Kitabı oku: «Ve Çeliğe Su Verildi», sayfa 4
“Belli olmaz. Vakit buldukça gelirim ama sık sık değil…”
“Çalışıyorsunuz herhâlde?”
“Santralde ateşçilik yapıyorum.”
Bir an bir sessizlik oldu, sonra damdan düşer gibi sordu Tonya:
“Nerede öğrendiniz o kadar ustaca dövüşmeyi?”
Pavka hiç memnun kalmamıştı bu sorudan, homurdandı: “Dövüştüysem ne olmuş!.. Sizi ne ilgilendirir yani?”
“Kızmayın ne olur Korçagin. Beni pekâlâ ilgilendirir çünkü müthiş bir şeydi! O kadar insafsızca vurmak doğru mu?”
Cevap beklemeden bir kahkaha atmıştı. Bunun nedenini anlamadı Pavka. “Ne yani?..” dedi, “Şimdi de o züppeye mi acıyacaksınız?”
“Acımak mı? Katiyen! Tam tersine, hak ettiğini buldu Sukarenko. O kadar hoşuma gitti ki bilemezsiniz! Sizin zaten çok dövüşken olduğunuzu söylüyorlar.”
Kulaklarını dikmişti Pavka. “Kim söylüyor?”
“Mesela Viktor Lehtinski, profesyonel bir kavgacı olduğunuzu iddia ediyor sizin.”
Pavka’nın yüzü kararmıştı. “Karı gibi dönek bir herif o Viktor!” diye soludu, “Bana dua etsin ki suratını şeytan çarpmışa çevirmedim, yoksa pekâlâ işittim geçen gün hakkımda kustuğu yalanları! Ama o pisliğe dokunup da ellerimi kirletmek istemem!”
Daha devam edecekti ama Tonya sözünü kesti: “Niçin küfrediyorsunuz böyle Pavel? Hiç de hoş bir şey değil doğrusu.”
Dayanamayıp birden kabardı Pavka: “Tutmuş ben de bu kızla neden konuşuyorum sanki! Allah beni kahretsin! Şuna bakın yahu! Yok Pavka hoşuna gitmezmiş de yok konuşmamdan incinirmiş de!..”
“Öfkelenmeyin.” dedi Tonya, “Niçin bu kadar kızıyorsunuz Lehtinski’ye?”
“Pantolon giymiş bir kızdan farksız diye kızıyorum ve bir pan16 oğlu diye… Her an ölecek sanırsın namussuzu, ama dokuz canlıdır, ölmez! Böylelerini görünce ellerim kaşınmaya başlar benim. Sizi ezmek için hep bir fırsat kollamaktadır. Zengindir çünkü ve her şey mübahtır ona! Servetine tükürdüğümün piçi! Bir dokunsun bana, anlar nasıl görüleceğini hesabının! Yumruk üstüne yumrukla eğiteceksin böyle puştları!”
Pavka’nın gittikçe artan öfkesini gördükçe Lehtinski’den söz açtığına pişman olmuştu Tonya. Belliydi ki Viktor’la eski bir takıntısı vardı oğlanın. Bunu anlar anlamaz, konuşmayı daha yumuşak bir konuya çekti. Pavka’nın ailesi ve işi hakkında sorular sıralamaya başladı. Pavka da rahatlamıştı böylece. Gitme niyetinde olduğunu unutup için için zevk alarak cevaplıyordu kızın sorularını.
“Niye bıraktınız peki okumayı?”
“Okuldan kapı dışarı ettiler.”
“Nedenmiş o?”
Pavka kızarmıştı. “Papazın paskalya hamuruna tütün boşalttım diye… Anlayınca kovdular. Namussuzun biri de işte o papazdır! Canıma okuyordu benim!”
Kızın gösterdiği yakınlıktan doğan güvenle hikâyeyi anlattı. Laf lafı açtı tabii ve bütün hayatını anlattı Pavka. Ağabeyi Artem’in partizanlara karşı gönderilen birlikle gidip niçin dönmediğini de anlattı. Dostça konuşmanın sıcaklığı içinde ikisi de unutmuşlardı zamanı. Birdenbire sıçrayıp doğruldu Pavka. “İş saati gelmiş, lanet olsun!” dedi, “Gidip kazanları ısıtacak yerde burada oturmuş saksağanlar gibi gevezelik ediyorum! Danila köpürmüştür artık öfkeden!” İsteksiz bir sesle ekledi sonra: “Hoşça kalın küçük hanım, benim koşa koşa yetişmem gerekiyor.”
Tonya da doğrulmuş, ceketini giymekteydi. “Birlikte gidelim.” dedi, “Benim de eve dönme vaktim geldi.”
“Ama benim yürüyecek vaktim yok, onun için koşacağım, yetişemezsiniz ki bana.”
“İddiaya var mısınız?”
Pavka şüpheci ve biraz da küçümser bir edayla yardım etti kızın kayaları tırmanmasına. Yola çıktıkları vakit, “Bir, iki, üç… Yakalayın şimdi beni!” diye haykırdı Tonya. Rüzgâr gibi fırlayıp koşmaya koyuldu. Pavka, kızın ayakkabısının tabanlarını görebilmişti ancak.
Kendi kendine, “Beş saniye bile sürmez.” diyerek arkasından fırladı. Ama ta istasyonun yanı başındaki geçidin ucunda yetişebildi. Soluk soluğa, ama gene de sevinçli bir şekilde yakaladı kızı omuzlarından ve haykırdı: “Yavru kuşu tuttuk işte!”
“Canımı yakıyorsunuz ama, bırakın beni!”
Birbirlerine çok yakındılar, yüreği çarpıyordu ikisinin de. Soluk soluğa kalmış olan Tonya, sanki tesadüfen ve farkına varmadan olmuş gibi, bir an, sadece bir an oğlanın göğsüne yaslanıp sıyrıldı. Ama Pavka’nın Tonya’yı bir daha unutmaması için bu kadarcığı yetip de artmıştı bile. O hafif sürtünüşün anısı hiç unutulmayacaktı.
“Beni bugüne kadar hiç kimse yakalayamamıştı.” dedi Tonya.
Ayrıldılar ve Pavka kasketini elinde sallayarak fabrikaya doğru tırısa kalktı.
Vakit gece yarısını bulmuştu. Yatağa uzanmış olan ateşçi başı Danila bir beygir gibi horlamaya koyulmuştu çoktan. Pavel makinelerin motorunu yağladıktan sonra ellerini titizlikle sildi ve “Giuseppe Garibaldi” isimli tefrikanın 62 numaralı parçasını bir sandığın içinden çekip çıkardı ve “kızıl gömlekli” Napolili şefin akıllara durgunluk verici maceralarını anlatan romanı büyük bir şevk içinde okumaya daldı.
Güzel, mavi gözlerini düke doğru kaldırdı. Birden hatırladı Pavka, “Bugünkü kızın da gözleri maviydi.” dedi kendi kendine, “Öteki kızlara hiç mi hiç benzemiyor. Sosyete şıllıklarından değil! Mahmuzlanmış bir kısrak gibi de koşuyor üstelik!”
Karşılaşmalarını geçirdi gözlerinin önünden, öylesine dalmıştı ki makineden yükselen tehditkâr homurtuya kulak bile asmadı. Gerçekten de buharın gittikçe artan şiddetiyle makine sarsılmaya başlamıştı. Deli gibi dönüyordu motor. Monometrenin ibresi kırmızı alarm çizgisini çoktan aşmıştı.
“Lanet olsun!” diye haykırdı Pavka birden kendine gelip. Uzun çabalardan sonra yatıştırabildi öfkesini makinenin. Bir yandan da şefinin gömülü kaldığı dipsiz uykuya şükrediyordu içinden. Gerçekten de ağzı açık uyuyan Danila’nın burnundan boğuk ve dehşet verici sesler yükselmekteydi.
Tam bir hafta boyunca Tonya’yı görmedi Pavel. Nihayet dayanamayıp taş ocaklarına doğru şöyle bir uzanmaya karar verdi. Belki görürüm umuduyla kızın oturduğu evin etrafını dolandı önce ve birden, bahçenin ta dibinde mavi yakalı bir gemici gömleği fark etti. Yerden hemen bir kozalak alıp nişanladı kızı.
“Nihayet gelebildiniz!” diye haykırdı Tonya sevinçle, “Neredeydiniz kuzum Tanrı aşkına? Geçen gün gölün oraya gittim. Kitabımı unutmuşum, onu almaya… Sizi de görürüm diyordum ama yoktunuz. Neyse, gelin. Girin içeri, ne duruyorsunuz?”
“Girmem.” dedi Pavka kararlı bir sesle.
“Yalvarırım başlamayın gene! Lütfen söyler misiniz neden girmeyeceğinizi?”
“Çünkü girersem babanızın pek hoşuna gitmez. Bu baldırı çıplağı da nereden bulup getirdi! diye düşünür. Kendi bakımımdan değil ama sizin başınıza iş açmak istemiyorum.”
“Aptalca şeyler söylüyorsunuz Pavel! Daha fazla konuşmadan girer misiniz lütfen! Asla böyle bir şey söylemez babam, birazdan kendiniz de görüp anlayacaksınız zaten. Girsenize canım!”
İtaat etti ama içi rahat değildi, duraksayarak izliyordu Tonya’yı. Bahçeye geçip de toprağa çakılı, yuvarlak bir masanın arkasına yerleştikleri vakit, “Kitap okumayı sever misiniz?” diye sordu genç kız.
Pavka canlanmıştı. “Hem de nasıl!.. Bayılırım!”
“Peki, okuduklarınız arasında en çok sevdiğiniz kitabın ismini öğrenebilir miyim efendim?”
Cevap vermeden önce bir an düşünmüştü. “Guiseppa Garibaldi…”
“Giuseppe Garibaldi…” diye düzeltti Tonya, “Hakikaten seviyor musunuz o kitabı?”
“Soruyorsunuz bir de!.. Tam altmış sekiz tefrikasını okudum. Beşlik paketler hâlinde satın alıyorum geldikçe. Çok büyük adam Garibaldi!”
Hayranlık dolu bir ton kazanmıştı Pavka’nın sesi: “Hakiki bir kahraman!” diye devam etti, “Tam benim sevdiğim cinsten. Düşman üstüne düşmanla çarpışıyor, sonunda daima o yeniyor. Ne memleketler gezmiş bir bilseniz! Bugün yaşamış olsa çam sakızı gibi yapışırdım ona, bir daha da ayrılmazdım. Bölüğüne hep genç insanları toplar ve hep fakir fukara için mücadele edermiş. Daima yoksulların yanında!”
“Bizim kütüphaneyi görmek ister miydiniz?” Sımsıkı yakaladığı kolundan çekti onu, “Gelin göstereyim.”
“Yo yo! Eve katiyen girmem.”
“Niye böyle inat ediyorsunuz Pavel? Yoksa korkuyor musunuz?”
Çıplak ayaklarına bir göz attı Pavel. Neredeyse kirliydi ayakları. Ensesini kaşıdı bir süre, sonra da “Annenizin veya babanızın beni kapı dışarı etmeyeceklerinden emin misiniz?” dedi.
“Bırakın artık böyle konuşmayı!” diye parladı Tonya, “Yoksa ebediyen gücenirim size!”
Pavka’nın da tepesi atmıştı. “Ne varmış yani!” dedi, “Ağzımdan çıkanı kulağım işitiyor benim. Lehtinski bizleri eve sokmaz mesela. Benim gibileri mutfakta kabul eder hep. Geçen gün onlara bir iş görmüştüm, evlerine gittim. Neli beni odalarına mı aldı dersiniz! Halıları eskir diye korkuyorlar şüphesiz. Şeytan bile anlayamaz içlerinden geçeni!”
“Yeter!” diye kesti Tonya, “Girin içeri!”
Ve Pavka’yı omuzlarından tuttuğu gibi, dostça verandaya itti. Yemek salonundan geçip bir odaya girdiler. Meşeden yapılma, büyük bir dolap vardı odada. Tonya dolabın kanatlarını ardına kadar açtı ve özene bezene sıralanıp dizilmiş birkaç yüz kitapla karşı karşıya kaldı Pavel. Bu beklenmedik servet yığını, tuhaf bir hayranlıkla doldurmuştu içini.
“Şimdi sizin için ilgi çekici bir kitap seçelim.” dedi Tonya, “Ama önce, gene gelip yeni yeni kitaplar alacağınıza söz verin.
Söz mü?”
Pavka sevinçle sallamıştı başını. “Kitap okumaya bayılırım!” dedi.
Son derece tatlı geçmişti görüşmeleri. Tonya yeni arkadaşını annesiyle tanıştırmıştı. Hiç de Pavka’nın umduğu gibi çıkmadı kadın. Hatta oğlandan hazzettiği bile söylenebilirdi. Sonra Tonya onu kendi odasına götürdü, okul kitaplarını gösterdi birer birer. Ardından küçük bir aynanın karşısına sürükleyerek birbirine girmiş saçlarını gösterdi. Bir yandan da gülüyordu. “Hiç tarak yüzü görmüyor herhâlde? Saçlarınızı kestirdiğiniz olmaz mı hiç sizin? Hiç taramaz mısınız?”
“Çok uzadıkları vakit kestiriyorum bir kere, olup bitiyor. Başka ne yapayım istiyorsunuz?”
Tonya gene gülerek bir tarak aldı eline ve şöyle bir parça düzene koydu Pavka’nın dikilmiş saçlarını. “Değişiverdiniz bakın. Bir oklu kirpiye benziyordunuz demin.”
Kızın, rengi atmış gömleğine ve iyiden iyiye eskimiş olan pantolonuna hafif bir merakla baktığını gördü Pavka ve Tonya bu konuda en ufak bir imada bulunmaktan bile sakınmış olduğu hâlde biraz canı sıkıldı.
Ayrılırken ertesi gün gelip birlikte balığa gitmek için söz verdi kıza ve içeriden geçerek annesiyle karşılaşmaktan hoşlanmadığı için pencereden atladı.
***
Artem’in yokluğu, Korçagin ailesinin mali durumunu altüst etmişti. Pavka’nın aldığı ücret yetmiyordu. Marya Jakolevna, meseleyi oğluna açmaya karar verdi sonunda: “Yeniden çalışmaya başlasam pek fena olmaz, ne dersin?” dedi, “Hazır Lehtinskiler aşçı ararken…”
Pavka kesinlikle karşı çıktı bu düşünceye: “Katiyen anne! Ben kendime fazladan bir iş bulacağım, sen bana bırak. Bıçkı fabrikasında kütükleri yığmak için adama ihtiyaçları var, bir yarım gün de orada çalışsam ikimize pekâlâ yeter. Senin yerin evdir anne… Aksi takdirde Artem’in beni nasıl azarlayacağını bilmez misin? ‘Biraz kıçını oynatıp da annemizi gene el oğlunun ağız kokusunu çekmeye mecbur bırakmasan olmaz mıydı sanki!’ diye.”
Hemen ertesi gün de dediğini yapmıştı. Eski arkadaşlarını buldu bıçkıhanede. Özellikle de Mişka Levçuk’u, Vanya Kuleşof’un eski okul arkadaşını… İkisi bir araya gelip iyi iş kotardılar. On gün sonra annesine hiç de küçümsenmeyecek bir para teslim etti. Parayı vermişti ama canı sıkkın bir edayla odanın içinde dört dönmekteydi, sonunda dayanamayıp döndü annesine. “Bana hani o mavi saten gömleklerden bir tane alsan nasıl olur acaba? Hani geçen yıl almıştın ya, onlardan. Paranın yarısı gider ama korkma, kazanırım gene ben.” dedi. Ricasını haklı çıkarmak için üzerindeki gömleği göstererek ekledi: “Baksana şuna, nasıl eskimiş!”
“Haklısın Pavluşa, lime lime olacak neredeyse. Kumaşını hemen bugün alırım oğlum, yarın da dikerim biter.” Oğluna sevgiyle bakıyordu yaşlı kadın.
Bir berber dükkânının önünde durmuştu. Elini cebine atıp rublesini okşadı ve girdi dükkâna. Kendi yaşında bir çocuk, koltuğu işaret ederek oturmasını söyledi. Koltuğa iyice yerleştiğinde asık ve biraz da şaşkın bir yüzün, karşısındaki aynadan kendisine bakmakta olduğunu gördü Pavel.
“Makineyle mi alalım delikanlı?”
“Evet, şey… Yani hayır… Makasla tıraş edin… Hani şöyle…” Kelimeyi bulamayarak susmuş ve eliyle umutsuz bir daire çizmişti. Berber gülümsedi. “Tamam anladım.”
Bir çeyrek saat sonra da kan ter içinde, bitkin ama tığ gibi çıkıyordu dükkândan. Su, tarak ve berberin insanüstü çabasıyla el ele verip hakkından gelmişlerdi inatçı saçlarının.
Sokağa çıktığı vakit rahatça içini çekti, kasketini geçirdi kafasına ve mırıldandı: “Annem ne der acaba?”
Tonya balığa gitmek için boşu boşuna beklemişti Pavka’yı. Oğlanın sözünde durmayışı canını sıkmıştı. Kendi kendine, “Hiç de dikkatli bir insan değil bu yanık yüzlü ateşçi!” demişti öfkeyle.
Ama günler geçip de Pavka görünmeyince derin bir acı duydu. Tam evden çıkmaya hazırlanıyordu ki annesi kapıyı aralayıp seslendi: “Bir ziyaretçin var Tonişka, içeri alıyorum.”
Tonya güçlükle tanıdı Pavel’i. Üzerinde yepyeni, mavi bir saten gömlek vardı delikanlının. Yeni cilalanmış çizmeleri pırıl pırıldı ve saçları güzelce kesilip taranmıştı. Ne kadar şaşırdığını hemen söyleyecekti, güçlükle engel oldu kendine. Zaten yeterince sıkıldığı belli olan çocuğu daha da perişan etmek istemiyordu.
“Utanmıyorsunuz değil mi! Ne oldu balık partisi! Verdiğiniz sözü böyle mi tutarsınız siz!”
“Bıçkı fabrikasında işim vardı, şimdi gündüzleri orada çalışıyorum.”
Kendisine bir gömlekle bir pantolon alabilmek için şu hafta boyunca bütün gün canı çıkıncaya kadar çalıştığını itiraf edemiyordu. Ama Tonya anlamıştı bunu ve kızgınlığı hemen geçmişti.
“Hadi gölcüğe gidelim.”
Pavka yolda, bir arkadaşıyla konuşur gibi, teğmenden çaldığı revolverin büyük sırrını açtı Tonya’ya. Onu ormanın derinliklerine, bir gün atış talimi yapmak için götürmeyi vadetti. Sonra da birdenbire ve farkına varmadan “sen” diye hitap etti kıza: “Bana ihanet etmezsin umarım?”
“Hiçbir zaman ihanet etmem sana, şartlar ne olursa olsun… Bana güvenebilirsin.”
Sesinde büyük iş yapan adamların ciddi edası vardı.
4
Sınıf mücadelesi amansız ve sert bir şekilde bütün Ukrayna’yı sarmıştı. Silaha sarılan insanların sayısı gittikçe biraz daha kabarıyor ve her yeni savaş, bu büyük trajedinin aktörlerini bir kat daha arttırıyordu.
Bir dönemin o sakin ve rahat günleri, tamamıyla geçmişte kalmıştı. Azgın bir fırtına kasıp kavuruyordu ortalığı şimdi. Top ateşi altında kim bilir kaç kere ürperdi temelinden dayanıksız fukara evleri ve kim bilir, gelişigüzel açılmış siperlerin içine gömülüp gitmekten tesadüfen kurtulan yoksul insanlar, ıslak, nemli mahzen duvarlarına dayanarak kaç kere titredi!
Petliyura’nın emrindeki her çeşitten çeteler bir çığ gibi yüklenmişti bölgeye. Nüfuzlu batkilerin17 yanı sıra daha az önemlileri de vardı: Arhangels, Angels ve Gordis’ten türeme, boy boy Goluboflar ve bunların türlü çeşitli, sayısız benzerleri, pıtrak misali doldurmuştu bölgeyi. Mahno’nun kiralık katilleri, eski subay kalıntıları, Ukrayna’nın sağcı, solcu ve devrimci sosyalistleri… Bir alay maceracı sözün kısası… Bir parça cesaret sahibiyse ve ardına bir avuç serseri takacak kadar iktidarı varsa derhâl kendisini ataman ilan edip sarı-mavi bayrağı yelken gibi açıyor ve Petliyurovza18 olduğu iddiasıyla -sadece kendi gücüyle sınırlı olmak üzere- devlet içinde devlet kuruyordu. İşte Ataman Şefi Petliyura, kulaklar19 sınıfının desteklediği ve Ataman Konovalts’ın kumandasındaki baskın müfrezesiyle Galiçya birliklerinin gelip pekiştirdiği bu rengârenk hırsız takımından çekip çıkarıyordu savaş alaylarını. Bütün bu karşı-devrimci çamurun içinde yer yer, arı ve kızıl madenden küçük adalar gibi Bolşevik partizan birlikleri fışkırmaktaydı. Yüzlerce, binlerce çizmenin ve topçu arabalarının geçişiyle durmadan yeryüzü sarsılıyordu.
Bu fırtınalı 1919 yılının nisan ayında tamamıyla sersemlemiş ve yarı çılgın hâle gelmiş olan alelade yurttaşlar, sabahleyin kalkar kalkmaz, uykuya doymamış gözlerini ovuşturarak perdelerini açıp en yakın komşularına korku içinde sorar olmuşlardı: “Bugün şehrimizde iktidara kim sahip acaba, Antonom Petroviç?”
Antonom Petroviç bir yandan pantolonunu çekerken, bir yandan da etrafa güvensiz gözlerle bakar, sonra fısıldardı bir sır verircesine: “Henüz bilmiyorum Afanas Kirfloviç. Bekleyelim biraz, çok geçmeden öğreniriz. Bu gece yeni bir iktidar geldi çünkü. Eğer Yahudileri soymaya girişirlerse Petliyura’nın adamları demektir. Gelenler eğer ‘yoldaş’sa iki kelime söyler söylemez hemen farkına varılır. Ben de pencereden gözleyip durmaktaydım senin gibi. Malum ya, başımıza bela gelmesin diye duvara fotoğraf asmak lazım, öyle de çabuk geliveriyor ki! Geçen gün bizim Gerasim şaşırmış iyice ve o günkü iktidar sahibinin kim olduğuna bakmadan, yaranmak için tutmuş Lenin’in portresini asmış duvara. Çok geçmeden üç asker damlamaz mı evine. Hem de üç Petliyurovza, düşünün siz artık gerisini… Resmi görür görmez ağızları köpük saçarak çökmüşler üzerine zavallının, eşek sudan gelinceye kadar kırbaçlamışlar. ‘Gösteririz biz sana dünyanın kaç bucak olduğunu!’ diye gürlüyorlarmış, ‘Şeytanın uşağı seni, pis komünist! Derini yüzelim de öğren hanyayı konyayı!’ Bağırmış, çırpınmış zavallıcık derdini anlatabilmek için, ama fayda etmemiş!”
İşte tam bu sırada silahlı çeteler belirir sokakta ve yurttaş penceresini kapayıp kabuğuna dönerdi. Zaman kötüydü. Petliyura’nın hizmetindeki pogromcuların sarı-mavi bayrağına boğuk bir kinle bakıyordu işçiler. Bu önü alınmaz şovenizm dalgası karşısında âcizdiler. Ama Javtoblatnikilerle çarpışan kızıl birlikler şehre, bir çelik bıçağın bir ağaç gövdesine saplandığı gibi dalınca canlanmışlardı. Kardeş bayrağının kırmızısı dalgalandı belediye binasının üstünde bir iki gün, sonra yeniden yola koyuldu birlikler ve karanlık günler başladı yeniden.
Zadneprovsk Alayı’nın “medarıiftiharı, güzeller güzeli” Albay Golubof rakipsiz olarak saltanat sürmekteydi şehirde, iki bin hayduttan meydana gelen alay, muzaffer bir edayla, daha bir gün önce Şepetovka’ya girmişti. Başlarında pan-albay ilerliyordu. Damızlık bir aygıra binmişti ve ılık nisan güneşine rağmen bir Kafkas burkası20 geçirmişti sırtına. Başında, çilek rengi kitiza ile süslü bir zaporoğ şapkası vardı, üzerinde de gümüş kakmalı kılıçla hançerin süslediği bir çerkaska.21
Yakışıklı adamdı Albay Golubof. Kara kaşlı, soluk yüzlüydü ve durmadan kafayı tütsülediği için hafifçe sararmıştı. Tekrar tekrar okuduğu kitaplardan dolayı Zaporojetz22 olmaya özeniyordu şimdi, bunu da bir taşra tiyatrosunun oyuncuları kadar başarabiliyordu ancak. Daima dişlerinin arasında tuttuğu bir liyulka23 sayesinde zevahiri kurtarmaktaydı. İhtilalden önce pancar çiftliklerinde tarım mühendisiydi ama ağamız usanmıştı bu renksiz hayattan! Ayrıca silik bir mühendisle koca bir ataman arasında dağlar kadar fark vardı. İşte bu düşünceyle gelip memleketi kaplayan çamura gırtlağına kadar dalmıştı tarımcımız!
Şehrin tek tiyatrosu, yeni gelenler şerefine verilecek dev bir tören için süslenip hazırlanmıştı. Petliyura’ya bağlı bütün entelijansiya24 oradaydı: Ukraynalı öğretmenler takımı, papazın iki kızı, güzel Anya ile küçüğü Dina, Kont Potozki’nin eski hizmetkârları, kendine volni kazatsvo adını yakıştıran bütün burjuva yığını, devrimci sosyalist kalıntıları ve bunlar gibi değersiz kişiler… Rengârenk incilerle süslü, göz alıcı mahallî elbiselerine bürünmüş olan bayan öğretmenlerin, popovnaların25 meçsanoçkilerin26 etrafını, ancak eski tablolarda rastlayabileceğimiz zaporogların kılığına girmiş olan starşina takımı almıştı.
Ama bir tatsızlık çıkmakta gecikmedi. Elektirik yoktu. Derhâl albaya haber verildi. Teşrif ederek bu şenliği şereflendirme niyetindeydi oysa albayım. Çağırdı yaveri Korunci Palyanitza’yı, önem vermezmiş gibi ama hâkim bir sesle, “Bana ışık lazım.” dedi, “İstersen geber ama hallet!”
“Emredersiniz pan-albayım!”
Hiç de geberme niyetinde değildi Korunci Palyanitza, başının çaresine baktı. İki saat geçmemişti ki Pavka, iki Petliyurovetz’in arasında santrale götürülmekteydi. Aynı şekilde bir montörle bir de makinist getirdiler çok geçmeden. Yaver durumu özetledi: Işık meselesi akşam yediye kadar halledilmediği takdirde üçü de asılacaktı. Tabii söylenen saatte ışıklar yandı.
Şenliğin gürültüsü ayyuka çıktığı vakit göründü albay. Sevgilisi vardı kolunda. İri göğüslü, saçları buğday renkli bir kızdı bu, Golubof’un evlerinde kaldığı zengin büfe patronunun kızı. İl merkezinde okumuştu liseyi… Sahnenin tam karşısındaki şeref koltuklarına kurumla yerleştiler ve albayın işaretiyle perde açıldı. Temsil sırasında, Palyanitza’nın müsadere yoluyla sağlamış olduğu samogonlar27 içildi. Öyle ki perde kapandığında bütün starşinalar çakırkeyifti.
“Şimdi de artık dans edelim.” dedi yaver, hazır bulunanların alkışları arasında.
Asalet sahiplerini korumakla görevli askerlerin, iskemleleri balo düzenine uygun şekilde sıralayabilmesi için salon boşaltıldı. Yarım saat sonra da her yerin altı üstüne gelmişti. Yüzlerinden sanki alev fışkıran starşinalar, her türlü kontrolü kaybetmiş ve en tehlikeli gopak28 figürlerini yapmaya girişmişlerdi. Memleketin namlı güzelleri de katılmıştı onlara. Eski tiyatronun duvarları titremekteydi. Aynı anda, şehrin öbür ucundaki değirmenin yanında silahlı atlılar belirmişti aniden. Petliyurovza nöbetçileri, mitralyözlerini endişeyle gelenlerin üzerine diktiler. Keskin bir ses çınlattı geceyi:
“Durun! Kim var orada?”
Karanlığın içinden iki silüet sıyrıldı ve kaim bir ses:
“Ben Ataman Pavliyuk!” diye homurdandı.
Pavliyuk, ışıklar içinde pırıl pırıl parlayan ve içinden neşeli gürültülerin yükseldiği tiyatronun önüne gelince durdu. “Oh, oh…” dedi, “Eğlence varmış burada… Öyle değil mi, essaul?29 İnelim hele biz de bu fırsat kaçırılmaz. Bir iki piliç de biz buluruz elbet. Çığlıklarını işitmiyor musun yoksa! Şşiiişşt!.. Sen adamlara göz kulak ol Staleşko. Biz küçük bir mola vereceğiz burada. Muhafızlarım benimle gelsin!”
Girişte, iki silahlı Petliyurovetz tarafından yolları kesildi: “Davetiyeniz?”
Şöyle baştan aşağı, tiksintiyle süzdü adamları Pavliyuk, sonra da bir omuz darbesiyle iterek içeri daldı. Atlarını bağlamış olan muhafızları da onu takip ettiler.
Başta dev yapılı Pavliyuk olmak üzere yeni gelenler göze batmakta gecikmediler. Mavzeri ve şaravarisinden30 sarkan el bombasıyla bütün bakışları derhâl üzerine çeken Pavliyuk’un kim olduğu herkesin kafasını kurcalamaya başlamıştı.
“Kimdir, tanıyor musunuz?” diye fısıldaşıyordu insanlar.
Dans etmekte olan çiftler arasında, bir subayın kolunda Popovna eteklerini cüretle savurup döndükçe bacaklarını saran nefis bir ipek pantolonu hayranlık içinde seyrediyordu askerler. Pavliyuk kalabalığa dalmış ve dans edenlerin arasına girmişti. Popovna’nın bacaklarına doğru kaydı istek dolu bakışları, çatlamış dudaklarını yalayarak sahneye yaklaştı ve orkestra şefine, “Gopak!..” diye emretti.
Arzusu yerine getirilmeyince kamçısını kavrayan Pavliyuk, müzisyenin sırtına indirdi. Müzik derhâl kesilmiş ve ağır bir sessizlik çökmüştü salona.
Golubof’un sevgilisi, öfkeden dudakları titreyerek, “Bu ne küstahlık!” diye haykırdı. Sonra da albayın dirseğini sinirli bir hareketle sıkarak ekledi: “Böyle bir hakareti hoş göremezsin sen, öyle değil mi kazağım?”
Golubof ağır ağır kalktı ve daha içeri girer girmez tanıdığı Pavliyuk’a yaklaştı. Şimdi bölgedeki iktidara adaylığını koyan bu rakiple görülecek eski bir hesabı vardı. Birkaç hafta önce aynı Pavliyuk, iğrenç bir oyun oynamıştı kendisine. Golubovtzileri31 fena hırpalayan bir kızıl alayla tam göğüs göğüse savaşacakken Pavliyuk, Bolşevikleri derhâl çevirip arkadan vurmak yerine, bir avuç kızılı ezerek bir kasabaya girip yağma etmekte beis görmemişti. Tabii bu pogromun32 gerçek kurbanları da iyi bir Petliyurovza’ya yaraşır şekilde, Yahudiler olmuştu ve Pavliyuk bu tehlikesiz eğlenceyle vakit geçirirken, kızıllar Golubovtzilerin sağ kanadını perişan etmişlerdi. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, işte şimdi de aynı küstah herif davetli olmadığı hâlde, zorbalıkla içeri girmiş, gözleri önünde, kendi orkestra şefini kırbaçlamaya kalkıyordu. Yo, bu kadarı fazlaydı artık! Ayrıca Golubof pekâlâ biliyordu ki bu kendini beğenmiş atamanişka’ya33 derhâl haddini bildirmeyecek olursa askerler üzerindeki otoritesi sıfıra inecekti.
İki adam birkaç saniye sessizce bakıştılar. Bir eliyle kılıcının kabzasını, öteki eliyle de cebindeki revolveri kavramış olan Golubof sert bir sesle haykırdı: “Adamlarıma el kaldırmaya cüret edersin ha, köpek!”
Ötekinin eli de kendi revolverinin kılıfına doğru kaymaktaydı, “Yavaş gel, Pan Golubof!” dedi alaycı bir sesle, “Kimin ayakta kalacağı pek belli olmaz. Nasırıma basıyorsun, dikkat et, yoksa öfkelenirim!”
Golubof gürlemişti hiddetten: “Derhâl alıp götürün bu köpekleri ve iyice kırbaçlayın!”
Starşinalar, efendilerinin emri üzerine toptan saldırdılar. Nereden geldiği belli olmayan bir patlama işitildi ve askerler iki köpek sürüsü gibi giriştiler birbirlerine. Dans edenlerin yerini onlar almıştı şimdi. Bir kör dövüşü içinde hançerler çekilip kılıçlar sıyrılmış ve insanlar boğaz boğaza gelmişlerdi. Kadınlar dehşet içinde, acı çığlıklar atarak kaçışmaktaydılar. Ama hepsi birkaç dakika sürdü. Silahları ellerinden alınmış olan Pavliyukovtziler34, avluya sürüklenip kırbaçtan geçirildikten sonra sokağa atıldılar. Kavga sırasında güzel papakasını da yitirmiş olan Pavliyuk’un başı açık, yüzü gözü kan içinde kalmıştı. Zıvanadan çıkmış bir hâlde atına atlayıp adamlarıyla birlikte uzaklaştı.
Gecenin tadı kaçmıştı artık. Kadınlar dansa kalkmayı reddediyor ve evlerine götürülmeyi istiyorlardı. Bunu gururuna yediremeyen Golubof birden horozlanmıştı: “Hiç kimse çıkmayacak salondan, kapıları kapayın!”
Itirazlara karşı da inatçı bir sesle devam etti: “Danslar sabaha kadar sürecek, ilk valsi ben açıyorum.”
Yeniden başladı müzik, ama kimsede eğlenecek hâl kalmamıştı. Zaten albay daha Popovna ile ilk figürü yapar yapmaz nöbetçiler salona dalıp haykırmaya başladılar: “Pavliyukovtziler sardı tiyatroyu!”
Ve hemen ardından kısa bir patırtı koptu: Sahneye açılan pencere paramparça bir hâlde havaya uçmuş ve açılan boşlukta somağını oradan oraya döndürerek kaçan silüetleri yakalamaya çalışan bir mitralyöz belirivermişti.
Başka çare kalmadığını gören Palyanitza, revolverini çekti ve bir kurşunda dağıttı ampulü. Ampulün bir bomba gibi patlayıp etrafa saçılmasıyla birlikte bütün salon koyu bir karanlığa gömüldü.
Sokaktan, ağza alınmaz küfürlerle karışık, tehdit dolu emirler yükselmekteydi: “Hepiniz dışarı, köpekler!”
Ağlaşan kadınların isterik çığlıkları, Golubof’un umutsuzluk içinde haykırdığı emirler, kurşun sesleri ve bağırmalar; kulak tırmalayıcı bir gürültü hâlinde devam ederken hiç kimse servis kapısından rüzgâr gibi fırlayan Palyanitza’nın boş sokakları aşarak kurmay merkezine doğru koştuğunu fark etmemişti.
Yarım saat geçmişti. Gerçek bir savaş havası hüküm sürmekteydi şimdi şehirde. Gecenin derin sessizliğini birdenbire delik deşik eden tüfek ve mitralyöz seslerini işitip neye uğradıklarını kavrayamamış olan şehir sakinleri ılık yataklarından çıkmış ve kulaklarını pencerelere yapıştırmışlardı âdeta. Ama onlar ne olup bitliğini ve bu gürültünün niçin koptuğunu anlayamadan ortalık durulmuştu. Çok geçmeden de hiçbir şey işitilmez oldu. Şehrin dış mahallelerinden bir mitralyözün havladığı duyuluyordu sadece. Gün doğuyordu.
***
Ortalığa dehşet saçan bir söylenti dolaştı şehirde. Irmağa hâkim, sarp ve pis bir yamaç üzerinde sıralanmış, dar pencereli, basık barakalara kadar sızdı bu haber. O yamaçta, akılalmaz bir karışıklık ve sefalet içinde Yahudi cemaati yaşamaktaydı.
Serejka Bruzjak’ın bir yılı aşkın zamandır çalışmakla olduğu basımevindeki işçilerin çoğu Musevi’ydi ve Serejka akrabalarına bağlanır gibi bağlanmıştı onlara. Ayrıca da bu Museviler, besili ve mağrur patronları Blumstein’a karşı birlik içinde gerçek bir aile gibiydiler. Kesiksiz bir mücadele vardı efendiyle işçileri arasında. Blumstein elinden geldiğince az parayla idare etme niyetindeydi onları. Bunun için de işin haftalarca durduğu olurdu. Tipo işçileri grev yapıyordu. Toplam on dört işçiydiler. En gençleri olan Serejka’nın görevi, günde on iki saat durup dinlenmeksizin baskı makinesinin kolunu çevirmekti.
O gün işte, arkadaşlarının alışılmadık şekilde sinirli oluşu, Serejka’nın gözünden kaçmamıştı. Devir kargaşa devri olduğu hâlde müessese pekâlâ çalışmaktaydı. Ataman Şefi Petliyura’ya yapılan çağrıları basmak gerekiyordu durmadan. Veremli olan sayfa bağlayıcısı Mendel, Serejka’yı bir kenara çekmiş ve melankolik bakışlarını gözlerine dikerek sormuştu: “Şehirde bir pogrom hazırlandığından haberin var mı?”
Şaşırmıştı çocuk, “Hayır.” dedi, “Hiçbir şey işitmedim.”
Mendel, sararmış, kuru elini Serejka’nın omzuna koyarak, “Evet, evet…” diye fısıldadı, “Gerçek bu. Yahudileri telef edecekler, hırpalayıp öldürecekler gene. Söyle şimdi, bu felaket zamanında arkadaşlarına yardım etmek ister misin?”
“İstemez olur muyum?” dedi Serejka, “Söyle ne yapacağımı.”
“Sen yiğit, yürekli bir çocuksun Serejka, sana güvenimiz var. Senin baban da bizim gibi bir işçi. Evine kadar fırla ve sor ona, bizlerden birkaç ihtiyarla birkaç kadını evde gizlemeye razı olur mu? Evet derse hep birlikte karar veririz kimlerin sizde kalacağına. Bir de sor bakalım seninkilere, belki başka tanıdıkları da vardır adam saklamayı kabul edecek olan. Bu haydutlar Ruslara ilişmeyecekler şimdilik, bütün alışverişleri bizimle. Hadi yavrum fırla, çünkü vakit yok.”
“Tamam Mendel, fırlıyorum, Pavka’yla Klimka’ya da gideceğim. Ebeveynleri reddetmeyecektir eminim.”
“Kim bu Pavka’yla Klimka? Onları iyi tanıyor musun?”
“Nasıl tanımam! Süt kardeşim gibidirler. Pavka Korçagin’in ağabeyi tesviyecidir.”
“Korçagin mi dedin? Onu ben de tanıyorum. Komşuyduk onunla. Kendisine güvenilebilir. Hadi Serejka, çabucak bir cevap getir bize.”
***
Pavliyukovtzilerle Golubovtziler arasındaki savaşın ertesi günü başladı pogrom. Yenik düşüp şehir dışına püskürtülen Pavliyuk gidip komşu kasabayı istila etmişti. Her iki taraftan da onar kişi ölmüştü çarpışmalarda.
Cesetler son derece aceleyle mezarlığa taşınmış ve sade bir törenle hemen gömülmüştü. Övünülecek bir şey olmadığını taraflar da anlamışlardı bunun. İki ataman, başıboş bir köpek gibi sataşmıştı birbirine ve bu durumda gürültülü bir törene kalkışmak gülünç olacaktı. Gerçi Palyanitza, Pavliyuk’u “kızıl haydut” ilan etme amacıyla az çok parlak bir cenaze töreni için diretmemiş değildi ama Papaz Vasili’nin başkanlığındaki Devrimci Sosyalistler Komitesi buna kesinlikle karşı çıktı.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.