Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Sanşiro»

Yazı tipi:

Genç ana karakterinin ruh halini son derece akıcı bir üslupla anlatan Sanşiro, benim en sevdiğim kitaplardan biri. Sanşiro, etrafında sürüp giden hayatı, tıpkı gökyüzünde süzülen bulutları izlediği gibi izliyor.

Sanşiro’yu şimdiye dek birkaç kez okudum ve kitap beni her defasında bulunduğum yerden alıp o yaşlarıma götürdü. Bence Sanşiro’yu böylesine muazzam bir roman yapan şey, ana karakterin duyduğu heyecan ve korku arasındaki çatışmayı asla açık açık göstermemesi. Bu kitapta psikolojik güçlükler, modern romanlardaki gibi ortaya apaçık bir şekilde konmuyor.

Sanşiro, kendi hikâyesinde yalnızca bir gözlemcidir. Her şeyi olduğu gibi kabul eder ve başına gelenler karşısında sakinliğini korur. Bazen iyi ve kötüye dair yargılarını ifade eder, sevdiği ve sevmediği şeyler için yorum yapar ve hatta izlenimlerini anlatmaya bile kalkıştığı olur; ancak bunlar hep basit teşebbüslerden ibarettir. Enerjisini ve vaktini düşünmeye değil, görmeye harcar. Ağırdır, hatta bazen sakar bile denebilir; ancak adımları asla aksamaz. Natsume Soseki, işte bu masum, ancak özünde entelektüel ve hatta talihli bile denebilecek taşralı gencin yolculuğunu büyük bir incelikle anlatmayı başarmıştır.

Haruki Murakami

Biyografi

Natsume Sōseki1 (Gerçek adı Natsume Kinnosuke; 9 Şubat 1867-9 Aralık 1916) modern Japon romanının en önemli temsilcilerinden biridir.

O zamanlar Edo adıyla anılan Tokyo şehrinde, beş çocuklu bir ailenin altıncı çocuğu olarak dünyaya gelen yazar, kendisini istemeyen ebeveynleri tarafından çocuksuz bir aileye verildi ve bu aile tarafından büyütüldü. 9 yaşına geldiğinde kendisini evlat edinen çiftin boşanması üzerine öz anne babasının yanına dönmek zorunda kaldı.

Okulda Çince ve İngilizce öğrenirken Çin ve İngiliz edebiyatlarıyla da ilgilenmeye başladı; 15 yaşına geldiğinde, ileride yazar olmak istediğine karar vermişti. Ailesi bu kararına şiddetle karşı çıkınca Tokyo Kraliyet Üniversitesi’nde mimarlık öğrenimine başladı.

1887’de tanıştığı şair Masaoka Shiki’den haiku2 yazmayı öğrendi. Yine o tarihlerde yazdıklarını “Sōseki” (Çincede “inatçı” anlamında kullanılan bir ifade) mahlasıyla imzalamaya başladı. 1890 yılında aynı üniversitenin İngiliz Edebiyatı bölümüne girdi; okulu bitirdikten sonra bir lisede İngilizce öğretmenliği yaparken üniversitedeki akademik çalışmalarını da sürdürdü. Japon hükümeti tarafından İngiliz edebiyatı araştırmaları için 2 yıllığına Londra’ya gönderildi. Burada oldukça zor günler geçiren yazar, psikolojik sorunların da baş göstermesi üzerine ülkesine geri döndü, üniversitedeki görevinden de ayrıldı.

Edebiyat dünyasına haikularla giren Natsume Sōseki, bir süre renku ve haitaishi türünde şiirler yazmaya devam etti. 1905 yılında Wagahai wa Neko dearu adlı romanının yayımlanmasıyla adını duyurmaya başladı. Depresyon ve başka fiziksel rahatsızlıklarla boğuşan yazarın 7. romanı Sanşiro, ilk kez 1 Eylül-29 Aralık 1908 tarihleri arasında Asahi Shimbun adlı gazetede tefrika edildi. 1909 yılında ise kitap olarak basıldı. 1955 yılında Nobuo Nakagawa yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan roman, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Çekçe, Portekizce, Almanca gibi pek çok dile çevrildi.


2000’li yıllarda dünya çapında ün kazanan Natsume Sōseki’nin yazdıkları bugün 30’dan fazla dile çevrilmiş durumdadır. Siyaset-bilimci Kang Sang-jung’un “Natsume Sōseki bugün yüz yüze geldiğimiz sorunları yıllar önce tahmin etmişti, geleceğe dair öngörüleri onu önümüzdeki yıllarda daha da ünlü bir edebiyatçı haline getirecek,” diye söz ettiği yazar, 49 yaşında mide ülseri sebebiyle yaşamını yitirmiştir. 1984 yılında fotoğrafı banknotlara basılan Natsume Sōseki, yakın tarihin neredeyse bütün büyük Japon yazarlarını derinden etkilemiştir.

Çevirmenin Önsözü
BATI, DOĞU VE BIR ÇAĞIN DOĞUM SANCISI

Son iki asır boyunca Asyalı ulusların en büyük açmazı, Batı ile kurdukları ilişki olmuştur.

Asyalı için Batı daima, birbiriyle çelişen pek çok şeyi ifade etti. Batı, bir yandan bilim ve teknolojinin kaynağıydı. Bilim, hayatın ta kendisiydi. Çünkü yokluğu Asya’ya ölüm getiriyordu. Örneğin 19. yüzyıl sonlarında patlak veren büyük veba salgını, Asya’da 15 milyon insanın ölümüne neden olmuştu. İngiliz hekimler, vebaya karşı geliştirdikleri bir aşıyı Hindistan’da uygulamayı denediklerinde köylülerce taşa tutuldular. Çünkü halk, insan bedenine acayip maddeler enjekte eden hekimlerin esrarengiz ilminden ürkmüştü.

1842 yılında, İngilizlerin demirden yapılma buharlı gemisi Nemesis, Çin donanmasının ilkel gemilerini roketlerle vurdu. Aynı esnada İngiliz arkeolog Layard, Irak’ta Asur çağından kalma harabeleri araştırıyordu. Layard’ın bilgisi, yörenin Arap halkında korkuyla karışık bir hayranlık uyandırmıştı. “Babam ve onun babası, çadırlarını burada kurdular,” diyordu bir şeyh. “Buna rağmen hiçbiri yeraltı sarayı diye bir şey duymamıştı. Şimdi bak! Frenk’in biri günlerce mesafedeki ülkesinden geliyor, doğruca bu yere gidiyor. İşte, diyor; saray burada, şurası da kapısıdır. Bize ömrümüz boyunca ayaklarımızın altında, haberimiz olmadan yatan şeyleri gösteriyor.”

Çivi yazısının sırrı bir kez çözüldükten sonra, Anadolu’da, Irak’ta, İran’da kurulmuş eski uygarlıkların öyküleri topraktan çıkartıldı, okundu, arşivlendi. Anılmaz olmuş kralların, unutulmuş tanrıların isimleri yirmi asırdan beri ilk kez telaffuz edildi. Batı bir eliyle Asya’nın bileğini büküyor, diğer eliyle Asyalı toplumların tarihini, o toplumların iznini almadan ve fikrini sormadan yazıyordu.

İşte bu noktada Asya, kendini çözümsüz bir açmazın içinde buldu. Batı’yı örnek almamak demek, Batı’nın ezici gücü karşısında yok olmak demekti. Batı’yı örnek almak, yine yok olmak demekti.

Batı, askeri bakımdan güçlüydü. Ama Batı’ya karşı kendini savunmak isteyen bir ülke, Batılıdan tüfek yapmayı öğrenmekle yetinemezdi. O tüfeği üretmek için fabrika kurmak lazımdı. Fabrika kurmak için de, bütün bir “fabrika sistemi”ni benimsemek şarttı.

Avrupalılar, Asyalı ırgatlara “coolie” (kuli) derlerdi; bu sözcüğün, Türkçe “kul”dan türediği tahmin edilmektedir. O ırgatlar öylesine sabırlı ve çalışkandı ki, Avrupalılara birer “kul” gibi görünmüşlerdi. Bir “coolie” en ağır işlerde, en sağlıksız koşullarda, şikâyet etmeden çalışırdı. Fakat o, açık havada çalışmaya alışkındı. Boğucu, kalabalık ve gürültülü bir fabrikada, askeri bir disiplin içinde, bir örnek tulumlar giyerek, saat sekizden akşam sekize dek, makine başından ayrılmamak… Böylesi bir işyeri, Asyalı işçiler için cehennem demekti. Asya, hiç alışkın olmadığı bu çalışma kültürünü ya kabullenecekti yahut Batı tarafından sömürgeleştirilip daha beter bir kulluğun pençesine düşecekti.

Tüfeği üretmek bir sorunsa, kullanmak ayrı bir sorundu. Batı’nın silahlarıyla birlikte, tüm askeri geleneğini de benimsemek kaçınılmazdı. Askerler üniforma giymeliydi. Üniformalar da Avrupai ceketler, gömlekler, keplerdi. Hiçbir toplum, kendi ordusunun üniformasını kendi yerel kıyafetinden türetmeyi başaramadı. Dünyadaki tüm askerler, Avrupalı askerler gibi giyinmeye başladı.

Tüfekler tek başlarına mermi atamazlar. Üretilen her tüfeğin mermi atabilmesi için, orduya bir asker ilave etmek gerekir. Fabrikalar tüfek ürettikçe ordular kalabalıklaştı. Artık savaşçılık bir kastın, bir sosyal zümrenin imtiyazı olarak kalamazdı. İhtiyaç anında, silah tutabilen herkes asker yapılacaktı. Fakat bu askerler ne için savaşacaklardı? Milliyetçilik, vatanperverlik gibi öğretilerle aşılanmamış bir köylü, silah altına alınsa bile firar ediyordu. Çinli komutanlar, genç askerleri urganlarla birbirine bağlıyor, görev yapacakları vilayete kadar o vaziyette yürütüyordu. Çünkü çoğu Çinlinin kafasında “Çin” belli belirsiz bir kavramdan ibaretti. Onlar sadece kendi köylerini, kendi vilayetlerini tanıyordu. Ötesini, kendi memleketleri saymazlardı. Bin kilometre uzaktaki bir sınır ilini savunmak için savaşmak, onların gözünde yabancı bir ülkeyi savunmaktan farksızdı.

Şu halde Batı karşısında güçlü durmak için ekonomiyi, giyim kuşamı, iş anlayışını Batı’ya uydurmak yetmezdi. Toplum, kendini Batılı fikirlere göre yeniden tanımlamak zorundaydı. Kendini Doğulu terimlerle tanımlamayı deneyen toplumlar, o terimlerin çöküşüyle kaosa sürüklendiler. Yönettiği kitleleri bazen “Osmanlılar” diye, bazen de “ümmet” diye tanımlayan İstanbul, kendini Bulgarlar, Arnavutlar, Sırplar, Araplar diye (yani birer ulus olarak) adlandıran toplumları elinde tutamadı.

İşte bu noktada, şu soru gündeme geliyordu: Asyalı bir halk, kıyafetini, ekonomik yapısını, kültürünü, eğitimini Batılı modele uydurduğunda; üstüne kendisini de, milliyetçilik veya sosyalizm gibi Batılı fikirlere göre yeniden kurduğunda, o halk Batı’ya karşı savunulmuş mu olur? Yoksa o halk Batı karşısında yenilgiye uğramış, Batı tarafından ele geçirilmiş mi sayılmalıdır?

İki asırdan beri hiç kimse, bu soruya herkesi memnun edecek bir yanıt vermeyi başaramadı. Günümüzde dünyayı sarsan nice buhranın temelinde, işte bu çözülemeyen açmaz vardır.

Türkiye ve Japonya, tarihsel rolleri bakımından birbirlerinin aynadaki yansıması gibidirler. Japonya, Asya’nın doğu ucundaki ülkedir ve bayrağına, sabah göğüne yükselen güneş resmedilmiştir. Türkiye, Asya’nın batı ucunda yer alır ve bayrağı, hilal ile yıldızdır. Her iki ülkenin resmi lisanı, Orta Asya steplerinde konuşulmuş dillere dayanır. Her iki ülkenin devlet geleneğinde ve folklorunda, Orta Asya şamanizminin izlerine rastlanır. Asya’da asla sömürge statüsüne düşmemiş yalnız üç ülke vardır; bunlardan ikisi Türkiye ve Japonya’dır.

Türkiye ve Japonya, Batı kültürünü en çabuk benimsemiş Asya ülkeleridir. Türkiye, Avrupa’ya komşudur. Türkiye, Avrupa tehdidine karşı kendini korumak için Batılılaşmıştır. Japonya, Amerika’ya en yakın Asya ülkesidir. Japonya, ABD tehdidine karşı kendini korumak için Batılılaşmıştır. Japonya’da imparator, siyasi iktidardan ziyade manevi bir otoriteye sahiptir. Osmanlı padişahları da kutsal birer şahsiyet, birer “halife” olarak hürmet ve itaat görmüşlerdir. Japonlar imparatora, “Mikado” derler. Bu tabir, Japoncada “Yüce Kapı” anlamına gelir. Türkler, padişahın mevkisini “Bab-ı Âli” diye anarlar. Bu tabir de, Osmanlı Türkçesinde “Yüce Kapı” demektir.

1912’de vefat eden İmparator Meiji’nin çağı, Japonya’nın Batılılaşma devri olarak bilinir. Bu dönemde Japonya’nın başkenti Tokyo, baştan aşağı değişmiştir. Sokaklar havagazı lambalarıyla ışıklandırılmış; caddelerde önce atla çekilen, sonra elektrikli tramvaylar boy göstermiştir. Barok tarzda tren istasyonları, banka binaları inşa edilmiştir. Beri yandan, kentin civarında yoksul varoşlar palazlanmıştır. Yeni icat edilen çekçek arabası, bu varoşlarda yaşayan on binlerce vasıfsız işçinin yegâne ekmek teknesidir.

Bu dönemde, yeni neslin Japon sanatçılarını yetiştirsinler diye, İtalya ve İngiltere’den ressamlar ve heykeltıraşlar getirtildi. Erkekler, Avrupalılar gibi giyinmeye, Avrupalılar gibi sakal bıyık bırakmaya başladılar. Kadınlar, bir dönem Batılı kıyafet kuşandıktan sonra, kimonoya geri döndüler. Kabarık, korseli, giyilmesi güç Batılı elbiselerin modası kısa sürse de, kadınların yaşam tarzındaki bazı değişimler kalıcı oldu. Fabrikalardaki kadın çalışan sayısı hızla arttı. Yirminci yüzyıl başladığında, Japonya’daki işçilerin yarısından çoğu kadındı.

Tarih boyunca, geri kalmış ulusların erkek ve kadınları, gelişmiş ülkelerdeki insanların karşı cinsle nasıl ilişki kurduğuna baktılar ve gelişmiş ülkelerin cinsel kültürünü örnek aldılar. Zengin ülkelerdeki kadın ve erkeklerin davranış kalıpları, yoksul milletlerce “ideal” sayıldı.

19. asır İngiltere’sinde cinsellik resmi, kurallı, gizli kapaklıydı. İngiltere cinselliğe o kadar soğuk bakıyordu ki, jinekolog hekimler hastalarını temasla muayene etmez, soru sormakla yetinirdi. Aynı dönemde bazı Asya toplumlarında cinsellik daha serbestçe yaşanıyor, serbestçe konuşuluyordu. Ve Asyalılar, sahip oldukları cinsel özgürlükten utandılar. Bu özgürlüğü bir ilkellik sayarak, İngilizleri taklit ettiler. Onlar İngilizlere benzemeyi başarana kadar, İngiltere bir “cinsel devrim” süreci geçirdi. Eski mazbutluğunu bir kenara bıraktı. Ve Asyalılar, bu sefer de cinsel konularda İngilizler kadar açık fikirli ve hür olamamaktan yakınmaya başladılar.

Aşk, sevgi, evlilik… Bu alanda Batılılaşmanın kendine göre tehlikeleri vardı. Japonya’da, (Bu romanda da adı anılan) Eğitim Bakanı Arinori Mori feminist fikirlere sahipti ve evlenirken, eşinin her bakımdan kendisiyle eşit haklara sahip olduğunu beyan eden bir belge imzalamıştı. Ne yazık ki evliliği tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Eşitlik, Mori’nin umduğunun aksine mutluluk değil, sürtüşme ve kavga getirdi. Bakan, boşandıktan sonra şöyle yazacaktı: “Eğitimsiz bir Japon kadınıyla öyle bir evlilik yapmaya kalkışmam hataydı.”

Sanşiro, işte bu değişim ve bocalama çağında yaşayan, genç bir adam. Naif, saf, dürüst. Bize aşina gelen kaygılarla boğuşuyor. Büyük şehrin aydınlık gecelerinde kayboluyor. Üniversitede tanıştığı bilimsel ve edebi âlemleri yadırgıyor. Aşkla ve ölümle yüzleşiyor. Ve ortasına düştüğü bu yeni dünyayı anlamaya çalışıyor.

Sōseki’nin ince bir mizahla çizdiği bir gençlik portresi bu. Yazılmasından beri geçen bunca yıldan sonra bile, halen güncel, halen taze. Yaşamaya devam eden bir öykü, Sanşiro’nun öyküsü. Öyle canlı ki, kıyısında dolaştığı gölet bugün bile, Tokyo Üniversitesi’nin talebelerince “Sanşiro Göleti” diye anılıyor.

Bir

İçi geçmişti. Gözlerini açtığında kadın, kim bilir ne zamandır, yanındaki amcayla konuşuyordu. Bu amca, iki durak önce binmiş bir köylüydü. Tren kalkmak üzereyken deli gibi bağırıp koşarak trene girmiş, gelir gelmez de soyunmuştu; sırtı, çektirdiği bardakların3 izleriyle kaplıydı. Bu yüzden amca, Sanşiro’nun belleğinde yer etmişti. Amca terini silip giyinene ve kadının yanına oturana dek Sanşiro onu incelemişti.

Kadın ise, Kyoto’dan beri Sanşiro’yla aynı kompartımanda seyahat ediyordu. Biner binmez Sanşiro’nun bakışlarını üzerine çekmişti. Her şeyden önce, kadının rengi siyahtı4. Sanşiro, Kyuşu’dan gelip Sanyo hattına5 aktarma yaptıktan sonra, Osaka’ya yaklaştıkça kadın yolcuların renkleri giderek beyazlaşmıştı. Öyle ki, Sanşiro kadınlara baktıkça, memleketinden ayrı düştüğünü hissederek hüzünlenmişti. Ve bu kadın kompartımana geldiğinde Sanşiro, kendine karşı cinsten bir arkadaş bulduğunu hissetmişti. Kadının rengi, Kyuşu rengiydi.

Kadın, Mivataların kızı O-Mitsu’yla aynı ten rengine sahipti. Sanşiro memleketinden ayrılana dek, O-Mitsu yaygaracı bir kız olarak kalmıştı. O yüzden Sanşiro, o kızdan ayrıldığına hiç üzülmemişti. Ancak, şu koşullar altında bakınca, Bayan O-Mitsu gibi biri gözüne kesinlikle kötü görünmüyordu.

Sadece çehreler kıyaslanırsa, bu kadın O-Mitsu’dan çok daha üstündü. Ağzı ufacıktı. Alnı, O-Mitsu’nunki gibi kocaman değildi. İnsanın içine hoşluk veren yüz hatları vardı. O yüzden Sanşiro, beş dakikada bir başını kaldırıp kadına bakıyordu. Bazen, kadınla bakışlarının buluştuğu oluyordu. Mesela, amca gelip kadının yanına çömeldiğinde Sanşiro dikkat kesilmiş, olabildiğince uzun süre kadının halini tavrını gözlemişti. Kadın, tatlı tatlı gülümseyip buyurun oturun demiş ve amcaya yer vermişti. Bir süre sonra da, Sanşiro’nun üstüne bir ağırlık çökmüş ve genç adam uyuyakalmıştı.

Görünüşe göre o kestirirken, kadın adamla ahbap olup sohbete koyulmuştu. Gözlerini açan Sanşiro, sessizce ikisinin konuşmasını dinlemeye başladı. Kadın şöyle şeyler söylüyordu:

“Tabii ki çocuk oyuncakları, Kyoto’da Hiroşima’da olduğundan daha ucuz, hem de daha iyi. Kyoto’da biraz işim vardı, hazır trenden inmişken Takoyakuşi’nin6 yanından oyuncak aldım. Ne zamandan beri ilk defa bizim memlekete dönüyorum, çocuğumu göreceğim için sevinçliyim. Ama kocamın gönderdiği harçlıklar kesildi, mecburen ana babamın köyüne döneceğim. Bu yüzden endişeliyim. Kocam, Kure şehrinde uzun süre bir donanma fabrikasında çalıştı; ama savaş sırasında Lüşon’a7 gitmişti. Savaş bittikten sonra geri döndü. Gelir gelmez de, orada daha iyi para kazanılıyor diye Dalian’a8, gurbete gitti. İlk başlarda ondan haber alıyordum, aylarca düzenli olarak mektup geldi, bir sıkıntım yoktu; ama son altı aydır ondan ne mektup ne de para geliyor. Namussuz bir adam değildir, o bakımdan endişem yok; ama her günü boş boş oturarak geçiremem. Kocam sağ mı, değil mi öğrenene dek elimden bir şey gelmez; o yüzden köyüme dönmeye, orada beklemeye karar verdim.”

Amca, Takoyakuşi’nin adını bile duymamıştı, oyuncaklara da ilgisi yoktu, söze sadece “Evet, evet,” diye yanıt veriyordu; ama Lüşon’un adı zikredildikten sonra sempati belirtileri göstermeye, “Çok yazık olmuş,” demeye başladı. “Benim oğlum da savaşta askerdi, oralarda bir yerde ölüp gitti. Savaşı ne halt etmeye yaptılar anlamıyorum,” diyordu. “Sonrasında hem ekonomi düzelmedi, hem de canım evladım öldürüldü. Hayat her geçen gün biraz daha pahalı hale geldi. Böyle aptalca iş mi olur? Eskiden böyle gurbete gitmeler filan yoktu, hepsi savaş yüzünden. Ama neticede mühim olan inançtır. Eminim kocan sağdır ve çalışıyordur. Biraz beklersen mutlaka sana geri gelir…” Amca böyle şeyler söyleyerek kadına teselli verdi. Nihayet tren durduğunda amca, kadına: “Kendinize iyi bakın,” diyerek keyifli bir tavırla çıkıp gitti.



Amcayla beraber trenden dört kişi indiği halde, vagona sadece bir yolcu bindi. Zaten kalabalık olmayan vagon, artık göze iyice ıssız gelmeye başlamıştı. Belki de bunun sebebi, havanın kararmakta oluşuydu. Bir istasyon işçisi ayaklarıyla pat pat sesler çıkararak trenin üstünde yürüyor, taşıdığı yanan gaz lambalarını tepeden tavandaki bölmelere sokuyordu. Sanşiro, sanki açlığını anımsamışçasına, istasyondan satın aldığı yemeği yemeye başladı.

Tren hareket edeli herhalde iki dakika geçmişti ki, malum kadın ansızın ayağa kalktı ve Sanşiro’nun yanından geçip kompartımandan çıktı. Kadın yanından geçerken, giydiği kuşağın rengi Sanşiro’nun dikkatini çekti. Sanşiro, buğulanmış bir tatlıbalığın kafasını çiğneye çiğneye kadının ardından baktı. Herhalde tuvalete gitmiştir diye düşünerek iştahla yemeyi sürdürdü.

Kadın nihayet geri döndü. Sanşiro, şimdi kadını tam karşıdan görebilmişti. Genç adam yemeğini bitirmek üzereydi. Yemeğine eğilip yemek çubuklarını olanca hızıyla hareket ettirdi, ağzını iki üç kez yemekle doldurdu; ama galiba kadın, halen önceki koltuğuna dönmemişti. Sanşiro, “Acaba?” diye düşünerek kafasını kaldırdığında, kadını tam karşısında dururken buldu. Fakat Sanşiro gözlerini kaldırır kaldırmaz, kadın hareket etti. Sanşiro’nun yanından geçip deminki koltuğuna döneceğine dosdoğru yürüdü, yana doğru ilerleyip pencereden başını çıkardı, sessizce dışarıyı seyretmeye başladı. Sanşiro, sert rüzgârın kadının yüzüne çarpıp yanaklarına inen saçlarını uçurduğunu görüyordu. O zaman Sanşiro, boşalttığı yemek kutusunu var gücüyle pencereden dışarı attı. Kadının penceresi, Sanşiro’nun penceresine bitişikti. Rüzgârın tersine doğru attığı yemek kutusunun kapağı beyaz bir gölge halinde savrulunca, Sanşiro dangalaklık yaptığını fark edip kadının yüzüne baktı. Kadının yüzü, ne yazık ki trenin dışındaydı. Sonra kadın sessizce boynunu içeri çekti ve Hint kumaşı bir mendille, usulca alnını silmeye başladı. Sanşiro, özür dilesem iyi olacak herhalde diye düşündü.

“Affedersiniz,” dedi.

Kadın, “Önemi yok,” diye cevap verdi. Halen yüzünü siliyordu. Sanşiro, ne diyeceğini bilemeyerek sustu. Kadın da suskunlaşmıştı. Sonra, boynunu yine pencereden dışarı uzattı. Üç dört yolcunun her birinin suratları, lambanın ölgün ışığı altında aptal gibi görünüyordu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Yalnızca tren, dehşetli gürültüler çıkara çıkara yola devam ediyordu. Sanşiro gözlerini yumdu.

Bir süre sonra kadının “Nagoya’ya yakında varırız herhalde,” diyen sesini duydu. Gözlerini açtı; kadın çoktan pencere başından ayrılmış, eğilmiş ve yüzünü Sanşiro’ya yaklaştırmıştı. Sanşiro şaşaladı.

“Herhalde,” dedi ama ömründe ilk defa Tokyo’ya gidiyordu ve yollar hakkında hiçbir şey bilmiyordu.

“Tren biraz rötar mı yaptı dersiniz?”

“Yapmış herhalde.”

“Siz de mi Nagoya’da ineceksiniz?”

“Evet, ineceğim.”

Bu tren, son durağı Nagoya olan bir trendi. Sohbet ise son derece klişe bir sohbetti. Kadın Sanşiro’nun çaprazına henüz oturmuştu ki, sohbet kesildi. Ve yine, trenin gürültüsünden başka ses duyulmaz oldu.

Tren sonraki istasyonda durduğunda, kadın Sanşiro’ya, “Zahmet vermek istemem ama Nagoya’ya vardığımızda kalacağınız yere kadar sizinle geleceğim,” dedi. Tek başına olmaktan korktuğunu söyleyip ısrar etti. Sanşiro, bence sakıncası yok diye düşündü. Ama bu talebi kabul etmeye çok da hevesli değildi. Ne de olsa bu, tanımadığı bir kadındı. Sanşiro biraz tereddüt etti etmesine ama reddedecek cesareti de kendinde bulamadı. Nihayet, “Eh pekâlâ,” gibisinden yarım ağızla cevap verdi. Dakikalar geçti ve tren Nagoya’ya ulaştı.



Eşyalarının çoğunu Şinbaşi’ye9 kargo servisiyle göndermişti, o bakımdan sıkıntısı yoktu. Sanşiro, bilet gişesinden geçerken sadece, hafif bir kanvas çanta ve bir şemsiye taşıyordu. Kafasına lise yıllarından kalma şapkasını takmıştı. Yalnız, mezun olmanın şerefine okul amblemini şapkadan söküp çıkarmıştı. Gün ışığında bakınca, amblemin söküldüğü yerin renginin şapkanın kalanından biraz farklı olduğu seçiliyordu. Kadın peşinden geliyordu. O an Sanşiro, şapkasından biraz utandı. Ama kadın peşine takılmıştı bir defa, iş işten geçmişti. Elbette, kadının gözüne bu şapka sadece pis bir paçavra gibi görünecekti.

İstasyona saat dokuz buçukta varması gereken tren yaklaşık kırk dakika rötar yaptığı için, saat onu çoktan geçmişti. Buna rağmen, sıcak mevsimde olmaları sayesinde, kent sokakları sanki akşam vaktiymişçesine canlıydı. Konukevi desen, istasyondan çıkar çıkmaz iki üç tanesine rastlamışlardı. Ama bu konukevleri Sanşiro’nun gözüne fazla lüks göründü. Elektrik lambaları olan üç katlı binaların önünden kayıtsızca yürüyüp geçti. Elbette, hiç tanımadığı bir yerde bulunduğundan nereye gideceğini bilemiyordu. Sadece, karanlık sokaklara doğru yürüdü. Kadın da, hiç söz etmeden peşinden geldi. Sonunda nispeten ıssız bir sokağa geldiler, bir köşeyi dönünce iki bina ileride, üzerinde “Pansiyon” yazan bir tabela gördüler. Bu Sanşiro’nun da, kadının da beğeneceği kadar kirli bir tabelaydı. Sanşiro dönüp kadına kısaca “Sizce nasıl?” diye sordu; kadın da “Fena değil,” deyince dosdoğru tabelaya doğru gittiler. Kapıda, evli olmayan çiftleri kabul etmiyoruz diye reddedilmeyi beklerken “Ooo, hoş gelmişsiniz, lütfen buyrun, odanız Erik 410 numaradır,” diye karşılandılar ve cevap vermeye bile fırsat bulamadan, 4 numaralı odaya götürüldüler.

Hizmetçi onlara çay getirene kadar, ikisi sessizce karşılıklı oturdu. Hizmetçi çay getirip banyonuz hazır dediği zaman Sanşiro “Bu hanım eşim değildir,” diyecek cesareti bulamayacağını anladı. El havlusunu ensesine atıp “Önce ben gireyim,” diyerek banyonun yolunu tuttu. Banyo, koridordan dümdüz gidince, tuvaletin hemen yanındaydı. Loş bir yerdi ve Sanşiro’ya hayli pis görünmüştü. Sanşiro, kimonosunu çıkarıp küvete atladı ve biraz düşündü. Eliyle suları sıçratarak “Amma acayip bir hale düştük,” diye mırıldandığında koridordan ayak sesleri geldi. Birisi tuvalete girmişti. Sonra o kişi tuvaletten çıktı. Ellerini yıkadı. Elini yıkaması bitince, gelip banyonun kapısını biraz araladı. Girişten malum kadının sesi geldi: “Banyonuza biraz daha su dökeyim mi?” Sanşiro yüksek sesle, “Hayır, kâfidir,” diye cevapladı. Fakat kadın gitmedi. Onun yerine banyoya girdi. Kuşağını çözdü. Sanşiro’yla beraber banyoya girmeye niyetliydi galiba. Hiç de utangaç bir hali yoktu. Sanşiro derhal küvvetten fırladı. Vücudunu gelişigüzel kurulayıp odasına döndü. Yer minderine oturdu, kalbi hâlâ güm güm atıyordu. Hizmetçi, o sırada otel defteriyle çıkageldi.

Sanşiro otel defterini aldı, dürüstçe “Fukuoka vilayeti Miyagu bölgesi Masaki köyünden Ogawa Sanşiro, 2311 yaşında, öğrenci” diye yazdı ama sıra kadının bilgilerini yazmaya gelince ne yapacağını bilemedi. “Keşke kadın banyodan gelene kadar bekleselerdi,” diye düşündü, ama esef etmek faydasızdı. Hizmetçi defteri almayı bekliyordu. Mecburen, deftere “Aynı vilayet aynı bölge aynı köy, aynı soyad, Hana12, 23 yaş” diye yazıp verdi. Sonra da yelpazeyi alıp kendini serinletmeye çalıştı.

Kadın nihayet banyodan döndü. “Sağ olun, sizi de rahatsız ettim,” dedi. Sanşiro, “Önemi yok,” diye cevapladı.

Sanşiro, çantasından defterini çıkarıp güncesini yazmaya girişti. Ama yazacak bir şey yoktu. Bu kadın olmasaydı yazacak bir sürü şey bulurdum, diye düşündü. O sırada kadın, “İzninizle biraz çıkıp geleceğim,” deyip gitti. Sanşiro için günlüğü yazmak büsbütün zorlaştı; çünkü kadın nereye gitti acaba diye merak etmişti.



O esnada hizmetçi, yatak sermeye geldi. Bir tek geniş şilte getirmişti; Sanşiro “Yere iki şilte sermelisiniz,” deyince hizmetçi kadın, “Odanız çok ufak, cibinlik de çok dar,” gibi bahaneler öne sürmeye başladı. Üşendiği açıkça belliydi. “Şimdi şef otelde değil, gelince ona sorup öyle getireyim şiltenizi,” dedi, inat edip o tek şilteyle tek cibinliği serdi ve gitti.

Bir müddet sonra kadın odaya döndü. “Kusura bakmayın, geciktim,” dedi. Sanşiro, kadının ne yaptığını cibinliğin ardından net göremiyordu ama çıngır çıngır birtakım sesler duyuyordu. Bu sesler, kadının çocuğuna hediye diye aldığı oyuncaktan geliyordu herhalde. Kadın, oyuncağı paketine geri sarıp bağladı. Cibinliğin içinden, “Hayırlı geceler,” diye seslendi kadın. Sanşiro, “Hı hı,” diye cevap verirken eşikte oturup yelpazeyi kullanmayı sürdürdü. “En iyisi bu şekilde sabahlamak,” diye düşündü. Ama sivrisinekler vızır vızır saldırıyordu. Cibinlik dışında kalırsa onlardan kaçıp kurtulamazdı. Sanşiro çantasından eprimiş bir gömlek ve bir paçalı don çıkardı, bunları giyerek üstüne çivit mavisi kuşağını bağladı. Bundan sonra iki tane Batı tarzı havlu13 alıp cibinliğin içine girdi. Kadın, şiltenin diğer tarafında yelpazeleniyordu.

“Kusura bakmayın, ben biraz pimpirikli adamımdır, başkasının kullandığı şiltede uyuyamam… Kafama bit filan bulaşır diye korkarım. Kendimce bir çözüm buldum, müsaadenizle.”

Sanşiro böyle dedikten sonra, çarşafın şiltenin kıyısından sarkan kenarını kadının uyuyacağı yana doğru katlamaya başladı. Çarşafla, şiltenin tam ortasını boydan boya kateden beyaz bir sınır çizgisi çekti. Kadın, yattığı yerde yuvarlanarak kenara çekildi. Sanşiro, Batı tarzı havlularını açıp bunları kendi bölgesine yan yana yaydı, yan gelip havluların üstüne uzandı. O gece Sanşiro, elini ayağını bu eni dar Batı havlularından bir santim bile çıkarmadan yattı. Kadının ağzından tek söz bile çıkmadı. O da duvara dönmüş halde yattı ve yerinden kımıldamadı.

Gün ağardı. Yüzlerini yıkayıp kahvaltıya oturduklarında, kadın neşeyle gülümseyerek “Gece size bit gelmemiştir umarım,” dedi. Sanşiro da ciddi bir tavırla, “Evet, gelmedi. Sağ olasınız, sayenizde,” gibisinden bir şeyler söyledi ve başını öne eğip yemek çubuklarını çanağındaki üzüm bezelyelerine14 daldırdı.

Hesabı ödeyip handan çıktılar, istasyona vardıkları zaman kadın, ilk kez, Yokkai şehrine gideceğini söyledi Sanşiro’ya. Sanşiro’nun treni kısa bir süre sonra geldi. Kadınsa, kendi treni henüz gelmediğinden biraz beklemek zorunda kalacaktı. Sanşiro’ya biletlerin kontrol edildiği yere kadar eşlik eden kadın, “Size türlü sıkıntı çıkardım… Sağlıcakla kalın,” diyerek kibarca eğildi. Sanşiro, tek eli çantası ve şemsiyesiyle dolu vaziyette, serbest eliyle o eski şapkasını çıkartıp tek kelimeyle “Elveda,” dedi. Kadın, onun yüzünü uzun uzun süzdü; ama sonra, sakin bir ses tonuyla “Siz cesaretten oldukça yoksun bir insansınız, değil mi?” diyerek sırıttı. Sanşiro, kendini platformun üstüne fırlatılıp atılmış gibi hissetti.

Vagona bindikten sonra iki kulağı birden yanmaya başladı. Bir süre, koltuğunda büzülerek oturdu. Nihayet kondüktörün düdüğü, uzun trenin her yanından işitildi. Tren hareket etti. Sanşiro, başını usulca pencereden dışarı çıkardı. Kadın çoktan bir yerlere gitmişti bile. Gözüne sadece istasyonun büyük saati çarptı. Sanşiro, yine usulca kendi koltuğuna döndü. Vagonda pek çok yol arkadaşı vardı. Ama Sanşiro’nun haline, tavrına bakan bir tek kişi bile yoktu. Sadece çaprazında oturan adam, koltuğuna otururken Sanşiro’ya şöyle bir baktı.



Adamın bakışı, Sanşiro’yu nedense huzursuz etmişti. “Kitap filan okuyup kafa dağıtayım,” diye düşünüp çantasını açtığında, dün geceki Batı tarzı havlusu sıkıca rulo edilmiş halde karşısına çıktı. Onu yana ittirip altına elini uzattı, neye rastlarsam bahtıma deyip tuttuğu şeyi çektiğinde, çantadan çıka çıka okusa da anlamayacağı bir Bacon derlemesi çıktı. Bacon’a hürmetsizlik denecek kadar ucuz, iple tutturulmuş bir ciltti bu. Aslında trende kitap okumaya niyeti yoktu ama bavulunda kitapları koyacak yer bulamayınca bunu, başka iki üç ciltle beraber çantasına koymuştu ve ne şans ki şimdi eline bu kitap gelmişti. Sanşiro, Bacon’ın kitabının yirmi üçüncü sayfasını açtı. Aslında başka bir kitap da olsa, kendini okuyabilecek gibi hissetmiyordu. Hele Bacon okumak, içinden hiç gelmiyordu tabii ki. Yine de Sanşiro, istemeye istemeye yirmi üçüncü sayfayı açtı, sayfanın her yerine göz gezdirdi. Sanşiro, yirmi üçüncü sayfanın huzurunda, geçen gecenin muhasebesini yapmak niyetindeydi.

O kadın neyin nesiydi öyle? Dünyada öyle kadınlar da var mıydı yani? Kadın dediğin, öylesine sakin, öyle kayıtsız olabilen bir şey miydi? Cehalet miydi bunun adı, yoksa cüret miydi? Yoksa “saflık” sözcüğü mü daha uygundu? Yani, işi sonuna kadar götürmediği için şimdi hiçbir şey anlayamıyordu. Keşke cesaret edip kadınla biraz daha konuşmuş olsaydı. Ama korkunçtu. Ayrıldıkları an suratına, “Siz cesaretten yoksun birisiniz,“ denince irkilmişti. Yaşadığı yirmi üç yıldaki zaafların bir seferde gözler önüne serildiğini hissetmişti. Ana babası bile, ona bu kadar ustaca laf dokunduramazdı.

Sanşiro’nun morali şimdi iyice bozulmuştu. Adeta hiç tanımadığı birisi, onu yüzünü yere eğdirecek kadar azarlamıştı. Bacon’un yirmi üçüncü sayfası karşısında dahi, kendini çok mahcup hissediyordu. Paniklemeden, sakince düşünmesi lazımdı. Mesele ne aldığı tahsildi ne üniversite öğrencisi olması. Karakteriyle ilgili bir konuydu bu. Başka şekilde davransa daha iyi olurdu herhalde. Ama belki de, bir kadından gelen öyle bir çıkışa, eğitimli birisi olarak kendisinin başkaca tepki vermesi olanaksızdı. O halde, kendisinin kadınlara temkinsizce yaklaşmaması gerekiyordu. Bir tür özgüvensizlikti bu. Resmiyete hapsolmaktı. Adeta bir sakatlıkla doğmuş olmak gibiydi. Lakin…

1.Japoncada önce kişinin soyadı yazılır. Natsume yazarın soyadı, Sōseki ise adıdır.
2.Geleneksel bir Japon şiir türü. Masaoka Shiki, en ünlü haiku şairlerindendir.
3.Anadolu’da da uygulanan bardak çekme, Uzakdoğu kökenli bir tedavi yöntemidir. (ç.n.)
4.Japonya’nın güney ucundaki Kyuşu adasının iklimi çok güneşli ve bronzlaşmaya müsaittir. (ç.n.)
5.Japonya’nın doğu sahil şeridini takip eden demiryolu hattı. (ç.n.)
6.Kyoto’da, sağlık için ziyaret edilen bir Budist tapınağı. (ç.n.)
7.Çin’de liman. Batı dünyasında daha ziyade Port Arthur olarak biliniyordu. 1904-1905 Japon-Rus savaşı sırasında en çetin çatışmalar, bu şehrin civarında yaşanmıştır. (ç.n.)
8.Doğu Çin’de liman. Bir Rus kolonisiyken, Japon-Rus harbinden sonra Japon denetimine girdi. (ç.n.)
9.Kelime anlamıyla “Yeniköprü”, o yıllarda Tokyo’nun kalbi sayılan mahalle. (ç.n.)
10.Japon konukevlerinde birinci sınıf odalara Çam, ikinci sınıf odalara Bambu, üçüncü sınıf odalara Erik denirdi. (ç.n.)
11.Aslında 21 veya 22 yaşında. Eski Japon hesabına göre insan yeni yaşına doğum gününde değil, yılbaşında girerdi. Yaşlar sıfırdan değil, birden başlanarak sayılırdı. Aralık’ta doğmuş bebek, Ocak’ta iki yaşına basmış sayılıyordu. Lise eğitimi 5 yıldı ve 21, üniversiteye girmek için olağan yaştı. (ç.n.)
12.Japonca “çiçek”. Sanşiro, Japonya’daki en yaygın ve klişe kız ismini yazıyor. (ç.n.)
13.Büyük banyo havluları kastediliyor. (ç.n.)
14.Şeker içeren bir tür baklagil yemeği. (ç.n.)
₺63,56