Şah İsmail Safevi’nin Şiilik namına telef ettiği canlar, yıktığı yuvalarla bir büyük harabeye dönmüş; içindeki köyler, kasabalar mezarcı kulübesi gibi görünen koca bir mezarlığa benzemişti. Bütün bunlardan başka, arada ne de olsa bir din kardeşliği vardı.
İran’a sefer açıldığı takdirde, İstanbul’dan hududa ve huduttan da gidilecek yerlere kadar, hemen Avrupa’nın tamamına yakın bir mesafeyi hem de yürüyerek geçmek gerekiyordu. Geçilecek olan bu meşakkatli yollarda ise, ganimet namına hemen hiçbir şey yoktu. Bilakis her çeşit sıkıntı bol bol mevcuttu. Bu bakımdan asker takımı, İran seferini ya Sultan I. Selim’in şahsiyetindeki heybet ya da Kanuni Sultan Süleyman’ın kendi asker gönüllerinde yarattığı ve parlattığı saygı kuvvetiyle yaparlardı. Sokullu devrinde ise ne öyle bir heybet ne de böyle bir saygı vardı… Tecrübeli sadrazam, asker İran viraneliklerine sevk edildiği takdirde, yetmiş seksen yıldan beri bin bir çeşit belayla arkası ancak alınabilen fitnelerin, ayaklanmaların geri gelmesinden de çekiniyordu. Bu düşünce çok isabetli idi. Nitekim, yeniçeri ve bilhassa sipahi tarihlerinde görülen yeni kargaşalıkların ilk tohumları bu savaşta ekilmeye başlandı.
İkinci Vezir Ahmet Paşa da, sadrazamın fikrindeydi. Fakat Ahmet Paşa’nın esasen sadakatten başka bir meziyeti, her işte Sokullu’ya tabi olmaktan başka bir fikri yoktu. Hatta zamanının zürefası kendisine Sadrazam Gölgesi diye ad takmışlardı.
Yukarıda biraz belirtildiği üzere, Sokullu sarayda eski itibarını kısmen kaybetmişti. Bundan dolayı saray adamları, sadrazam her ne istese onun aksi bir yol tutmayı, amaca varmak için en doğru, en kestirme bir çare saymaya başlamışlardı.
İran Savaşı meselesinde Sokullu’ya en çok itiraz edenlerden biri ve belki birincisi, Kıbrıs Fatihi Lala Mustafa Paşa’ydı ki Kubealtı’nda üçüncü vezirdi.
Bu savaşın heveslilerinden birisi de, yine Sokullu’nun sayesinde Tunus ve Yemen’in fethinde hizmetleri görülen Dördüncü Vezir Sinan Paşa’ydı.
Bu iki zat, birbirlerinin fatihlik, kahramanlık şöhretlerini çekemezlerdi; ikisi de Sokullu’dan sonra sadrazam olmayı kafalarına iyice yerleştirmişlerdi. İkisi de o devrin devlet adamları arasında, Sokullu’dan sonra, kendilerinden büyük bir adam bulunabileceğini bir türlü kafalarına sığdıramazlardı.
Bununla beraber aralarında bir fark da vardı: Lala Mustafa Paşa “Sokoloviç” veya Türkçesi “Şahinoğlu” soyundandı. Bu bakımdan sadrazamın en yakın akrabasından olduğu hâlde, aynı zamanda en büyük düşmanlarındandı. Çünkü, kendisi ikbal mevkisine karşı ne kadar haris ise, sadrazam da o nispette mevkiye hiç önem vermez, yalnız vazifesini severdi.
Sinan Paşa’nın ise gerek ahlakça, gerek soy ve akrabalıkça Sokullu ile hiçbir ilgisi yoktu. İktidar koltuğu hırsında Lala Mustafa Paşa’yı bile fersah fersah geride bıraktığı hâlde:
fikrini benimsemiş, uzak görüşlü bir zattı. Padişah, yakınlarından ziyade Sokullu’nun himayesinde gölgelenmek ister; fakat bir yandan da saray adamlarını boşlamazdı. Hayli zengindi. Yaşadığı devir ise, hediyeler devri ve mutlaka büyüklerden birine bağlılık devriydi.
Sinan Paşa, İran seferi meselesinde tabii Sokullu’dan ayrıldı. Çünkü, gerek padişah yakınlarının, gerek Lala Paşa’nın saraydaki nüfuz derecelerini iyice biliyor ve bu savaşın mutlaka açılacağına inanıyordu. İran Savaşı açıldığı takdirde ise, ordunun emir ve komutası, kendinden kat kat üstün olan baş rakibi Lala Mustafa Paşa’nın eline verilecek ve zafer kazanılınca da Sokullu’nun yerine Lala Paşa geçecek diye düşünüyor ve böyle bir durum, hiç işine gelmiyordu. Binaenaleyh, yapılacak iş savaşa taraftar olmak ve katılmak, rakibine meydanı boş bırakmamaktı.
Bu iki zattan Lala Mustafa Paşa, İran’ın savaş hazırlıkları karşısında güdülecek barışçı bir siyasetin, imparatorluğun şan ve haysiyetine dokunacağını ve belki bu suretle düşmana karşı girişilecek uysallığın, kuvvetsizliğimize yorumlanarak, düşmanın savaş arzularının bir kat daha şiddetleneceğini ileri sürüyordu.
Sinan Paşa ise, velev İranlılar savaştan çekinseler bile, neticede Safevi saltanatının yıkılacağını ve böylelikle tekmil İran’ın Osmanlı ülkesine katılacağı fikrini savunuyordu.
İkisi de en büyük bir fırsat zamanının gelmiş olduğundan tutturarak, elektriğin birbirine zıt iki kuvveti gibi birer başka noktadan hareket ettiler; birbirleriyle çarpıştılar, arada savaş ateşinin alevlenmesine sebep oldular. Bu ateş ise, eğrile doğrula Sokullu merhumun haysiyetini ta temelinden sarstı.
Osmanlı-İran münasebetlerine ve bu iki devlet arasında geçen olaylara dair oldukça tafsilat veren Fransız tarihlerinde de Perihan’ın bir hayli niteliği tasvir olunmuştur.