Kitabı oku: «Cüzzam ve Aşk»
ÖNSÖZ
Nikolay Yakutskay ve “Cüzzam ve Aşk”
Asıl adı Nikolay Gavriloviç Zolotarev olan Nikolay Yakutskay, 22 Kasım 1908’de dünyaya geldi. 1930 yılında bitirdiği askerî okuldan sonra 1938 yılına kadar sınır birliklerinde görev yaptı. 1938’den sonra, bir süre Moldova’da çeşitli işlerle uğraştı. 1948-1953 ve 1958-1961 yılları arasında Yakut Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ndeki Yazarlar Birliğinin başkanlık vazifesini yürüttü. Khotugu Sulus (Kuzey Yıldızı) ve Polyarnaya Zvezda (Kutup Yıldızı) dergilerinin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Ayrıca bir dönem siyasetle uğraşan Yakuts-kay, Yakut Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Meclisinde milletvekilliği görevinde bulundu.
Yazın hayatına 1938 yılında Moldova’da başlayan Yakutskay, Moldova gazetelerinde Rusça ve Moldovaca çeşitli yazı ve hikâyeler kaleme aldı. İkinci Dünya Savaşındaki askerlerin hayatıyla ilgili birçok hikâye yazdı. Ülkesindeki elmas zenginliğini de eserlerinde işleyen ilk yazar oldu.
Yakutskay, 1947 yılında, devrim öncesi Saha Yeri’nin (Yakutistan) portresini ortaya koyduğu, onun belki de en önemli eseri olan Tölkö (Kader) adlı romanının ilk cildini yayınladı. 1948 yılında, Saha (Yakut) nesir edebiyatında önemli bir yer tutacak olan Kömüs Üreye (Altın Dere) adlı hikâyesini kaleme aldı. Hikâye ve roman türlerinin yanında çocuklar için birçok masal yazdı. Ayrıca çeşitli eser çevirileri yaptı. Çağdaş Saha (Yakut) edebiyatının önemli kalemlerinden olan Nikolay Yakutskay, 1995 yılında uçmağa vardı; geride onlarca roman, hikâye, çeviri ve masal bıraktı.
Yakutskay’ın eserlerinden, son yıllarında kaleme aldığı Arañ uonna Taptal (Cüzzam ve Aşk) adlı romanı, Sahalar tarafından oldukça sevildi, hatta beyaz perdeye aktarıldı. Gerçek bir aşk hikâyesine ve tarihî olaylara dayanan konusu, yazarın etkileyici üslubuyla birlikte Saha (Yakut) çağdaş edebiyatının kült eserlerinden biri oldu.
Yakutskay’ın tesadüfen öğrendiği, romanın konusunu teşkil eden aşk hikâyesi ilgisini çekti ve o, bu hikâyeyi araştırırken yine Saha Yeri’nde vuku bulan tarihî bir hadisenin bu aşk hikâyesiyle olan bağlantısı, onu oldukça etkiledi. Öyle ki o an coşkuyla, öğrendiği bilgilerden hareketle “Aşkın Anıtı” adlı daha önce hiçbir yerde yayınlamadığı, romanın sonuna koyduğu sekiz kıtalık bir şiir kaleme aldı. Bununla yetinmeyen yazar, bu hikâyeyi nesir olarak kaleme almak istedi ancak uzun süre roman mı yoksa uzun hikâye mi yazacağına karar veremedi. 1942 yılında “Cüzzam ve Aşk” adını verdiği romanına ancak 1991 yılından sonra başladı. 1993-1994 yıllarında, vefatından kısa bir süre önce eserini tamamladı.
Çağdaş Saha edebiyatının önemli bir yazarının güzide bir eserini Türk edebiyatına kazandırmanın ne kadar mühim bir iş olduğunun farkında olarak başladığım bu eser aktarmasını, Türk okurlarla buluşturmanın gururunu yaşıyorum. Çağdaş Saha edebiyatından Türkiye Türkçesine aktarılan ilk müstakil eser olan “Cüzzam ve Aşk”ın daha nicelerine öncülük etmesini diliyorum.
Doğan ÇOLAK
BİRİNCİ BÖLÜM
Çarlık Rusya, Saha Yeri’ne egemen olduğunda köy muhtarı, kasaba reisi olan Sahaları yüksek mevkilere yaklaştırmadılar. Kasaba reislerinden, köy muhtarlarından ve yerli zenginlerden bazılarını seçerek onların uyruğunu değiştirdiler. Fakat hayat her zaman yerinde saymıyordu. Sahalardan yeni zenginler, tüccarlar, satıcılar ortaya çıktı. Yerli zenginlerden bazılarının her şeyi vardı, aşırı zengin olanları bile vardı.
Köy ve kasabalardaki yerli zenginler ile yeni zengin olanlar, köy muhtarlarının ve kasaba reislerinin görevlerini zorla alarak onlarla mücadeleye girişti, birbirlerine düşman oldular. Bazı köylerde ve kasabalarda yeni zenginlerden akıllı olanları başka başka yollarla muhtarlık veya reislik görevine sahip oldu. Böyle akıllı ve girişken, biri beş yapmada mahir olanlardan biri de Bülüü şehrindeki Mastaah kasabasının Küület köyünde yaşayan Kıççık Miiterey’di. Bülüü kilisesinin doğum kayıtlarında adı, vaftiz adı olan Dmitriy İvanov şeklindeydi. Hem çocukken hem de büyüdükten sonra çevresindekiler ona hiç Uybanıap1 demediler. Kıççık veya Kıççık Miiterey dediler.
Kıççık Miiterey’in ailesi, o zamanki Küület köyünde yaşayanların çoğu gibi, az sayıda hayvanı olan, balıkçılık ve avcılıkla geçinen insanlardı. Böyle bir aileye mensup olan Miiterey aklıyla, girişkenliğiyle çayı, tütünü, arşın arşın kumaşı satarak kaynayan bir suyun yükselmesi gibi hızla zengin oldu; köyün beyi, muhtarı olmak istedi. Sonra bunu başarmak için önce şehirlerdeki halkla, daha sonra onların ileri gelenleriyle hemen arkadaş oldu. O zamanki Küület köyünün muhtarı olan Tüöhelbe Cögüör, zengin bir aileden geliyordu.
Kıççık Miiterey sık sık Bülüü şehrine gidip geliyordu. O gidişlerin birinde çevresindeki beylerden biri:
– Efendiler! Bizim köyün çar yolu parasını neden vade tarihinde toplatamadığımızı biliyor musunuz? Diye sordu.
– Muhtarınız düzensizliğinizden becerip toplayamadı şüphesiz, dediler.
– Hayır, bu yüzden değil, dedi Kıççık Miiterey.
– Öyleyse neden? Dedi beyler.
– Bizim köyümüz çok büyük, muhtarımız Tüöhelbe Cögüör, ne kadar becerikli olsa da çar yolu parasını vade tarihinde toplamayı başaramadı, dedi.
– Evet, doğru, aynen böyle. Büyük köyler hiçbir zaman çar yolu parasını zamanında becerip toplayamazlar, diye konuştu oradakiler Kıççık Miiterey’in sözlerinin ardından.
– Çar yolu parasının zamanında toplanmasını istiyorsanız bizim Küület köyünü ikiye bölün. İki muhtar olursa çar yolu parası zamanında toplanır, dedi Kıççık Miiterey.
– Bir köyü ayırıp iki veya üç köy yapmak istediğinde orada yaşayanların onayını gösteren yazı almak lazım ki köyler ayrılabilsin, dedi etraftakiler.
Kıççık Miiterey, beylerle bu konuyu konuştuktan kısa bir süre sonra, bahar mevsiminde, köy halkı Bahar Bayramı’nı kutlamaya başlamıştı. Yağlı kımızlar, yağlı etler yenilip içilip ziyafet çekilirken Miiterey:
– Arkadaşlar, muhtarımız Tüöhelbe Cögüör’ün yaşadığı yerle bizim yaşadığımız yer birbirlerine çok uzak. Kışın da yazın da köy toplantısına çoğunuz gidemiyorsunuz. Fakat kendi yaşadığımız yerde toplantı olursa hepimiz gidebiliriz, diye konuşmaya başladı.
– Miiterey, iyi söylüyorsun. Köy toplantısı her zaman Tüöhelbelerin yaşadığı yerde, buradan çok uzakta oluyor. Kışın soğukta, yazın bataklıkta, sivrisineklerin arasında kim buradan oraya gidecek? Gitmiyoruz!
– Arkadaşlar, bunu şöyle halledebiliriz, dedi Kıççık Miiterey ve devam etti: “Diğer bölgeden ayrılıp burada, kendi bölgemizde, köyümüzde kendi idari yapımızı kurabiliriz. Buna ne dersiniz?” diye Kıççık Miiterey Bahar Bayramı kutlamasında toplanmış olanlara sordu.
– Ayrı bir köy olursa iyi olur, dedi toplanmış olan halk.
Kıççık Miiterey derhâl bir kâtip bulup Bülüü’nün bağlı olduğu idari birime gönderilmek üzere Küület köyünün Bieribey ve Toruoy Küület köylerine ayrılmasını istedikleri bir dilekçe yazdırdılar. Halk da parmaklarını mürekkebe batırıp dilekçeye bastı.
İşte böyle, Bülüü şehri idari biriminin kararı doğrultusunda Küület köyü Bieribey ve Toruoy Küület köyleri olarak üzere ikiye ayrıldı. Toruoy Küület köyünün muhtarı da Kıççık Miiterey oldu.
“Yaban ördeği uçtuğunda yosunlar da uçuşur.” atasözünde olduğu gibi, eskiden tek parça olan Küület köyü, iki Küület köyü hâline getirilip Kıççık Miiterey vazifeye atanınca diğer büyük köylerde muhtarların görevini elinden alan yeni zenginler, mevcut büyük köylerini birkaç ayrı köye bölmek için çevre yöneticilere dilekçe yazdılar. Böylece Orta Bülüü kasabasında yer alan Çoçu köyü; Bieribey ve Toruoy Çoçu olmak üzere ikiye ayrıldı. Sonra Bieribey Çoçu köyünde bulunan Kıadanda ve Harbalaah Göllerinin çevresindeki yerleşim yerleri de ayrılarak müstakil köy hâline getirildi.
Kıççık Miiterey, Toruoy Küület köyünün muhtarı olunca açgözlü biri olup çıktı. Köylüler arasında hasis biri olarak tanındı:
– Bizim muhtarımız Kıççık; al dendiğinde pis pis güler, ver dendiğinde kederlenir, bir şey verildiğinde sırıtır, getir dendiğinde yüzünü çevirir, diye köydekiler çevre halka, komşularına onu anlatır oldular.
Kıççık Miiterey muhtarlık vazifesini başarılı bir şekilde yürütüyor, zenginliğini, servetini iyice arttırıyordu. Eskiden yasak vergisi denilen çar yolu parası adı altında halk vergiye bağlamış, muhtarlar da her yıl köylerden bu vergiyi topluyordu. Tevdi edilen bu verginin toplama zamanı geldiğinde birçok kişinin ödeme imkânı olmuyordu. Bu yüzden Kıççık Miiterey, köylüden para yerine büyükbaş hayvan topluyordu. Hayvanların fiyatını kendisi belirliyor, belirlenen fiyattan fazlasına hayvanları satarak aradaki farkı da kendi alıyordu. Bu şekilde topladığı hayvanları Bülüü şehrine götürüp satıyordu. O parayla köylünün çar yolu parasını ödüyordu.
Kıççık Miiterey köye döndüğünde çar yolu parasını diğer köy muhtarlarından önce toplamış oluyordu. Bölge idarecileri tarafından övülüyor, örnek gösteriliyordu. Derler ya “Su aynı yerde uzun süre akmaz.” işte o da civardaki bütün muhtarlar arasında birinci olmuştu. Muhtarların işini iyi yapanlardan bazılarına “üstün başarı” madalyası veriliyordu.
İnsanın hayatı her zaman iyi veya her zaman kötü olmaz. Kıççık Miiterey’in hayatı da eksikti; her ne kadar hanımı Ogdooççuya neredeyse her yıl hamile kalsa da çocukları olmuyordu. O zengin olduktan sonra hanımı Ogdooççuya bir kız çocuğu doğurdu. Bir gün Ogdooççuya’nın çocukluktan beri kadim dostu olan Nılbaarıya Maarıya onu görmeye geldiğinde:
– Bu güzeller güzeli kızı Tanrı’n verdi, dedi.
– Önceki çocuklarım gibi, onun da fazla vakti olduğunu sanmıyorum, kötü bir kaderi olduğunu düşünüyorum, dedi Ogdooççuya iç çekerek.
– Öyle konuşma! Tanrı Ayıı Toyon, bu güzeller güzeli kızcağızı koru!
– Tanrı böyle yaparsa ona minnettar kalacağım. Bu benim son doğumumdur herhâlde.
Gerçekten de Nılbaarıya Maarıya’nın duasında söylediği gibi kızcağız büyüyüp oldukça güzel bir kız oluverdi.
Kıççık Miiterey kışın, 2 Aralık 1879 tarihinde, Bülüü şehrine giderek kızını kiliseye götürüp vaftiz ettirdi. Kızın vaftiz annesi Nılbaarıya Maariya oldu. Vaftiz babası, kızın ne zaman doğduğunu sorup kilisenin doğum kaydı dosyasına yazdı.
Vaftiz annesi Nılbaarıya Maariya, kıza Ketiriine adının haricinde, güzel anlamına gelen Kere lakabını takmıştı. Kere Ketiriine, o zamandan beri Kıççık Miiterey’in yeni yaptırdığı birkaç odalı büyük ambarlı evde ailesinin gören gözlerinin bebeği, keskin dişlerinin eti oldu. Kızlarını kapalı havada dışarı çıkarmıyor, nemli yere ayağını bastırmıyorlardı. Kızlarını böyle büyütüyorlardı. Bir bahar mevsiminin sonuna doğru o tıkır tıkır yürümeye başladı. Buna herkes çok sevindi. Vaftiz annesi Nılbaarıya Maarıya’nın taktığı lakap da kıza tam uymuştu.
Babası Kıççık Miiterey günden güne kızını daha çok seviyor, ona büyüleniyordu. O cimri biri de olsa şehre her gidiş gelişinde parasına bakmaksızın şekerlemeler, kurabiyeler ve bunların dışında şehirde yaşayan Rus çocuklarının oynadığı oyuncak bebeklerden satın alıyordu. Kızını oyuncak bebek gibi süslü, nakışlı elbiselerle giydiriyordu.
Kere Ketiriine beş yaşını doldurup altısına girince annesi Ogdooççuya yakın dostu Nılbaarıya Maarıya’ya sordu:
– Biricik kızım doğduğunda sen onun güzel olacağını nasıl bildin?
– Çocuğun, ne kadar güzel biri olacağını biz Sahalar, önceden biliriz. Çocuğun doğumu ile birlikte büyüdüğünde nasıl görüneceği önceden kestirilip ona göre lakap takılır. Bu lakabı takanların hiçbiri yanılmamıştır. Sonra bu lakaplar onların daimî adı olur, dedi Nılbaarıya Maarıya.
Bu gerçekten de Sahalarda çok eski zamanlardan beri süre gelen bir durumdur. Bebeğin görünüşüne, yapısına bakılarak verilen lakaplar sonradan onların adları olur. Bunu hayretle karşılayabilirsiniz. Bu, Sahaların hislerinde var olan bir özelliktir.
Kere Ketiriine, yaş söğüt ağacı gibi ince ve zarifti. Özgür, sakin ve merhametli bir çocuktu. Bir gün Kere Ketiriine, ambarın üstünde yer alan delikteki kuş yuvasından kıpkızıl, yeni doğmuş bir yavru kuşun yere düşüp zar zor hareket ettiğini görünce onu alıp yuvasına koydu. Ketiriine, kuş yuvasını her gün ziyaret ediyordu. Yavru kuş biraz tüylenmeye başlamıştı. Bir müddet sonra kanatları da tüylenmişti. Onu izlerken Kere Ketiriine çok mutlu oluyordu. Kızının merhametini fark eden annesi Ogdooççuya, arkadaşı ve kızının vaftiz annesi olan Nılbaarıya Maarıya’ya:
– Çocuğumuz Kere Ketiriine, benim rahmetli annem gibi çok merhametli, dedi.
– Nenesi merhametli ve narin biriydi, mesut bir hayat yaşadı, dedi Nılbaarıya Maarıya. O, Ogdooççuya’nın yaşlı annesi Balbaara’yı iyi tanıyordu. Bir gün, güz mevsiminde, komşusunun bir yaşındaki inekleri gölün donmuş buzunun üstünde, gölün kenarında biten yeşil otları yerken buz kırıldı ve inekler oraya düşüp öldü. Yaşlı Balbaara, komşusuna acıyıp kendi kocasına haber vermeden genç gebe bir ineği ona verdi. Bunu kocası öğrenince “İneği geri al!” diyerek onu epey dövdü. Buna rağmen yaşlı Balbaara, ineği komşusundan geri almadı.
Kısa bir süre sonra Kere Ketiriine on yaşını dolduracaktı. O zamanlar, Mastaah yakınlarında yaşayan, on hayvanı olan Çorguyar Süöder balık, özellikle de sazan avlıyordu. Kışın âdet üzere sazan yumurtası haşlayıp tuluma basıyor ve sazanları kışa hazırlanıyordu. Sazanları sırtlayıp göle götürüyor, uzun sırıklara bağlayıp gölün derin kısmına indiriyordu. O her yıl böyle yaparak sazanlarını hazırlıyordu. O kış, sazanları çıkarıp evine götürdü. Tulumun dikişlerini söktü. Tuluma biraz su girmişti. Bu sazanları atmaları gerekirken gece acıkıp eşiyle yedi. Ancak sazan bozulduğu için o gece ikisi de zehirlenip öldü. On dört yaşındaki oğulları Moloohoy Uybaan, o gün dedesi ve nenesini ziyarete gidip orada kalmış, bozulmuş sazandan yemeyerek ölmekten kurtulmuştu. Meydana gelen bu felaketten sonra Kıççık Miiterey, Çorguyar Süöder’den geriye on inek, bir at ve bir gebe tay kaldığını duydu. Açgözlü hasis hemen bu duruma el attı.
– Duydun mu, Mastaah yakınlarında yaşayan Çorguyar Süöder, hanımıyla bozulmuş sazanları yediği için ölmüşler, dedi hanımına kasaba idari amirliğinden geldiği gece.
– Öyleymiş diye konuşuyorlar ya. Bunu neden bana söylüyorsun?
– Çorguyar Süöder’den geriye on kadar inek ve at ile tay kalmış.
– Bu hayvanları neden bana söylüyorsun?
– Bu kalan hayvanları biz alsak nasıl olur?
– Neden o adamdan kalan hayvanları almak için bana soruyorsun? Akrabaları, yakınları onları alacak ya, diye hakkaniyetli bir cevap verdi Ogdooççuya.
– O adamın on dört yaşında bir oğlu varmış. Dahası o oğlanı bizim bölgeye naklettirip kendimize evlatlık olarak alabilirsek hayvanların da hepsini almış oluruz, dedi Kıççık Miiterey. Böylece kendi düşüncesini bu konuşmasıyla açıkça ifade etti.
– Bu kadar büyük bir çocuğu, küçük bir çocukmuş gibi nasıl kendi himayene alacaksın?
– Büyük çocuk bize çok faydalı olur. Onu alırsak kendimize maaşsız işçi almış oluruz. Böylesi daha iyi olmaz mı?
– Çocuğu alıp maaşsız işçi yapmak ayıp olmaz mı? Yaşı küçükken himayemize almamız da güzelmiş!
– Oğlanı almamız gereken yerde sen aptalca direniyorsun.
– Aptalca mı diyorsun? Bak söylüyorum, o on dört yaşındaki çocuk bizi kendi yakını olarak görmeyecek. O hayvanları istediğin için çocuğu evlatlık mı alacaksın? Diyerek Ogdooççuya bu duruma ne kadar karşı olduğunu söyledi.
– Onlarca hayvanı para ödemeden almamız kötü mü?
– Çocuğu bedava çalışacak işçi yapacağız demedin mi?
– Çocuğu işçi yapacağım diye almıyorum, evlatlık olarak alıyorum. Evlatlığımızın ailesinden kalan hayvanlarla birlikte alıyormuş gibi dilekçe yazacağım. Bedava işçi meselesine gelirsek bu kadar büyük bir çocuk, bize gelip bağrımda saklanıp yaşayacak değil ya, çalışacak tabii, diye hanımı Ogdooççuya’ya aklındakileri açıkladı.
– Evlatlık olarak aldığında o çocuğu nerede yatırmayı düşünüyorsun? Ogdooççuya, Mastaah çevresinde yaşayanlarda yaygın bir şekilde görülen cüzzam hastalığını komşularından duymuştu. Şimdi evlatlık olarak alacakları çocukta da bu hastalığın olabileceğinden korkuyordu.
– Ona dışarıda bir köşede tek başına yaşayacağı bir kulübe ayarlayacağım, dedi Kıççık Miiterey.
Kıççık Miiterey bu konuşmadan sonra Mastaah’a, Bülüü’ye devamlı gidip gelerek bu işle meşgul oldu. Çok kısa bir süre sonra ilgili devlet memuru Gorçakov çıkıp geldi. “Rahmetli Çoguyar Süöder’in on dört yaşındaki oğlu, Moloohoy Uybaan’ı, Toruoy Küület köyünün muhtarı Dimitriy İvanov, oğlan reşit olana kadar evlatlık olarak almıştır.” ibareli bir evrak hazırladı. Molohooy Uybaan ve onun ailesinden kalan on inek, at ve tay, Uybaan reşit oluncaya kadar Kıççık Miiterey’e verilince o da kasaba yöneticisine dilekçe verip hayvanları sürürek evine getirdi.
Hanımı Ogdooçuya’ya söylediği gibi, Muhtar Kıççık, Moloohoy Uybaan’ı işçilerin yaşadığı kulübeye yerleştirdi. Onu çalıştırarak birlikte bu şekilde yaşadılar. O zamanlar Moloohoy Uybaan daha yeni çocukluk çağından çıkmaya başlamış, keskin bakışlı, güzel görünümlü sempatik bir çocuktu. Muhtar Kıççık’ın işçilerinden İhtiyar Beceke, çocukcağıza acıyor, onunla kendi çocuğu gibi ilgileniyordu. Çocuğa ağır bir iş verdiklerinde bütün gücüyle ve deneyimiyle ona yardım ediyordu. Başından beri çocukcağızı kendi yatağında, ayakucunda yatırıyordu. Onun görüp duyduğuna göre Muhtar Kıççık’ın diğer işçileri çocuğa kin besliyor, ondan nefret ediyorlardı. İşte böyle günler, haftalar, aylar ve yıllar geçip gitti. Gençler büyüdü, olgunlaşıp geliştiler; yaşlılar daha da yaşlandı, vücutları zayıfladı, kemikleri güçsüzleşti. İhtiyar Beceke, akşam işten gelip sıcak çayı ve süt lapasını yiyip içiyor, karnı doyurduktan sonra neşelenip filozofça konuşuyordu:
– Evet arkadaşlar, ben yaşlı biri gördüğümde insanoğlunun da eskidiğini düşünüyorum. Dikkat kesilip düşünün hadi. Bir çocuğun doğumu, yazın güneş iyice sıcaklığını gösterdiğinde yere düşen filizden yeşilliklerin çıkması gibidir. Fakat otun ömrü topu topu bir yazdır. İnsanın ömrü, eskilerin deyimiyle yüz yıldır. Doğrusu, eski zamanlarda da şimdilerde de yüz yaşına ancak çok güçlü ve sağlıklı olanlar ulaşabilir. Çoğu insanın ömrü kısadır, derler.
– İhtiyar, insan ömrünü neden otun ömrüyle kıyaslıyorsun? Diye onu dinleyenler sordu.
– Dinleyin o zaman, anlatayım. Eskiden, gençken ben de sizin gibi düşünürdüm. Sonra gittikçe, daha doğrusu yaşlanınca hayatı yaşayıp telef olduğumu anladığımda bitkinin, insanın, hayvanın, hepimizin hayatının aynı döngüde olduğunu anladım. Az evvel dediğim gibi, otun ömrü bir yazdır. Baharda yere düşen filiz baş verir, büyür. İyice büyüyüp çiçeklenir. Çiçeğinden filiz çıkar. Güze kadar filizi düşer, ot ihtiyarlar, solar, sonra kuruyup zayıflar. Burayı dikkatli dinleyin, insanın da hayvanın da hayatı bundan ne kadar farklıdır? İhtiyar Beceke’nin bu filozofça konuşmasını dinleyen gençler gülüştü.
– İhtiyar, insanın da hayvanın da hayatı ve ömrü otun ömrüne hiç de yakın değil! Otun ömrü topu topu bir yazdır. Fakat insanın, hayvanın ömrü daha uzundur.
– Gençler, sizin düşünceniz daha olgunlaşmadı. Bunun için böyle söylüyorsunuz. Uzun bir hayat yaşayın, dertler, sıkıntılar çekin de işte o zaman düşünceniz olgunlaştığında birçok şeyi daha iyi anlar, açıklarsınız, diyerek İhtiyar Beceke çocuklara direndi.
– İhtiyar, hani az önce söyledin ya, ot ve insan hayatı nasıl oluyor da birbiriyle ilgili oluyor? Diye sordular.
– Dedim ya, bahar zamanında düşen filizden otun baş vermesi gibi, insandan çocuk doğar. Çocuk özellikle, onu isteyen kişiden doğar. Bundan dolayı insanoğlunun baharı da çocuğun doğumuyla başlar. Bu başlangıç oldukça uzundur, çocuğun 18-20 yaşını doldurmasına kadar devam eder. Ondan sonra küçük ot büyüyüp gelişimini tamamlaması, çiçeklenmesi gibi, insanoğlu 18-20 yaşından sonra olgunlaşır, evlenir, çocuk sahibi olur. Bu insanoğlunun yaz zamanıdır. Bu 18-20 yaşından 50-60 yaşına kadar sürer. O zamana kadar doğmuş çocukları büyür, yetişir, gelişir, evlenir, çocuk sahibi olur, müstakil aile olurlar.
– Eee, ihtiyar, ya sonra? Dedi dinleyenler onu küçümseyerek.
– Otun güz mevsiminde solduğu gibi, insanoğlu da 50-60 yaşından sonra ihtiyarlar, vücudu zayıflar, yaşlanırlar. İşte, bu da insanoğlunun güz mevsimidir. Bu, insanın 50-60 yaşından 70-80 yaşına kadarki dönemi kapsar. Evet, sonra otun kışın öldüğü gibi insanoğlu da kendi kışında ölür. Hayat dediğin böyledir işte, dedi İhtiyar Beceke.
Moloohoy Uyban, ihtiyar adamın konuşmasını bir kelimesini bile kaçırmadan dinledi. Hayat hakkında fazla şey bilmiyor, Beceke’nin öğütlerinden çok fazla bir şey anlamıyordu. Fakat ihtiyarın söylediği otun bir yazlık ömrü olduğunu çok iyi anlamıştı. Konuya biraz ilgi duyup ihtiyarın örneklendirdiği konuşmasını dikkatlice dinledi. Yaşlı adamın anlattıklarını ağzı açık dinleyenlerden bazıları Moloohoy’a güldü:
– Moloohoy şu anda, İhtiyar Beceke’yi taklit edip filozof olmak istiyor gibi görünüyor, diye gülüştüler. Bazıları gülüşürken Moloohoy, İhtiyar Beceke’nin ne kadar bilge biri olduğunu öğrenmişti. Böylece ihtiyarla onun arasındaki arkadaşlık güçlendi.
Gün ve yıl birbiriyle yer değiştirdi, zaman akıp gitti. Kıççık Miiterey’in kızı Kere Ketiriine ise yapayalnızdı. Kız yıldan yıla büyüyüp gelişti. Ailesi ona baktıkça seviniyor, Tanrı Aybıt Ayıı Toyon’a şükrediyordu. İşte, böyle hayat akıp geçiyordu.