Kitabı oku: «Renan Müdafaanamesi ve Kanije Müdafaası»
Namık Kemal, 21 Aralık 1840’ta Tekirdağ’da doğdu. Asıl adı Mehmed Kemal’dir. Namık adını ona şair Eşref Paşa vermiştir. Çocukluğunu Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde geçirdi. Bu yüzden özel öğrenim gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. 1863’te Babıali Tercüme Odasına kâtip olarak girdi. Bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanıştı. 1865’te İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükûmeti eleştiren yazılar yazdı. Ali Suavi’nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı Muhbir gazetesinde yazmaya başladı. 1868’de Hürriyet adında başka bir gazete çıkardı. Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872’de İbret gazetesini kiraladı. Burada çıkan bir yazısı üzerine, dört ay süreyle kapatıldı. İstanbul’dan uzaklaştırılmak için Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı Vatan Yahut Silistre oyunu sahnelendiğinde olaylara neden oldu. Namık Kemal, birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Kalebentlikle Magosa’ya sürgüne gönderildi. 1876’da I. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi’yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. II. Abdülhamid’in Meclis-i Mebusan’ı kapatması üzerine tutuklandı. Midilli Adası’na sürüldü. 1879’da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884’te Rodos, 1887’de Sakız Adası’na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu, Bolayır’da gömüldü.
Tiyatro türüne özellikle önem veren Namık Kemal, altı oyun yazmıştır. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistre yalnız ülke için değil, Avrupa’da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrilmiştir. Celaleddin Harzemşah, Namık Kemal’in en beğendiği yapıtı olarak bilinir. Bu eserde Namık Kemal, İslam birliği düşüncesini kapsamlı bir biçimde sergilemiştir. Namık Kemal’in ilk romanı olan İntibah, 1876’da yayımlanmıştır. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsal ve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de İntibah Türk romanında bir başlangıç sayılabilir.
Eserleri: Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Celaleddin Harzemşah, Kara Belâ, İntibah, Cezmi, Tahrib-i Harâbât, Takip, Renan Müdafaanamesi, İrfan Paşa’ya Mektup, Mukaddeme-i Celal, Devr-i İstila, Barika-i Zafer, Evrak-ı Perişan, Kanije, Silistre Muhasarası, Osmanlı Tarihi, Büyük İslam Tarihi.
RENAN MÜDAFAANAMESİ
Fransız yazar Bay Ernest Renan’nun “İslam ve İlim” konusunda verdiği ve daha sonra da yayımladığı konferans, uzun zamandan beri gazetelere konu ve sermaye olmaktadır.
Bu konferansın metni daha yeni elime geçti. Metin kısaysa da içindekilerin yanlışlıklarını ortaya koymak, birkaç yüz cilt kitap yazmayı gerekli kılmaktadır. Bunun için düşünce ve kanaatlerimi yazmakla söylenmiş şeyleri boş yere tekrar etmiş olmayacağımdan eminim.
İslam’ın, ilme engel olmadığını, tam aksine ilmi teşvik ettiğini ispat etmek için yanımda yeteri kadar kitap bulunmadığına üzgünüm. Bununla beraber konferans sahibi, kendi davasının batıl olduğuna yine kendi sözleriyle o kadar çok delil toplamış ki bu cevabı yazabilmek için başka kitaplara müracaat mecburiyeti ortadan kalkmıştır.
Makalenin incelenmesine girişmeden önce konuşanın meşrep ve mezhebini öğrenmek, ileride getirilecek delillerin kolayca anlaşılmasına yardım edeceği için hayat hikâyesini birkaç satırla özetliyorum:
Şimdi altmış yaşına ulaşmış olan Bay Ernest Renan, çocukluğunda ailesi tarafından papaz mektebine verilmiş. Öğreniminin başlangıcında gösterdiği kabiliyet üzerine hocaları tarafından Hristiyan inançları üzerinde çalışmaya sevk edilmiş. Bay Ernest Renan, işte o zaman lisan ve felsefe derslerinden zevk alarak İbranice, Arapça ve Süryanice tahsil etmiştir.1 Ancak hür fikirleri papazlığa uymadığı için o sınıfı terk edip kendi kendine öğrenime başladı. Daha sonra felsefe ve Sami dilleri2 imtihanlarına girerek birinci mükâfatı kazandı.
Fransa Akademisi tarafından, edebiyata dair bir hizmet için İtalya’ya gönderildi; orada topladığı verileri İbn Rüşd’e ait bir kitap hâline getirmiştir. Bundan sonra Fransa’nın millî kütüphanesinde görevlendirilmiş; bu görevi takiben Fransa Akademisi üyeliğine tayin edilmiş ve ilmî bir çalışma için Suriye’ye gitmiştir.
Ernest Renan’nun gürültü kopararak şöhrete ulaşan eseri “İsa’nın Hayatı”dır. Bunun araştırılması, incelenmesi ve çürütülmesine dair yazılan kitaplar, risaleler toplansa bir kütüphane meydana gelir. Bu kitap hakkında papazlar tarafından yapılan şiddetli tenkitler sonucunda kendisi görevli okluğu İbranice hocalığından ayrılmıştır.
Hâl tercümesinden daha fazla bahsetmeye hacet göremedim çünkü bu özet, Bay Renan’nun, yüzyıllardan beri Avrupa’da papazlar ve özellikle engizisyon tarafından yapılagelen çirkin işkenceleri tenkit ede ede her kötülüğü, dinin tesirine yüklemek isteyen ve her dini bu özelliğiyle ele alan aşırı inkârcılardan olduğunu göstermeye yeterlidir.
Şimdi konferans sahibinin bu görüşüne, bahsettiği meselenin tamamen yabancısı olduğu eklenirse makalesinin ne kadar saçma bir mantıkla kaleme alındığı yönünde zihnimizde toplu bir bilgi meydana gelebilir.
Doğu dillerindeki geniş bilgisi sayesinde Fransız Akademisi üyeliği gibi elde edilmesi zor bir mevkiye ulaşmışken Ernest Renan’nun İslam konusunda cahil olduğunu iddia etmem garip görünmesin. Yalnız Ernest Renan değil, Avrupa’da Doğu ilimlerine intisap ile şöhrete ulaşmış kişilerin bile İslam dini konusunda zihinlere hayret verecek derecede cahil olduklarını kolayca ispat edebilirim.
Uzun seneler İstanbul’da yaşamış, Arapça ve Farsçanın dışında, bu iki lisana muhtaç olması ve gramer kaidelerinin mazbut bulunmaması yönüyle bir yabancı için öğrenilmesi, Müslümanların konuştukları bütün dillerin en zoru olan Türkçede oldukça güzel yazacak kadar tecrübe kazanmış olan Osmanlı Tarihçisi Hammer3 bile İslam dini konusunda bir şey söylemek isteyince Doğu’ya ait bir kitap okumamış yabancılar kadar ve hatta onlardan daha garip bir bilgisizlik gösterir.
Hammer’in “Osmanlı Tarihi”nin X. cildinin 400-401. sayfalarındaki şu fıkraya dikkat buyurulsun:
İslam hükümlerine göre öğle namazı, güneş zeval noktasında iken kılınmaz ancak bir iki dakika sonra eda olunur çünkü peygamberin hadislerine güvenilirse her gün zeval saatinde şeytan, güneşi iki boynuzunun arasına alarak âlemlerin sultanı Allah’a mahsus olan kibir tacını başına giyer fakat “Allahu ekber” sedasını işitir işitmez bırakır. Osmanlı tarihçileri, işte bu suretle, Sultan IV. Murat ve Sultan İbrahim zamanlarıyla Sultan IV. Mehmet’in çocukluk döneminde hırs, zevk ve sefanın, isyan ve şeytani kötülüklerin zirveye ulaştığını söylemişlerdir.
Muhammet ümmetine ulaşan hadislerde bu inancı işaret eden bir tek harf var mıdır? Zaten vakit girmeden önce beş vakit namazın hiçbirini kılmak caiz olamaz; güneş tam tepede iken öğle girmediği için tabii ki namaz kılınmaz. Hammer, sıradan bir çömeze de sorsa bu hakikati öğrenebilecekken kim bilir kimden işittiği bir maskaralığı dinin kesin hükümlerindenmiş gibi ele almıştır. Bu, İslam hükümlerine ilişkin cehaletin zirvesi değil de nedir? Boynuzlu şeytan bazı kiliselerde görülüyorsa da İslami kitapların hangisinde şeytana bir hayvan şekli verildiği görülmüştür?
Hayır! “Bu üç padişahın zamanında hırs, zevk, sefa, isyan, şeytani kötülükler zirveye ulaşmıştı.” diyen hiçbir Osmanlı tarihçisi yoktur. Hatta kullandığı ibare hiçbir anlam ifade etmiyor ki bir Osmanlı tarihçisine isnat edilebilsin. Farz edelim ki biri böyle bir hezeyan söylemiş olsa bile bu ifade İslam’da şeytanın öğle vakti güneşi boynuzlarıyla tutup da başına giydiğine dair bir inancın bulunduğunu göstermez.
Avrupa’yı İslami durumdan haberdar etme konusunda herkesten daha başarılı olmakla tanınan “Şark Kütüphanesi” adlı eseri, Avrupa’da hâlâ Doğu dilleri ve İslami bilgiler alanında uğraşanların en büyük kaynaklarından bulunan meşhur D’Herbelot, bu kitabının “El-Kur’an” başlıklı bölümünde şu fıkrayı yazar:
Peygamberlerine perestiş eden Müslümanlar, Kur’an-ı Kerim’i de fevkalade yüce tutarlar çünkü “Yaradılışın başlangıcında Kur’an-ı Kerim, Levh-i Mahfuz’dan ayırt edilerek, göğün yedi katından birinde emaneten korunmuş ve birinci derecedeki meleklerden olan Cebrail’in kendi eliyle gökten alınarak Hz. Muhammed’e (S.A.V.) sure sure getirilmiştir.” derler.
Böyle bir sözü söyleyen veya inanan hiçbir Müslüman’ın bulunmadığını belirtmeye gerek yoktur. Avrupa’da gayretli birtakım insanlar, mesela en küçük böceklerin cinsini tayin etmek, türlerini belirlemek için ömürlerini tüketerek, akla hayale gelmeyecek şeylere emek sarf ederek nice keşifler ortaya koymaktadırlar. Bunlardan binlerce düşünce ve hüner sahibi kişi, Doğu dilleri ile uğraşıp dururken, 1300 yıldan beri dünyanın büyük bir bölümünü kaplamış olan bir dinin (İslam’ın) yüz binlerce eseri elde dolaşırken, bu dinin hakikati yine de Avrupa’da bu kadar meçhul kalıyor! Bu hâl, gerçekten hayret verici değil midir?
Evet, bu hayret edilecek bir durumdur fakat sebepleri de meydandadır.
Bu konudaki görüşümü de belirteyim: Bilindiği üzere Avrupa’da İslam’ın incelenmesiyle uğraşanlar ya Hristiyanlığa inananlar ya da hiçbir dine inanmayanlardır. Hristiyanlığa inananlar, bu incelemenin yapılması esnasında şahsi düşüncelerini konunun dışında tutmamaktadırlar.
Bizlere göre Hristiyanlık, hükmü kaldırılmış dinlerdendir. Bundan dolayı İslam bilginlerinden biri, Hristiyanlık inancını inceleyecek olursa; hükmü kaldırılmış yanların İslam’a uymayan meselelerini ortaya çıkarabilme konusundaki araştırmasını gayet tarafsız ve sağlıklı bir şekilde yapabilir. Hâlbuki Hristiyanlara göre İslam, ilahi bir din olmadığı için Hristiyan bilginlerinin İslam dini ile ilgili olarak yapacakları incelemeler, ellerine geçen kitaplarda itiraz edebilecekleri konuları aramaktan ibarettir.
İnanmayanlara gelince, Avrupa’da dinle ilgilenmeyenlerin hemen hemen tamamı, bütün dinlere; insan düşüncesinin en ağır esaret zinciri, aynı zamanda ilmin gelişmesine en güçlü engel gözüyle bakarlar; işte bu fikrin yayılmasından dolayıdır ki onların İslam dini hakkında yaptıkları araştırmalar, papazlar gibi ellerine geçen her kitapta itiraz edebilecek bir şeyler aramaktır.
Zaten bir dinin ilahi olmadığına hükmetmek o dine duyulan hürmeti ve ciddiyeti ortadan kaldıracağı için zevzeklik ve belki de aslını bozma nazarıyla bakılan bir şeyin mahiyetini tarafsızca araştıracak, uzun uzadıya külfet çekecek, sabır sahibi bir insana kolay kolay rastlanmaz.
Bunlardan başka, Avrupalıların garip bir inançları vardır ki Bay Renan bu itikadı, makalesinin şu fıkrasında çok güzel özetlemiştir:
Bir Müslüman çocuğu, on on iki yaşına gelip de dininin emirlerini öğrenmeye başlayınca, o zamana kadar oldukça uyanık iken birdenbire taassup göstermeye başlar ve soyut bir hakikat zannettiği şeye sahip olmaktan dolayı aptalca bir kibirle dolu olarak, esasen başkalarının çok gerisinde bulunan bu hâlden dolayı özel bir imtiyaza sahipmiş gibi kendisini mutlu sayar! Bu mantıksız gurur, İslam’ın en köklü kötülüğüdür.
Bunlar, İslam’ın, kendisine, diğer dinlerden büyük olduğu nazarıyla baktığını zanneder de meseleyi aksi noktadan ele alıp İslam’ı diğer dinlerden aşağıda görürler. Kanaatlerince böyle küçük bir kavmin inancına önem vermek, lüzumsuz şeylerle uğraşma anlamını taşıyacağı için Doğu’ya ait meselelerle uğraşanların büyük çoğunluğu, İslam dinini de bazı vahşi kabilelerin mezhepleri gibi eğlence olarak araştırırlar.
Dikkate değer bir başka husus da şudur: Gerek kurallarının zenginliği ve zorluğundan gerek yazı özelliğinden dolayı Doğu dillerinde bir yabancının maharet kazanması en zor işlerden biri olarak kabul edilebilir. Bir dereceye kadar Avrupa’da Osmanlıca bilginlerinden sayılan Hammer, küçültme için kullanıldığı bilinen “gidi” kelimesinin anlamını kavrayamadığından, serhat yiğitlerinin kahramanlık nakaratlarını ifade eden “Yoktur sizinle viremiz, eğrili gidi eğrili.” beytindeki “gidi” sözünü “hirre” manasına gelen “kedi” zannederek kitabında bu şekilde tercüme etmiştir(!)
Arapçayı çok iyi bilmekle şöhret yapmış olan Renan, bu risalesinde, feylesof kelimesini; Arapların, “f”nin esresi, “y”nin “f”yi uzatması ve “lam”ın sükûnu ile “filsuf” şeklinde okuduklarından bahsediyor! Müslümanların dillerine merak saran Avrupalıların bir kısmı, kendi öğrenemedikleri dilleri, başkalarına öğretmek için kendi kendilerine gramer kitapları yazıyor. Bazı Avrupalılar, bu kitapları okumakla istedikleri her dilde uzmanlaşabileceklerini sanıyorlar.
Paris’te bulunduğum sırada umuma açık bir Türkçe dersine katıldım. Hocanın anlattıklarından bir kelime bile anlamadım. Şayet arada üç dört Türkçe edat işitmemiş olsaydım, hiç bilmediğim bir dil öğretiliyor zannederek kendimi mazur görürdüm.
Bundan başka, Avrupalıların İslam’a dair yazdıkları kitaplardaki “yarı âlimliğe” de büyük bir pay ayırmak lazım gelir.
Sathi bilgiye sahip olan kişilerin, okudukları kitaplarda anlayamadıkları konulara, ne kadar hakikate uygun olursa olsun, gevezelik nazarıyla bakmaları tabii değil midir?
Şimdi bir Avrupalının, İslam’ın muhtevasını ve özelliklerini tam olarak anlayabilmesi için senelerce derinliğine araştırma yapması gerekir fakat o, bu araştırmayı yapmadan, sathi bilgiyle İslam’a; fikir hürriyetine ve medeniyetin gelişmesine engel gözüyle bakar. Bu kanaatinin neticesi olarak da incelemesini makul olmayan inançların araştırılmasına ayırır. Tesadüf ettiği her meseleye, benzetmek gibi olmasın, sanki Zulu halkının inançlarıyla ilgili bir bilgi elde etmek için sathi bir göz atmayı yeterli görür de devamlı meşgul olduğu dillerin daha kelimelerini bile doğru telaffuz edemez. Bu durumda bir Avrupalının o dinin mahiyeti hakkında yazacağı şeylerin hezeyandan başka bir şey olabilmesi aklen mümkün müdür?
Şu hakikati de söyleyeyim: Avrupa’da Müslümanların dillerinden bir veya birkaçını gerçekten bilen, öğrenen hiç kimse olmadığı söylenemez fakat bu başarıya haiz olan imtiyaz sahipleri; Doğu’yu bilme ve herkese bildirme iddiasında bulunup da “risale” yazanların, konferans verenlerin çoğu gibi; İslam’ın ilmî gelişmeye tesirlerini, kendini gösterme maksadıyla, böyle kırk sayfalık risalecik çerçevesinde hesaba çekme ve tenkit etme bencilliğine kalkışmaz.
İşte, Doğu ile uğraşan Avrupalılardan birçoğunun İslam’a dair konuları bilmemelerinin hangi sebeplerden ileri geldiği yukarıdaki açıklamalardan anlaşılmıştır. Bay Renan’nun da İslami meselelerde bu sebeplere yenik düşen, yanlış bilgi ve eksik araştırma sahiplerinden olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
Gerek Renan ve gerekse çağdaşlarının mahiyetlerini belirtmek için daha fazla söz söylemeye ihtiyaç kalmamıştır kanaatindeyim. Dolayısıyla ben sözü makalenin muhteviyatına getiriyorum.
Ben, Bay Renan’nun risalesini görmeden önce bu kadar az söze o kadar çok yanlışlığın sığabileceğini ümit etmezdim. Bahsettiğim hataları birer birer sayayım:
Yazar, milletlerin hüviyetlerinin aynı kalmadığına dair herkesin bildiği gerçeği, yeni bulunmuş bir “felsefe sırrı’’ymış gibi sözünün başına alarak; Arap ilmi, Arap medeniyeti, Arap felsefesi, Arap sanatı, İslami ilimler, İslam medeniyeti tabirlerinde bulunan benzerlik ve karmaşayı kaldırmak istediğinden bahsediyor. Rivayet ettiğine göre bu karmaşa zihinlerde açık olmayan bazı düşünceler meydana getirmekte ve bu düşüncelerse birtakım yanlış fikirlerin ve hatta fiiliyatta bile ağır hataların doğmasına sebep olmaktaymış(!)
Renan’nun bahsettiği bu tabirlerde hiçbir benzerlik, karmaşa olmadığı herkesçe bilinmektedir. Bununla beraber, yazar; İslam’ın ilmini, medeniyetini, felsefesini, sanatını bütün bütün inkâr edecek düşünceleri ele almak için sadece makalenin başında, tabirlerdeki benzerlikten doğan kavram karmaşası olduğunu ileri sürmekle yetiniyor.
Bu kavram karmaşasıyla meydana gelen, açık olmayan mütalaaların da birtakım yanlış düşünceler, büyük hatalar doğurduğuna dair bir iddia ileri sürüyor ve bu iddialarına hiçbir delil gösteremiyor. Aslında Renan’nun bu iddialarına delil göstermemesi garip karşılanmasın ki onun tutumundaki Avrupa bilginlerinin bizimle ilgili her sözü, kendilerince her türlü delil ihtiyacından uzak olan açık hakikatlerden sayılır. Bu kişilerden, Doğu’ya dair sözlerine delil istendikçe, “Ben söylüyorum.” cevabını aldığımız hâllere çokça rastlamışızdır.
Bay Renan, bu mücerret davasının peşinden şöyle bir iddia daha ortaya koyuyor:
Zamanımızın koşullarına dair biraz bilgi sahibi olan herkes, İslam ülkelerinin mevcut geri kalmışlığını, tahsil ve terbiyesinin düzeyini, İslam inancına sahip milletlerin zihnî kabiliyetlerinin hiç hükmünde olduğunu açıkça görebilmektedir. Doğu ve Afrika taraflarında olanlar, sağlam bir müminin fikrini sınırlayan, zihinlerini ilimlere karşı sürekli kapatan veya bir şey öğrenme, yeni bir düşünceyi benimseme kabiliyetinden mahrum eden bir çeşit demir çember içinde mahsurdurlar.
Bilgi ve anlayış bakımından İslam’ı; Çin’de ateşe, Hint’te hayvanlara ibadet eden; bilinmeyen yerlerde, Büyük Okyanusya adalarında insan yiyen âdemoğullarından daha aşağı görmek, davasında delil göstermeye lüzum görmeyen Bay Renan için mümkündür fakat bu saçma sözlere güven duyulmasını ümit ederse bilgisinin şöhretine çok saf bir şekilde güvenmiş olur.
Garip şey! Meğer Müslüman olduğumuz için başımızın etrafına bir “demir halka” geçirilmiş, o halka da duyularımızı her çeşit ilme, her türlü öğrenime ve yeni bilgilere kapalı tutarmış ve bizim bundan hâlâ haberimiz yokmuş!
Müslümanların mektep bulabildikleri yerlerde eğitim ve öğretim vasıtalarındaki bin türlü eksikliğe rağmen o mekteplere devam eden diğer dinlere mensup öğrencilerden her zaman üstün olageldiklerini Renan nasıl inkâr edebiliyor? Yoksa iddiasına delil göstermemeyi kendi şanından sayıp karşı tarafın gösterdiği delilleri kabul etmemesi münazara tarzının bir gereği midir?
Renan’nun risalesinden anlaşılan ve aşağıda söz konusu edilecek fikrine bakılırsa tabiat ve matematik bilimleriyle meşgul olan Müslümanlar, her hâlükârda dinî düşünceden ve dine itina etmekten uzak gibi görülecektir. Bununla beraber, biraz kendileriyle konuşsa o Müslümanları herkesten daha sağlam şekilde dine bağlı bulacaktır çünkü matematik ve tabiat bilimleriyle uğraşan Müslümanların, o bilimlerle ilgili konularda “Güneşin kendi yörüngesinde gitmesi…”,4 “(…) Bulutlardan da su indirdik…”5 ve “Sizleri çiftler olarak yarattık.”6 gibi ayetlerde açık deliller görerek imanları bir kat daha kuvvetlenir.
Bay Ernest Renan’nun yukarıda bahsedilen ve “Bir Müslüman çocuğu…” ifadesiyle başlayan, “(…) En köklü kötülüğüdür.” sözleri ile son bulan sözleri, bu ibareyi takip etmiştir.
Bay Ernest Renan’nun bu iddiasını da cevapsız bırakmayalım. Acaba bu fikri ileri süren Renan’nun inancına göre kendi dinini diğer dinlerden, kendi milletini de diğer milletlerden daha üstün tutmak sadece Müslümanlara mı mahsustur? Hristiyanlığa, Yahudiliğe, ateşperestliğe, putperestliğe inananların, kendi dinlerini başka dinlerden, kendi milletini başka milletlerden aşağı veya onlarla eşit gördüğünü iddia etmek mümkün müdür? Elbette değildir. Kendi inancına göre hak dine uyduğu için milletini diğer milletlerden daha üstün saymak; İslam’a göre niçin diğer milletlerden daha aşağı olmayı gerektirsin de Hristiyanlara, Yahudilere ve başkalarına göre öyle olmasın? İslam’ın ilim alanındaki etkileri kadar önemli bir mesele bu türlü delillerle mi halledilecek(!)
Yine makale sahibi der ki:
Dinî amellerinin sadeliği, Müslümanlara, diğer dinler hakkında pek de haklı sayılmayacak bir küçümseme fikri verir.
Bay Renan bilmezse bile vukuf sahipleri layıkıyla bilmektedir ki Müslümanlar, dinî amellerinin sadeliğini, zorluğunu hiçbir vakit düşünmemiştir ve düşünmez de… Hiçbir Müslüman diğer dinlere aşağılayıcı bir gözle bakmaz. Diğer dinler ilahi kitaplara dayanıyorsa onlar İslam indinde hor değil, hükmü kalkmış inançlardır. Eliyle yaptığı puta, kendisini yarattığını sanarak tapanların batıl inançlarına, Müslümanlar da Hristiyanlar da Yahudiler de dinsizler de yalnız hakaretle değil, tabii olarak alay nazarıyla bakarlar.
Hiçbir dine mensup olmayan Bay Renan için Hristiyan ve Yahudilerin, İslam’ı hak dinlerden saymaması mazur görüldüğü hâlde İslam’ın, Hristiyanlığı ve Yahudiliği hükmü kalkmış birer din olarak görmesi, acaba niçin saldırı sebebi olabiliyor? Putperestlere, ateşperestlere ve hatta dinsizlere dair, ehl-i kitabın sahip olduğu bir fikirden dolayı Renan, sadece Müslümanları suçlayamaz. Makale sahibinin yanlış zannına göre Müslümanlar, yüce Allah’ın; ikbal, kuvvet ve şahsi özellikleri nazarıdikkate almaksızın kime nasip ederse ona iyilik edeceği inancında bulundukları için eğitim ve ilme, Avrupa düşüncesini meydana getiren her türlü hususa tam bir hakaretle bakarlarmış(!) Yüce Allah’ın lütfunu hiçbir kayıt ve şarta bağlamamak yanlış bir inanç mıdır? Meşhur bir hatip olan Renan, dünyada ikbale ve kudrete sahip olanların hepsinin bilgi ve beceri sahibi kişiler olduğunu, her bilgi ve beceri sahibinin ikbal ve kuvvet mevkisine ulaştığını iddia ederse ileri sürdüğü bu tezini mütalaa sahiplerine kabul ettirebilmek için insanlık tarihini kitaplıklardan, fikirlerden tamamen kaldırmak yetmez, çağdaşların durumunu birbirinden gizlemeye de bir çare bulmak lazım gelir!
Bir de Müslüman’ın bu inançta bulunması, niçin ilme hor bir gözle bakmasını gerektirsin? İlim, sadece güç, kudret, mevki ve makam elde etmek için mi öğrenilir?
Fransız milletine mensup olan Bay Renan’nun kendi ülkesinde asilzade olmadıkça bir kimsenin mevki ve makam elde etmesinin mümkün olmadığı zamanlarda, ilmin çeşitli kademelerine nefislerini vakfetmiş olan Descartes’lar, Pascal’lar, hangi kudret ve ikbale ulaşmak için çalışmışlardır? Polonya’da Kopernik krallığa, Roma’da Galileo papalığa seçilmek için mi kendini ilme adamıştı?
İlim öyle bir sevgilidir ki tutkunları sırf ona kavuşabilmek için ömürlerini tüketirler. İlmi istifade vasıtası yapmak için öğrenenlerin hiçbir zaman ilim alanında yüksek bir mevki ve makama ulaştıkları görülmemiştir.
Bu akli delillere de ihtiyaç yoktur. Hakikati ispat için fiiliyat yeterlidir. Eğer İslam, ilme hor gözle bakmış olsaydı, Müslümanlar arasından hiçbir âlim çıkmazdı. Bay Renan, “Müslümanlardan âlim çıkmamıştır.” diyecekse açıklasın da bunun üzerinde duralım. Bay Ernest Renan gittikçe tuhaflaşıyor.
Renan, yukarıda açıklandığı gibi İslam’ın; eğitime, ilme, Avrupa fikrini teşkil eden her türlü meziyete tam bir hakaretle baktığını açıkladıktan sonra der ki: İslam inancı ile aşılanmış olan bu yara, o kadar kuvvetlidir ki her türlü ırk ve milliyet ayrılıkları İslam’ın kabulüyle mahvolur. Berberi, Sudanlı, Çerkez, Afganlı, Malezyalı, Mısırlı, Habeşli milletler, Müslüman olunca artık Berberi, Mısırlı, Sudanlı değil, sadece Müslüman’dır.
Renan’ın mukaddimesi ile sonucu arasında münasebet bulunduğunu keşfedebilenlere büyük bir mükâfat verilse yeridir(!)
Ne olmuş? İslam, her türlü ikbal, kudret ve kuvvetin hakiki kaynağının yüce Allah olduğunu kabul edermiş, bundan dolayı eğitim ve ilme hor gözle bakarmış; bunun için de Müslüman olan herkes, ırk ve milliyetini unutarak sadece Müslüman kalırmış!
Burada, ilme hor gözle bakmakla Müslümanların milliyetlerini kaybetmeleri arasında bir münasebet var mıdır? Yazar geçinen bir adam için konferans verirken değil, belki sayıklarken bile bu kadar saçmalamak ayıp karşılanır.
Tarihen sabittir ki İslam devletleri arasında ortaya çıkan birtakım ihtilaflar üzerine İslam’ı kabul etmiş milletlerin tamamı milliyetini muhafaza edebilmiştir ancak bunlardan hangisine sorulursa sorulsun, diğer dinlerin mensupları gibi Müslüman sıfatını, Çerkez veya Afgan sıfatına tercih ettiği görülür.
Bununla beraber konferans sahibine şunu soralım:
“İslam, birçok milliyeti mahvedip insanların kaynaşmasını engelleyen şeylerden birini imkân derecesinde azaltmış olsaydı, fikr-i hikmetçe takdir olunamayacak bir durum mu ortaya çıkmış olurdu?”
Yine makale sahibi der ki:
Bu durumdan, yalnız kendine has düşünce tarzını muhafaza edebilen İran müstesnadır çünkü İran, İslam’da kendine mahsus özel bir mevki kazanmıştır. İranlılar, Müslüman olmaktan öte Şii’dir.
Müslümanlıktan ziyade Şii olmak ne anlama geliyor? Müslüman olmayan Şii de mi varmış! Bazı edebî tabirlerde bu tür kelime oyunlarına yer verilebilir fakat ciddi bir esere manasız söz karıştırmanın yeri yoktur.
Bay Renan, Şiiliği İran’a has bir mezhep ve bu özelliği de İranlıların Müslümanlar arasında özel bir yer elde etmelerine sebep olarak gösteriyor! Şayet İslam tarihini hakkıyla öğrenmiş olsaydı, Şiiliğin İslam dünyasında girmediği bir yer ve nüfuz etmediği bir millet kalmadığını öğrenmiş olurdu.
Bilindiği gibi Şiiliğin İran’da tamamen yerleşmesi üç asırlık bir meseledir; bu mezhep İran’da yerleşinceye kadar yüz binlerce kişinin kanının döküldüğü de tarihen sabittir. İslam dünyasında, İran’dan birkaç yüz yıl önce bu mezhebi kabul etmiş ve Şiiliği günümüze kadar devam ettirmiş milletler de bulunmaktadır.
Bu açık gerçeklere karşın İranlılara Müslümanlar arasında ayrı bir konum vermek, İranlıları İslam’dan daha çok Şiiliğe meyilli bir millet olarak kabul etmek caiz ise ne diyelim?
Bay Renan, bu kadar garip görüşler öne sürdükten sonra, geleceğe emniyetle bakmak için geçmişe göz atarak, “Şimdi (zannınca) bu derece gerilemiş olan İslam medeniyeti bir zamanlar çok parlaktı; bu kadar âlimler, hekimler yetiştirdi; asırlarca Batı’da Hristiyanlık dünyasının hocası oldu; bu hâl geçmişte meydana geldi, bundan sonra niçin gelmesin?” diyenlerin fikrini de beğenmeyip “Benim de asıl bahsedeceğim bu noktadır.” diyerek “Gerçekten İslami ilimler veya hiç olmazsa Müslümanlar tarafından kabul ve müsaadeye mazhar olmuş bir ilim var mıydı?” meselesine ortaya atıyor. Meselenin halli için söze başladığı sırada, üç asırlık bir zaman boyunca İslam ülkelerinde pek mümtaz bilginler, hekimler bulunduğunu ve o zaman İslam dünyasının, ilim bakımından, Hristiyan dünyasına tercih edildiğini itiraf ettikten sonra birtakım yanlış neticeler çıkarmak için bu delillerin tahlil edilmesine ve bunun için de Doğu’nun medeniyet tarihinin asır asır incelenerek İslam’ın o geçici üstünlüğünü hazırlayan çeşitli aşamaların belirtilmesine lüzum görüyor. İşte arzu ettiği tahlile şu sözlerle başlıyor:
İlim ve felsefeye en yabancı devir, birkaç asır devam eden ve Arapların vicdanını tevhidin çeşitli yolları arasında kararsız bırakan ve mezhep tartışmalarının sonucu olan İslam’ın birinci asrıdır.
Ne buyurursunuz, İslam’dan önce Araplar arasında “tevhidin muhtelif yollarıyla ortaya çıkan mücadeleler” de varmış! İslam’ın ilk asrından birkaç yüzyıl önce Arabistan’da Tanrı’nın birliği, Yaratıcı’nın birliği inancının var olduğun ve bundan dolayı kabileler arasında mücadeleler, harpler yaşandığına dair Bay Renan’nun keşfedip ortaya koyduğu gerçeği, şimdiye kadar hiçbir kitapta görülmediği, hiçbir delili de olmadığı için kendisinden başka dünyada kimse kabul edemez.7
İslam’ın birinci asrında Müslümanlar arasında ilim yaygın değilmiş; eğer ilimden murat sadece matematik ve tabii ilimler ise bunlar gerçekten yoktu ancak bundan İslam’ın ilme karşı olduğu sonucu mu çıkar? İslam, yayıldığı yerlerde halkı âlim bulmuş da onları cehalete mi sevk etmiş?
Felsefe konusuna gelince, Bay Renan, sahabelerin sözlerini ihtiva eden kitapları, en azından “Nehcu’l Belaga”yı görmüş olsaydı, sanırım kolay kolay böyle bir iddiada bulunamazdı.
Makale sahibi, bu iddiasının peşinden, konuyla hiçbir ilgisi bulunmadığı hâlde bedevilerin şair olduklarını fakat âlim olmadıklarını açıklamakla ve Hz. Ömer’in (R.A.) İskenderiye Kütüphanesi’ni yaktırmadığını itiraf etmekle beraber dünyada hâkim olmasına çalıştıkları yüce kuralların (Kur’an ve sünnet) haşa, fikirlerin ilme yakışır bir şekilde gelişimini ve bu alandaki çeşitli çalışmaları harap edegeldiğine dair saçmalıkları dile getirdikten sonra şu görüşlere yer verir:
Miladi 750 yılına doğru, İran üstünlük göstererek Abbasiler’in Emeviler’i yenmesini sağlayınca her şey değişti. İslam’ın merkezi Dicle ve Fırat arasına taşındı. Burası ise Şark’ın gördüğü en parlak medeniyetlerden birinin izleriyle doluydu. Bu da İran’ın Sasani medeniyetidir ki bu medenniyet Nüşirevan zamanında zirveye ulaşmıştı. Oralarda sanayi, birçok asırdan beri ilerleme kaydetmişti. Hüsrev buna bir de fikrî gelişmeyi ilave etti. İstanbul’dan kovulan felsefeciler, İran’a sığındı. Hüsrev, Hint kitaplarını tercüme ettirdi. Halkın çoğunluğunu oluşturan Hristiyanlar, Yunan’ın ilim ve felsefesine vâkıftılar. Tıp bütün bütün onların elindeydi. Papazlar hem mantık ve hem de geometri bilirlerdi. “Şehname”de Rüstem’in köprü yaptırmak istediği zaman mühendislik işleri için bir katolikos çağırttığı belirtilmiştir. İslam’ın şiddetli darbesi, İran’ın bu güzel gelişmesini yüz sene kadar geciktirdiyse de Abbasiler’in saltanatı, Hüsrev zamanının parlaklığını tekrar canlandırdı. Abbasi ailesini saltanata ulaştıran ihtilali yapanlar İranlı reislerin idaresi altında bulunan İran askerleriydi. Abbasiler’in kurucusu olan Ebu’l-Abbas’ın ve özellikle Mansur’un çevresinde bulunanlar her zaman İranlı idi. Sanki Sasaniler yeniden dirilmişti. Gizli müsteşarları, şehzade hocaları, başbakanları İran’ın eski hanedanlarından olan Bermekîler arasından seçilmişti. Onlar milletinin mezhebine sadık kalarak İslam’ı hem pek geç hem de inanmaksızın kabul etmişledi. Nasturiler de gönülden inanmayan halifelerin etrafını sarıp özel bir imtiyaz olmak üzere hekimbaşılık unvanlarını ele geçirdiler.
Makale sahibinin bu kadar gevezeliğini, İslam’ın ilme engel olduğuna delil makamında dinliyoruz. İfadelerinde öyle bir işaretten eser olmadığı şöyle dursun, doğru bir şey var ise o da Hz. Ömer Faruk (R.A.) Efendi’mizin İskenderiye Kütüphanesi’ni yaktırdığına dair papazların dilindeki iftiranın çürütülmesidir. Bir de bazı Hristiyanların Abbasi halifelerinden birkaçına hekimlik ettikleri doğrudur.
Diğer iddialara gelince, önce hilafet merkezinin Bağdat’a naklolunması İslam’ın medeniyetçe ilerlemesine nasıl etki edebilirdi? Bay Ernest Renan’nun İran taraflarında vehmettiği Sasani medeniyeti ancak otuz kırk yıl sürebilmiş ve İslam’ın zuhuru üzerine duraklamaya girmiş bir terakki şeklinden ibaretti. Neden ihtiyaç duyulsun ki soylu Arap milleti; daha hükûmet merkezi Şam’da iken Yunan medeniyetinden, o bin sene boyunca büyük eserler meydana getirerek felsefe ve ilmi insanlık âlemine yayan ve hatta Bay Renan’nun fikrince Sasanilerin fikrî gelişimlerine de -Yunan kitaplarını tercüme etmeleri yönüyle- öncülük eden Yunan ilminden almasın da ilmin faydalarını Sasani medeniyetinden alsın?
İslam’a göre dinler tevhid esasına dayanmaktadır ve ilahi menşelidir. İnsanlar doğru yoldan uzaklaştıkça Allah onları yeni elçilerle uyarmış, doğru yola çağırtmıştır (“Bakara”, 136; “Nisa”, 163, vd.). Bu elçiler birbirini takip etmiş ve Hz. Muhammed ile sonlanmıştır (“Azhap”, 40). Elçiler görevlerini hakkıyla yapabilmeleri, Tanrı buyruğunu tam olarak anlatabilmeleri için her kavmin dili ile gönderilmişlerdir (“İbrahim”, 4). Allah her kavme bu uyarıcılardan göndermiştir (“Fatır”, 24, “İsra”, 15; “Ra’d”, 7). Bu uyarıcılar da Allah’a kulluk etmeyi, saptırıcılardan sakınmayı, hakkı kabul etmeyi tebliğ etmişlerdir. Böylece öz bozulsa da tevhide, ilahi hükümlere dair bazı izler kalmıştır. Zaten bugün dinler tarihi alanında yapılan çalışmalar, ilkel kabilelerde olsun, çok tanrılı toplumlarda olsun, farklı inanışlar yanında bir “yüce varlık”, “yüce Tanrı” inanışının bulunduğunu ortaya koymuştur. Namık Kemal, kaynaklara müracaat etmeye fırsat bulamadığı için veya Renan’ın her fikrini yanlış ve İslam’a aykırı bulduğu için bu görüşünü de reddetme ihtiyacı duymuştur. Belki de müşrik Arapları tevhid ehli olarak görmemiştir. Bilhassa mezhep mücadeleleri olmadığına dair görüşe katılmak mümkündür.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.