Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Yol»

Yazı tipi:

AYGIRKİŞİ
(Hikâye)

Eskiden beri, altı ay yazda, ta ilk kar düşene kadar ağzından kımız düşmeyen aile Eskul aksakal her günkü gibi kulunu yeli1 ipinden öğleden sonra çözdü; gür perçemli, kestane dorusuyla birlikte avıldan2 uzakça, alçak dağdaki düzlüğe doğru gidiyor. Çevresi yemyeşil uzun ot… Burada kısrağını tan atıncaya kadar otlatıyor. Önceden kolhozun yılkısını yıllarca bakıp nice gecelerini uykusuz geçirdiğinden vücudu dışarıda gecelemeye alışkın olduğu için yemyeşil taze otu insanın gözünü kamaştıran düzlüğün dingin gecedeki tertemiz havasını içine çekerek yatmak bile cennet. Yüksekteki yıldızlara dikkatle bakınca aklına bin türlü düşünce geldiği olur. Biri yükselip biri alçalan, biri çile çekip savrulan Tanrı kullarının her birinin gövdesine, böyle tavanında parlak ışığı olan güzel bir düzlük bulunsa keşke diye düşünür. Her birinin… Birininki küçük, birininki büyük olsun ama olsun… Bunu akrabaların bir araya geldiği bir toplantıda dile getirmişti, kulak veren hiç kimse olmamıştı, yalnızca amcaoğlu katıla katıla gülmüştü. Ağzını zorla toplayarak “Eskul ağam düzlükte kısrağı ile geceleye geceleye hayal âleminde yaşamaya başlamış, yoksa avuç içi kadar gövdemize düzlük şöyle dursun bağırsaklarımız zor sığmıyor mu?” demez mi!..

Birden kestane dorusu kısrak başını sallayarak pıskırdı. Avıl mezarlığının yanına gelmişlerdi. Mezarlar arasında karaltısı belirgin şekilde görünen bir at duruyordu. Yakınına Kuranıkerim okumak için gelmiş biri olabilir diye düşündü ilkin. Yaklaşınca farkına vardı; at eyersiz ve dizginsizdi. Aman ya Rabbi deyiverdi. Ya Rabbi, bu… Evet, o, Aygırkişi… Bundan bir hafta önce gömülen Buldıy’ın oğlunun taze mezarının demir parmaklığına burnunu dayamış dikkatle bakıyor. Deve kadar iri, sakar yağız aygırın bütün vücudu kurumuş ter izi. Gözlerinde kızıl alev. Aksakal, iyice yakınlaşınca hafif kişner veya inler gibi garip bir ses çıkarıp kulağını kırptı.

– Evet, evet yavrum, evet diyerek aksakal, aygırın boynuna doğru uzaktan el uzatmıştı ki at arkasını dönüp ayağını kaldırdı. Yabancıladığı kişiye böyle yapmak âdetidir.

– Evet, evet yavrum… Eskul aksakalın sesi ağlar gibi çıktı: Benim, gözüm… Tanımadın mı yoksa? Benim. Hadi… Elini tekrar uzatmaya niyetlendi, aygırın gözleri belerdi, sağ ayağıyla bir tekme savurdu. Eskul tekmeden kaçayım derken kendini bir anda yerde buldu. Hemen ayağa kalktı, biraz uzağa gidip çömeldi. Aksakal şaşırdı. Allah Allah, ta Talas’ın bilmem hangi bucağındaki Kırgız avılından nasıl geldi bu? Hadi kaçıp geldi diyelim, peki şu taze kabir duruşu… Atın… Atın insan gibi yas tutup… Nasıl bir kudretidir bu, Yaradan Rabbin…

Uyanık mıyım yoksa düş mü görüyorum diye aksakal, çevresine bakındı, üstünü başını silkerek bayağı oturdu. Sonra Kuranıkerim okuyup delikanlının ruhuna bağışladı. Güneş ufukta kayboluncaya kadar kımıldamadı. Avıla varıp bu vakayı Buldıy’a anlatmayı düşünerek ayağa kalktı, sonra hemen vazgeçti. Söyleyip ne yapsındı? Aygırkişi ona lazım değildi ki. Zaten Aygırkişi de onun için gelmiş değil. Hatta kendisini de… Hayvanın görmek için geldiği kişi gerçek iyesi, Calgas delikanlı. Hayvan da olsa gelmiş başında duruyor işte. Dursun, yalnız bırakayım, yarın bakarım diye karar verdi. Allah’ın hikmeti; o kadar oturdu, kestane dorusu kısrak pıskırdı; aygır hiç oralı olmadı, başını çevirip bir bakmadı bile.

Düzlüğe varıp kestane dorusu kısrağı köstek vurup saldıktan sonra da aksakal kendine gelemedi. Hayretler içinde. Bu… İnanılacak bir şey mi? Ta, ta çocukluğunda bir ihtiyar ona “Ey balam, dünyayı bilmek ister misin? Bilmek istersen dünyada insanın inanacağı şey çok, inanmayacağı az.” demişti. “Peki, öylesi var mı?” diye sormuştu. “Neyi kastediyorsun?” “İnsanın inanmayacağı şey?” “Var…” İşte insanın inanmayacağı “var”ı bir zaman kendi gözleriyle gördü de. Evet, gördü… Bir sene, onun çocukluk çağında bu yörede büyük kuraklık oldu. Yeryüzünün otu dahi tamamen kuruyup yele gitti, her yer ölü toprağa döndü. Savaşta ölesiye eziyet çeken, savaş sonrası yıllarda da henüz doyasıya yemek yemeyen halkın gözü devamlı ümitle göğe bakıyordu. Lakin gökten bir damla bile düşmedi. O vakit avıl aksakalları şu alçak dağın Akadır adlı kışlağındaki tek evde oturan bir ihtiyarı alıp getirdiler. Ermiş diyorlar. Evliya, enbiya deyince yok yere kuduruveren Kızıl etkincilerin kovuşturmasına uğramış. Kör itin öldüğü yere sürelim diyerek kaç kez alıp götürmüşlerse de çok geçmeden tekrar tekrar dönüp avıla gelirmiş. Ancak savaş başladıktan sonra unutmuşlar bunu avılın eyyamcı komünistleri. Onun üzerine tek ev olarak atalarının Akadır’daki kışlağına göçüp gitmiş. Karısı ölmüş, çocuğu yok. Mübareğin gözü… Lacivert… Gözleri bütün olarak parıl parıl… Çevresini saran avıl yurdunun aklı ve hafızası olan aksakallar “Vaziyet perişan ermiş baba, artık çok geçmeden sıçan düşse başı yarılacak eski kıtlık günleri gelecek. Sizden başka yardım edecek bir kimse olduğunu düşünmüyoruz. Bir şeyler yapın…” dediler.

Ermiş sessiz. Bir ona, bir buna dikkatle bakan lacivert gözlerinin parıltısı artmış durumda. Derisi ete yapışmış koyu esmer yüzü soluk ve parıltısız görünüyor. “Allah’ın kudreti… İnsanın elinden ne gelir…” diye fısıldadı bir ara. O anda “Ey ermiş!” deyip bir kadın başındaki örtüsünü yolup aldı ve saçını dağıttı. “Allah bazılarına kendisine doğru yakınlaşacak güç vermiş değil midir elin yurdun derdini ulaştırıp duran? Bir şey yapın, efendim!”

“Bir şey yapın, bir şey yapın, bir şey yapın!” yediden yetmişe herkes dağ hindisi gibi yaygara kopardı.

“Günahımızı bağışlayın!” dedi biran evvel saçını dağıtıveren yaşlı kadın. “Tanrısızlaştığımız için yalvarıyoruz Tanrı’ya. Kahrına düçar olduk işte. Sizin katınızda da suçluyuz. Başınız tekrar tekrar belaya girdiğinde araya girerek savunamadık sizi. Nihayet yapayalnız bıraktık. Ne yapalım, korktuk hükûmetten. Bağışlayın bizi.”

O sırada… Ermişin lacivert gözünün parlaklığından bir damla yaş sökün edip yere düştü. “Rahmetine canım kurban, Yaradan!” Bu söyler söylemez ağzından bir tutam gök yalın göğe doğru uçtu ve anında kayboldu. Çevresinde oturan beş altı ihtiyarın başında birdenbire yumruk kadar bulut peyda oldu, onlar da göğe yükseldi. Bir anda havayı kara bulut kapladı. Kara gök ortasından yarılmış gibi bir gürledi ve sağanak yağmur kupkuru olmuş yeryüzünü dövmeye başladı. O arada… Sele dönüşen sağanak yağmur ile kaygısı dağılıp yüzü gülen, ayrıca hayretler içinde kalan insanlar, ihtiyar ermişin oturduğu yerde öbür dünyaya göçtüğünü fark etti. “Ah mübarek, ah!” dediler. Sonra da “Gökte Tanrı, yerde ermiş; iki kudret, artık sizi hiç unutmayacağız; tövbe ettik!” sözünü birbiri ardınca söyleyerek gözyaşlarına boğuldular. Lakin ne çare ki beşer, dönek çıktı. Bir anda değişivermeye müsaitmiş insanoğlu. Dün başka, bugün bambaşka… İnsanın kendisi olarak kalamamasından büyük hıyanet var mıdır?

Öz babası küçüklüğünden beri mala düşkün olan Ali, babasının yolundan gitti; Buldıy ise avılındaki bütün çocuklardan farklı büyüdü. Daha üçüncü dördüncü sınıfta iken tavşan yetiştirdi; tavşanları yazın yaylada oturan çobanlara armağan edip onlardan kuzu ve oğlak topladı; onlara damgasını basarak ağıl içinde kendi ağılını ayırıp çevirdi; özgeler şöyle dursun, babasını bile hayretler içinde bıraktı. “Şu piç var ya!..” deyip dururdu, rahmetli. “Dünyanın dibini deler bu gerçekten!”

Orta mektebi allem edip kulem edip bitiren Buldıy, yörenin diğer çocukları gibi tahsil peşinde koşmadı; tüketiciler derneği, hazırlık bürosu gibi kurumların çevresinde dolandı, bakkal çırağı oldu, sonra kendi başına bira sattı. Ardından avılın dükkânını aldı. Şimdi kendi mülküdür. Önceleri Moskviç marka arabaya bindi. Çok geçmeden Jiguli’ye, ardından da yabancı arabaya geçti. Allah’tan karısı da kendisi gibi tam bir sivrisıçan işgüzar çıktı işte. Tıp tahsili aldığı için, eli ile sözü atbaşı birlikte hareket eden Buldıy ona avılın dibinde bulunan deri fabrikası yerleşkesindeki eczaneyi alıverdi. Az bulunan ilaçları saklayıp iki üç katına satmanın “Rezillik bu yahu!” dönemi şimdi başladı. Bu, meselenin bir yanıdır. Dükkândaki, eczanedeki ticarete şimdi evdeki ticaret eklendi. Gelin güney bölgesinin kızıdır. Anası, Almatı ile Atırav arasını -daha bu kızı doğmadan- ticaretle şenlendiren büyük bir tüccar imiş; onun çuval çuval, harar harar malları Buldıy’ın evine de ulaştı. Henüz Sovyet Dönemi idi o dönem. Buldıy zenginliğe daha o zaman gark olmaya başlamıştı. Akçanın buğusu kötü imiş. Öyle kötüymüş ki birinin zenginliğinden biri boşu boşuna çekinmeye başladı. Avıl sakinlerinin ağzında Buldıy, Buldıy değil Buldeken3 artık. “Buldeken dedi.” “Buldeken şöyle yaptı.” “Buldeken geliyor.” “Evvela Buldeken konuşsun.” “Buldeken içsin…” Ağam, paşam demelerinin sebebi toy yapsa da, cenaze çıkarsa da Buldıy’dan borç almalarıdır. Faiziyle bittabi. Bu bile hibe gibi görünüyor ele.

Gelgelelim, insan değil mi, dedikodu çıkarmadan da olmazdı. Bu sefer ahali “Nasıl zenginlediğini biliyoruz bu Buldıy’ın. Karısı devletin az bulunan ilaçlarını saklayıp iki katına satalı kaç yıl oldu; tüccar kaynanasının yığın yığın getirdikleri de malum; o malların fiyatı da anasının nikâhı. İt yahu!” demeye başladı. Fakat bu hikâyeleri birbirlerine anlatmaktan öteye gitmedi. Çünkü bunların kimin ağzından çıkmakta olduğunu halkın kendisi sırasıyla gelip Buldıy’a söyledi. Buldıy da haber getirenler vasıtasıyla “O it oğlu itler bundan sonra gözüme görünmesin!” diye selam gönderdi. Bugün görünmeseler bile yarın görünmelerinin kuvvetle muhtemel olduğunu biliyordu. Borç para ve karaborsa mala bağımlı olan dedikoducular “Ağzımızdan istemeden çıkan, dikkatsizce sarf edilen sözlerdir onlar. Önüne geldiyse atanın hatırı affet.” diye yalvarıp yakarınca mesele kapandı.

Buldıy’ın her şeyi vardı. Yalnızca çocuğu yoktu. “Olacak.” derdi amcaoğlu durmadan gülerek. “Boş oturmuyoruz, amca.” “Boş oturmuyorsunuz… Kazılan yerden muhakkak bir şey çıkmaz mı?” deyip hoşnutsuzluğunu dile getirince o da inatçı mizacının gereği olarak itiraz ediyordu.

Daha sonra “Buldıycığım benim, erkek kısmı kadının apış arasını yalnızca ağam paşam dedirtip tatmin olmak için altüst etmez; gönlünü coşturarak doğurtmak asıl iştir.” demek istiyordu, ancak onun küçük kardeşi olduğunu dikkate alarak dilini tuttu. Bunun sözü mü tesirli oldu, yoksa öyle mi denk geldi bilinmez, meşhur Aralık Olayları4 arifesinde Buldıy’ın evinde de çocuk ağlaması duyuldu. İsmini Calgas diye Eskul bizzat koymuştu.

Kendi yaşıtı çocukların kavga gürültüsüne çok fazla katılmayan, umumen yalnız gezen ve tek başına oturan, merdümgiriz bir çocuk olarak büyüdü bu Calgas. Bilhassa bir sene avılın kıyısındaki sık kamışların arasındaki küçük çukurda çamura batmakta olan bir yaşına gelmemiş kötü bir tay bulduktan sonra enikonu değişti. Buldu dediysek… Uzun yıllar Talas’ın karşı yakasındaki Kırgızlar, Talas’ın beri yakasındaki Kazakların yerini -kirayla mı yoksa yukarıdakilerin talimatıyla mı meçhul- atlarını yaymak için kullandılar. İlkyazda gelip güz sonunda dönerlerdi. Dönüş yolunda yılkıcılar, bunların avılında eğleşip üç dört gün hatta bir hafta yatarlardı. Rahat da durmuyorlar, içkiye doyuyorlar. İşleri güçleri şeytanlık. Taylarından birini Buldıy’ın dükkânının önüne getirip bağlıyorlar ve onun parasıyla içiyorlar. Buldıy’ın verdiği ise iki üç kasa kökeni belirsiz votka, çay şeker, meşrubat da cabası…

Hiç kimsenin kendi toprağını başkasına vermediği o yıllarda malum Kırgızlar “Bu, Kazak kardeşlerimizin topraklarına yılkı sürerek son gelişimiz…” diyerek birkaç gün patlarcasına kadar içtiler. Neden sonra akıllarına geldi; Kırgızlar darmadağınık olmuş atlarını çakırkeyif vaziyette arayıp topladılar ve ülkelerine döndüler. Bunun üzerinden iki üç gün ya geçti ya geçmemişti ki Calgas’a ahır ve samanlığın bazı yerlerini yamamak için biraz kamış lazım oldu. Bu arada ana baba, dünyalık peşinde koşup vakit bulamadıkları için evin bütün işi on iki on üç yaşlarındaki Calgas’a bakıyordu. Calgas gerekli kamışı kesip getirmek için çay boyuna gitti. Çukurda çamura batmakta olan bir yaşına gelmemiş tayı o zaman fark etti. Tek başına nasıl çıkarsın tayı, koşup ona gelmişti. Böylece kestane dorusu kısrağın boynuna bir urgan taktılar, urganın bir ucunu tayın boynuna bağladır, sonra ikisi birlikte çekerek güç bela çıkardılar tayı. Tayın oradaki görünüşü perişandı: Budu ipince, karnı kabak gibi, bel kemiği dışarı fırlamış, cıdağısı sipsivri, başı uzun sorguç otu… Yalnızca akıtması sıra dışı idi. Yuvarlak değil, yeni doğmuş ay gibi. O vakte değin Eskul böyle bir akıtmayı ilk kez görmüş ve hayret etmişti.

Calgas, tayı sabunla yıkayarak balçığını zorla temizledi. Mübarek hayvan o zaman da pek bir şeye benzemedi. Kemikleri fırlak bir mahluk. Babası gülmekten yerlere yattı. Oğluna gülerek şunu sordu:

– Ne yapacaksın bunu?

– Besleyeceğim dedi Calgas.

– Beslesen de bu mal olup işe yaramaz. Kolhozun atları takas yapılıyor, yılkıcı Önerbek’e çorba parasını verip kunan5 veya baytal6 ile takas ederiz.

– Gerek yok.

– Gerek yok ne demek?

– Kendim bakacağım.

– Sonra?

– Kendim besleyeceğim işte.

Buldıy yanlarında duran Eskul’a bakmıştı.

– Esağa,7 buna ne diyeceksiniz?

– Gönlü buna meyletmiş demek ki.

– Şu çirkin şeye mi?

– Öyle deme. Yelesi ve kuyruğu kabardıktan sonra yarın gerçek bir yüğrük olur belki. Kim bilir?

– Neden böyle diyorsunuz, Esağa?

– Atın değeri dış görünüşüyle ölçülmez, yüreğindedir. Şu döşünde büyük koşulara dayanacak olağanüstü bir yürek atıp durmadığını nereden biliyoruz?

Buldıy elini sallayarak cırt diye tükürdü.

Çocuk, kötü tayını büyük bir özenle bakmaya başlayalı iki üç yıl geçiverdi. Bu müddet zarfında dünya da bazen göyündürdü, bazen sevindirdi ama bir öyle, bir böyle sürekli değişip durdu. Halk, kim ne söylerse ardından gitmenin, iki cami arasında beynamaz kalmanın, neyin doğru neyin eğri olduğunu ayırt edememenin karşılığını şimdi görüyordu.

Allah’ın hikmeti, bu süreçte duruşu bozmayanlardan biri de Buldıy oldu. Tabii karısı ile birlikte. Devamlı söyledikleri şuydu: “Dünya ne şekilde, kaç kez altüst olsa da işini bilen insan için hepsi vız gelir.” Söyledikleri doğru imiş. Şehre kafe, büyük bir mağaza ve eczane yaptırdılar. Bunlardan küçük iki tanesini avılda da açtılar.

Bu arada Calgas’ın kötü tayı dönen8 oldu. Deve gibi sakar yağız at. Yanına kimseyi yaklaştırmıyor. Ancak Cal-gas önünde ardında dolaşmakla kalmıyor, ağzından girip burnundan çıkıyor. O suvarıyor, onun elinden yem yiyor, sadece onu bindiriyor. Calgas’ın da vaktinin çoğu sakar yağızın yanında geçiyor. Gözünün önünden ayırmıyor.

Buldıy’ın da deve kadar olan sakar yağıza tekrar tekrar gözü ilişiveriyordu.

– Satılsa bayağı bir para eder, diyordu vaktiyle “Bundan mal olmaz!” dediğini unutarak.

– Asla, diye feryadı basıyor oğlu.

Kapı komşu oldukları için her şey Eskul’un gözünün önünde cereyan ediyor. Her Kazak çocuğu ile at arasında her zaman bir benzerlik, bir uygunluk bulunduğunu evvelden beri biliyor. İlerleyişe ve şahlanışa olan tutkunluklarıdır muhtemelen. Yüreği temiz kişi kendi düşüncesi, niyeti ve hayaliyle dünyanın dört bucağını altını üstüne getirerek dolaşır ve gerçek emeline ulaşmak için sonuna kadar mücadele ettiğinde; at ise toynaklarıyla kara toprağın bağrını dövdüğü ve bütün rakiplerini arkada bıraktığında mutludur muhakkak.

Attan anlayan Eskul, sakar yağızın sıradan bir at olmadığını ta ilk başta fark etmişti. Ayrıca kunan olduktan sonra Calgas ile birlikte eğitmişlerdi onu. O günlerde yedikleri içtikleri ayrı gitmiyordu.

– Calgas, ne olmak istiyorsun diye sormuştu bir keresinde.

– Mimarlık okusam…

– O da nedir?

– Şehir inşa ediyor.

– Peki.

– Avıla gelsem…

– Aferin!

– Avıl yerleşkesini inşa etsek… Yüksek yüksek, çok katlı evler değil. Bir iki kat. Millî tarz ve üslupla. Evlerin planı çağdaş ancak görünüşü Kazak sanatı… Ne diyorsunuz?

– Ne diyeceğim, o zamana yetişmem ki ben deyip gülmüştü.

– Gözünüzde canlandıramıyor musunuz?

– Canlandırıyorum.

– Ben ise her şeyi görüyorum. Kaç ev olacak, nasıl olacak…

Bunu söyledikten sonra uçsuz bucaksız bozkıra daldı, derin bir soluk alıp biraz durmuştu öylece.

– Kazaklar toptan şehre göçüp gidecek değil ya, amca. Avılsız Kazak olur mu? Kazak demek bozkır ve avıl demek değil mi? Ben öyle düşünüyorum demişti sonra.

– Düşüncen çok güzel. Peki, babanın bu işlerine kim iye olacak, kim devam ettirecek bunları diye sormuştu Calgas’ı sınamak için.

– Bilmiyorum demişti. Ben yeni avıl inşa edeceğim, amca.

Sakar yağız o yaz üç kunan yarışında birinci oldu. Güzün ise sakar yağızın inanılmaz bir özelliğini öğrenip şaşırdı halk. Ayrıntılı anlatmak gerekirse… Eskul ile Calgas iki evin ahırındaki birkaç hayvanı her yıl olduğu gibi kışa yakın Aldiy’in nahırına koşarak dağ yamacındaki kışlağa götürdüler. Konuk gelen yakınları için kestiği koyunun etini doyasıya yiyip, et suyunun tadını çıkarırken Aldiy’in son aldığı gelinin doğum sancısı tutmasın mı! Alıp avıla götürmeye araba yok, at arabası içinse yol uzun. İlk kez doğuracak kadıncağız öyle acı çekiyordu ki evdeki çoluk çocuğu da korkuttu. Bütün erkekler dışarı çıktı, gelinin yanında yalnızca kaynanası ile Aldiy’in kocadan ayrılmış büyük kızı kaldı. Kalmasına kaldı ama gelin bir türlü doğuramadı, uzun vakit acı çekti. Hıçkırığı ve iniltisi dışarıdan açık işitilmeye başladı. O sırada araba üstüne atılmış otu çiğneyip duran sakar yağız aniden hafifçe kişnedi, ardına bakarak gayet sert yolununca dizginin kayışı pırt diye kırılıverdi; serbest kalır kalmaz hızla keçe çadıra vardı ve başıyla kapıya vurdu. Ardına kadar iki yana açılan kapıdan gövdesinin yarısını içeri sokan aygır kulaları sağır edercesine kişnedi. Hemen ardından çocuğun ağlaması da duyuldu. Bu vaka gözünün önünde canlandıkça Eskul hâlâ hayretten parmağını ısırır. Gelinin anlattığı: “Kapı küt diye açılınca iki gözünden ateş saçan at başının bana doğru geldiğini gördüm. Hayatımda hiç bu kadar korkmuş değilim. Bebeğin sesi çığlığı duyulunca at gülümser gibi oldu. Öyle yaptı, gerçek!”

Bu hikâye halkın kulağına varınca bir ihtiyar “Allah’ın hikmeti, bu aygır da kişi imiş demek.” deyivermesin mi! “Aman aksakal, ata kişi diyorsunuz, olur mu hiç?” demiş dinleyenler. “Kişi kut’u göstermiş değil mi? Bizden uzaklaşan adamlık kut’unu Tanrı hayvanın vücuduna salmış olabilir. Öyle olmasa bunu nasıl izah edeceksin?!”

Bu vakadan sonra sakar yağız “Aygırkişi” olarak adlandırıldı.

Aygırkişi adını alan sakar yağıza halk artık başka türlü bakmaya başladı. Kadınlara onun önünü kesip geçmek yasaklandı. Biri Calgas’a Aygırkişi için deyip yeni çıkmış gümüş kakmalı eyer; diğeri gümüşle süslenmiş dizgin, göğüslük, kuskun, kolan, kayış; bir diğeri yeni kulakçın, yapık getirip hediye etti. Yeni biçilmiş yonca, yulaf verenler de oldu. Hamile kalamayan veya çocuğu düşen genç kadınlar gelip kendilerince kutlu sayıp yelesini sıvazlayıp gider oldular. İlginç olanı ise yanına yabancı kişi yaklaştırmayan sakar yağız kadınlar gelince upuslu duruyordu.

Yazın üç at yarışından üç araba kazandıktan sonra Buldıy da sakar yağıza karşı yumuşadı. “Hey, bu fayda getirecek bir mal oldu yahu.” oğlunun omzuna vurdu. “Kazandığı arabanın birini Buldıy babana, birini Aldiy amcana verdirdin. Üçüncüsünü de anan, dedene hediye etti. Şimdiki artık bu babanın olacak. Ticarette kullanacağım. Kak balam, soydyot?”9 “Ya kazanamazsak?” “O zaman, o zaman Aygırkişi’yi satıveririz.” deyip güler gibi yaptı Buldıy. “Asla!” diye çığlık attı Calgas. “Asla!”

Dönen olduğunda da yalnızca at toynağı yetecek yerleri değil araba ile götürüldüğü avıl, kaza, vilayetteki hatta Talas’ın öbür yakasındaki Kırgızların at yarışlarında da önüne at geçirmeyen Aygırkişi, avıl aksakallarının kararıyla yılkıya salındı. “Yüğrük, olağanüstü hâllere sahip asil bir at; böyle bir attan döl almak lazım. Kısrak iyesi herkesin ümidi var aygırdan, ancak içinizde at kadrini bilen yalnızca şu Eskul var, aksakallar ve karasakallar! Yarılan yerin hepsinden altın ve gümüş çıkmayacağı gibi dişi hayvanın da döl yatağının gücü farklı farklıdır.” Böyle dedikten sora sadece baytalları, genç kısrakları seçip koştular sürüye.

Aygırkişi sürüsünü pek uzağa götürmüyor, avıl çevresinde otluyordu. Haftada bir sefer sürüsünü sürüp avıl dibine getiriyor, sonra kendi mekânına gelerek Galgas’ın elinden yem yiyordu hayvan. Sonra kışın dondurucu bir gününde Akadır tarafından ara sıra uğuldayarak esen yel ilkin hafif tipiledi, sonra gitgide şiddetlendi; Buldıy’ın oldukça yüksek olarak yaptığı ahırın demir çatısını gevşetip sallamaya başladı. Ana babası iş için şehre gittiklerinden Calgas evde yalnızdı. Ne yapsın, gevşeyen levhalar büsbütün uçup gitmesin diye bir şeyler yapmak üzere ahırın üstüne çıktı. Ayağı kayıp çatıdan yere düştü. Etrafı tamamen çevrili olduğu için içeride ne olup ne bittiğini görmenin mümkün olmadığı avluda baygın hâlde uzun müddet yattı. Evinde soba dibinde yan gelmiş arada bir gelen ilçe gazetesinden bir şeyle okuyarak yatan Eskul, gürültüden irkildi. Davranıp dışarı çıkınca Buldıy’ın evinin ardındaki alçak tepede bir sürü atın toplanmış olduğunu gördü. Yelesi ve kuyruğu buz tutmuş Aygırkişi, evin yüksek bahçe kapısını çekip duruyordu. Onu görünce hafif kişneyiverdi. Allah’tan Eskul kapıyı dışarıdan nasıl açacağını biliyordu. Açınca ne görsün! Calgas yerde upuzun yatıyor…

O gün gece boyu etraf altüst oldu. Şehirdeki işlerini her gün gidip hallettikten sonra geri dönerek günlük hesaplarını bilgisayara girip yorgunluktan canları çıkan Buldıy ile karışı muhtemelen şiddetli tipi yüzünden o gün avıla gelemediler. Onlar bir yana, avıldaki sağlık merkezinin hekimi bile öbür sokaktan bu sokağa güç bela ulaştı. Calgas’a koyduğu teşhis: Beyni sarsılmış. Köprücük kemiği kaymış. İki kaburgası kırılmış. İğnesini vurdu, ilacını verdi. Tan atsın dedi. Şehre götürmeden olmayacağını söyledi.

Geceleyin birkaç kez dışarı çıkan Eskul, ev arkasındaki alçak tepede toplaşmış yılkının hâlâ gitmediğini, birbirine sokularak öylece durduğunu görünce çok şaşırdı. Asıl şaşkınlığı tan atınca, Calgas’ın sık sık kusmasının kesilip bir iki kâse sıcak çay içmeye başlamasından sonra “Ya Allah!” deyip dışarı çıktıktan sonra yaşadı. Ev arkasında gece boyu bekleşip duran yılkı Aygırkişi’nin ardına dizilmiş yaylıma doğru gidiyordu. Gece boyu toplaşıp bekleştikleri yerde… Allah’ın hikmetine bak, yirmi kadar kısrağın hepsi birden kulun atıp gitmiş. Avıl ahalisi “Bu nedir? Bundan ne anlamak lazım?” deyip bir kez daha şoke oldular. Sonunda şunda karar kıldılar: “Aygırkişi gerçekten de kutlu bir at, Calgas’ın durumundan hemen haberdar olup sürüsünü alarak geldi. Tan atıncaya dek sürüsüyle birlikte Calgas’a dua etti, onun selameti için kulunlarını kurban edip gitti…” Hepsi de baş sallayıp onaylamasına rağmen aslında hiçbiri bu izaha inanmadı. Eskul’un aklındaki soru ise içini kurt gibi kemirdi: “Ya Rabbi, nasıl oldu bu? İnsanın hemcinsinin selametini dilemesi, insanın hemcinsi için kendini feda etmesi özelliği ata mı sirayet etti; insandaki kişilik ata nasıl geçti? İnsanı çok, insanlığı az bir devir midir bunların ömür sürdüğü zaman? Belki… Belki de sakar yağız aygır at kılığında kutlu bir kişiliktir. Yaradan’ın gönderdiği… Şu dünyada insanın havsalasının alamayacağı hikmetli işlerin olduğunu evvelce Akadır’ı yalnız yaylayan ermişin yağmur yağdırması vakasında kendi gözleriyle görmedi mi? Ya Rabbi, ya Rabbi… Bu âlem niye bütünüyle bir muammadan ibaret?..

Eskul aksakalın katar katar, ilerili gerili; başını bir oraya, bir buraya vurup sağa sola savurarak sendeleten düşüncesini çimenlikte otlamakta olan kestane dorusu kısrağın pıskırığı yüzünden ister istemez kesintiye uğradı. Süt gibi aydınlık gecede kalıbı, eksiksiz ve apaçık görünüyor. İki kulağını çaprazlama dikmiş, başını avıldan yana daha doğrusu avılın beri yanındaki mezarlığa doğru kaldırmış acayip bir endişeyle bakıyor. Şu anda köteğini çıkarsan oraya doğru son sürat gidecek gibi görünüyor. Aygırkişi’ye doğru demek ki. Bağrında duran kulunun babasına. Birden aklına kendisini çok şaşırtan bir hadise geldi: Bir defasında Aygırkişi’nin altında iki pusup kalmış kestane dorusu kısrak ağzını mağara gibi açıp… Salyası müthiş aktı… Onca yıl at bakıyordu ama böylesini… Evet, aygır yüklendiğinde biyenin salyasının aktığını görmüş değildi. Onu geçelim… Geçen yılın bir günüydü, Buldıy’ın karısının doğum günü kutlaması olmuştu. O da üç dört komşu ihtiyarla avlu içindeki elma ağacının gölgesinde sohbet ederek oturuyordu. Avlunun öbür köşesinde Aygırkişi ile bu komşulardan birinin aygırsamış baytalı otluyordu. Evden iki genç kadın çıkıp o köşedeki ayakyoluna doğru gitti. Tam o sırada Aygırkişi üstüne atlayıp acımasızca ırganmasından genç baytalın dolgun sağrıları iyice yere doğru eğilince, Allah’ın hikmeti, genç kadınlardan biri “Ah!” diyerek iki ayasıyla birlikte apış arasını tutup oturuvermesin mi! Demek ki aygırın baytalla çiftleşmesinden bu kadın aniden tahrik olmuş, hemen o anda boşalıvermişti! Hadi bunu idrak ve izah et şimdi. Sakar yağız aygırda kişilik özelliği bulunduğundan ve kutlu olduğundan mıdır bu yoksa? O da muamma…

Kestane dorusu kısrak ile birlikte kestane dorusu kulun da Aygırkişi’nin kaldığı tarafa kulağını dikiyor. Babasına çekmiş, dış görünüşü biçimsiz. Boyu yüksek, gövdesi uzun. Kaburgaları dışarı dönük olarak yerleşmiş. Mizacı da babasınınki. Sık sık ürküp durmuyor. Vara yoğa hoplayıp zıplamıyor. Yürüyüşü, duruşu vakur, asilzade timsali. Asil besbelli. Soyunda bu özellikler var demek ki. Soy… Bu Aygırkişi, Eskul’a -sonraları vefat eden- yıllarca evvelki postası Bekbosun’un yağız kunanını hatırlatıverdi. O dönem de hükûmetin şimdiki gibi at yarışını yasakladığı zamanlar. Toyda bile at yarışı yapma riskini göze alanlar komünist ise parti üyeliğinden çıkarılır, diğerleri için ise kolhoz yöneticileri dayak yer sert uyarılar alırdı. O yüzden olsa gerek, postacı Baybosun’un “Eski devir olsa bir kızın kalınına10 vermezdim.” dediği kunanı yarışa koşulmamıştı. Ne çare ki o zavallı kunan da bir gün çalındı. Aramadık, sormadık yer kalmadı. Sırra kadem bastı. Sonradan çıkan dedikoduya göre bazı at hırsızları Talas’ın öbür yakasındaki Kırgızlara aşırıp vermiş… Ya bu Aygırkişi o yağız kunanın dölü ise diye kuruyor Eskul kendi kendine.

Şimdi işte o soyunun kanına çekip, o soyunun doğduğu topraklarda yıldız gibi akarak dolaşıyor. Enikonu olgunlaştı. Bıldır mezkûr Talas’ın öbür yakasındaki Kırgızların yüzden artık yüğrüğün katıldığı uzun mesafe at yarışında bütün atlara nal toplatarak birinci oldu. At tutkunu Kırgızlar kendilerinden geçtiler.

Yüğrük ile birlikte Calgas da meşhur oldu. Calgas’ın sakar yağızı, Calgas’ın Aygırkişi’si… Calgas’ın gönlü ve ruhu da devamlı yükseliyor, devamlı şahlanıyordu…

Calgas yazın aygırına binip gelerek bu düzlükte onunla birlikte geceliyordu. Bir de dostu vardı, ara sıra o da peşlerine takılıp gelirdi. Aylı gecede yan yana yatarak yarışırcasına masal anlatırlardı. Türlü türlü… Gerçeğe birazcık dahi olsa yaklaşanları bulunduğu gibi, hiç yanından geçmeyenleri de var. Buna rağmen ilginç. Bir seferinde Calgas’ın masalı… Çok çok eski zamanlarda… Belki kişioğlunun yeni yaratıldığı vakitte… Dağların başı göğe değiyor, kırlar bütünüyle çiçekle süsleniyor, ırmaklar ve göller ayna gibi parlıyormuş. Yeryüzünde yalnızca insanlar varmış. Hayvanlar henüz yaratılmamışmış. Onlar yeryüzünde koşmayı, gökyüzünde uçmayı bilmiyormuş. O yüzden de insanlar çok tembel, yavaş ve uyuşuk imişler. Birbiriyle yarışmak, ilerlemek; yer altına, aya ve yıldızlara ulaşmak hayali ve emeli akıllarına bile gelmemiş. Bundan dolayı da dünyayı tek yiyip içmeyi, yatıp uyumayı bilen son derece asalak ve geri insanlar kaplamaya başlamış. Yalnızca bir ihtiyar “Ey Tanrı! Sen bizi yiyip içmekten, yatıp uyumaktan başka hiçbir şey bilmesin diye mi yarattın? Dünyada bundan başka bir şey yok mu? Bize bilmediğimiz şeyleri öğretecek bir nesne yok mu?” diyerek yakınıyormuş. Bundan sonra bir gün -nereden geldiği belirsiz- Yaratıcı’nın sesi işitilmiş: “Senin üç oğlun var, bunlardan birini yeryüzünde koşan, birini gökyüzünde uçan yaratığa çevireyim, diğerini de insan olarak bırakayım, buna razı olur musun?” demiş. “Olurum.” diye cevap vermiş. “Koşucu ve uçucu yaratığa dönüşen oğulların insan görünüşünü tamamen yitirecek.” “Canı hiçbir şeye acımayan, aklı düşünmeyen, dert ve ıstıraptan mahrum kişiler, başkalarının işine yarayacaksa razı oldum gitti, ey Yaradan!” O vakit bir oğlu kartala dönüşüp gökyüzüne doğru uçmuş, bir oğlu da yüğrüğe dönüşüp yeryüzünde koşmaya başlamış… İhtiyarın kişi suretinde kalan oğlu tısa basa doyduktan sonra sırtüstü yatan insanları koşarak dolaşıp uçmakta olan kartal ile koşmakta olan yüğrüğü göstermiş. “Bakın, bakın!” diyerek seğirtivermiş. “Benim ağabeylerim kartal oldu uçuyor, yüğrük oldu koşuyor!” İnsanlar şaşkın. Akılları karmakarışık olmuş; donup kalmış bilinçlerinin buzu erimeye, ana atardamarları ile yürekleri göğüslerine sığmamış. Yeri dört dönerek çapmak, göğe yükselerek uçmak tutkusu doğuvermiş. Böylece kişioğlunun içinde arzu etmek, hayal kurmak, tutku beslemek hisleri uyanıvermiş…

– Sen bunu kendin uydurmuyorsun ya diyor Calgas’a dostu.

– Ne olacak?..

– Kendin uyduruyorsun değil mi?

– Hoşuna gitti mi, gitmedi mi, onu söyle. Şayet insanlar sadece bu dünyada vuku bulanları anlatacak olursa hayal kurma yeteneğini yitirir. Öyle olursa hiçbir zaman hiçbir şey değişmez dünyada. Hiçbir şey değişmezse hayatın ilgi çekici neyi kalır?

– Oldu, oldu diyor dostu gülerek. Sana uyacak olursa hepimiz feylesofa döneceğiz.

– Doğru yahu! Calgas da birlikte gülüyor.

Onların sohbetini dinlerken Eskul aksakal, Allah’a şükrederdi. Bilinci erken uyanmış, aklı başında bir neslin yetişmekte olduğunu görüş kıvanırdı. Bela ve musibetten sakla bunları diye dua ederdi. Bunları bela ve musibetten koruyabilecek miyiz derdi. İttirip kaktırmadan sağ salim büyütsek diye düşünürdü. Ey Allah’ım, bu düşünceyle önünü ardını kollayan kaç kişiyiz ki diye söylenirdi.

– Amca demişti bir gün Calgas. Siz bayağı eskiden yarış atı bir avılı bakmış demiştiniz ya…

– Demiştim.

– Babama söyledim, beni çiğ çiğ yiyeyazdı.

– Yalan mı diyor?

– Yok. Eskiden ne demek diyor. Eskinin ne gereği var diyor. Eskul amcan ile siz hangi devirde ömür sürdüğünüzü gerçekten de bilmiyor musunuz diyor. Şimdi herkesin kendi kendine yalnız kendisinin gerek olduğu bir devir diyor. Eski dediğimiz geçip gitmiş, kemikleri çürümüş bir şeydir diyor sonra. Geri gelmez. Bugünü yaşa. Kimde mal mülk, baylık11 varsa bugün onundur. Baylık konuşur, baylık yener, baylık geçer. Baylığın varsa gökteki Tanrı’dan da yerdeki adamdan da hiçbir şey istemezsin. Kaybol, kış kış!

1.Kısrak veya inek sağarken kulun ve buzağı bağlamak iki kazık arasına gerilen kıl veya kendir urgan.
2.Awıl/avıl, keçe çadırlardan kurulu Kazak obası demektir. Sonraki dönemde köy anlamında kullanılmaya da başlanmıştır.
3.Buldekeñ/Buldeken, Buldıy Äkeñ yani Buldıy Ağan hitabının kısaltmış biçimidir.
4.Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov’un, Kazakistan Komünist Partisi Birinci Sekreteri, Kazak kökenli Dinmuxamed Qunayev’i azlederek yerine Rus kökenli Genadi Kolbin’in ataması üzerine, Aralık 1986’da Kazakistan’ın başkenti Almatı’da patlak veren olaylardır. Barışçı göstericilere silahlı müdahalede bulunulması yüzünden dağıtılması sırasında yüzlerce gösterici ölmüştür.
5.Qunan/kunan, iki yaşını doldurmuş erkek attır.
6.Baytal, iki ile dört yaş arasındaki kulunlamamış kısraktır.
7.Esağa, Esqul Ağa hitabının kısaltılmış biçimidir.
8.Dönen, dört yaşına girmiş hayvandır.
9.Cümle “Ne dersin oğlum, gelir mi?” şeklinde çevrilebilir. Kazaklar günlük hayatta zaman zaman Kazakça ile Rusçayı karıştırarak konuşurlar.
10.Qalıñ veya qalıñmal, evleneceği kıza erkeğin verdiği hayvan ve paradır.
11.Baylık, zenginlik demektir.
₺34,60